Buch lesen: «Cem Sultan»
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
FATİH’İN ÖLÜMÜ
Mayıs ayında bir gün… Üsküdar’la Gebze arasındaki Hünkârçayırı engin bir yeşillik içinde esniyor. Hava ılık, gök parlak. Serçelerle kelebekler ilkbahar güreşlerini yapıyorlar. Kır çiçekleri çok şen. Yazın kızgın dudağı henüz uzakta olduğu için tasasız görünüyorlar, birbirlerine sokuluyorlar, minimini gövdelerini gere gere boy ölçüşüyorlar, renk yarışına girişiyorlar.
Şurada bir köylü yanık bir koşma ırlayarak eşeğini yürütüyor, başka bir köye konuk gidiyor. Beride bir delikanlı sırtladığı yükü büyük şehre, İstanbul’a götürüyor. Daha ötede üç avcı var. Kollarında birer doğan, gökyüzünü gözlüyorlar.
Şu beş adamla boş bakışlarını nalsız ayaklarına bağlayıp küskün küskün yürüyen eşek de olmasa Hünkârçayırı, çeşit çeşit çiçeklerin, renk renk kelebeklerin, hovarda serçelerin orta malı sayıp içinde gelişigüzel oynaştıkları tavansız ve duvarsız bir yeşil yuva sanılacak. Her taraf o kadar ıssız, o kadar boş!..
Öğle vakti bu ıssızlık bir kat daha koyulaştı, derinleşti. Koşma ırlayan köylü de İstanbul’a yağ götüren delikanlı da doğanlı avcılar da çayırdan uzaklaştı, görünmez oldu. Çayır, o yeşil yuva, çiçeklerle kelebeklere kaldı. Ne Gebze’den bu yana ne Üsküdar’dan o yana gelen giden yoktu. Güneşin ılık ışığı içinde kanatlarını çırpa çırpa tüylerini yıkayan büyük kuşlar bile çayıra inmiyorlardı. Çiçekler kaygısızdı, kelebekler korkusuzdu, serçeler pervasız bir ihtiras içinde sevda oyunu oynayıp duruyorlardı.
Öğleden sonra Üsküdar yolundan bir toz bulutu koptu, göğe doğru direk direk duman püskürerek yürüdü, yürüdü, ıssız çayırın ortasına kadar geldi ve durdu. Bu yürüyen bulutun içinde ordu konakçıları vardı. Çayıra varır varmaz çiçekleri çiğneyerek, kelebekleri ürküterek, serçeleri kaçırarak dört yana koşmaya girişmişlerdi. Beraber getirdikleri katırlardan, atlardan denkler indiriyorlardı, şuraya buraya kazıklar çakıyorlardı, çadırlar kuruyorlardı. Bunlar, âdeta sihirbazları andırıyorlardı, inanılmaz bir el çabukluğu ile yeşil çayırın göğsüne koca bir şehir işliyorlardı.
Üç saat ya geçmiş ya geçmemişti. Issız ova başkalaşıvermişti. O sabah oradan geçen köylüler şimdi geri dönseler mutlaka parmak ısırıp alıklaşacaklardı, yollarını sapıttıklarını sanacaklardı. Ortada o kadar değişiklik vardı. Konakçılar, göz bağcılık yapmışlar ve Hünkârçayırı’nı çadır ovası hâline koymuşlardı.
İkindi sıralarında yine Üsküdar yolundan küme küme toz bulutları göründü. Bu seferki görünüş daha yamandı. Sanki toprak, elenip elenip süzgeçten geçiriliyordu. Yer ve gök o derece toz ve duman içindeydi. İşte bu birbirini kovalayan, güneşi bile pudralayan bulutlar, Türk ordusunun adımlarından çıkıyordu. Sipahi atları kadar yeniçerilerin ayakları da toprağı sarsıyordu, her yanı toz rengi tüllere sarıyordu.
İlkin sipahiler, silahtarlar, azaplar, topçular, daha sonra yeniçeriler çayıra geldiler. Atlı ve yaya, âdeta bir adımla yürüyorlardı. Yayalar yürür gibi görünüp de at kadar mı koşuyorlardı? Yoksa atlar, yeniçeri yürüyüşüne imrenip adımlarını mı kısıyorlardı? Burası bilinmezse de atlılarla yayaların arasız geldikleri görünüyordu.
Onların, o alay alay askerin kendi ayaklarıyla yaratıp yine kendilerine örtü yaptıkları toz bulutları içinden sıyrılmaları, ortaya çıkmaları bakımına doyulmaz şeylerdendi. Ne ayın ne güneşin buluttan kurtuluşu, bu sıyrılış kadar güzel olamazdı. Onlar, toprağın göğsünden doğar gibi meydana çıkıyorlardı, tunçtan birer dağ gibi göz kamaştırıyorlardı!
