Buch lesen: «Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı»
Mümtaz Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
Otuzuncu eserim olan bu romanı, “Cumhuriyet” gazetesi sekreter muavinlerinden kardeşim Ahmet İhsan’a ithaf ediyorum.
M. T. T.
BİR VOYVODA NASIL EĞLENİR?
Eflak Voyvodası Vlad, kızarıp bozararak kulağına bir iki kelime fısıldayan metresi Mariçe’nin iki eline yapıştı ve haykırdı:
“Doğru mu söylüyorsun kız, bu dediğin oldu mu?”
Mariçe, pembe bir sevinç içinde kekeledi:
“Evet, doğru. Çoktan beri işkilleniyordum. Bu sabah inan getirdim. Çünkü kımıldadı.”
“Nerede kımıldadı?”
Kadın, mengeneye konulmuş gibi acılar içinde kalan ellerinden birini kurtardı, sağ kasığının üst tarafını gösterdi:
“İşte burada!”
“Ya, orada kımıldadı ha. Demek ki gebesin ve utanmadan bu büyük suçu bana müjdeliyorsun! Dur, öyleyse. Erkeğinden izin almadan çocuk yapan kadınlara ne yapılacağını sana göstereyim.”
Voyvoda Vlad, bu sözleri bitirir bitirmez ana olmak sevinciyle pembe bir neşe içinde gülümseyen genç kızı belinden yakaladı, bir sedir üstüne attı, şaşkınlıktan dilsizleşen, korkudan da sapsarı kesilen kadıncağızın karnını açtı, kısa ve pek kısa bir an içinde kılıcını çekerek oçıplak karına daldırdı, içine tuz atılmış bir çorba çanağında kaşık dolaştırıyormuş gibi hızla kılıcını evirip çevirdi ve acı çığlıklarla can vermekte olan zavallı kadına bir kucak bağırsak göstererek bağırdı:
“İşte gebeliğin kalmadı! Bu dünyaya bir daha gelecek olursan erkeğine danışmadan ana olmaya kalkışma!”
Kadın bu sözleri duymadan ölmüştü, böğrü yıldırımla delinmiş bir ağaç gibi upuzun yatıyordu. Voyvoda Vlad, bir iki dakika kurbanını seyrettikten sonra odadan çıktı, önüne ilk rast gelen adama emir verdi:
“Bir çuval al, içeri gir. Sedirdeki ölüyü sırtla, bir çukura at.”
Şimdi içinde kuduz bir iştiha, kan dökmek iştihası kabarmıştı. Şarap yerine kan içmek, saz yerine parçalanmış ciğerlerin iniltisini dinlemek istiyordu. Bu vahşi dileğin gözlerine doldurduğu kızıl dumanla ve her yönde kan görüyordu, burnuna bir salhane (mezbaha) kokusu bulaşıyordu.
Şurada, burada kendisini selamlayan askerlerin, uşakların yüzüne bile bakmayarak merdivenleri indi, dehlizleri geçti, saray kapısından çıktı. Kafasında kızıl projeler dolaşıyordu, dillerde dönecek ve asırlarca söylenecek işler yapmak kuruntusuyla için için kıvranıyordu.
Sarayın biraz ilerisinde gözüne bir küme insan ilişti. Bunlar, açlıkları kansız benizlerinde okunan bir iki düzine dilenci idi. Elsiz ve çıplak kollarını ileriye uzatarak, damarları boşanmış kemik bacaklarını bükmeye savaşarak voyvodadan bir dilim ekmek dileniyorlardı.
Vlad, bu canlı iskeletleri görür görmez iliğine kadar titredi, bir peri alayıyla karşılaşmış gibi vahşi bir ihtirasa kapıldı, korku ve telaş içinde ardına düşmüş olan koruculardan birini çağırdı:
“Bu adamlar…” dedi. “Aç. Kendilerini doyurmalı, bir daha acıkmayacak kadar doyurmalı!”
Korucu, boyun kırıp dilencilerin yanına doğru giderken bağırdı:
“Dur, alık! Ne yapmak istediğimi anlamadan nereye gidiyorsun? Bunları şu karşıdaki barakaya götür, güzel bir sofra kur, karınlarını doyur.”
Korucu, titreyen bir sesle mırıldandı:
“O barakada Macar delikanlıları var. Emriniz üzerine kendilerini orada zincire vurduk!”
Vlad’ın gözlerindeki kızıl sevinç, kıvılcımlı bir kahkahaya döndü, yüzünde engin bir haz dolaştı.
“Onları…” dedi. “Sürüye sürüye kilise önüne getirin, dilencileri barakaya doldurun, yedirip içirmeye başlayın. Karınları doyunca bana haber verin.”
Biraz sonra, dil öğrenmek için Eflak’a gönderilmiş ve fakat voyvodaya karşı kusur ettikleri bahanesiyle zincire vurulmuş olan dört yüz Macar delikanlısı, bir yaban mandası sürüsü gibi, dörder kişilik uzun bir dizi hâlinde sokaklardan geçiriliyordu, kilise önündeki meydanlığa götürülüyordu.
