Buch lesen: «Lale Devri»
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı.
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerine Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan M. Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile birlikte tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini vermeye başladı. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
1
Edirne sokakları halk yığınları ile dolmuştu. Bunlar şaşkın şaşkın sağa sola koşuyorlar, ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Yıl 1703
Edirne’de mahşerî bir kalabalık, heyecanlı bir kargaşalık var. Bağıran, koşan, kaçışan kütle kütle halk. Bunlara kişneyen atların, böğüren develerin, anıran eşeklerin de sesleri karışıyor ve o mahşer, insanla hayvan sesini tizden, pesten birleştiren bir meşher oluyor.
Her çeşme önünde bin adam ve bin hayvan toplanmış. Musa Çelebi, İsa Çelebi, Yıldırım, Eskicami, Beyazıt, Sultanselim, Timurtaş, Kocamuratbey, Beylerbeyi, Sokullu, Tahtakale, Kasımpaşa, Eşekadın çeşmelerinden su yerine garip bir vaveyla dökülüyor gibi!
Büyük konaklar da bu mahşer içinde silah ve asker döken birer ağıza dönmüş. Makbul İbrahim Paşa, Timurtaş Paşa, Bölhenkli Hüseyin Paşa, Şakşakî Paşa, Ferruh Paşa, Mihal Bey, Defterdar İsmail Efendi, Ekmekçioğlu Ahmed Paşa, Zağanoz Paşa, Halil Paşa, İshak Paşa, Bostancı Sinan Paşa, Kazasker Efendi konaklarından fevç fevç, mevc mevc sokaklara müsellah adam boşanıyor!
Kervansaraylarla hanların da vaziyeti böyle… Rüstempaşa Hanı, Yemiş Hanı, Kapan Hanı, Beylerbeyi Hanı, Viran Han, İmaret Hanı, Eşekadın Hanı başta olmak üzere elli üç kervansaray ve han, altından insan fışkıran birer göze hâlinde!
Arda, Tunca ve Meriç Nehirlerinin dudak dudağa geldikleri yerde taştan bir duvak gibi uzanan Mihal Köprüsü, şefkatli bir kol gibi Tunca’nın beline dolanan Saraçhane Köprüsü, yine o mübarek suya başka bir yerde mermer bir kemer gibi sarılan Ekmekçioğlu Köprüsü bugün vazifelerini ters yapıyorlar, suları altlarından değil, üstlerinden geçiriyorlardı. Çünkü canlı ve heyecanlı bir kalabalık -dalga dalga- onların üzerinden akıyor, akıyor, akıyordu.1
Ne vardı, ne oluyordu? Bunu, o mahşere katılanlardan çoğu da anlamıyordu. Hatta saltanat veliahdı olup o sırada Edirne’de bulunan Sultan II. Mustafa tarafından göz hapsinde tutulmak üzere İstanbul’daki kafesinden çıkartılarak bu eski payitahta getirilmiş olan Ahmed Sultan da2 Hünkâr Bahçesi Sarayı’ndaki köşkünü zelzeleye veren uğultunun sırrını anlamış değildi. Süslü mahbesinde telaşlı telaşlı dolaşarak ağaçlardan süzülüyor, bulutlardan dökülüyor veya yerden fışkırıyor gibi görünen bu müthiş gürültünün kaynağını anlamaya, mefhumunu kavramaya çalışıyordu.3
O devirde şehzadeler tehlikeli mahluklar hükmündeydi. Bugün bulaşıcı hastalıklar mikroplarından ne kadar ürküyor ve kaçıyorsak eski zamanlarda da tahta namzet olan prenslerden öyle çekinilirdi, uzak kalınırdı. Çünkü padişahlar, her şehzadede bir taht müddeisi hüviyeti bularak vehme kapılırlardı ve bunları, ilk fırsatta boğazlarına sarılacak birer düşman sayıp korkarlardı.
II. Mustafa da biricik kardeşi Ahmed Sultan’dan son derece iğreniyor ve onun hayatında kendi ölümünün müjdesini yaşar görerek daimî bir ızdırap duyuyordu. Edirne’ye gelirken kardeşini İstanbul’da bırakmaktan çekinmiş, mahpus prensi sımsıkı kapalı tahtırevanlar içinde taşıtarak beraberinde getirmişti.