Gün batımına yakın bir başka alay daha belirdi: Bir tahtırevan, birçok at ve atlı!.. Boş atlar, süslü eyerler altında nazlı nazlı kırıtıyorlardı, başka biçim birer ceylan gibi gerdan kırıp göz süzüyorlardı, yeleleri ipek atkılardan parlaktı, kuyrukları vezir tuğlarından güzeldi! Atlıların oruç tutuyorlar ve namaz kılmaya hazırlanıyorlarmış gibi saygılı tutumları, çok ağır duruşları vardı. Tahtırevanın perdeleri kapalıydı. Biraz evvel gelip de kendi çadırlarını kuran askerler, şimdi küme küme sıralanmışlardı, çepük çalıyorlardı,1 tahtırevan içindeki adamı, Fatih Sultan Mehmet’i o el çırpışlarıyla karşılıyorlardı. Kendilerine karşılık veriliyor muydu? Bunu ne arıyorlardı ne soruyorlardı. Yalnız bir borç öder gibi el çırpıp duruyorlardı.
Tahtırevanın yanında yürüyen atlılardan biri, en kalabalık çeri kümesinin önünde kavuklu başını şöyle bir kaldırdı, kumanda eder gibi bir sesle birkaç kelime söyledi:
“Şevketlu hünkâr sizden hoşnuttur, dinlenmenizi ve eğlenmenizi istiyor!”
Bu sözleri söyleyen Birinci Vezir Nişancı Mehmet Paşa idi. Konak yeri olmadığı hâlde ordunun Hünkârçayırı’nda çadır kurmasını emreden de bu adamdı. Çünkü Fatih, daha Üsküdar’da iken hastalanmıştı, Maltepe’de ağır buhranlar geçirmişti. O gün de ata binemediği için tahtırevanla yola çıkarılmıştı. Nişancı Mehmet, hünkârın hâlini iyi bulmuyordu, için için üzülüyordu, tasalanıyordu. Ölüm, izlerinde yürüyor ve hünkârı kovalıyor gibiydi.
Lakin hünkârın yol üstünde ölüvermesi bir mesele idi. Asker, böyle bir hadise önünde dilini kısıp durmazdı. Ya yeni hünkârı bulunduğu yerden alıp getirmeye kalkışırdı ya İstanbul’a dönüp karışıklıklar yapardı. Onun için hünkârın ölmemesine çalışmak ve iyileştirilmesi mümkün olmazsa ölümünü saklamak lazımdı. Bu sebeple şimdiden tedbirler sıralıyordu, çareler tasarlıyordu.
Bir çetin iş daha vardı. Padişahlık, Fatih’ten sonra büyük oğlu Beyazıt’a geçecekti. Kanun, böyle idi. Fakat Beyazıt, afyon delisi bir adamdı, genç bunaklardandı, bir sözü öbür sözünü tutmazdı.
Böyle bir akılsızı İstanbul’a getirip hünkâr tanımak, devletin temeline yara açmak olacaktı. Hâlbuki beride Fatih’in küçük oğlu Cem Sultan, genç bir kurt gibi, diş geçirecek post, altını üstüne getirecek meydan arıyordu. Pençesi sağlamdı, gövdesi sağlamdı, kafası sağlamdı. Kaleminden ve kılıcından kan damlayan böyle bir genci, yaşça küçük diye geri bırakıp da öbür budalayı tahta çıkarmak düpedüz günahkârlıktı.
İşte Nişancı Mehmet Paşa, buralarını da düşünüyordu. Kendisi devlet kanunlarını kaleme almıştı, bu kanunlara herkesten ziyade boyun eğmesi lazım gelirdi. Bu sebeple Beyazıt’ın hakkını vermek, babası ölür ölmez onu tahta çağırmak vazifesiydi. Her işi ehline vermek, devlet adamları için bir borç olduğuna göre de Cem Sultan’ı babasının yerine geçirmek icap ediyordu!
Karamanlı halis bir Türk olan Nişancı Paşa, iki geceden beri gözlerini yummamıştı, bu çıkmazlardan kurtulmak için kafa yoruyordu. Padişahın canı henüz teninde iken böyle şeyleri düşünmekten üzülmüyor da değildi. Lakin o sırada, o demde devletin bütün yükü kendi omuzlarındaydı. Yarını, bugünden düşünmek gerekti. O da borcunu tanıyan bir adam gibi davranıp düşünüyordu.
Bununla beraber kimseye de bir şey sezdirmiyordu. Padişah sanki sapasağlammış gibi davranıyordu. Onun ağzından emirler veriyordu, hükümler dağıtıyordu. Şimdi de askere yine o ağızla iltifat etmişti. Fakat hünkârı tahtırevandan indirip otağa sokarken anasından emdiği süt burnundan geldi. Çünkü Fatih, kımıldanamayacak kadar mecalsizdi, kucaklanmaya muhtaçtı. Nişancı Vezir, bunu da kimseye göstermemek istedi, tahtırevanla otağ arasına -gelin arabalarının güvey evine yanaştığı sırada yapıldığı gibi- şal perdeler gerdirdi, hekimbaşı ile birkaç mabeyinciden başkasını o perde arasına sokturmadı, kendisi bizzat efendisini kucakladı, çadıra sokup yatırdı, sonra bir kenara diz çöküp oturdu, beklemeye koyuldu.