Vlad’ın her dediğine boyun eğen boyarlar, onda cehennemî bir kudret bulunduğuna inan besleyip kör bir uysallıkla kendisine bağlılık gösteren subaylar, kumandanlar, yeni bir sahneye şahit olacaklarını sezinleyerek koşmuşlardı. Voyvodanın yanında el pençe divan durup yer almışlardı. Bükreş halkı da küme küme oraya geliyorlardı, oynanacak acıklı oyunu seyre hazırlanıyorlardı.
Vlad, kafasında taşıdığı trajediyi canlandırmak için uzun boylu düşünmeye lüzum görmedi, kısa bir emirle birçok odun getirtti, onları üst üste yığdırdı, dört yana da çalı çırpı dizdirdi ve bu dekor tamamlanınca korucularına haykırdı:
“Şu dil bilmezleri onar onar yakınız!”
Şimdi direk direk yükselen alevler içinde küme küme Macar delikanlısı dayanılmaz çığlıklar çıkararak cayır cayır yanıyordu. Boyarlar, subaylar, kumandanlar, nemlenen gözlerini önlerine eğmişlerdi, yüreklerinden kopup gelen sesleri dişleri arasında çiğneyip Voyvoda Vlad’a duyurmamaya çalışıyorlardı. Yalnız o, yanan insan eti kokusuyla zehirlenen havayı derin bir hazla yutuyor ve vahşi bir sarhoşluğun zevkiyle durduğu yerde sallanıyordu.
Onuncu mu, on beşinci mi kümenin ateşe sürüklendiği sırada kurbanlardan bir genç, cesur bir hamle gösterdi, bütün kümeyi durduran bir ayak direyişiyle yürümekten kendini alıkoydu ve bağırdı:
“Voyvoda, sen bir dâhisin, fakat eksiklerin var!”
Vlad, en korkunç bir ölümün eşiği önünde kendisini hem öven hem kınayan bu genç sese karşı birden ilgi gösterdi, cellatlara emir verdi:
“Şu delikanlıyı sürüden çıkarın, öbürlerini yakın!”
Ölüm mahkûmları gene sıra ile ve dizi dizi yakılıp dururken Vlad, yanına getirttiği gence sordu:
“Adın ne senin?”
“Demitriyos Yaksiç!”
“Kaç yaşındasın?”
“On sekiz.”
“Bana ‘dâhi’ dedin. Bunu düşünerek, anlayarak mı söyledin?”
“Evet.”
“Öyle ise anlat bakayım: Ben neden dâhi oluyorum?”
“Çünkü düşmanı korkutmak için dost kanı döküyorsun. Bunu gelişigüzel yaratılmış bir adam yapmaz.”
Vlad gülümsedi:
“Fena bir görüş değil. Yanımda yaşayan insanlardan hiçbiri, yaptığım işlerin sebebini bu biçimde anlayıp anlatamadı. Sen, gençliğinle beraber iyi gören, iyi seçen bir adamsın. Eğer bende gördüğün eksikleri de apaçık söylersen şu odun yığınına çıkmaktan kurtulacaksın.”
“Ölümden korktuğum için değil, seni beğendiğim için düşüncelerimi düpedüz söyleyeceğim: Sen, biraz papağana benziyorsun?”
“Ne demek bu?”
“Papağanlar bellediklerini söylerler. Sen de yalnız kesmeyi, yakmayı biliyorsun. Hâlbuki düşmanları inim inim inletmek için yapılacak çok şeyler vardır. Söz gelimi…”
Vlad, sanatkârlığından kuşkulanmış bir adam telaşıyla delikanlının sözünü kesti:
“Sus, bana örnek gösterme, biraz sabırlı ol. Arkadaşlarının yakılması bittikten sonra bu düşüncenin yanlış olduğunu sana göstereceğim. Göreceksin ki ben bir papağan değilim, duyulmamış şeyler de yapabilirim.”
Zincirleri alınan Demitriyos Yaksiç, Vlad’ın verdiği emir üzerine boyarların sırasına geçti, onlar gibi gözlerini nemlendirmeyerek, önüne eğmeyerek ve hatta hiçbir acı duymayarak yurttaşlarının dizi dizi yakılmalarını seyre daldı.
Hayli uzun süren bu vahşi iş, öğleye doğru bitti, ortada koca bir yığın külle ağır bir kokudan başka bir şey kalmadı.
Halk, lanetlerini haykırmamak için dişlerini sıkıyordu, bir kısmı çocuklu olan kadınlar -şahit oldukları ağır cinayetten vicdanlarına bulaşan kiri boşaltmak için- kiliseye koşuyordu.
Vlad, birkaç dakika düşünceli durdu. Sonra Demitriyos Yaksiç’e döndü:
“Gel, kiliseye gidelim, dua edelim. Çıkışta sana bir hayli yenilikler göstereceğim.”
