Hürrem Sultan

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı

Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.

Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.

Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.

Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.

Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.

Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi

KIRIM SULTANI’NIN YOLLADIĞI GÜZEL CARİYE

Hafsa Sultan, oğlunun yanı başında oturuyor, Haseki Mahidevran ayakta duruyordu. Ortada birçok eşya yığılıydı. Genç hünkâr, isteksiz bakışlarla uzun bir lahza bu eşya yığınlarını seyretti, sonra yüzünü anasına çevirdi:

“Valide…” dedi. “Şu samurları hazinedara yolla. Kakumları sen al, zerdevaları Mahidevran’a ver, ipeklileri halayıklara pay et.”

Ve yerinden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Geniş ve ileriye doğru çıkık alnı kırışıktı, esmer yüzünde karışık düşüncelerin izleri seziliyordu, gözlerinin üstüne kadar inen -iki balıkçıl kuşu tüyüyle süslüyusufî kavuk bu sert çehreyi enikonu korkunçlaştırıyordu.

Hafsa Sultan, uzunca boyuna mağrur bir edayla bambaşka bir irtifa vererek uzaklaşan oğluna hayran hayran baktı ve seslendi:

“Aslanım, Kırım Hanı’ndan gelme bir de canlı armağan var.”

O, durdu ve yürüyüşünü sendeleten bu haberden hoşlanmadığını hissettirmek ister gibi ters ters baktı:

“Bir halayık değil mi? Görmeye değmez. Kime dilersen bağışlayabilirsin.”

“Fakat güzel kız, hele alımına hiç diyecek yok. Bir gören bir daha görmek ister.”

Haseki Mahidevran kıpkırmızı kesildi, hiddetten titreyen bir sesle Valide Sultan’ın sözünü kesti:

“Çirkinlere güzel denildiğini yeni işitiyorum. Neresi güzel o Moskof tutsağının? Gözü paslı, yüzü yaslı. Üstelik burnu da eğri! O güzel sayılırsa size, bize ne demeli bilmem!”

Genç hükümdar yavaş yavaş geri döndü, gözdesi ve ölü, diri birkaç çocuğun annesi olan kıskanç hasekinin yanına geldi, bir elini onun omzuna koydu:

“Elması…” dedi. “Kuyumcu, altını sarraf anlar. Validemin gözü de güzelliğin mihenk taşıdır. Ne şaşar, ne aldanır.”

Ve annesine döndü:

“Kırım Hanı’nın canlı armağanını görmek isterim. Emret de getirsinler.”

Terbiye hududunu şuursuz bir küstahlıkla aşmış olan hasekiyi cezalandırmak fırsatı yüz göstermişti. Hafsa Sultan, bir kaynana insafsızlığıyla bu fırsattan istifade etti ve Mahidevran’ın kıskandığı kızı yine ona çağırttı:

“Yavrum, dışarı çık da şu Urus kızını istet. Bizi de biraz yalnız bırak.”

Darbe ağırdı, güzel haseki iliğine kadar titriyordu. Fakat ne yapabilirdi? Kendisi, birkaç şehzade doğurmuş olmasına rağmen, nihayet bir halayıktı. Burada, bu sarayda ise söz söylemek hakkı ancak padişahın ve sonra anasınındı. Onlar dil birliği yapınca kendisine susmak, kalbini de susturmak düşerdi.

Bununla beraber yeise düşmüş değildi. Padişahın Kırım’dan gelen kızı beğenmeyeceğini, şöyle bir görüp geri çevireceğini ve geceleyin yine kendine geleceğini umuyordu.

İşte bu ümitle ayaklarını sürüye sürüye odadan çıktı, kapı önünde nöbet bekleyen harem ağasına Valide Sultan’ın emrini tebliğ etti:

“Hani Kırım’dan bir murdar kız gelmişti ya, işte onu istiyorlar. Git, başkalfaya söyle, alıp buraya getirsin. Fakat kahpeyi süsleyip püslemeye kalkışmasın, ne kılıktaysa el değdirmesin, öylece iletsin.”

Zenci hizmetkâr cariyeler koğuşuna doğru yürürken ilave etti:

“Başkalfa odasına dönmeden beni de görsün!”