Hekimbaşı, ümidini kesmişti, ilaç filan vermiyordu. Fatih de derin bir dalgınlık içinde o ümitsizliği kuvvetlendiriyordu. Gerçi çırpınmıyordu, dört yanına çırpınıp durmuyordu, inlemiyordu, muzdarip görünmüyordu. Şu kadar ki için için söndüğü belli oluyordu. Yüzünde, yağı bitmek üzere bulunan bir kandil fersizliği titriyordu. Gözleri yumulu, dudakları kapanık, yumrukları sıkık idi. Nefes alan bir ölü gibi upuzun yatıyordu.
Dışarıda sanki kıyamet kopuyordu. Asker, alabildiğine eğleniyordu. Davul, zurna, zil ve dümbelek, düzensiz bir gürültü ile koca çayırı inletiyordu. Alay çekenler, mâni okuyanlar, destan söyleyenler, masal anlatanlar tümen tümendi. Her çadırdan bir başka ses çıkıyordu, çayırın her tarafında bir başka dernek kuruluydu. Hünkâr ölüyordu, asker gülüyordu!
Fatih, bir aralık kımıldadı, gözlerini açtı, etrafına bakındı. Dışarıdaki gürültüyü mü işitmişti, içindeki acıdan bir nebze aman bulup da diriliğe mi dönmüştü, belli değildi. Yalnız bakıyordu. Lakin o bakışta suyu çekilen bir gölün dertli boşluğu, yaman bir kuruluk görünüyordu. Nişancı Paşa, koca kavuğunun gölgelediği iri gözleriyle korka korka baktı, derman yoksulluğundan doğan bu kuruluğu sezdi, içini çekti, elini alnına götürerek nemlenen gözlerini sildi. Onun üzülmemek elinden gelemezdi. Kuru, kupkuru görünen o gözlerin ne kadar sert baktığını ve o bakışların yürekleri nasıl korkuttuğunu en iyi bilenlerdendi.
Fatih, boş bakışlarını bir müddet dört yana dolaştırdı. Bakar kör gibiydi. Bir şey göremediği belliydi. Sonra yine dalgınlaştı. Bu dalgınlık, deminki gibi cansız değildi, yüzünde rüya gören bir adam uyanıklığı vardı. Bunu Nişancı Paşa da anladı. Hastayı derin derin süzmeye başladı. Sanki onun ne gördüğünü, yüzündeki çizgilerden okumak istiyordu.
Üç beş dakika da böyle geçti. Hastanın anlaşılmayan rüyası, Nişancı Paşa’nın da işkilli bakışı devam ediyordu. Nihayet bir ses, Fatih’in soluk dudaklarından çıkan verem bir ses, yarı karanlık çadırdaki ıssızlığı yardı. Hasta sayıklıyordu:
“Ahmet, zavallı Ahmet!”
Nişancı Paşa küçük bir düşünce geçirdi ve gamlı gamlı mırıldandı:
“Kardeşini görüyor, süt emerken boğdurduğu biricik kardeşini!”
Ve sonra bir şeyler okuyup hastanın yüzüne üfürdü. O, bütün insanların son nefeslerinde, geçmiş günlerini akar bir şerit gibi gördüklerine dair kulaktan kulağa geçen bir rivayeti hatırlamıştı. Eğer bu rivayet sahih ise Fatih de elli iki yıllık ömrünü kısa bir an içinde görecek demekti. Hâlbuki bu görüş, ağır bir hastayı neşelendirecek bir şey olamazdı. Gerçi onun herhangi bir insan yüreğini yükseltecek, sevinçle dolduracak işleri çoktu. Lakin bu parlak işlerin yanında yürek üzecek günahlar da dizili duruyordu. Nişancı Paşa, işte bu noktayı düşünerek efendisinin sıkıntısızca ölmesi için dua okuyordu.
Dua nihayet bir tesellidir. Duracak kalp, kesilecek nefes, teselliden müteessir olmaz, olamaz. Fatih de sayıklamasına devam ediyordu:
“Tu, beceriksiz ödek!2 Dört kayığı tutamadın!”
Nişancı Paşa, bu sözün de hangi hikâyeye işaret olduğunu anlamakta güçlük çekmedi. Amiral Baltaoğlu’nun Akdeniz’den İstanbul’a gelen Ceneviz gemilerini geri çeviremediğini gören Fatih, bu sözleri haykıra haykıra atını denize sürmüştü. Nişancı Paşa, o gün yine efendisinin yanındaydı, Ceneviz donanmasını atla karşılamak, eliyle yakalamak isteyen genç hünkârı bu çılgın saldırıştan alıkoyan da yine kendisiydi.