Boyarlar ve subaylarla birlikte kilise avlusuna girdikleri vakit ilk önlerine çıkan, ihtiyarca bir papaz oldu. Bu din adamı, saatlerden beri yakılan insanların ne çığlığını duymuşa ne kokusunu almışa benziyordu. Derin bir kaygısızlık içinde lagar bir eşeğe heybe yerleştirmeye savaşıyordu. Ya dalgınlıktan veya Tanrı evinde teşrifat filan düşünmeyi yersiz gördüğünden Voyvoda Vlad’ın yanı başına gelmesiyle de ilgilenmedi, heybeyi yerleştirip eşeğe atladı, hayvanı yürütmeye hazırlandı.
Vlad, kilise avlusuna girdi gireli papazı gözden geçiriyor, onun kendisine sırt çevirip eşekle uğraşmasına içerleyip duruyordu. Herifin selam vermeden, yan gözle bile dönüp bakmadan yola düzüldüğünü görünce haykırdı:
“Dur bakalım bunak keşiş! Sana soracaklarım var.”
Papaz, hakaret görmeye alışkın bir adam kayıtsızlığıyla eşeğin yularını topladı, durdu ve telaşsız bir sesle sordu:
“Değersiz bir keşişten ne anlamak istiyorsunuz voyvoda?”
“Öbür dünyanın yolunu!..”
Papazın yüzünde gülmekten ziyade ağlamaya benzeyen bir değişiklik belirdi, dudaklarında da gevrek bir cümle dolaştı:
“Drakül o yolu benden daha iyi bilir!”
Kanlı düşünceler geçirip duran Voyvoda Vlad’ı bu söz büsbütün çıldırttı, kuduza çevirdi. Çünkü ona Türkler Kazıklı Voyvoda, Ulahlar cellat anlamına olarak Çepepuç, Macarlar Drakül diyorlardı. Drakül şeytan demekti ve o kelimenin şöyle bir soru sırasında söylenilmesi, Vlad’ın sillelenmesi gibi bir şeydi.
Papazın maksadı da şüphe yok ki, voyvodaya hakaret etmekti. O, kendisiyle eğlenmeye kalkışan bu eli kanlı hükümdar bozuntusunun durumunu, Tanrı’ya karşı dil uzatmaktan farksız bulduğu için şu dil saldırışını yapmıştı. Şimdi sessiz bir ağırlık içinde onun vereceği cevabı bekliyordu. Bu cevap, çılgın bir haykırış oldu. Vlad, bir yanına çuvaldız sokulmuş gibi çırpına çırpına bağırdı:
“Kazık, iri bir kazık, çok iri bir kazık, şu çan kulesi kadar uzun bir kazık!”
Kazıklı Voyvoda’nın sarayında en bol bulunan şey kazıktı. Dost veya düşman ayırt etmeyerek her kızdığı adamı kazıklamaktan zevk alan bu kalpsiz ve vicdansız küçük kral, boy boy kazıklar yaptırarak şurada burada istif ettirmişti. Papazın şeytan kelimesini kullanarak kendinin o adla anıldığını yüzüne vurması üzerine bağırmaya başlayınca ardında bulunan korucular hemen koştular, en yakın bir yığından en uzun birkaç kazık seçip getirdiler ve onun kuduz bir kızgınlıkla verdiği emri yerine getirip bir iki dakika içinde papazı eşeğiyle beraber bulunduğu yerde kazıkladılar.
İhtiyar din adamı küçük bir ses çıkarmamış; eşeği kadar bile inlememiş, altından sokulup ucu ta boğazına dayanan kazığın üstünde çırpınmadan can verip gitmişti. Fakat kiliseden avluya fırlayıp bu kanlı sahneyi gören birkaç düzine kadın, yarım saat önceki korkunç cinayetin dumanları henüz gökte uçuşup durduğu bir sırada yapılan bu ikinci vahşiliğe karşı sessiz kalamadı, çırpınmaya koyuldu. Onlar, “Boyun devrilsin herif!” diye hep bir ağızdan voyvodaya karış veriyorlardı.1
Vlad, erkeklerden daha yiğit çıkarak kendini ayıplayan kadınları ilkin oradan çala kamçı çıkartmak istedi. Fakat sabahtan beri döktürdüğü kanlarla sinirleri kızıl bir gerginliğe kapıldığından, ruhundaki uğursuz iştiha da yeni baştan kabarmış olduğundan bu düşüncesini çarçabuk bıraktı, başka bir dileğe kapıldı, koruculara döndü:
“Şu orospuların…” dedi. “Kucağında piçleri olanları ayırın. Üst tarafını saçlarından sürüyerek dışarı atın.”