Şimdi yüreği çimdiklenmiş, idraki yumruklanmış gibi garip bir eza içinde kendi dairesine gidiyordu. Duyduğu azap, yüreğinde ve beyninde kanayan ızdırap büyüktü. Bununla beraber, anasından dayak yerken isteyip de elde edemediği şekerlemenin hayalini nemli gözlerinden uzaklaştıramayan hırçın çocuklar gibi, Kırım’dan gelme halayığın yüzünü göz bebeklerinden kovamıyordu, onunla birlikte yürüyordu.

Odasına da aynı hayali taşıyarak girdi ve bir köşeye yığılarak hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Kaynağını anlayamadığı bir duygu, on yıldan beri kendinin olan erkekten artık uzaklaşacağını sezdiriyordu ve bu seziş onun gür siyah saçlarının her teline terden birer dizi inci işliyordu.

Bir aralık, yaş dolu gözlerinin önüne oğlu Mustafa’nın sevimli çehresi geldi ve benliğini altüst eden ızdıraplar azalır gibi oldu.

Henüz beş yaşında bulunan bu çocuk, elinden kaçacağını sanarak üzüldüğü tâcidar1 erkeğin veliahdıydı. Babası ölünce tâc-ü taht ve bütün devlet, saltanat, kudret onun eline geçecekti. Şu hâlde istikbal, Valide Sultan olacağı için, kendisinin demekti ve o mesut günü sabırla, tahammülle, tevekkülle bekleyip şimdi ses çıkarmamak gerekti.

Haseki Mahidevran bu düşünceyle biraz geniş nefes aldı, er veya geç Valide Sultan olduğu gün, kendine şu acı dakikaları yaşatan ve kim bilir daha ne ağular2 yutturacak olan Rus kızdan hıncını çıkarmayı kurarak gözlerini sildi, dudaklarına -füturla ümidin birleşmesini temsil eden- gamlı ve tatlı bir tebessüm işledi, oğlunun odasına geçti. Hain görünen hâli, kendi odasının eşiğinde bırakıp çok şeyler vadeden istikbalin kucağına koşuyordu. Artık memnundu ve kalbine yayılan sıcak heyecandan saçlarının teri bile kurumuştu.

O, sekiz on yaşlarında yavru bir zenci halayığı yere yatırarak ve kendini harem ağası yerine koyarak kamçılamakla, arada sırada da: “Seni satılık et seni! Kapı dinlersin, söz uğralamaya çalışırsın ha!” diye haykırmakla meşgul olan oğlunu, azat kâğıdını kucaklayan yorgun bir cariye şevkiyle kolları arasına alırken kelimeleri çılgın buselere karıştırarak deli deli söyleniyordu:

“Sen yaşa oğlum yaşa, beni de yaşat. Varsın baban kucaktan kucağa dolaşsın. Bir gün olur, o da yorulur, şu bulanık sular durulur, yeni yeni meclisler kurulur, şimdi vuranlar o gün vurulur!”

O sırada Hafsa Sultan’ın odasında da başka bir sahne görülüyordu. Başkalfa, Kırım Hanı’ndan gelme canlı armağanı odaya getirmiş ve anayla oğul tarafından sorgu yapılmayı beklemeden harıl harıl şikâyete girişmişti:

“Kız değil sultanım, bu bir âfet. Dün geldi, ayağının tozuyla koğuşu fesada verdi. Deli desem bühtan olacak. Çünkü gözlerinde us ışığı yanıyor. Akıllı desem yakışmayacak. Çünkü yaptıklarını hiçbir akıllı yapmaz. Boyuna ağlıyor, boyuna çırpınıyor. Göz yaşlarını sil diye mendil uzatsak alıp yırtıyor, yanağını okşayacak olsak elimizi ısırıyor, koğuşta tırmalamadığı yüz, tekmelemediği bacak bırakmadı. Hani konuktur, yurdundan ayrı düşmüş bir zavallıdır diye düşünüp acımasam ağalara yalvarıp kamçılatacaktım. Yirmi dört saat içinde anamdan emdiğimi burnumdan getirdi. Ya geceleyin yaptıkları? Hepimiz tatlı tatlı uyurken onun boğazlanıyormuş gibi acı acı böğürerek bir sıçrayışı, kapıya pencereye bir saldırışı var ki Edirne tımarhanesindeki zincirli deliler yapmaz. Ferman sultanımın, şevketli efendimindir ama cariyenize kalırsa bu kızı bir baltacıya filan verivermeli, saraydan uzaklaştırmalı. Adam olacağını ummuyorum.”