Sayıklamanın ardı arası kesilmiyordu. Hasta hünkâr, iyi ve fena ne yapmışsa hepsini birer birer söylüyordu. Birbirine uymayan bu anışlar, bu hatırlayışlar deli saçmasına benziyordu. Lakin Nişancı Paşa, o sözlerin neye ve hangi vakaya yaraştığını anladığı için müteessir oluyordu, koynundan çıkardığı mendille durmadan gözlerini siliyordu.
Hasta nihayet sustu, çadırda da o eski ıssızlık yeniden yüz gösterdi. Nişancı Vezir, hâlâ bekliyordu, efendisinin dalgınlaştığını sanarak kendi düşüncelerine sarılıyordu. Fakat çadırın ta köşesinde dizüstü oturan hekimbaşı, yavaş yavaş yürüyerek geldi, hastanın yüzüne dikkatle baktıktan sonra vezire yaklaştı, hakikati haber verdi:
“İnnalillahi ve inna ileyhi raciun!”
Nişancı Paşa yerinden fırladı.
“Sus!” dedi. “Dilin kurusun! Efendimiz uyuyor!”
Ve boğucu bir heyecan içinde yatağa yaklaştı, kulağını efendisinin ağzına yanaştırdı. Fesuphanallah! Nefes yoktu, göğüste hareket yoktu, gözlerde ışık yoktu, lakin bir mırıltı vardı:
“Cem’e kıymayın, Cem’e kıymayın!”
Hastanın rüyasını tamamlayıp gözlerini dünyaya kapadığına göre bu işitişte bir aksaklık, kuruntumsu bir şey vardı. Lakin vezir, kelimeleri o kadar açık işitmişti ki, yanlış bir duyuşa kapıldığına ihtimal vermedi, Fatih’in değilse bile ruhunun kendisine bir vasiyet bıraktığına inandı. Efendisinin son bir hizmet olarak ısmarladığı bu iş, zaten kendi düşüncesine de uygun düşüyordu. Onun inanışına göre Fatih, son nefesinde oğullarını düşünmüştü ve Cem için bir sızı, bir yanış duymuştu.
Nişancı böyle sandı, yapacağı işi bir anda tasarladı, yatağın önünde diz çöktü.
“Ruhun üzülmesin.” dedi. “Buyruğun yerini bulacaktır!”
Müteakiben hekimbaşıya döndü, kimseye sezdirmeden başimamı çağırmasını söyledi ve o çadırdan ayrılınca gözlerini ölüye çevirdi. Aman ya Rabbi!.. İstanbul’u almak için aylarca didinen, karadan gemi yürüten adam bu muydu? Deliorman önünde geri çekilen yeniçerilerin yüzüne tükürüp “Ben sizi yiğit sanırdım, siz kötü tavşanlarmışsınız!” diyen, atını ormana süren cesur silahşor bu muydu? Belgrat duvarları dibinde üstüne gelen dev kılıklı düşmanın tek bir darbede başını gırtlağına kadar yarıp ikiye bölen dövüşken asker bu muydu?
Hayır! Şu kırçıl sakalı şahinimsi burnuna doğru kıvrılan soluk yüzlü, yumuk gözlü ölü, hiç de o saldırışları, o kılıç vuruşlarını yapan adama benzemiyordu. O canlılıkla bu dermansızlık arasında münasebet yoktu. Demek ki ecel, her şeyi ve her şeyi silip süpürüyordu, hayale çeviriyordu.
Nişancı Vezir, filozoflaşıp dururken hekimbaşı ile başimam içeri girdiler, yatağa yaklaştılar. Mehmet Paşa, imamın kulağına eğildi.
“Oku…” dedi. “Emme içinden oku. Dudağın kımıldamasın, sesin çıkmasın.”
Ve sonra hekimbaşıya dönüp şu emri verdi:
“Sen de burada kal, kıpırdama. Ben şimdi gelirim.”
O, tasarladığı işi bir düzen ve bir sıra içinde yapmaya savaşıyordu. Ölüyü gözden geçirip tefelsüf ederken3 planını da hazırlamıştı. İlkin kendi otağına geçti, kalemi ele aldı, Amasya valisi bulunan veliaht Beyazıt’a bir mektup yazdı, saltanatın kendisine geçtiğini müjdeledi, hemen İstanbul’a gelmesini bildirdi. Keklik Mustafa isimli bir saray çavuşunu çağırarak mektubu ona verdi.
“Bunu…” dedi. “Amasya’ya ilet, şehzade hazretlerine ver. Hızlı git ki, şevketlu hünkâr, kâğıdın karşılığını bekliyor!”