İmam gülünce cemaat makaraları koyuverir, kahkahalar koparır, derler. Padişahlar da nefret gösterince yakınında olanlar düşmanlık belirtir. Bu sebeple şehzadeler, saray muhitinde pek bikes yaşarlardı, kimseden sevgi görmezlerdi. Ancak günün akşamlı olduğunu -her türlü fâni pırıltılara rağmen- kavrayanlar ve padişahın bir gün ölüp kudretin, kuvvetin veliahda geçeceğini hesaplayanlar el altından mahpus prenslere yaranmaya çalışırlardı. Bunların sayısı daima mahduttu. Çünkü bugünün tavuğunu, yarının kazına tercih etmek, insanların en zayıf tarafıdır. Bu zaafı atıp da istikbale bel bağlamak, yarın daha iyi doymak için bugün aç kalmak her babayiğidin kârı değildir.
İstanbul’daki eski saray helvacılığından babacılığına ve oradan -okuryazar olduğu için- yazıcı halifeliğine geçip o sıfatla padişah mevkibine katılıp Edirne’ye gelen Muşkaralı İbrahim Efendi, işte o nadir babayiğitlerden biri idi. Bir yolunu bulup kendini veliaht Ahmed Sultan’ın hizmetine tayin ettirmişti. Onun ufak tefek işlerini görüyordu ve kendisiyle sık sık temasta bulunuyordu.
Bu zeki köylü, devlet işlerinin pek kötü gittiğini o işleri idare edenlerin hepsinden evvel anlamıştı. Padişah, tıpkı babası Sultan IV. Mehmed gibi ava meraklıydı. İlk saltanat yıllarında ordunun başına geçerek harbe gitmiş ve eski padişahlar gibi davranacağını zannettirmişken sonraları sakalını -şeyhülislamlığa getirdiği- hocası Feyzullah’ın eline vermişti. Onun işaretiyle oturup kalkmaya başlamıştı. Hâlbuki bu hoca -ilmine, fazlına rağmen- çok haris bir adamdı. Dört oğlunu kazaskerliğe çıkarmış, bütün akrabasını yüksek mevkilere yerleştirmiş, devletin bütün irat kaynaklarını, eşlerine, dostlarına paylaştırmış olmakla iktifa etmeyerek kendinden sonra büyük oğlu Fethullah’ın şeyhülislamlığa geçmesi için padişahtan ferman alacak kadar açgözlülük göstermişti.
Hocalar takımı onun bu tagallübünden son derece kızgındı. Vezirler zümresi de kendisini sevmiyordu. Çünkü o, padişahtan çok fazla istibdat yapıyordu, sadrazamlara etek öptürüyordu. Bunu yapmayanları, yapamayanları mutlaka felakete sürüklüyordu. Mesela on altı yıl süren dört cepheli ve çok felaketli bir harbi Karlofça Muahedesi’yle neticelendiren, memleketi refaha ve salaha kavuşturmak, orduyu tensik etmek isteyen Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa’yı istifaya mecbur etmiş, Daltaban Mustafa Paşa’yı ise öldürtmüştü.
Şimdi işbaşında bulunan Rami Paşa, bu gibi örneklerden ibret alarak müstebit ve muhteris şeyhülislamdan korkuyordu, başına bir çorap örülmeden hayatını emniyet altına almak çarelerini arıyordu. Halk da hocaların ve vezirlerin kinine, kızgınlığına iştirak ediyordu. Koca imparatorluğu malikâne hâline koyan şeyhülislamın ve onu şımartan padişahın aleyhinde atıp tutuyordu.
İşte Muşkara köyünden gelme Yazıcı İbrahim, bu vaziyeti çarçabuk kavradığından veliaht Ahmed Sultan’a yanaşmak yolunu tutmuştu. Bir kumaş götürmek, bir papağan satın alıp sunmak gibi vesilelerle onun yanına gittikçe dereden tepeden söz açıyor ve bir fırsat düşürüp yakında devrin değişeceğini, kafesin tahta munkalip olacağını fısıldıyordu.