Bu sözleri, Hafsa Sultan’ı muhatap tutarak söylüyordu ve kendini dinleyen de yine oydu. Padişahın bu gevezelikle alakalandığı yoktu, kulağını sağırlaştırarak bütün hassasiyetini gözlerinde toplamıştı, Kırım’dan gelme canlı armağanı süzüyordu.

Kız, şu soyu sopu belirsiz, İstanbul fatihinin düşüremediği Belgrat Kalesi’ni tahta çıkar çıkmaz zapt eden bu genç hükümdarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz yirmi yedi yaşında bulunan yegâne hâkimini derin derin meşgul edecek, oyalayacak ve hatta sağır bırakacak bir değerde miydi?

Görünüşe göre hayır. Kızıl Rusya’nın bir köyünde doğmuş, papaz olan babasının İsa namına verilegelen basit sadakalara müstenit dar bütçesine ağır bir yük teşkil ederek yarı aç ve yarı çıplak yaşamış, kiliseyle kulübesi arasında sürünen kısa yoldan başka bir ufuk görmemiş, yazma ve okuma öğrenmemiş olan bu genç kız, üzerinde uzun uzun durulacak hiçbir güzel nokta, hiçbir güzel hat ve hiçbir güzel cephe taşımıyordu. Çirkin değildi, fakat şahane güzellerden de sayılamazdı. Çok beyazdı, etine dolgundu, endamlıydı. Burnunda garip bir hususiyet vardı, yüzüne çevrilen bakışları daha uzaktan yakalamak ister gibi kalkıktı. Şahlanmış bir gurura, canlı ve duygulu bir kıskaca benziyordu. Saçları kalın ve açık kumraldı. O gün, iyi taranmadığı için bu saçlar, henüz çile hâline konmamış bir ipek kümesini andırıyordu. Kalınca dudaklarında hırçın bir kıvrılış, koyu mavi gözlerinde bulutlanmaya müstait gamlı bir sema hâli vardı. Üstüne başkalfanın zoruyla, Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış hafif kehkeşan gölgelerine benziyordu.

 

O sırada henüz kırk beş yaşında bulunan Hafsa Sultan’la bu on yedi yaşındaki Moskof kızı yan yana konulursa geçkin kadın iyi tıraş edilmiş elmas bir top, genç kız da toprak altından yeni çıkarılmış ve yamruluğu yumruluğu giderilmemiş bir yakut parçası gibi görünebilirdi. Biri o kadar olgun, öbürü o kadar hamdı.

Fakat Rus kızında anlaşılmaz bir hayat sırrı, nereden ve ne suretle fışkırdığı belli olmayan bir cazibe vardı. O dardağan saçlara, o gamlı gözlere, o kalkık burna, o kıvrık ve kalın dudaklara, hatta o mühmel kıyafete rağmen bu sır, bu cazibe işi Sultan Süleyman’ı da büyülemiş, tatlı bir hayret içinde bırakmıştı.

Belgrat’ın genç fatihi, dar görünüp de geçit vermeyen berrak, fakat esrarlı bir dere önünde bulunuyormuş gibi mütehayyirdi. Dalgasız, sessiz, hatta ensiz göründüğü hâlde böğründe aşılmaz, geçilmez bir derinlik saklayan bu derenin sırrını yakalamak, özünü bulup ortaya koymak için zekâsını yoruyor, iradesini zorluyordu.

Bu kızın neresi ve nesi güzeldi? Niçin gözlerini ondan ayıramıyordu ve neden yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı? Genç hükümdar bakışlarını Kırım’dan gelme canlı armağanın gamlı gözlerinden, kıvrık dudaklarından ve bilhassa kalkık burnundan ayırmamakla beraber hep bu sırrı taşıyordu. Kızı güzel bulamamıştı lakin beğeniyordu, candan beğeniyordu, şu kadar ki beğenişinin sebebini anlayamıyordu ve bu idraksizlik onu üzüyordu.

