Jo'nun Oğulları

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

“Daha fazlasını dinleyip akıllıca bir plan olup olmadığına karar verelim.” dedi Bay Laurie, Montana Kızılderililere şimdiye dek alınmamış geniş düzlükleri alıp, onlara teslim etmeyi ve haksızlıklarla boğuşan bu insanlara gönderilen misyonerler cemiyetlerine daha fazla bağış yapmayı gizlice aklına koyarak.

Dan kuzeybatıda yaşayan Dakotalılar ile diğer kabilelerin tarihini ve kendi gördüklerini anlatmak için hemen konuya daldı, âdeta kendi kardeşlerinden söz edercesine onlara yapılan haksızlıkları, onların sabrı ve cesaretlerini anlattı.

“Bana ‘Dan Ateş Bulutu’ derlerdi çünkü benim silahım gördüklerinin en iyisiydi. Ve Kara Şahin, bir insanın isteyebileceği en iyi arkadaştı. Birçok kez hayatımı kurtardı ve bir gün eğer geri dönersem aralarına, bana yararlı olabilecek birçok şey öğretti. Artık onların şansları yaver gitmiyor, ben de borcumu ödemek istiyorum.”

Artık bu saatten sonra herkes ilgiyle dinlemeye başlamıştı ve Dansville de çekiciliğini yitirmişti. Ama tedbiri elden bırakmayan Bay Bhaer birçok kişinin arasından sadece bir dürüst adamın pek fazla bir şey yapamayacağını ve harcanan çabanın ne kadar asil bir davranış olsa da durumu çok dikkatli bir biçimde değerlendirmenin daha akıllıca olacağını önerdi. Doğru birimlerden araya adam sokmanın ve yetkili makamlarla iş birliği yapmanın gerektiğini anlattı. Ama yine de bu arada karar vermeden önce arazileri de araştırmanın iyi olacağını ekledi.

“Evet, öyle yapacağım. Bir ara Kansas’a gitmeyi planlıyorum, bakalım oralar neler vadedecek. San Francisco’dayken bir adamla tanıştım. Daha önceleri oraları görmüş ve övgü dolu sözlerle oralardan söz etti. Sorun şu ki her yerde yapılacak o kadar çok iş var ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. Neredeyse keşke hiç param olmasaydı diyorum.” diyerek cevap verdi Dan, böylesine kafa bulandıran meseleler karşısında iyi kalpli insanların hissiyatlarını açığa vurmak istercesine kaşlarını çatarak. Hayırseverlik gibi bir işin, bu dünyada omuzlarına yüklenmesiyle yardım etmek için can atıyordu.

“Sen kararını verene kadar ben paranı saklarım. O kadar aceleci bir çocuksun ki karşına dikilen ilk dilenciye bütün mal varlığını verirsin. Sen incelemelerinde bulunurken ben de biraz araştırma yaparım ve yatırımını yapmaya hazır olduğunda sana geri veririm, olur mu?” diye sordu Bay Laurie. Savurganlıkla geçen gençlik günlerinden beri daha akıllıca davranmayı öğrenmişti.

“Teşekkür ederim, efendim. Üzerimden bir yükün kalkmasına çok sevindim. Ben söyleyene kadar kontrol sizde olsun ve bu zaman zarfında bana herhangi bir şey olursa eskiden nasıl yardım ettiyseniz, bir başka haylaza da yardım edin o parayla. Bu benim vasiyetim ve hepiniz şahitsiniz. Artık kendimi daha iyi hissediyorum.” Ufak servetini taşıdığı keseyi teslim ettikten sonra bir yükten memnuniyetle kurtulurcasına omuzlarını kaldırdı Dan.

Dan parasını almak için geri gelmeden birçok olayın başına geleceğini kimse hayal bile edemezdi hatta neredeyse gerçekten bunun son vasiyeti ve beyanı olacağını da tahmin edemezdi. O sırada Bay Laurie, paraları nereye yatıracağını açıklarken şarkı söyleyen neşeli bir ses duyuldu.

 
Ah, Peggy neşeli bir kızdı,
Heyamola, çocuklar, heyamola!
Jack’ten bir bardak içkiyi asla esirgemezdi,
Heyamola, çocuklar, heyamola!
Ve Jack kükreyen denizlere açıldığında,
Peggy de sadık bir şekilde köyün delikanlısına koşardı,
Heyamola, çocuklar, heyamola!
 