İşaret ettiğimiz veçhile İbrahim zeki bir adamdı. Daha ilk temasta veliaht üzerinde fikrî bir hâkimiyet kurmuştu. Çünkü mahpus prensin görgüsüzlüğü ile beraber orta çapta bir dimağ taşıdığını sezmiş ve onun eğlenceye düşkün, paraya da haris bir basit kimse olduğunu görmüştü. Artık her karşılaşmada mukadder olan istikbalin inkişaf etmesi hâlinde yapılacak eğlenceleri, toplanacak hazineleri anlatıyordu.
Fakat zeki köylü, memleket vecibelerini de ihmal etmiyordu. Veliahdın mizacına göre söz söylerken bir münasebet bulup imparatorluğun siyasi, askerî, iktisadi durumunu da dile alırdı ve mesela şöyle bir ağız kullanırdı:
“Şehzadem, körler nasıl gözlerinin açılmasını bekliyorsa yatalak hastalar nasıl Allah’tan şifa umuyorsa halk da cenabınızın tahta çıkmasını öyle bekliyor. Çünkü mülk sahipsizdir, virandır. Halkın ciğeri koparılıp vergi diye alınıyor, bu kanlı ciğerler devletliler sofrasında yemek oluyor. Askerin düzeni yok, mahkemelerde adalet yok, mülkün hiçbir köşesinde emniyet yok. Bir zamanlar İstanbul’dan çıkan yedi yaşında çocuklar, başlarında altın dolu tepsilerle Bağdat’a kadar giderlerdi. Kimse önlerine çıkıp da kendilerine ilişmezdi. Şimdi köyler basılıyor, şehirler basılıyor ve bütün halk göz göre göre soyuluyor. Şevketli kardeşiniz bunları duymuyor. Hocasının yalanına kanıp oturuyor. Bu gidişle devletin uçuruma yuvarlanması muhakkaktır. Onun için büyük küçük herkes sizin tahta çıkmanızı istiyor ve bekliyor.”
Ahmed Sultan, bu sözlerden hoşlanmakla beraber, ihtiyat göstermekten geri kalmazdı. Ellerini yüzüne kapayarak mırıldanırdı:
“İstemem, istemem. Bana taht gerekmez, taç gerekmez. Tanrı, şevketli padişahımızı başımızdan eksik etmesin. Ben onun sadık duacısıyım.”
İbrahim, sinsi sinsi gülerek sözüne devam ederdi.
“Geceler mutlak sabaha erer, gafletler de mutlak bir uyanıklığa varır. Zulüm ile abat olanların akıbet berbat olmaları mukadderdir. Cenabınız istemeyedursun. Lakin Allah istiyor ve Allah’ın istediği olacaktır.”
Sonra, veliahdın hırslarını gıcıklamaya girişirdi:
“Bu viran memleketi şenlendirmek için sulh ister, salah ister. Âl-i Osman tahtına saadetle cülus buyrulunca halkın dileğini merhamet buyurup göz önünde tutunuz. Mümkün olduğu kadar harpten uzak kalınız. Harp, yedi başlı bir ejderdir. Memleketi kurutur, çöle çevirir. Sulh ise şefkatli bir güneştir, çölü bağ yapar. Kuru ağaçlara can verir. Yine sulh sayesinde hazine dolar, her tarafta altın bolluğu belirir. Cenabınız da bu bolluk içinde üzülmezsiniz, sefayı hatırla saltanat sürersiniz, halktan hayır dua alırsınız.”
İşte bu gibi sözler, bu gibi telkinler, Ahmed Sultan’ı Muşkaralı İbrahim’e candan dost edip bırakmıştı. Her gün onu görmek, onu dinlemek isterdi. Fakat son günlerde, İbrahim görünmez olmuştu. Acaba padişah, bu biricik dostun ziyaretlerinden şüpheye mi düşmüştü? Yoksa İbrahim hasta mıydı?