Sultan Süleyman, bakışlarını büyülemiş, yüreğine -eşini görmediği- bir heyecan aşılamış olan şu körpe kızın seksüel bir kudretten ziyade ruhi ve manevi bir kudret taşıdığına iman getirmek üzereydi. Çünkü o, cinsî cazibenin bütün ebadını ölçmüş bir adamdı ve sarayında yaşayan üç yüz kadın da bu ebadı kendisine her gün, her dakika hatırlatıyorlar ve yeni baştan öğretiyorlardı. Bu sebeple Kızıl Rusya’nın şu kumral gülüne bambaşka bir kıymet veriyordu, onda sınanmış hakikatlerden de, hayalî hazlardan da üstün bir zevk kaynağı, bir neşe pınarı, ilahî deragûşlar3 püskürecek bir zekâ ummanı buluyordu.

Fakat bir şeyler söylemek de lazımdı. Küçük bir mırıldanışı kürenin her bucağında sürekli akisler yapan şu ağız, genç bir esir kızın esrarlı cazibesi önünde uzun müddet kapalı kalamazdı. Krallıkları, imparatorlukları ve koca koca kıtaları karşısında eğilir görmek için yaratıldığına inanan bu kafa uzun dakikalar sersem ve meczup eğilip duramazdı. Mutlaka uyanmak, kudretine ve azametine yakışan durumu anlamak lazımdı.

Biraz geç olmakla beraber Sultan Süleyman bu lüzumu kavradı, görünmez bir sihir ocağından tel tel süzülüp kalbinde teşekkül eden meshuriyet ağından iradesini kurtarmaya çalıştı ve tatlı bir rüyadan sıyrılır gibi gözlerini anasına doğru açtı:

“Hakkın var valide…” dedi. “Küçük Rus çok alımlı şeymiş. Tülle örtülü elmasa benziyor. Cirmi, biçimi pek belli olmuyor ama ışığı göz kamaştırıyor. Bu tülü yırtmalı, cevheri açığa çıkarmalı.”

Kırım’dan gelme halayığı bir saray bostancısına layık gören ve bu fikrini açıkça da söylemiş olan başkalfanın korkudan rengi uçup dudakları titrerken Süleyman şu emri verdi:

“Küçüğün ayrı odası, ayrı sofrası, ayrı kalfası ve lalası olacak. Sandığı sepeti, bir hasekiymiş gibi hazırlanacak, üstüne toz kondurulmayacak. Üst tarafını validemle görüşürüm.”

Başkalfa iliğine kadar yayılan korkudan kendini kurtaramamıştı, deminki patavatsızlığı için tayin olunacağını umduğu cezanın tebliğ edilmesini bekliyordu. Hünkâr, onun alık ve biraz da muzdarip beklediğini görünce sesini sertleştirdi:

“Ne duruyorsun be, eksik etek!” dedi. “Küçüğü alıp götürsene.”

Beriki, yeniden hayat bulmuş bir ölü gibi sersem bir sevinçle eğildi ve kekeledi:

“Ayak öpmesin mi efendim? Ummadığı lütfa erdi, dün gelmişken bugün kereminizi gördü.”

Süleyman omuzlarını silkti, Rusyalı kıza baka baka cevap verdi:

“El öpmeyi, ayak öpmeyi ne bilsin yavrucak! Hele dinlensin, dillensin, yanını yönünü öğrensin ondan sonra kendisini saray âdetlerine alıştırırız. Bugünden zavallıyı sıkmayalım, ürkütmeyelim.”

Başkalfa bir kere daha eğilip hünkârı ve anasını ayrı ayrı selamladıktan sonra esir kıza döndü, bir haseki karşısındaymış gibi saygıyla kapıyı gösterdi:

“Buyurun efendim…” dedi. “Gidelim, odanızı hazırlayalım.”