Hünkârçayırı’ndan Amasya’ya yüz altmış fersahlık yol vardı. Bu yol, orta yürüyüşle on beş günde alınırdı. Nişancı Vezir, bu uzun mesafenin beş günde alınmasını istiyordu, Keklik Mustafa, zeki gözlerini vezirin gamlı gözlerine dikti, onun kafasındaki sırları anlamak ister gibi derin derin baktı ve şu karşılığı verdi:
“Bugün mevlit ayının dördü. Sekizinde Amasya’dayım, mevlit günü de buradayım!”
Bu söz, vezirin de ummadığı bir hız vadediyordu. Nişancı Paşa, memnun kaldığını gösteren bir hareket yaptı, Keklik Mustafa’ya kapıyı gösterdi.
“Yürü…” dedi. “Durma!”
Keklik işi çakmıştı, Amasya’ya niçin gönderildiğini anlamıştı. Bu kadar telaş, bu kadar acele ancak hünkârın ölümünde ve yeni hünkârların tahta çağırılışında gösterilebilirdi. Başka hiçbir maslahat için on beş günlük yolun beş günde alınmasına, aldırılmasına çalışılmazdı. Fakat Nişancı Paşa, ulaklığa seçtiği adamın bu sezintisini sezmedi, kendi işiyle uğraşmaya koyuldu, yeni baştan kaleme sarılarak Karaman Valisi Cem Sultan’a kısa bir mektup yazdı; “Babanız öldü, kardeşinize de haber uçuruldu, Allah yardımcınız olsun!” dedi.
Şimdi bunu kiminle göndermek münasip olacağını düşünüyordu. Keklik Mustafa gibi uçar bir adam bulmak lazımdı. Nişancı Vezir, bir müddet kafa yordu, nihayet gülümseye gülümseye mırıldandı:
“Leylek Murat iyidir, üç günde Konya’ya varır.”
Ve o adamı çağırttı, hiçbir yerde durup dinlenmeden mektubu Konya’ya götürmesini, üç günde oraya varırsa büyük ikramlar göreceğini, bol bahşiş alacağını söyledi, herifi savdıktan sonra hünkârın tahtırevanını hazırlattı, otağın önüne perde çektirdi, ölüyü bizzat kucaklayıp o kapalı arabaya yatırdı, beylerden, paşalardan hatırı sayılanları uzakça bir yere topladı.
“Hekimler…” dedi. “Hamamda kan alınmasını söylüyorlar. Hünkâr İstanbul’a gidecek ve dönüşümüze kadar ordu burada konaklayacak!”
Asker, henüz uyurken tahtırevan yürümüştü, muhafızlar tarafından sarılı olduğu ve Nişancı Paşa da beraber bulunduğu hâlde hızla İstanbul’a doğru götürülüyordu!
LEYLEKLER ALIK OLUR!
Keklik Mustafa, Amasya’ya kadar rüzgâr gibi uçup giderken Leylek Murat da ulak kılığına girmişti, bir menzil atına binmişti, Karaman yolunda nal parlatıyordu, tozu dumana katıyordu. Keklik, niçin koştuğunu biliyordu. Mesafeleri kısaltmakla, son konağa çabuk yetişmekle büyük bir iş yapmış olacağını takdir ediyordu. Lakin Leylek Murat, omzuna yükletilen vazifenin kıymetinden bihaberdi, alelade bir ulak gibi yürüyordu. Gidiş gerçi hızlıydı. Lakin bu hızda, bu koşuda bir şehzadeye baht ve taht götüren adam yürüyüşü yoktu. Ara sıra atın başını çekiyor, dört yanına bakınarak nefesleniyordu, gelip geçenlerle konuşuyordu, sık sık da şarkı ırlıyordu. Bununla beraber iki günlük yolu bir günde alarak Kütahya yakınlarına gelmişti, orada at değiştirip yine yola çıkacaktı, uykusunu daha öteki menzilde kestirecekti.
Anadolu beylerbeyinin karargâhı olan Kütahya, her yanını saran kavak ve servi ağaçlarının yarattığı yeşil çerçeve içinden ilk evlerini gösterecek kadar belirdiği sırada Leylek’in önüne bir kafile çıktı. Bu, bir kervan değildi, bir gelin alayı değildi, bir askerî müfreze değildi. Fakat her üçünü de andıran karışık bir yolcu takımıydı. İçinde kervan gibi katar katar katırlar vardı, gelin alayı gibi tahtırevanlar vardı, silahlı adamlarla ihata edilmişti.
Leylek Murat, her şeye benzer görünüp de hiçbir şeye benzemeyen bu kafilenin tuhaflığına karşı kayıtsız kalamadı, atını sürüp ilerledi, merakını yatıştırmak için geri uçtaki bir atlı ile konuşmaya koyuldu:
“Uğurlar ola yoldaş, nereden nereye?”
Atlı, ulak kılıklı yolcunun sualine hemen cevap verdi:
“Bursa’dan geliyoruz, Karaman’a gidiyoruz.”