Veliaht, bilhassa o mahşerî uğultunun yüreğine aşıladığı merak içinde İbrahim için geniş ve pek geniş bir iştiyak duyuyordu, onu bir-iki dakika görebilmek uğrunda birkaç kese akçe feda etmeyi göze alıyordu.
Birkaç kese akçe dedik. Çünkü Ahmed Sultan, olur olmaz zevkler ve hazlar uğrunda para kurban edecek bir meşrep sahibi değildi. Parayı okşamak, sevmek, heyecanlı bir ihtiras ile saymak için severdi. Onun gözünde para, kadın gibi bir şeydi. Sevilen kadın nasıl başkasına verilemezse para da hayati bir zaruret olmadıkça elden çıkarılamazdı.
Fakat uzaklardan dalga dalga süzülüp gelen uğultu, bütün benliğini endişeli bir merak içine düşürdüğünden ve bu merakını -en doğru bir lisan, en samimi bir ifade ile- ancak Yazıcı İbrahim’in giderebileceğine iman beslediğinden işte bu fedakârlığını da -hayalengöze alıyordu.
Veliahdın mahbesinde halayıklar, köleler vardı. Lakin onlar da kendisi gibi mahpus kimselerdi. Dört duvar dışındaki hadiselere yabancı yaşıyorlardı. Kendilerine, köşkün temelini sarsan şu esrarlı uğultunun ne olduğunu sormak manasızdı. Bu sebeple veliaht, büyücek bir oda içinde dönüp dolaşıyordu, boyuna İbrahim’i düşünüyor ve İbrahim’i sayıklıyordu.
Genç prensin, bahtı yâr imiş ki bu sayıklamadan çabuk kurtulmak imkânını buldu. Bir kölenin: “Yazıcı İbrahim kulunuz geldi, mübarek hâk-i pâyinize yüz sürmek ister.” diye verdiği haber üzerine hemen köşkün selamlık vazifesi gören kısmına geçti, orada selam vaziyeti alarak emir bekleyen İbrahim’in koluna yapıştı:
“Neredesin be adam! Gözlerim yollarda kaldı, içimi de endişe aldı. Hastasın sanıp üzülüyordum.” dedi.
Zeki köylü hemen eğildi, veliahdın eteğini öptü ve korkak bir sesle mırıldandı:
“Arz olunacak sözlerim var şehzadem. Halvet gerek!”
Ve biraz sonra baş başa kalınca anlattı:
“Gece bitiyor, gün doğuyor; İstanbul, Edirne üzerine yürüyor!”
Birden iliğine kadar titreyen şehzade, şuursuz bir tehalükle sordu:
“İstanbul, Edirne’nin üzerine mi yürüyor? Bu ne demek?”
2
Dört çifte muhteşem kayık, durgun sularda ağır ağır ilerlemeye başladı.
“Ocaklı ayaklandı, payitaht halkı da onlara katıldı, büyük bir ordu Edirne’ye doğru yola çıktı. Hırsız şeyhülislam, allem edip kallem edip işi saklamak istiyordu. Başaramadı; sır meydana çıktı, saray altüst oldu. Şeyhülislam oğullarıyla Erzurum’a sürüldü. Fakat iş işten geçmişti. Yaydan çıkan ok geri alınamazdı. Onun için şevketli kardeşiniz son çareye başvurdu; buradaki askeri sefere hazırlattı, bol para dağıtıp alay alay gönüllü yazdı. Kendi de zırhını giydi; miğferini başına geçirdi, kılıcını kuşandı. Şimdi Babaeski’ye doğru yola çıkıyor.”
“Demek duyduğum gürültünün sebebi bu.”
“Evet, Edirne mahşere döndü. Tam seksen bin kişi silahlanıyor, atlanıyor, sefere hazırlanıyor.”
“Sonu ne olacak bu işin?”
“Demin arz ettim şehzadem. Gece bitecek, gündüz başlayacak. Cenabınız da yeni günün güneşi olacaksınız.”