Türkçe anlamayan kız, yapılan işaretten maksada kısmen intikal etti, odadan çıkmak icap ettiğini sezdi ve oraya girdiği dakikadan beri ilk defa olarak gözlerini padişahın yüzüne çevirdi, uzun bir bakışla o esmer çehreyi süzdü. Padişah da ona baktığı için gözler karşılaşmış, bakışlar çarpışmış ve yürekler selamlaşmıştı. Kızıl Rusya’dan, Galiçya’nın adı anılmaz, sanı bilinmez bir köyünden yakalanıp Tatar akıncılarının haşin pençeleri arasında sürüklene sürüklene ovalar aşmış, dağlar dolaşmış ve denizler geçmiş olan küçük esir, yeryüzünde en büyük kudret diye tanınagelen Türk gücünü şahsında canlandıran muhteşem tâcidarın bakışında yarınki esir kalbin ebedî hayranlığını ve Sultan Süleyman da onun bakışındaki gönül selamında sehhar4 bir kudretin mukadder hâkimiyetini sezmişti.

***

İşte Hürrem Sultan’ın Topkapı Sarayı’na gelişi, Sultan Süleyman’la ilk karşılaşması böyle oldu. Hünkâr, Kırım Hanı Mehmet Giray’dan gelen mektubun delaletiyle bu kızın Galiçya köylerinden Rogatino’da doğduğunu, babasının papaz bulunduğunu öğrenmişti. Fakat bu hâl tercümesinin dikkate değer yeri yoktu. Çünkü büyük oğlunun anası Mahidevran Kafkasyalıydı, soy sop bakımından kimin nesi olduğu belirsizdi. Dalmaçya’dan, Macaristan’dan, Almanya’dan, Lehistan’dan, İspanya’dan, Portekiz’den yakalanıp getirilmiş olan bütün öbür kızlar, sayıları üç yüzü bulan o renk renk halayıklar da aşağı yukarı aynı vaziyette bulunuyorlardı. Bu sebeple hünkâr, yeni ve pek körpe esirin nesebiyle, almış olduğu kilise terbiyesiyle ilgilenmedi, onun taşıdığı gizli hüviyete alaka gösterdi. Kızın gözden ziyade yürekle, ruhla sezilen manevi güzelliği, büyüye benzeyen ve eseri hissolunup da mahiyeti sezilmeyen iç kudreti kendini bir lahzada teshir etmiş gibiydi.

Bununla beraber acele etmedi, onun -yılda üç beş kız için yaptırdığı gibi- hemen hamama sokulmasına, güzelce temizlettirildikten sonra yanına getirilmesine emir vermedi. Çünkü tahta çıkmazdan evvel babasından yüksek işler başarmadıkça ve hele mensup olduğu sülalenin en büyük şahsiyeti sayılan Fatih Sultan Mehmet’in mağlup kaldığı yerlerde galip olmadıkça saray eğlencelerine bel bağlamamayı vicdanına karşı taahhüt etmiş bulunuyordu. Hâlbuki saltanata kavuşalı iki yıl olduğu hâlde ahdini henüz yerine getirmiş değildi, bir yıl önce Belgrat’ı almakla Fatih’i bir hatve5 geçmişti lakin kendisine tefevvuk etmek istediği o ünlü hükümdar zamanında vukua gelen Rodos bozgunluğunun intikamı hâlâ alınmamıştı. O ünlü kaleyi düşürmedikçe ve Fatih’in adaya kadar yollayıp da diktiremediği Türk bayrağını şövalyeler sarayının tepesine asmadıkça içmiş olduğu ant yerine gelmiş sayılmazdı.

Bu, vicdani bir kaziyeydi. Fakat kendisini körpe esirden şimdilik uzak tutan başka sebepler de vardı ve bunların başında kızın Türkçe bilmemesi geliyordu. Gerçi aşkın dili beynelmileldir.

Medeni, bedevi ve vahşi her erkek, tesadüf edip de hoşlandığı herhangi bir kadınla anlaşmakta güçlük çekmez. Tabiatın ibramiyle vukua gelen cinsî itilaflarda kelimenin yeri yoktur. Çünkü ağızların vazifesi böyle vaziyetlerde konuşmak değil öpüşmektir. Bunun içinse lügate ihtiyaç duyulmaz.