“Gelin mi götürüyorsunuz, mal mı? Katırınız kadar tahtırevanınız var!”
“Karamanlı Hacı Çelebi’nin adamlarıyız. Kendisi hastadır, çoluğu ile çocuğu ile Bursa’ya gitmişti, çermiklerde4 çimmişti, Allah’a şükür iyileşti. Şimdi yerine dönüyor!”
“Çelebi’de akça çok galiba. Mangırı kıt olanlar böyle alay düzüp diyar diyar gezemez.”
“Çelebi gönüller sultanıdır. Hepimizin malı, canı onundur!..”
Birbirini tanımayan iki atlı, konuşa konuşa biraz ilerlemişlerdi, bir kısım atlıları geçip en gerideki tahtırevanın yanına kadar yaklaşmışlardı. Leylek Murat, şu gönüllerin sultanı denilen Karamanlı Çelebi hakkında daha iyi malumat almak için suallerini sıklaştırıyordu. Herifin geçmişinden geleceğine kadar bir sürü şeyler soruyordu. Öbürü de zevkle, şevkle bildiklerini anlatıyordu. Hizmetinde bulunduğu Çelebi’nin nurdan yaratıldığını, bilgi namına dünyada ne varsa yutup hazmettiğini, duasının -peygamberler dileği gibi- makbul ve nefesinin bıçak gibi keskin olduğunu, her Karamanlının ona candan, yürekten bağlı bulunduğunu ballandıra ballandıra hikâye ediyordu.
Yalnız bu kadarla kalsa iyi. Herifçeğiz, efendisi için taşıdığı yüksek muhabbetin ilhamıyla birçok da menkıbeler sıralıyordu. Çelebi’nin üç beş yüz kişi tarafından lağım kazılmak suretiyle atılamayan dağ kadar büyük bir kayayı parmağının küçük bir işaretiyle yerinden kaldırıp ovaya düşürdüğünü, anadan doğma körleri kısa bir dua ile görür yaptığını, sekiz kocadan çocuk yapamayan kadınları bir nefesle analık zevkine kavuşturduğunu -yer, zaman ve ad tayin ederek- söylüyordu.
Konya’ya bir ayak evvel varmaya mecbur olduğunu unutmuş görünen Leylek Murat, tatlı bir masal dinler gibi bu efsaneleri can kulağı ile dinliyordu, neşeleniyordu. Bir aralık gözü, yan tarafına düşmüş olan tahtırevana ilişti ve kapalı duran perdenin kenarından bir çift gözün kendilerine baktığını gördü. Şimdi kulağı, geveze atlının ağzında ve fakat dikkati tahtırevanda idi, perdeye yapışık iki parlak düğmeye benzeyen o kadın gözlerini seyrediyordu.
Leylek Murat, tok gözlü ve tok sözlü bir adamdı. Kanaat ve feragat ehli sayılabilirdi. Para canlı değildi, rütbe delisi değildi, şöhret budalası hiç değildi. Karnı tok, sırtı pek olduktan ve cebinde de üç akça bulunduktan sonra bütün dünyayı bir pula almazdı. Onun için arkadaşları yanında büyük bir emniyet kazanmıştı. Hazineler ona emanet edilebilirdi ve onun bu cazibeli emanete hıyanet etmeyeceğine mutlak bir itimat beslenirdi.
Lakin tek bir kötü huyu vardı, güzele dayanamazdı, Akça pakça bir yüz görür görmez içine ezginlik gelirdi, bakışı filan değişirdi. Bunun için de kendisinden daima kuşkulanılırdı, harem dairelerinden uzak tutulurdu.
Bu kötü huyu yüzünden onun çekmediği eza ve görmediği ceza kalmamıştı. Henüz pek genç iken müderris olmak hevesine kapılarak medreseye girmişti. Çömezlik vazifeleri arasında müderris efendinin evine çarşıdan harç götürmek ve evden medreseye aş getirmek de vardı.
O, pazardan eve ve evden medreseye heybe ve sini taşırken bir gönül aşı pişirmeye kalkışmış, hocasının kızıyla mercimeği fırına vermek istemişti. Bu teşebbüs medrese dersleri kadar uzun bir dayakla ve kovulmakla neticelendi. Ondan sonra nereye kapılanmışsa aynı yola sapıyordu, aynı hüsranlı akıbete uğruyordu. Fakat iş bilir ve iş görür bir adam olduğu için açıkta kalmıyordu, nitekim şimdi de vezir dairesine kapılanmıştı, sayılı ağalar arasına girmişti. Şu kadar ki yeri, harem dairesinden bir kilometre uzaktaydı!