Ahmed Sultan, gamlı gamlı başını önüne eğdi, uzun uzun düşündü ve sonra nemli gözlerini Yazıcı İbrahim’e dikerek inler gibi konuştu:
“Şevketli kardeşim, çok muhtemel ki gazaba gelsin, beni hazfetmek istesin. O zaman, biteceğini söylediğin gece benim ömrümü saracak şu mahbes mezarım olacak.”
İbrahim’in yüzü ciddileşti, sesine başka bir ahenk geldi ve iman telkin eden o sesle dudaklarından şu cevap döküldü:
“Yapamaz. Çünkü sizin masum kanınıza bulaşacak elini yıkamadan kendi kanının da döküleceğini bilir, İstanbul’dan yola çıkanların şakası yok.”
Veliahdın sararan yüzü biraz açıldı, gözlerindeki nem kurudu. Fakat merakı ziyadeleşti, heyecanı çoğaldı, hadiselerin hakikatini anlamak ihtiyacı arttı.
“Kuzum İbrahim, açık söyle. İki taraftan hangisi kuvvetli?” dedi.
“İstanbul’dan gelenler.”
“Kardeşimin seksen bin askerle yola çıkacağını söyledin. Bu, az bir kuvvet mi? Hele başında padişah da olunca ötekiler nasıl karşı durur?”
“Buradan gidecek kalabalığın başında buyurduğunuz gibi şevketli hünkâr var. Lakin İstanbul’dan gelenlerin önünde de sancak-ı şerif çekiliyor.”
“İsyancılar sancak-ı şerifi de mi elde etmişler?”
“Evet, şehzadem. Onlar, İstanbul sarayını basıp sancağı almışlardır. Bunu yapmamış olsalardı yine galip geleceklerdi.”
“Neden?”
“Çünkü bu ayaklanmayı ilk düşünen cebeciler, talimatı Sadrazam Rami Paşa’dan aldılar. Şevketli kardeşiniz ise Rami Paşa’ya güveniyor.”
“Buna emin misin?”
“Bir-iki güne kadar cenabınızı Âl-i Osman tahtında oturur göreceğime ne kadar eminsem İstanbul’daki ayaklanmayı Rami Paşa’nın yaptığına da o kadar eminim.”
“Demek ki şevketli kardeşim tuzağa düştü.”
Bugün değil şehzadem, çoktan düştü. Şeyhülislama aldanıp da amca oğlunu sadrazamlıktan ayırdığı gün padişahımızın yıldızı kararmış, sizin yıldızınız parlamaya başlamıştı.”
“Peki, şimdi ne olacak dersin?”
“Gaibi Allah bilir. Lakin tedbir takdire uygun düşerse cenabınızın cülusunuz muhakkaktır.”
Ahmed Sultan’ın yüzü biraz ekşir gibi oldu, gözleri yine dalgınlaştı. İbrahim’in hem kati hem müphem konuştuğunu görüyordu, bu durumdan -onun her ihtimale karşı- kaçamak yolu aradığına zahip olarak endişeleniyordu. Ondan ötürü sesine sitemli bir eda çizdi.
“Bir sözün, öbür sözünü tutmuyor. Demin bütün işlerin iyi gideceğini söylüyordun. Şimdi tedbirin takdire uygun düşmesi gerek diyorsun. Beni avutmak mı dilersin yoksa bir felaketten korkup da yüreğimi peklemek mi istersin? Açık söyle İbrahim, beni gerçekten seviyorsan bildiğini ayan eyle.” dedi.
Muşkaralı yazıcı gülümsedi:
“Alın yazısı bozulmaz. Levh-i mahfuzda ne takdir olunmuş ise onu göreceğiz padişah ile köle, kavi ile zayıf hep bu hükmün kurbanıdır. Fakat cenabınız benden iyi bilir ki kul tedbirini yapar, Halik takdirini yürütür. Rami Paşa, cenabınıza hizmet için değil; kendini şeyhülislamın çiftesinden, celladın o çifteye bağlı baltasından korumak için velinimetini, şevketli hünkârı kündeden atmak istemiştir. Her tedbiri almıştır. Yüzde yüz mümkün ki onun çevirdiği dolap umulan neticeyi versin, geceler bitip yeni bir gün doğsun!” dedi.