Sultan Süleyman da bir tek Türkçe bilmeyen birçok kızlara aşkını hissettirmiş ve onların sundukları aşkı, yine kelimesiz bir belagat içinde pekâlâ anlayarak kabul etmişti. Fakat şu Rus kızıyla, beşeriyetin o müşterek dilini kullanarak ve dilsiz kalarak görüşmek, anlaşmak istemiyordu. Çünkü kıza karşı kalbinde uyanan incizap ondaki yüz güzelliğinden, ten tazeliğinden ileri gelmiyordu, anlaşılmaz bir özün eseri bulunuyordu, o özü çözmek ise ancak kelimeli, cümleli bir lisana müstenit uzun muhaverelerle, münakaşalarla mümkün olabilirdi.

Hünkârın nefsine karşı dahi itiraf etmek istememesine rağmen kafasında dolaşan müphem bir düşüncenin de bu teenni meselesinde yeri vardı. O, girdiği kalpte hâkim olmak istidadını sezdiren küçük esirin bu ruhi kudretine karşı kendi benliğinde bir muvazene kurmak, onu mağlup etmese bile nefsini de yendirmeyerek galibi ve mağlubu olmayan bir aşk hayatı yaşamak kaygısına düşmüştü. Babadan, dededen kalma bir kudretin değil, bizzat yaratılmış bir haşmetin sahibi olarak küçük esirle temasa geçmek istiyordu. Bunun için de yeni harpler, yeni zaferler kazanmak lazımdı.

İşte kısmen açık, kısmen müphem olan bu düşüncelerin tesiriyle genç hükümdar iradesine hâkim oldu, kalbine düşen kıvılcımı yavaş yavaş ateş olmak üzere yine kalbinde sakladı, küçük esiri yanından uzaklaştırdı ve sonra annesine döndü:

“Valide…” dedi. “Kızı beğendim. Yakında o da Mahidevran gibi senin gelinin olacak, sana torunlar doğuracak. Fakat şimdilik sana yakın, bana uzak kalsın. Çünkü dil bilmiyor, yol bilmiyor. Benim hatırım için zahmet edip de kendisini terbiye edersen çok memnun olurum.”

Hafsa Sultan, her yıl bir iki yeni gözdenin sarayda yer almasına rağmen hünkâr üzerinde kuvvetli bir nüfuz yürütegelen Mahidevran’ı hatırlamaktan geri kalmadı:

“Başüstüne aslanım.” dedi. “Küçük kızı senin hizmetine layık bir hâle koyarım. Fakat hasekiden korkarım. Biliyorsun ya, o densizdir, huysuzluk eder, senin aziz başını ağrıtır.”

“Sen ona kulak asma, dediğimi yap. Şayet hasekinin bir densizliğini görürsen bana haber ver, haddini bildireyim. On yıldır kahrını çektiğim yetmez mi onun!”

Ve ayağa kalktı, gitmeye davrandı, annesi de genç bir sıçrayışla peşinden fırlamıştı, onu kapıya kadar teşyi etmeye hazırlanıyordu, eşiğin önünde ikisi birden aynı düşünceye kapıldılar ve aynı zamanda birbirlerine sordular:

“Kızın adı ne olacak?”

Bu gerçekten mühim bir meseleydi ve saray hayatında halayık adlarının oynadığı rol büyüktü. Çünkü ismin gökten indiğine, uğur ve uğursuzluk getirdiğine inanılırdı. Gerçi analarından babalarından aldıkları adı unutarak sarayda yeni isimlerle çağrılmaya alışan kadınlar, Arapça ve Acemce kelimelerin birleştirilmesiyle yapılan kendi adlarını doğru söyleyemezlerdi, garip değişikliklere uğratırlardı. Lakin o adın manasını mutlaka bilirler ve bu manadaki kuvvete, zarafete göre övünürlerdi. Adında zarif ve latif bir mefhum bulunmayan kadınlar ise âdeta demlenirler, yeni bir ad almak çaresini aramaya koyulurlardı.

Hafsa Sultan işte bu telakkiye uyarak, hünkâr da yüreğini büyüleyen kızı güzel bir isimle anmak zevkini kuruntulayarak bir anda aynı mevzuya temas etmişlerdi. Anne, mütefekkir bir vaziyet alan oğlunu memnun edeceğini umarak acele etti.

“Yavrucağıza Gülbahar diyelim. Rahmetli büyükannenin, kaynanamın adı. Uğurlu gelir belki.”