Huy, hakikaten canın altındadır. Değme musibetler, felaketler ve hele kuru öğütler, boş nasihatler kötü huyları değiştiremez. Leylek Murat da tahtırevan perdesinde bir çift göz görür görmez her şeyi unuttu, biricik kötü huyuna bütün iradesini kaptırdı, manasız hülyalara daldı. Ne Nişancı Paşa’yı ne Cem Sultan’ı düşünüyordu, taşıdığı mektubu bile hatırlamıyordu, aklı ve fikri tahtırevanın perdesine takılı kalmıştı. Çabuk alev alan, gönüllerini bir lahza perçemlere, gözlere, dudaklara, gerdanlara bağlayan her insan gibi o da hayalinde çarçabuk vuslat şatoları kurmaya girişmişti! Şu gözler kimindi? Güzel bir yüzün mü, çirkin bir çehrenin mi üstünde bulunuyordu? Onların sahibi -genç veya ihtiyar, güzel veya çirkin- kendisiyle alakadar olacak mıydı, alelacele yapmaya koyulduğu şatolarda yer alacak mıydı? Bunları da düşündüğü yoktu, yanık bir sezgi içinde hülya sıralıyordu, uyanıkken rüya görüyordu!
Kendisiyle konuşan atlı, bu alevli dalgınlığın farkında olmadığı için hikâyelerine devam ediyordu. Hacı Çelebi’nin kerametlerini sayıp döküyordu. Leylek Murat, bu sözlere karşı kaval dinleyen bir koyun kadar bile hassas değildi, sadece başını sallayıp duruyordu. Fakat perdedeki gözlerin yerinde birdenbire yarım bir ay belirdiğini görünce cezbeye düştü.
“Hay bre!” dedi. “İçime kor koydun, yüreğimi yalazladın. Gayri sizden ayrılmam, kendi yoluma gidemem, Çelebi’nin elini öpüp kölesi olacağım.”
Öbürü zaten böyle hadiselere alışıktı. Karaman’ın köylerinden değil, saatlerce uzak yerlerden bile Çelebi’nin yüzünü görüp sözünü işitmeye gelenler vardı. Bunların çoğu o nimete erdikten sonra postu dergâha sererler, boğaz tokluğuna uşaklık ederlerdi. Şu ulak kılıklı atlı da aynı şeyi yapıyordu, kulaktan aşka tutulup Çelebi’ye kul olmak istiyordu.
Hacı Çelebi hakkında durup dinlenmeden malumat veren, onu yarı ilahlaştıran adam, bu kanaatle hiçbir hayret eseri göstermedi.
“İyi edersin.” dedi. “Bizim sürüye katılırsan ahiretin mamur olur. Biz hep öbür dünyada bir köşk sahibi olmak için bu hizmeti kabul ettik, Çelebi’ye bağlandık.”
Leylek, açılıp kapanan ayla meşguldü, o ayın ışığına gönül vermişti, yine o ışıktan uzak kalmamak için Çelebi’ye kapılanmayı tasarlıyordu. Şimdilik ahiretle alakası yoktu, hele tahtırevandaki nur parçasını geri koyup da öbür âlemde köşk kazanmayı hatırına bile getirmiyordu, bu sebeple için için güldü.
“Hele bir yol…” dedi. “Çelebi’yi görelim, yüreğimizi aydınlatalım, ahireti sonra düşünürüz.”
Beriki dindar bir ısrar gösterdi:
“Cennetin yolu, Çelebi’nin eşiğinden başlar. Oraya yüz süren, cennetin de kokusunu alır.”
“Ben şimdilik o kokuyu alıyorum, hurileri bile görüyorum. Bir iki saate kadar dileğime kavuşmazsam, sizin sürüye karışmazsam ölürüm!”
Büyük bir kalabalık, Kütahya’nın kenarında kafileyi karşılamaya çıkmıştı. Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa da onların arasındaydı, Karamanlı Çelebi’nin elini öpmeye hazırlanıyordu. En önde yürütülen süslü bir tahtırevandaki Çelebi, karşılayıcılardan haberdar edilince emretti, kafile durdu ve başta Sinan Paşa olmak üzere yüzlerce adam, tahtırevanın penceresi önüne yığıldı. Herkes aşkla, şevkle, keramet ehli yolcunun elini öpüyordu, hayır duasını alıp sevine sevine geri çekiliyordu. Yalnız Sinan Paşa, dudaklarında getirdiği sevgileri, saygıları, Çelebi’nin zayıf eline bıraktıktan sonra da ayrılmamıştı, kalabalığın dağılmasını bekliyordu. O, el öpme işine koşan Kütahyalıları murakabe ediyormuş5 gibi dikkatli dikkatli bakınıyordu. Ziyaretçilerin ağızlarından çıkan sözleri kelime kelime dinliyordu ve onlara verilen cevapları da âdeta ezber ediyordu. Bu iş biter bitmez ilerledi, Çelebi’nin elini bir kere daha öptü.
“Üç gün…” dedi. “Benim konuğumsun, evimin nurusun. Aziz başına ant içiyorum: Bırakmam!”