Biraz sonra on emzikli kadın Vlad’ın önüne sıralanmışlardı. Vahşi voyvoda bunları, bir ağılda süt kuzularını gözden geçiren aç bir kurt bakışıyla bir iki dakika süzdü, yeni bir eser yaratmak üzere bulunan bir sanatkâr çalımıyla genç Demitriyos Yaksiç’e de bir göz attı, sonra şu korkunç emri verdi:
“Bu kahpelerin memelerini kesin, yerlerine piçlerinin kafalarını yapıştırın!”
Bu tüyler ürperten cinayet de işlendi, on ananın memeleri koparılarak yerlerine kendi çocuklarının kesilmiş başları konuldu. Boyarlar ve subaylar gene susuyorlardı, nemli gözlerini göğüslerine eğip duruyorlardı, birden ölüveren çocuklarla onların kesik başlarından kendi ciğerlerine akan kan içinde can vermekte olan anaları üzüle üzüle seyrediyorlardı.
Hırıltı ve inilti kesilince Vlad yüzünü genç Macar’a çevirdi, sordu:
“Nasıl, bu gördüklerin ustaca mı?”
O, omuzlarını silkti:
“Fena değil amma gene eksiğiniz var. Çünkü bu yaptıklarınızı da yapanlar görülmüştür!..”
Voyvoda kızmadı, belki hoşlandı, bir yılan bakışıyla Yaksiç’i süzdü.
“Gittikçe…” dedi. “Gözüme giriyorsun. Bana üstat olacak çağda ve kıratta değilsin. Lakin en iyi şakirdim olacağına kuşku yok. Hele kiliseye girelim, sonra görüşürüz.”
Vlad, hepsi soğuk terden ıslak bir örtü içinde kalan boyarlarla, subaylarla ve Demitriyos Yaksiç’le birlikte kiliseye girdi, kutsal resimler önünde diz çöküp dualar okudu, mum yaktı, papazlara para dağıttı ve ayrılacağı sırada başpapaza saygı gösterdi, o akşam saraya gelip yemekte bulunmasını söyledi.
Sokağa çıktıkları vakit Yaksiç’i sağ yanına almıştı, şen şen anlatıyordu:
“Ben…” diyordu. “Ölümün bütün acılarını, öldürmek istediğim insanlara tattırmak isterim. İp, satır, balta, topuz bir çırpıda ölüm getirir. Böyle bir durumda ne ölen acı duyar ne öldüren tat duyar. Seyircilerin bile ipe çekilmiş yahut kılıçla başı uçurulmuş bir adamın ölümünü görmekten alacakları haz eksiktir. Yalnız zehir, ölüm mahkûmunu seyre değer bir biçimde kıvrandırır, çırpındırır, inletir. Fakat onun da büyük bir eksiği var: Kansızlık!.. Zehirle ölenlerin kanı akmaz. Kan görülmeyen ölüm sahnelerinde de hiç tat olmaz. Bunun için ben yakmayı veya kazıklamayı tercih ederim. Yakılan adamın ölümü seyre doyulmaz bir şeydir. O gibilerin kanları kızıl bir alev olur, fıskiyeden fışkıran sular gibi gökyüzüne sıçrar. Hiçbir odun, hiçbir çıra bu güzel kokulu alevi veremez. Kazıklanıp ölenlerin inceliği kıvranışlarındadır. Hiçbir köçek, hiçbir usta oyuncu kadın, kazık üstünde kıvranan ölüm mahkûmu kadar ahenkle bükülüp doğrulamaz. Bu oyunun müziği de kendisindedir. Kazıklanan adam hem oynar hem ırlar!”
Biraz durduktan sonra sordu:
“Sen, benim bu düşüncelerimden, bu buluşlarımdan daha üstün bir şey düşünebiliyor musun?”
“Elbette düşünüyorum. Eğer sizi adam öldürtmekte biraz acemi görmesem ortaya atılır mıydım?”
“Fikirlerini açık söyle, eğer bana bir yenilik öğretirsen seni başboyar yaparım.”
“Teşekkür ederim. Fakat başboyar olmaktan ziyade adam öldürmek sanatında ustalığımı tanımanız beni bahtiyar edecektir.”
“Buna da peki diyelim de bahse geçelim.”
“Muhterem voyvoda! Benim sizde gördüğüm sanat eksikliği, eti ve siniri düşünüp yüreği, ruhu unutmanızdır. Siz öldürmek istediğiniz adamlara yalnız ten acısı sunuyorsunuz. Bunu ne kadar ustalıkla yapsanız, bir mahkûmun ruhunu ateşe vermekteki inceliğe yaklaşmış olmazsınız.”
“Anlamadım delikanlı. Fikrini aç.”
“Örnek göstererek sizi aydınlatacağım voyvoda. Deminden beş on kadının memelerini kestirdiniz, sonra da çocuklarının kafalarını koparıp o memelerin yerine koydurdunuz. Bu bizim Macar delikanlılarının ateşte yakılmasından da papazla eşeğinin kazıklanmasından da ince bir işti. Fakat adam öldürmek sanatı bakımından sakattı. Çünkü usta bir sanatkâr, o analara kendi çocuklarının başlarını ko-parttırmakla işe başlardı. Bu biçim davranılışladır ki ölüm mahkûmu kadının ruhu da acı duyardı, iniltisi keskinleşirdi.”