Süleyman, dudaklarını büktü, dalgın dalgın mırıldandı:

 

“Babamın anası Gülbahar ölünce ben on beş yaşındaydım, boyuyla bosuyla, kaşıyla gözüyle kafamda dipdiri duruyor. Güzeldi ama bu Rus kızı kadar alımlı değildi.”

“Talihliydi ya yeter. Baban gibi bir aslan doğurmuştu.”

“Her Gülbahar bir Yavuz doğurmaz anne, başka bir Gülbahar da dedemi doğurmuştu.”

“Yeri nur olsun, dedenin nesi vardı ki?”

“İki büyük arasında bir küçüktü o valide: Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası? İkisine de münasebeti yok gibi bir şey!”

“Deme aslanım, böyle deme, dedenin ruhu incinir, bugüne bugün onun kanını taşıyorsun. Ben de duyarak, işiterek biliyorum. Rahmetli deden, cennetlik baban gibi yavuz kişi değildi ama allahlıktı. Ona ‘veli’ diyorlar.”

“Deli dememek için anne, deli dememek için. Sen bu halkı tanımazsın. Onlar, bir kelimeyle koca bir padişahı maskaraya çevirirler. Dedeme veli demelerinin sebebi budur, onunla eğlenmektir. Padişahlardan veli çıkar mı hiç?”

Ve ağzı açık kalan annesinin hayretini mühimseyerek mevzuya döndü:

“Kızın adı…” dedi. “Hürrem olsun.”

“Ne demek Hürrem evladım?”

“Gönül açıcı, yürek ferahlatıcı, sevinçli, mesrur, şâdan demek!”

“Hay ağzını seveyim aslanım. Ne de uzun anlattın bir tek Hürrem’i!”

“Bir tek; doğru anne. Lakin bine bedel!”

Ve hızlı hızlı yürüdü, odadan çıktı, kendi dairesine doğru gitmeye koyuldu. Dalgındı, farkında olmadan boyuna şu beyti tekrar ediyordu:

 
Eğerçi yeryüzü hurremdir, ey dost
Velî sensiz gönül pürgamdır ey dost! 6
 

Yatak odasının eşiği önünde bu terennüm dudaklarından silindi, kelimelerin yerine geniş bir tebessüm geldi ve için için söylendi:

“Küçüğü korumak için büyüğü avutmalı, böyle yapmazsak gülü dalında kuruturlar, yüreğime dert düşürürler.”

Bu söylenişi müteakip odaya girmekten vazgeçti, adımlarını Mahidevran’ın dairesine çevirdi ve onu küçük şehzadenin yanında buldu. Ana, gürbüz yavrusunu dizine yatırmıştı, saçlannı okşuyordu. Karşısında el pençe divan duran başkalfa da alı al, moru mor bir çehreyle bir şeyler anlatıyordu.

Genç hükümdarın odaya girmesiyle beraber kalfanın dili tutuldu, yüzünün rengi değişti, dizlerine titreme geldi. Bayılacak ve bulunduğu yere düşüp yığılacak gibiydi. Süleyman, cürmümeşhut hâlinde yakalanmışa benzeyen bu kadının acıklı telaşını sezmemiş gibi göründü, yavrusunu kucaklayıp yerinden sıçrayan hasekinin yanına gitti:

“Gönlüm…” dedi. “Seni özledi, geldim. Mustafa’yı validemin yanına yolla, biraz baş başa kalalım.”

Ve onun cevabını beklemeden kalfaya çocuğu gösterdi:

“Bunu al götür, soframın da burada kurulmasını kilerci kadına söyle.”

Bir lahza sonra odada yalnız kalmışlardı ve genç hükümdar, on yıllık gözdesinin yanı başına oturarak tatlı tatlı konuşmaya girişmişti. Daha beş dakika önce, Rus halayık için verilen emri haber almış ve ruhundan yaralanmış olan haseki, şu ziyaretin kendini avutmak maksadıyla yapıldığını sezmekle beraber -uyuşturucu ilaç almış bir hasta gibi- ızdıraptan sıyrılıyor, yavaş yavaş neşeleniyordu. Milyonlarca insanın hayatını, mukadderatını tasarruf eden, bir tek sözüyle dilediği adamı alçaltan veya yükselten bu kudretli mahlukun riyali bir hesaba müstenit de olsa -kendi dizinin dibinde- sevgiden, vefakârlıktan bahsetmesi hoşuna gidiyor ve bu yalandan bahtiyar oluyordu.