Ahmed Sultan, sinirlenir gibi oldu, sert sert bakındı ve bağırdı:
“Bre yazıcı, bırak şu medrese ağzını! Türkçe konuş; Rami Paşa gidisinin tedbiri nedir, bu tedbirden çıkacak netice nedir? Bunları söyle!”
“Sultanım, telaş buyurmayın. O tedbir, cenabınızı tahta götürecektir.”
“Haydi, öyledir diyelim. Fakat tedbirin aslı nedir?”
“Kulunuzun sezişine göre Edirne’den çıkan ordu ile İstanbul’dan Edirne’ye doğru yola düzülen ordu dövüşmeyecek. Kucaklaşıp öpüşecek. Şevketli kardeşinize de bu durumda tahtı, tacı bırakmak düşecek.”
Ananeye göre henüz sakal bırakmamış olan Ahmed Sultan’ın eli, kılsız çenesine gitti, gözleri önüne eğildi. Verilen haberden pek mahzuz olduğu bu düşünceli hâlinde de apaçık görünüyordu. Bununla beraber endişeden tamamıyla kurtulmuş değildi. Ortaya atılan ve kendisince hayati bir kıymet taşıyan mevzunun tamamıyla aydınlanmasını istiyordu. O sebeple biraz düşündükten sonra başını kaldırdı, odaya gireliden beri ayakta duran İbrahim Efendi’ye bir Bursa ihramı gösterdi.
“Yazıcı, otur şu işi ‘minelbap ilelmihrap’ anlat.” dedi.
Muşkara köylüsü, yer öptü “Estağfurullah sultanım, oturmak ne haddime.” diyerek yine ayakta kaldı. Fakat şehzade ısrar edince:
“Elemri fevkaledep” tekerlemesini tekrarlayarak gösterilen yere diz çöktü anlatmaya koyuldu.
“Daltaban Mustafa Paşa’yı şeyhülislamın öldürtmesi çok dedikodu uyandırdı. Halk ve asker bu işin haksız olduğunu söyleyip duruyordu. Onun yerine sadrazamlığa geçen Rami Paşa’nın bu cinayette eli vardı. Hem bu suç ortaklığından hem de aynı akıbete uğramak tehlikesinden kurtulmak için düzen kurmaya koyuldu. Moskofların sınır üzerinde kımıldamaları, Kırım Hanı’nın isyan bayrağını çekmesi de ortalığa dedikodu tohumları döküyordu. Rami Paşa, bu durumdan kendi hesabına istifade etmek istedi. Ne Moskof işiyle uğraştı ne Kırım meselesine ilgi gösterdi. Hristiyanların, Yahudilerin sarı ayakkabı, kırmızı çuha kalpak giymelerini yasak etmekle, İslam kadınlarının geniş ferace ve kalın yaşmak kullanmalarına ferman çıkarmakla oyalandı. O arada Venedik tercümanına da sopa attırdı. Bunları yapmaktan maksadı İslam’ı, Hristiyan’ı ve ecnebiyi hükûmetten soğutmaktı. Sonra şevketli hünkârın zihnini çeldi. Herkes sıkıntıdan feryat edip dururken sultan efendilerimizden üçünün birden düğününü yapmaya izin aldı. Onlardan birini Köprülü oğlu Numan Paşa’ya, ikincisini Maktulzade Ali Paşa’ya, üçüncüsünü Silahtar Çorlulu Ali Paşa’ya nişanladı, her sultan efendimiz için bir de saray yaptırmaya başladı. Hâlbuki bu işlerin sırası değildi. Hele nişan olacak damat paşaların verdikleri şeyler halkın gözüne pek büyük görünüyordu. Çoğu bir lokma ekmek bulamayan bir kalabalığa o nişanları göstermek hata idi.”
Veliahdın para ve elmas hırsı birden şahlandığından mevzuyu unutuverdi, heyecanla sordu:
“Yeğenlerimin nişanlandıklarını bana haber verdiler ama damatların nişan diye yolladıklarını göstermediler.”