Vlad, genç Macar’ın omzuna kuvvetli bir yumruk indirdi:
“Beğendim!” dedi. “Gerçekten beğendim. Bundan sonra öldüreceğim adamların ruhlarını da bağırtmayı boşlamayacağım. Yalnız sen, büyük işlerde bana güzel fikirler vermekten, yenilikler öğretmekten geri kalma. Vazifen budur, yerin de sarayımdır. Artık Macar yurdunu unutacaksın!”
Demitriyos Yaksiç’in gözlerinde bir pırıltı belirip söndü, ince dudaklarından birkaç teşekkür kelimesi döküldü. Vlad, kendi dehasına hayranlık göstermekle beraber o dehayı yükseltecek yolları da bilen delikanlının mırıldanışını işitmemiş gibi davrandı, başını ardına çevirip koruculara sordu:
“Dilenciler ne oldu?”
Cevap verildi:
“Yediler, içtiler, size dua ettiler, barakada emrinizi bekliyorlar.”
“Gidin, hepsini birer kazığa zincirle bağlayın, barakayı ateşe verin.”
Ve Demitriyos Yaksiç’e döndü:
“Bunların üzerinde senin dediklerini sınamak istemem. Çünkü dilencilerin ne kalbi ne de ruhu vardır. Onlar midelerine bağlı olarak yaşarlar. Onun için kendilerini sadece yaktırıyorum!”
***
Bu kan ve vahşet dolu günün gecesinde Vlad’la Demitriyos ve Bükreş Kilisesi’nin başpapazı birlikte yemek yiyorlardı. Henüz ilk lokmaların alındığı sırada voyvoda birden dalgınlaştı, yemeği ve yanındakileri unutmuş gibi görünerek uzun bir zaman düşündü, sonra uykudan uyanıyormuşçasına silkindi, derin derin içini çekti.
“Yaksiç!” dedi. “Bugün kaç kişi yaktım, kaç kişi kazıklattım, kaç kişi parçalattım?”
“…”
“Yataktan kalkar kalkmaz metresim Mariçe’yi kendi elimle öldürdüm. Sonra dört yüz Macar delikanlısını ateşe attırdım, içlerinden yalnız seni ayırdım. Arkasından bir düzineye yakın kadın ve çocuk öldürttüm, yirmiden fazla dilenci yaktırdım, bir papaz kazıklattım. Altı yüz Bohemyalı tacir, şimdi pazar yerinde kazığa vurulmaktadır. Bulundukları köylerde, kasabalarda oturan halkın sayısını bana doğru bildirmedikleri için beş yüz boyar da kendi evlerinin önünde kazıklanmak üzeredir. Demek ki bin beş yüz elli kadar cana kıydım.”
Başpapaz, bu korkunç hesabın kafasına aşıladığı sersemlikle Vlad’ın önündeki ekmek dilimini aldı ve mırıldandı:
“Canın sağ olsun!”
Voyvoda, genç Macar’la konuşurken onun hulus çakmak2 şeklinde araya söz karıştırmasına kızdı:
“Papaz efendi!” dedi. “Başkalarının malına el atılmamasını kilisede bağıra bağıra söyleyen sizsiniz, değil mi?
O, damdan düşercesine yapılan bu sorunun ne yüzden yapıldığını anlamayarak şaşkın şaşkın cevap verdi:
“Evet!”
“O hâlde ne halt eder de benim önümdeki ekmeği alırsın?”
Ve papazın bir şeyler söylemesine meydan vermeden hizmetçilere emir verdi:
“Alın şu soysuz herifi, saray avlusunda kazığa vurun!”3
Başpapaz palas pandıras sürüklenirken o, gevrek gevrek güldü.
“Yaksiç!” dedi. “Ekmek meselesi bahane. Seninle konuşurken bu günlük kokan ihtiyarın yanımızda bulunmasını istemedim, onun için kendisini kazıklattım. Onu yemeğe çağırmamak daha iyi idi amma dalgınlıkla çağırmış bulundum. Sonra da pişman oldum, işte cezasının verdim.”
Ve birden kahkahalar savurmaya girişti, güldü, güldü, güldü, sonra kahkahalarının sebebini anlattı:
“Bugün öbür dünyaya yolladığım bin beş yüz adamın başında iki de papaz bulunmak gerekti. Herifler yer altı âleminde çarçabuk papaz bulamazlarsa ibadetlerini yapamazlar, vebal altında kalırlar! Ben, kendilerini dünya sıkıntısından kurtardığım gibi, gittikleri yerde günaha düşmemelerini de düşünüyorum. Artık Allah’ın da İsa’nın da yanında benim iyiliğimi söylerler, değil mi?”