Emil gelişini hep bu şekilde duyururdu ve bir dakika sonra Nat ile aceleyle içeri girdiler. Nat bütün gün kasabada ders veriyordu ve yüzü sevinçle parlayarak bir taraftan arkadaşına bakıyor, bir taraftan da kolunu koparırcasına tokalaşıyordu. Dan, Nat’e ne kadar çok şey borçlu olduğunu minnettarlıkla hatırlayarak borcunu ödemek için biraz sert bir yol seçmişti. İki gezginin bilgi paylaşımında bulunmaları herkesi büyülemiş ve başlarından geçenleri bir çırpıda anlatmaları, oradaki acemilerle ev hanımlarını hayran bırakmıştı.

Bu yeni katılımcılardan sonra ev, neşeli gençler için biraz küçük geldiğinden hepsi verandaya geçip basamaklara yerleştiler, hepsi gece kuşu sürüsünü andırıyordu. Ondan sonra Bay March ile Profesör çalışma odasına çekildi, Meg ve Amy konukların açlığı ve susuzluğunu gidermek amacıyla meyve ve pasta ile ilgilenmek üzere mutfağa geçtiler, Bayan Jo ile Bay Laurie uzun pencerenin yanında oturarak dışarıda süregelen sohbetlere kulak misafiri oldular.

“İşte hepsi buradalar, sürümüzün çiçekleri!” dedi Bayan Jo, önlerindeki gruba işaret ederek. “Diğerleri ya vefat ettiler ya da dört bir yana dağıldılar ama bu yedi oğlan ile dört kız, benim istisnai huzurum ve gururum sayılır. Kate Heath’i de sayarsak hepsi toplamda bir düzine eder, bu genç hayatlara yol göstericilik yapmakla işim başımdan aşıyor.”

“Bazılarının geldikleri yerleri düşünecek olursak ne kadar da farklı olduklarını hatırlıyorum. Ev hayatının da onları çok etkilediğini düşünecek olursak bence şimdiye kadar oldukça tatmin edici işler becerdik.” diye son derece samimi bir cevap verdi. Yeni yeni yükselmekte olan ay hepsinin kafasında eşit şekilde parlamasına rağmen Bay Laurie, onca siyah ve kahverengi kafa arasında gözleri bir tane ışıl ışıl olan kafaya takıldı.

“Kızlar için pek kaygılanmıyorum, ne de olsa Meg onlarla ilgileniyor ve onlara karşı son derece akıllı, sabırlı ve merhametli davranıyor; ki iyi olmamaları için bir neden yok. Ama oğlanlar söz konusu olunca her geçen yıl daha çok ilgi bekliyorlar ve buralardan her ayrıldıklarında, sanki bağlarımız da biraz daha kopuyor gibi geliyor bana.” dedi Bayan Jo, iç çekerek. “Elbette ki büyüyecekler ve onların buralarda kalmaları pamuk ipliğine bağlı, gerçi onun da kopması an meselesi, tıpkı Jack ve Ned’de olduğu gibi. Dolly ve George hâlâ yuvalarına dönmeyi seviyorlar, en azından onlara sözümü de geçirebiliyorum ve bizim sevgili Franz da o kadar merhametli ki asla bizleri unutmaz. Ama dünyada şanslarını deneyecek üç tanesi için canım çok sıkkın ve onlar için endişelenmekten kendimi alamıyorum. Emil’in iyi kalbinin ona doğru yolu göstereceğinden eminim, en azından umarım ve…

 
Sevimli, masum yüzlü bir çocuk gökyüzünde oturuyor,
Zavallı Jack’in hayatına göz kulak olmak için.
 

Nat ilk defa buralardan uçup gidecek ve senin çok etkin altında olmasına rağmen aslında o güçsüz biri, diğer taraftan Dan de hâlâ yabani davranıyor. Korkarım ki dünyanın kaç bucak olduğunu zor yollardan öğrenecek.”

“O gayet iyi bir çocuk Jo. Ama bu çiftçilik projesiyle ilgili biraz pişmanlık duyuyorum. Biraz terbiyeyle centilmene dönüşebilir ve Tanrı biliyor ya, aramızda kalsaydı kim bilir ne hâle gelirdi.” diye cevap verdi Bay Laurie, tıpkı yıllar önce birlikte muzip sırlar paylaştıklarında yaptığı gibi Bayan Bhaer’in sandalyesinin üzerine yaslanarak.