Hünkâr da gerçekten canlı ve heyecanlı konuşuyordu. Şairliği feveran hâlindeydi, boyuna nükteler sıralıyor ve birbiri ardınca kıvrak beyitler okuyordu. Bir aralık bu heyecan son haddini buldu ve genç tâcidar, Mahidevran’ın ellerini yakaladı, “İnan kadın, inan!” diye bağırdıktan sonra sesini birden yavaşlattı, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı, bayıltgan bir ahenkle fısıldadı:

 
Harimi cenneti hüsnün yeter penâh hana
Harâmdır dahi bir gayri secdegâh bana
 

Mahidevran, iç yaralarından tamamıyla kurtulmuştu, beyni döne döne ve kalbi eriye eriye efendisine sarılıyordu. Bu, bir yıkılıştı, bir harap oluştu. Fakat onun için bir saadetti ve birkaç saatten beri çektiği ıstırap hep bu saadeti elden kaçırmamak korkusundan doğuyordu. Hünkâr, muhtemel densizliklerinin önüne geçmek için avutmak istediği kadının -uzun günler ayılamayacak kadar sarhoş olduğunu görünce- yavaş yavaş ciddiyetini ve sertliğini takındı, parmaklarını güzel hasekinin saçlarından ayırmamakla beraber sesine başka bir ahenk verdi:

“Mahidevran!” dedi. “Yüreğimin içini görebiliyor musun?”

Kadın, yarım kalmış tatlı bir rüyanın hasretini taşır gibi şaşkın ve muzdarip başını kaldırdı, efendisinin gözlerine baktı. Oradan, o iki sarı ela köşeden yol ve ışık alıp söylenilen yere, hünkârın kalbine inmek istedi. Fakat umduğu, aradığı yolu ve ışığı bulamadı, sarı ela gözlerde kumral bir çehrenin, beyaz bir endamın yerleştiğini görür gibi oldu, sendeledi ve inledi.

“Yüreğinde o Rus kızı oturuyor!”

Süleyman güldü:

“Demek ki sen bana bakıp onu görüyorsun!”

Ve iki uzun buse arasında ilave etti:

“Ben sana bakıp onu unutmak istiyorum. Buna inanmalısın!”

Tam bu sırada kilerci kadın içeri girdi, sofra kurmaya girişti. Mahidevran, yine füturla ümit arasında sallanıyordu. Fakat yemekten sonra ümit yıkıldı, fütur başladı. Çünkü hünkâr, “İşim var, artık ayrılalım.” deyip dairesine çekilivermişti.

Bu görüşmenin, bu baş başa kalışın son bir telaki olduğunu acaba tahmin etseler böyle mi ayrılırlardı?

1Tâcidar: Taç sahibi, padişah. (e.n.)
2Ağu: Zehir. (e.n.)
3Deragûş: Düşünce. (e.n.)
4Sehhar: Büyüleyici. (e.n.)
5Hatve: Adım. (e.n.)
6Bu beyit, Sirozlu olup Cem Sultan’ın kâtipliğinde ve nişancılığında bulunan, o talihsiz prensle Avrupa’da dolaşan ve bir aralık derviş kıyafetinde İstanbul’a gelmişken tanınarak Galata’da çuvala konulup denize atılan Sadi’nin bir gazelindendir, gazelin bütünü de şudur: Eğerçi yeryüzü hurremdir ey dost Velî sensiz gönül pür-gamdır ey dost Gülü lâle biterse yeryüzünde Benim kanlı yaşımdan nemdir ey dost Bu dünyayı seninle sevmişim ben Benim sensiz bu dünya nemdir ey dost Senin sevgin benim canım içinde Bilirsin kim kati muhkemdir ey dost Perişandır firakında çü Sadi Anınçin gözleri pûr-nemdir ey dost. Sadi on beşinci asrın kuvvetli şairlerindendir. Veliyeddin oğlunu taklit eder gibi görünürse de üslubunda -hele sadelik ve tabiilik itibariyle- yine bir hususiyet vardır.