Demitriyos Yaksiç, zırdeli voyvodanın sözlerini dinliyor, fakat bir karşılık vermiyordu. Çünkü onun kara ve bulanık ruhunu çok iyi kavramıştı. Küçük bir kelimeden o ruhun kirli bir su gibi kabaracağını, dört yanına boğucu çamurlar püsküreceğini biliyordu.
Vlad da onun hayran hayran kendini dinleyişinden haz alıyordu. Yalnız söylemek ve hiçbir şey dinlememek bu eli kanlı adamın âdeti idi. Bu âdete saygı göstermeyenleri, kim olursa olsun, parçalamak isterdi. Genç Macar’ın bu çirkin zevke gösterdiği uysallık son derece hoşuna gidiyordu. Başpapazın kazıklanması hakkındaki mülahazalarını söyledikten sonra gülmeyi bıraktı, ağırlaştı, tasalı görünür bir sesle başka bir bahse geçti:
“Kimse, tek bir kimse, içimde dolaşan kurdu sezmiyor, sezemiyor. Gece gündüz yanımda bulunanlar, beynimde kıvranan yılanı görmüyor, göremiyor. Ben de bu görmezliğe kızıyorum, alabildiğine kan döküyorum. Yalnız kan, yalnız ateş o kurdu uyuşturuyor, o yılanı uyutuyor. Fakat bugün onlar gene ayakta. Döktüğüm kanlardan içime ferahlık gelmedi.”
Sustu, dalgınlaştı, iri başını göğsüne dayayarak düşünceye daldı. Demitriyos bir günde bin beş yüz adamı ateşe atan, kazığa vuran, parçalatan bu duygusuz mahlukun elemlenmesine, aciz ve bitkin görünmesine için için şaşıyordu, olanca dikkatini gözüne toplayarak herifi süzüyordu.
Pıhtı pıhtı kanla çevrili demir bir topuz gibi her gözde korku uyandıran bu iri kafa şimdi ölü bir kelle gibi cansız görünüyordu. Bu adamın, adı dillerde gezen Kazıklı Voyvoda olduğuna binbir tanık isterdi. O kadar silik, o kadar sönük duruyordu.
Vlad, uzun zaman bu çökük durumda kaldı, sonra ağırlaşmış gibi görünen başını yavaş yavaş kaldırdı, inler gibi mırıldandı:
“Türklerle bozuşacağız: İşte beni çileden çıkaran, deli yapan, kana bulayan dert!”
Demitriyos’un kulakları, sese henüz alışan bir sıpa kulağı gibi oynadı, gözleri parladı ve kendini tutamayarak sordu:
“Türklerle bozuşacak mısınız?”
“Evet, üzülerek söylüyorum, evet. Kardeşim Radol, Osmanlı padişahının yanındadır, gözdedir. Hünkâr güzelliğinden bol bol haz aldığı bu sütü bozuk çocuğu benim yerime geçirmek istiyor. Bunu çoktan duydum. Fakat Macar Kralı Matvas Korven’le aramın iyi olmasından ötürü şimdiye kadar Türklerin saldırışına uğramadım. Şimdi Radol edepsizi sabırsızlanıyor, âşığını sıkıştırıyor, başıma bir çorap örüvermek istiyor!”
Ve birden ayağa kalktı, sofrayı tekmeledi, sahanları devirdi, Yaksiç’in yakasına yapıştı, bağırmaya koyuldu:
“Korkuyorum, Türklerden korkuyorum! Beni Kazıklı Voyvoda yapan işte bu korkudur. Deminden içimde kurt, kafamda yılan var, dedim. O kurt, o yılan hep Türk korkusudur. Gece uyuyamıyorum, gündüz geniş nefes alamıyorum. Gözümün önünde hep Türkler dolaşıyor. Bu hayaletlerden kurtulmak için kan döküyorum, insan kazıklatıyorum.”
Delikanlıyı, cılız bir ağaç silker gibi hızlı hızlı salladı.
“Bana yol göstereceksin, mutlaka bir yol göstereceksin! Türklerin ayakları altında kalmamaklığım için çare bulacaksın. Yoksa seni de yurttaşların gibi yakarım, hem kazıklattıktan sonra yakarım!”
Demitriyos ne telaş ne ürküntü gösterdi, soğukkanlılığını kaybetmeden cevap verdi:
“Her güçlüğün bir de kolay yanı vardır. Beni dinlerseniz Türk korkusunu da gidermenin mümkün olduğunu anlarsınız.”
Vlad, delikanlının yakasını bıraktı, inanmazlıkla dolu gözlerini aça aça sordu:
“Doğru mu söylüyorsun, beni bu yaman korkudan kurtaracağını umuyor musun?”
“Ummasam açık söylerdim, elimden bir şey gelmez, derdim.”
Voyvoda, Yaksiç’in yüzünü gözünü şapır şapır öptü, yanı başına oturdu, yalvardı:
“Ne düşündüğünü söyle, uzun uzun söyle. Eğer benim de içime inan verirsen seni kendime dost edinirim.”