“Pek güvenli olduğunu düşünmüyorum, Teddy. Çalışmak ve onun çok sevdiği özgür hayat, iyi bir insan olmasına yardımcı olacaktır ve terbiye edilmesini ancak bu şekilde sağlayabiliriz, bir şehirde karşılaşacağı kolay bir hayatın tehlikeleriyle beraber. Onun doğasını değiştirmemiz mümkün değil. Ama kendisini geliştirmesi için ona doğru yolu göstermeliyiz. Hâlâ aklına eseni yapıyor ve bunu kontrol altına almalıyız yoksa her şey ters tepebilir. Ben bunu görebiliyorum ama bize olan sevgisi onu koruyor ve biz de o büyüyene kadar ya da yardımcı olacak daha kuvvetli bir bağa sahip olana kadar onu dizginlemeliyiz.”

Bayan Jo, sarf ettiği sözlerinde oldukça samimiydi çünkü Dan’i herkesten daha iyi tanıdığından elindeki tayın henüz tam olarak büyümediğinin de farkındaydı. Ama yine de bir taraftan ümidini korurken bir taraftan da korkuyordu çünkü böyle bir çocuk için hayatın çok zorlu geçeceğini gayet iyi biliyordu. Bayan Jo, Dan’in tekrar kaçıp gitmeden önce sessiz bir anında kendi iç dünyasına anlık bir bakış atmasına izin vereceğine emindi ve işte yakaladığı o anda ihtiyacı olan nasihatleri veya cesaretlendirmeleri söylemekle sözünü noktalayacaktı. Böylelikle uygun zamanı beklemeye başladı, aynı anda bir taraftan da onu gözetliyordu. Umut verici bir tabloyla karşılaştığına memnundu fakat dünyanın Dan’de yarattığı hasarı algılamakta da gecikmedi. Ortalığı karıştıran “deli fişek” oğlunun başarılı birisi olması konusunda çok istekliydi çünkü diğer insanlar, onun başarısız olacağını öngörüyorlardı. Ama insanlara çamur gibi şekil verilemeyeceğini bildiği için ihmal edilmiş bu çocuğun iyi bir adama dönüşeceği ümidiyle kendisini ikna ediyordu ve daha fazlasını istemiyordu. Bu bile fazla beklenti içine girmekti, Dan tutarsız dürtülerle dopdoluydu, güçlü tutkuları vardı ve engel tanımaz doğası âdeta genlerine işlemişti. Hayatı boyunca sadece tek bir şeye düşkündü ve bunun dışında engel tanımazdı. O da Plumfield’ın hatırasıydı. O çok sadık arkadaşlarını hayal kırıklığına uğratma korkusu, prensiplerinden daha güçlü olan gururu aslında arkadaşlarının saygınlığına her daim sahip olma isteğiydi. Tüm hatalarına rağmen onlar da Dan’e hayranlık duyuyor ve seviyorlardı.

“Canını sıkma arkadaşım, Emil vurdumduymaz bir çocuk ve her zaman dört ayak üstüne düşer. Ben Nat ile alakadar olurum, zaten Dan de doğru yolu buldu sayılır. Gidip Kansas’a bir göz atsın ve eğer çiftçi olma planları cazibesini yitirirse her zaman son çare olarak Lo’ya başvurabilir, eminim oralarda büyük işler başarabilir. İlginç olanı da o tuhaf görev için biçilmiş kaftan sayılır ve ümit ederim ki o işi kabul eder. Zalim kimselerle kavga ederek ve ezilenlerle arkadaşlık kurarak içindeki o tehlikeli enerjisini meşgul etmesini sağlayacaktır. Koyun ağılları ve buğday tarlalarıyla uğraşmaktansa bu hayat tarzı ona daha uygun gelecektir.”

“Dediklerinin doğru olmasını ümit ediyorum. O da ne?” Ve Bayan Jo, daha iyi duyabilmek için öne doğru eğildi. Ted ve Josie’nin bağrışmaları kulağına kadar geliyordu.

“Yabani at mı? Gerçek ve canlı canlı mı? Ve onun üzerine binebileceğiz! Dan sen birinci sınıf bir adamsın!” diye haykırdı oğlan.

 

“Gerçek bir Kızılderili kıyafeti, hem de sadece benim için! Eğer oğlanlar ‘Metamora’ rolünü oynarlarsa ben de ‘Namioka’ rolünü üstlenebilirim.” diye ekledi Josie ellerini çırparak.

“Bess için bir bufalo kafası mı? Tanrı aşkına Dan, neden ona öyle dehşet verici bir şey getirdin?” diye sordu Nan.

“Dayanıklı ve doğal bir şeyi model olarak kullanmanın ona iyi geleceğini düşündüm. Eğer şu faso fiso tanrıları ve evcil kedicikleri yapmaya devam ederse asla başarılı olamaz.” diyerek saygısızca karşılığını verdi Dan, en son geldiğinde Bess’in model olarak kullandığı Apollo’nun büstüyle İran kedisi arasında telaşlı bir şekilde mekik dokuduğunu hatırlayarak.