İbrahim Efendi’nin kaşları belli belirsiz çatıldı, gözlerinde bir ışık belirip söndü. Fakat hiddetini sezdirmedi, cevap verdi:
“Çorlulu Ali Paşa, kendine nişanlanan Emine Sultan hazretleri için bir elmas broş, bir elmas çaprast, bir elmas bilezik, bir yakut salkım küpe, bir elmaslı ayna, bir elmaslı nikap, bir incili mest ve pabuç, bir elmaslı altın nalın, iki bin flori, kırk tabla şeker yolladı. Ayşe Sultan hazretleri için de Damat Numan Paşa, bir elmas broş, bir elmas bilezik, bir zümrüt küpe, bir elmaslı çaprast, bir elmaslı nalın, bir elmaslı mest ve pabuç, iki bin flori ve kırk tabla şeker gönderdi. İki damat yalnız küpede ayrılmışlardı. Fakat Çorlulu’nun yakut, Köprülü’nün zümrüt küpeleri de Mısır eyaletinin bir yıllık vergisi değerinde idi.”
Ahmed Sultan -sanki bu servetin kendine sunulmamasından hayıflanıyormuş gibi- içini çekti.
“Peki, anladım. Sen şu ayaklanma işini anlat.” dedi.
“Evet sultanım, Rami Paşa bütün bu işleri halkın devlet-i âliyyeye karşı hırslanması için yapıyordu. Meramına erdiğini sezdikten sonra Cebecibaşı İbrahim’i Edirne’den İstanbul’a yolladı, bir ayaklanma hazırlatmaya girişti. Herifin hararlarını, heybelerini çil akçe ile doldurmuştu. Fitne uyandırmak; kazan kaldırtmak için o paraların saçılmasını emretmişti. Şevketli kardeşiniz bu olup biten şeylerden bihaberdi, kendisine akıl kâhyalığı yapan şeyhülislam efendi de gaflet uykusunda idi. Onun için Cebecibaşı İbrahim meydanı boş buldu. Gürcistan’a gidecek iki yüz cebeciyi ele aldı, heriflere -birikmiş ulufelerini istemek bahanesiyle- bayrak açtırdı. Cenabınıza malumdur ki devlet-i âliyyeyi ızdıraba düşüren bütün ayaklanmalar hep böyle küçük vakalarla başlamıştır. İki yüz cebecinin gürültüsü de çarçabuk büyüdü. İşsiz, güçsüz kimseler şeyhülislamdan hoşlanmayan medreseliler hatta ayaklarından pabuçları, başlarından kalpakları çıkartılmış olan Hristiyanlarla Yahudiler bu alaya katıldı ve habbe bir çırpıda kubbe oldu, katreden derya doğdu, İstanbul sokakları gürültüye boğuldu. Şeyhülislamın damatlarından biri, Köprülülerden Abdullah Paşa İstanbul kaymakamı idi. İkinci damadı da -Mehmed Efendi- İstanbul kadılığında bulunuyordu. Cebecibaşının talimi ile cebeciler ve halk ilkin Abdullah Paşa’nın sarayına saldırdılar. Paşa, yeniçerilerle saray bostancılarını silahlandırıp hücuma karşı koymak istedi, muvaffak olamadı. Çünkü yeniçeriler de Etmeydanı’nda toplanmaya ve at meydanında karargâh kuran cebecilerle el birliği yapmaya hazırlanmışlardı. Saray bostancıları ise ‘Padişahtan ferman yok, biz Muhammed ümmetine kendiliğimizden silah çekemeyiz.’ deyip yan çizmişlerdi.
Dükkânlar kapanmıştı, bütün İstanbul halkı cebecilerin bir iş başarabilmesine dua ediyordu. Bu sırada Abdullah Paşa kaçtı, İstanbul kadısı yakalanıp hapsedildi, yeniçerileri uslu tutmak isteyen sekbanbaşı öldürüldü. Saray basılarak sancak-ı şerif alındı, ulema Atmeydanı’na getirildi, esnaf şeyhleri isyana karıştırıldı. ‘Padişahın adaleti olmadığından üzerine huruç edildiği ve adalet olmayınca ibadet de olamayacağı’ ileri sürülerek cuma namazı yasak edildi ve şevketli kardeşinize bir mahzar gönderildi. Bu mahzarda ‘Şeyhülislam ile oğullarının hemen azli ve kendisinin de hiç durmadan İstanbul’a gelmesi’ isteniliyordu.”