Genç Macar, kısa bir düşünceden sonra fikirlerini anlatmaya girişti:
“Türklerden korkmakta haklısınız. Çünkü Türk, yeryüzüne inmiş bir buluttur. Durmadan yürür ve durmadan yıldırım püskürür. Dağılmak bilmeyen bu bulutun önünde sağ kalmak imkânı yoktur. Sonra Türklerin size saldırış yapacakları da doğrudur. Çünkü dokuz on yıldan beri Fatih diye anılan Osmanlı padişahının kardeşiniz Radol’e gönül ve Eflak tahtı için de söz verdiğini biz Macarlar da biliyoruz. Fatih, gönlünün zorunu kırmayacağı gibi, sözünü de ayak altına alamaz. Demek ki buraya gelmek isteyecektir ve gelecektir!”4
“O hâlde?..”
“O hâlde yapılacak şey Eflak ormanlarına doğru yağacak yıldırım serper bulutu başka bir yola çevirmekten ibarettir.”
“Bu yolu bulabilecek misin?”
“Buldum bile: Macaristan!”
“Türkleri Macarların üstüne mi saldırtacaksın?”
“Evet, muhterem voyvoda. Hem de kolaylıkla!”
“Bana olmaz işler konuşuyoruz gibi geliyor. Fakat düşün ki ben, en küçük şakayı kazıkla cezalandıran bir adamım.”
Yaksiç, omuzlarını silkti.
“Lütfen…” dedi. “Dinleyiniz. Fikirlerimi beğenmezseniz istediğinizi yapabilirsiniz?”
“Söyle, fakat açık ve çabuk söyle delikanlı.”
“Bizim kralımız Matyas Korven, düpedüz piç olan Jan Hunyad’ın oğludur.”
“Biliyorum, eski kral Sigizmond, küçük Niyebolu’da Türk’ün gölgesinden korkup kaçarken Elizabet Morsine’yi bir köyde tanıdı, gebe etti, dokuz ay sonra Jan Hunyad çıktı. Fakat onun piçliğinden oğluna ne? İşte bugün Macar kralıdır!”5
“Macar kralıdır amma tahtını Macarların yüreğinde kuramamıştır. Bizim tasasız yaşamamız için Aşağı Tuna’dan korkumuz olmamak lazımdır. Hâlbuki kralın gözü hep yukarıda, Viyana tarafında. Çünkü Habsburglar’dan korkuyor, onlara karşı tahtını korumak istiyor. Bu yanlış politika da bizi kızdırıyor ve bize onun bir piç oğlu olduğunu hatırlatıyor. Kralın ikici bir saçma işi de sarayına İtalyan şairler doldurması, Latinceyi ve Latinleri Macarcadan, Macarlardan üstün tutmasıdır. Biz buna da içerliyoruz.”
Voyvoda bağırdı:
“Ben de sana içerlemeye başladım! Benim işimi bir yana koydun, sözü Macarlara çevirdin!”
“Bunları söylemezsem fikrimi iyi kavrayamazsınız. Türk bulutunu Macaristan’a nasıl çevireceğimi anlatabilmek için kralın durumunu göstermek gerektir.”
“Buralarını kısa kes bari.”
“Macarların kralı sevmediklerini anladınız, değil mi? Hâlbuki onun karısı Beatris, kocasını bir Sezar yapmak ister. Napoli kralının kızı olan bu kadın, kafasından aş yeren bir dişidir. Beyni gebelikten kurtulmaz, çeşit çeşit fikirler doğurur. İşte siz bu kadına yanaşmalısınız, Türklerle yapılacak bir savaşın kocasına getireceği şerefi anlatmalısınız.”
“Haydi ben anlatmaya çalışayım, kadın anlar mı? Anlasa bile kocasını kandırıp Türklere karşı savaş açtırabilir mi?”
“Bu, kullanacağınız dile bağlıdır.”
“Ne dili kullanacağım?”
“İstanbul’u ele geçiren Türklerin şimdi Roma’yı da zapt etmek istediklerini söyleyeceksiniz, Roma’nın Türk eline geçmesi bütün İtalya’nın Türkleşmesi demektir. Böyle bir durumda Kraliçe Beatris’in içinde doğup büyüdüğü Napoli Sarayı göçmüş olacak ve onun anası babası yurtsuz kalacaktır. Sonra Türklerin Roma’yı, bir taraftan da Belgrad’ı kendilerine merkez yaparak Viyana üzerine yürüyeceklerini yazacaksınız. Bu yürüyüş amacını bulursa Beatris’in şimdi başında taşıdığı taç da yuvarlanacaktır. İşte bu sözlerden telaşa düşecek olan Beatris kocasını sıkıştırmaya koyulacak ve zaten onu bir Sezar görmek istediği için elinden geleni yapıp kendisini Türklerin üzerine gönderecektir.”