“Teşekkür ederim, onu kullanacağım ama eğer başarısız olursam seni hatırlatması için bufalo kafasını koridora asacağım.” dedi Bess, o taptığı tanrılara hakaret etmesine içerlemişti ama iyi terbiye aldığı için bunu ancak ses tonuna yansıtabilmişti, bir dondurmanın tadı kadar tatlı ama bir o kadar da soğuk.

“Sanırım diğerleri yeni yerleşim yerimizi görmeye geldiğinde sen gelmezsin. Senin için fazla zahmetli mi olur acaba?” diye sordu Dan, prenseslerine hitap ettiklerinde tüm oğlanların yapmaya çalıştığı gibi saygın bir havaya bürünmeye çalışarak.

“Ben eğitim görmek için yıllarımı Roma’da geçireceğim. Bu dünyanın tüm güzellikleri ve sanat eserleri orada, ayrıca bir ömür boyu orada yaşasam bile tadını çıkarmak için yeterli değil.” diye karşılık verdi Bess.

“Tanrıların Bahçeleri ile benim muhteşem Rocky Dağları’nı kıyaslayacak olursak Roma, küf bağlamış eski bir mezar taşına benziyor. Sanatı azıcık bile umursamıyorum ama doğaya tahammül edebiliyorum ve sana öyle şeyler gösterebilirim ki sanırım soluksuz kalırsın. En iyisi sen gel; Josie atlara bindiği sırada, onları model olarak kullan. Bir arada kümelenmiş yüz kadar yabani at, sana saf güzelliği yansıtamıyorsa ben de bu işten vazgeçeceğim!” diye haykırdı Dan, özgür yaşamın yabanıl güzelliği ile canlılığı karşısında heyecan duymaya başladı ve büyük haz aldığı bu yaşam tarzını kelimelere sığdıracak gücü bulamadı kendinde.

“Bir gün oralara babamla geleceğim ve Sen Mark ile Capitol tepesindeki atlardan daha mı güzeller bir bakacağım. Ama lütfen benim tanrılarıma çirkin sözler söyleme, ben de senin yaşam tarzını sevmeye çalışacağım.” dedi Bess, Batı’nın görmeye değer olduğunu düşünmeye başlamıştı, gerçi oralarda ne Raphael17 ne de Angelo18 gibi sanatçılar henüz ortaya çıkmamıştı.

“İşte bu konuda anlaştık! Yabancı bölgelere gitmeden önce insanların kendi ülkelerini tanımaları gerektiğine inananlardanım, sanki yeni dünya keşfetmeye değmezmiş gibi.” diye söze başladı Dan, olanları çoktan unutmaya hazırdı.

“Avantajları olduğu kadar bazı çekinceleri de var. İngiltere’de kadınlar oy kullanabiliyor ama biz kullanamıyoruz. Her türlü iyi şeyde Amerika’nın önünde olmadığımız için utanıyorum.” diye haykırdı Nan. Her türlü reformda ilerici bir görüşe sahipti ve kendi hakları konusunda endişe duyuyordu, ne de olsa bazı hakları elde etmek için savaş vermek zorunda kalmıştı.

“Ay ne olur, tekrar başlama o konuda! İnsanlar her zaman o hususta tartışırlar, birbirlerine ağızlarına geleni söylerler ve asla da hemfikir olmazlar. Sessiz ve mutlu bir gece geçirelim.” diye yalvardı Daisy. Nan ne kadar tartışmaları seviyorsa Daisy de bir o kadar nefret ederdi.

“Yeni kasabamızda istediğin kadar oy kullanabileceksin Nan, belediye başkanı ve belediye meclis üyesi olabileceksin, böylece tüm birimleri yönetebileceksin. Ayrıca her şey dertsiz tasasız olacak yoksa öyle bir yerde yaşayamam.” dedi Dan. Sonra da kahkaha atarak ekledi, “Görüyorum Bayan Terelelli ve Bayan Shakespeare Smith tıpkı eskiden olduğu gibi hiçbir konuda anlaşamıyorlar.”

“Eğer herkes her konuda anlaşsaydı o zaman asla ilerleme kaydedemezdik. Daisy dünya tatlısı biri ama zaman zaman örümcek kafalı olmaya yatkın, bu yüzden onu kışkırtmaktan keyif alıyorum ama göreceksiniz, gelecek sonbaharda benimle gidip oy kullanacak. Şimdilik bizlere izin verdikleri o tek şeyi yapabilmemiz için Demi de bize eşlik edecek.”