Çelebi gülümsedi:
“Çokluğuz, sizi rahatsız ederiz. Bu gece sohbet edip yarın izninle yola çıkalım.”
“Olmaz, vallahi olmaz, tallahi olmaz. Seni gökte ararken yerde buldum. Nasıl olur da çarçabuk bırakırım?”
“Peki paşam, üzülme, dediğin olsun!”
Şimdi kafile, Anadolu valisinin konağına doğru yürüyordu. Leylek Murat da kısa bir an içinde dostlaşmış olduğu atlı ile atbaşı bir yürüyerek kafileyi takip ediyordu. Oraya gelinceye kadar olduğu gibi, el öpme merasiminin cereyan ettiği sırada da gözünü mahut tahtırevandan ayırmamıştı. Yoldaş tuttuğu adamla konuşur gibi göründüğü hâlde mütemadiyen tahtırevandaki kadınla meşgul olmuştu. Hizmetçi mi, hanım mı olduğu belli olmayan o parlak yüzlü mahluk da onunla alakadardı, ikide bir perdeyi aralıyordu, gözlerini Leylek Murat’ın pos bıyıklarına, geniş omuzlarına dikiyordu. Bu bakışlar o kadar ustalıklı yapılıyordu ki, Leylek’in yanı başındaki adam, farkında olmuyordu. Belki tahtırevan içinde bulunan diğer kadınlar da bu mücrim hareketi sezemiyorlardı.
Leylek Murat, ne yapacağını tasarlamış değildi, kör körüne yürüyordu, şimdilik tek bir şey düşünüyordu: Kafileden ayrılmamak! Bu suretle cazibesine tutulduğu güzelin yakınında bulunmuş olacaktı. Ondan ötesini tesadüfe, daha doğrusu bahtına bırakıyordu. Gerçi o bahtın bu gibi işlerde hiç de lütufkâr olmadığını biliyordu. Lakin tahtırevan güzelinin gülümseyen bakışları, zalim bahtın artık merhamete geldiğini ispat ediyordu ve Leylek Murat, sellemehüsselam6 atıldığı bu yeni maceranın hoş neticeler vereceğini umuyordu!
Onunla konuşan ve şöhretli Çelebi’nin hizmetkârları arasına girmeye teşvik eden adam, kafilenin konuk olarak şuraya buraya dağıtılmasına başlandığı vakit yaklaştı, elini Leylek Murat’ın omzuna koydu.
“Sen…” dedi. “Benimle bile kal. Şu gürültü savulsun, herkes yerine dağılsın. Seni ben Çelebi’nin yanına götürürüm, el öptürüp daireye yazdırırım!”
Bu, iyi bir yardımdı ve tahtırevandaki kadınlar, kendilerinin götürüldüğü konağın harem dairesine indirildikleri için Leylek Murat’ın başka yere gitmesine zaten imkân da yoktu. Bu sebeple tereddütsüz kabul etti, atını öbür atlının hayvanını bağladığı ahıra götürdü ve yine o atlı ile beraber kendilerine tahsis olunan odaya girdi, silahlarını duvara astı, aynı odada bulunan Çelebi’ye mensup diğer adamlar gibi bir posta uzandı, kılavuzunun harekete geçmesini beklemeye koyuldu. Konya ve Cem Sultan, tamamıyla zihninden silinmiş gibiydi, yalnız tahtırevan güzelini düşünüyordu, onunla mutlaka anlaşacağına kanaat besliyordu!
***
O zamanlar dört beş Türk bir araya gelince mutlaka attan, silahtan ve savaştan söz açarlardı. Çünkü hayat, muayyen bir çerçeve içinde geçiyordu. O tarihte kahve yoktu, tütün yoktu, oyun kâğıdı yoktu, satranç varsa da yüksek tabakaya mahsustu. Günahlardan koku ve ses çıkmamasına çok dikkat edildiği için içki kullananlar ağızlarını ve sevda çekenler dudaklarını sımsıkı kaparlardı. Aşk kaldırımlarda dolaşmaz ve şarap sarhoş olup sokaklarda nara atmazdı.
Hayat böyle mahdut ve hele mukayyet olunca sohbet mevzuları da tabiatıyla darlaşırdı. Şu kadar ki o dar mevzular, değişikliklerle doluydu. Mesela at mevzusu alabildiğine değişirdi. Herkesin birkaç atı ve her atın birçok hikâyesi vardı! Harp mevzusu da öyleydi. Her yıl ve hatta her gün harp eden bir milletin menkıbelerine nihayet mi olur? Hülasa o zamanların yaşayışı bizim havsalamıza sığmayacak şekildeydi. Beşikteki çocuklar, ninniden ziyade at kişnemesi, silah şakırtısı ve harp hikâyesi dinlerlerdi. Gençler, ilk neşeyi cirit meydanlarında ve ilk heyecanı harp sahnelerinde duyarlardı.