“Bundan benim ve hele sizin kazancınız ne olacak?”
“Siz, uzunca bir zaman Türk bulutundan düşen yıldırımlardan uzaklaşmış olacaksınız. Kardeşiniz Radol’e bir oyun oynamak için düşünmekte serbest kalacaksınız. Ben de yurttaşlarımın ayaklanıp Matyas Korven’i kovduklarını, Macar tahtına bir piçin soyundan gelmeyen temiz kanlı bir kral oturttuklarını görüp uzaktan sevineceğim. Çünkü Matyas Korven Türklere yenilmezse de sarsılacaktır. Macarların ayaklanmasını bastıramayacaktır.”
Vlad, oda içinde bir aşağı bir yukarı gezinmeye koyuldu. Bir taraftan başını kaşıyor, bir taraftan bıyıklarını büküyordu. Dört yüz delikanlıyı bir sözle ateşe atan bu adam, Türk korkusuyla iradesini kaybetmişe benziyordu. Duruşu, düşünüşü yüreğindeki korkunun beyninde bir kargaşalık yarattığını apaçık gösteriyordu.
Demitriyos Yaksiç sessizdi, bulunduğu yerden göz ucuyla Kazıklı Voyvoda’nın sersemliğini süzüyordu. Neden sonra Vlad, dolaşmayı bıraktı, delikanlının yanına geldi, ellerini onun omuzuna koydu.
“Düşüncen…” dedi. “Boş değil. Yalnız bir pürüz var. Onu da giderirsen dediğini yapacağım.”
“Bu pürüz nedir asaletmeap?”
“Henüz bugün yaktırdığım dört yüz genç Macar’ın hatırası!.. Onların ateşe atıldıklarının haberiyle benim Beatris’e yazacağım mektup bir günde Budapeşte’ye varırsa durumumuz çok gülünç olmaz mı?”
Yaksiç gülümseyerek cevap verdi:
“Aman asaletmeap, düşündüğünüz şeye bakın. Kocasını Sezar yapmak istediğiniz bir kadın, o büyük şerefin kuruntusu ile sarhoş olurken dört yüz delikanlının yanışını mı düşünür? Hele siz, Boğdan topraklarını alıp Beatris’e armağan edeceğinizi mektubunuzun bir yanında söyleyiverirseniz yurttaşların ölümü Budapeşte Sarayı’nda dile bile alınmaz.”
Ve birden hatırlamış gibi sevinçle ilave etti:
“Yazacağınız mektupta bu delikanlılar işini ön söz olarak koymanız da mümkün. Onların Bükreş’te Türk propagandası yaptıklarını, Samajeste Matyas Korven’e karşı boyarlarda sevgisizlik uyandırmaya çalıştıklarını ve bu alçakça hareketlerin benim tarafımdan size haber verilmesi üzerine kendilerini cezalandırdığınızı yazarsanız, akan sular durur; Beatris de kocası da size teşekkür eder. Bu ön sözün ardından dediğim şeyleri sıralarsınız.”
Vlad, kısa bir düşünüşten sonra bu fikri de beğendi.
“Şimdi…” dedi. “Sana büyük sırrı açmaktan çekinmem. Çünkü anladım ki beni seviyorsun ve bana yâr olacaksın.”
Yaksiç’in gözlerinde gene hain bir pırıltı doğup söndü, fakat dudakları kapalı kaldı. Vlad, onun içinde kaynayan ve ışığı göz bebeklerine kadar yükselen sevinci sezmedi, sır dediği şeyi anlatmaya koyuldu:
“Fatih Sultan Mehmet, gözdesi olan kardeşim Radol’ü benim yerime geçirmek istediğini bana sezdirmemek istiyor. Dolaşık yollardan yürüyor. O, birine atılmayı tasarlayınca ilkin ortaya bir sürü ağır dilekler atar. Bunlar yapılamayınca kızmış görünür ve savaşa çıkar. Benden de geçenlerde beş yüz seçme delikanlı ve hediye ödenmek üzere on bin altın da vergi istedi. Delikanlı istemesinin sebebi beni boyarların, Eflak halkının, Boğdanlıların, Macarların yanında küçültmektir. Onun sarayına böyle bir alay genci gönderirsem düpedüz muhabbet tellalı sayılacağım. Sonra bu delikanlıları halk arasından seçeceğim için üstüme bulaşacak kir katmerleşecek. Şu veya bu küçük hükûmetler Türk sarayına vergi veriyorlar. Benim de o çirkin yükü omzuma alışım pek ayıp sayılmaz amma beş yüz delikanlı göndermek meselesi kötü. Bunu yaparsam kendini güle güle bir erkeğe sunduktan sonra o erkeğe etek dolusu para da veren bir orospu durumuna düşeceğim.”6
Bu, bir masal olmakla beraber Fatih Sultan Mehmet’in güzel erkeklere karşı çirkin sevgiler beslediği de doğrudur. (y.n.)