Rengi derece derece sararan Ahmed Sultan mırıldandı:
“Küstahlık, büyük küstahlık!”
“Beliğ sultanım, küstahlıktır. Lakin kusur, yine bu caniptedir. Şeyhülislama o kadar yüz verilmemek, halkın kalbi kırılmamak, hocalar takımı gücendirilmemek gerekti.”
“Her neyse, sen kıssayı tamamla!”
“Mahzarın şevketli hünkâra verilmesi için ulemadan beş ve her ocakla her esnaf loncasından ikişer kişi seçilmişti. Bu kalabalık heyet Edirne’ye doğru yola çıktı. Lakin kendilerinden önce haberleri buraya ulaştığından şeyhülislam efendi telaşa düştü. Şevketli kardeşinize haber vermeden bir meclis kurdu, orada işi müzakere ettirdi, sonra huzura girerek dört-beş baldırı çıplağın bulanık suda balık avlamak istediklerini ve İstanbul’da toplanan cemiyetin bir hamlede dağıtılacağını söyleyerek yoldaki heyetin yakalanmasına, hapsedilmesine izin aldı, kul kâhyasını bir orta yeniçeri ile yola çıkardı. Eğridere’de heyeti tutturdu, zindana koydurdu.”
Veliahdın heyecanı son haddi bulmuştu, oturduğu yerde kıvranıyordu, söz buraya gelince diz üstü çöktü:
“Allah Allah! Neler neler olmuş da ben duymamışım.”
“Duymadınız sultanım, duyamazdınız da. Ben kulun size zarar erişmesin mülahazasıyla ziyaretinizden ayağımı çekmiştim. Yalnız gözümü dört açmıştım. Cenabınıza yarar haber almak için kapı kapı dolaşıyordum.”
“Berhudar ol, sadakatinin mükâfatını göreceksin.”
“Cenabınızı Âl-i Osman tahtında sıhhatle, afiyetle, şevketle oturur görmekten gayri emelim yok. Ulu Tanrı sizi Muhammed ümmetine bağışlasın, bir gününüzü bin etsin.”
“Hazzettim, Allah seni de bana bağışlasın. Kıssanı tamamla.”
“Elçilerin yakalanmasını haber alan isyancılar küplere bindiler, hemen Edirne üzerine yürümeyi kararlaştırdılar, harekete de geçtiler. Şevketli kardeşiniz bunu duyunca nasıl bir hata işlediğini anladı, şeyhülislam ile oğullarını mansıplarından çıkardı, Erzurum’a sürdü. Fakat İstanbul’dan çıkan ordu dönmedi, yürümekte devam etti. Çünkü Rami Paşa çevirdiği dolabın bir gün anlaşılacağını, şeyhülislamın er geç sürgünden döneceğini düşünüyordu. Şevketli kardeşinizi ortadan kaldırmak istiyordu. İstanbul yoluna da ulak yollayıp ‘Sakın dönmeyin, gelin işinizi tamamlayın!’ diye öğüt veriyordu. İşte bu sebeple isyancılar ilerledi, Edirne’ye adım adım yaklaştı. Şevketli efendimiz telaş içinde idi, Rami Paşa’dan yardım bekliyordu. O, son bir ihanet olmak üzere Edirne’deki askerle ve toplanacak gönüllülerle İstanbul’dan gelecek orduya karşı konulması fikrini ileri sürdü, şevketli hünkârı kandırdı. Şimdi padişahımız hayatını tehlikeye koyuyor, kendine yâr olmayan bir ordu ile asileri karşılamaya, onlarla harp etmeye gidiyor!”
Veliaht, muzdarip bir merakla sordu:
“Harp olur mu, İstanbul ordusu bozulur mu dersin?”
“Evvelce de arz ettim. Harp olmaz. Çünkü Rami Paşa harp için değil, efendisini asilere teslim etmek için yola çıktı.”