“Onları götürecek misin, Diyakoz?” diye sordu Dan, sanki çok beğeniyormuş gibi eski kelimelerden birini kullanarak. “Bu düzen Wyoming’de mükemmel şekilde işliyor.”

“Onları götürmekten onur duyarım. Annem ve teyzelerim her sene gidiyorlar. Daisy de benimle gelir. O hâlde benim ruh ikizim sayılır. Onu arkada bırakmaya hiç niyetim yok.” diyerek Demi kolunu kız kardeşinin omzuna attı. Her zamankinden daha da düşkün olmuştu ona.

Böyle bir bağın ne kadar tatlı olabileceğini düşünerek Dan, onlara efkârlı bir biçimde baktı ve verdiği mücadeleleri hatırlayarak yalnız geçen gençliği, daha da hüzünlü bir hâl aldı. Tom sesli bir şekilde iç geçirerek o an duygusallaşmayı imkânsız kıldı ve sonra da car car konuşmaya başladı.

“Ben her zaman ikizim olsun istemişimdir. Diğer kızlar zalim davrandığında başını yaslayabileceğin ve teselli bulacağın bir ikizinin olması bence çok eğlenceli ve rahat.”

Tom’un karşılık görmeyen tutkusu ailede alay konusu olurken, bu kinaye herkesin gülmesine neden oldu ama Nan, kargabüken otlarını içeren şişesini birdenbire ortaya çıkardığında herkesin kahkahalara boğulmasını sağladı ve sonra da profesyonel bir havaya bürünerek açıklamalarından birini yaptı.

“Akşam ıstakozu fazla kaçırdığını biliyordum. Bundan dört tablet al, hazımsızlığına iyi gelir. Tom her zaman iç geçirdiğinde ve yemeği fazla yediğinde saçmalamaya başlar.”

“Onları alacağım. Bana verdiğin tek tatlı şeyler bunlar zaten.” Ve Tom, kasvetli bir şekilde kendine verilen dozu çiğnemeye başladı.

“ ‘Hastalıklı bir akla kim vaiz verebilir ya da kökleşmiş tasaları kim yok edebilir?’ ” Tırabzanda tünediği yerden Josie, oldukça dokunaklı bir şekilde konuşarak alıntı yapmıştı.

“Benimle gel Tommy ve seni adam edeyim. Haplarını, damlalarını bir kenara bırak ve bir süreliğine tüm dünyada gönlümüzce gezip eğlenelim, bir kalbin ya da bir miden olduğunu bile unutursun.” dedi Dan, her derde deva olan tek bildiği ilacı önererek.

“Benimle gemilere bin, Tom. İyi bir deniz tutması sana iyi gelir ve sert bir poyrazla da hezimete uğrarsın. Bir doktor olarak gel bizimle. Yatacak yerin olur ve eğlencemizin sonu hiç gelmez.”

 
Ve eğer senin Nancy, kaşlarını çatarsa oğlum,
Ve senin mavi ceketinle alay ederse
O zaman yelkenlerini yükselt ve diğer limanlara git,
Oralarda daha sadık bir bakire bulursun.
 

diye ekledi Emil, her sorunu ve tasayı keyifli hâle getirerek bir şarkının fragmanını mutlaka biliyordu ve bunları arkadaşlarıyla paylaşmaktan hiç çekinmiyordu.

“Bunu diplomamı aldıktan sonra düşünebilirim. Bu ölümlü dünyanın üç yılını heba etmeye hiç ama hiç niyetim yok, zaten elimde ne yaptığımı gösterecek hiçbir şeyim de yok. O zamana kadar.”

“Ben asla Bayan Micawber’i terk edemem.” diye araya girdi Teddy, hıçkırarak ağlamaklı bir sesle konuştu.

Tom onu hemen basamaklardan yuvarlayarak aşağıdaki ıslak çimlerin üzerine düşürdü ve bu ufak çaplı kavgaları bittiğinde onların ilgilerini çekebilecek çay kaşıkların çıkarttığı tıngırtıların daha serinletici yiyeceklerin ikram edildiğini ima etti. Eski zamanlarda kızlar erkeklere hizmet ederdi, o da karışıklığa sebebiyet vermemek içindi ama artık genç erkekler, genci ve yaşlısı, bütün kadınlara servis etmek için âdeta yarış hâlindeydiler ve bu ufak detay, zamanla durumların nasıl tersine çevrildiğini açıkça gösteriyordu. Ama ne kadar hoş bir düzendi! Josie bile yerinden kalkmayarak Emil’in ona meyve getirmesine izin verdi, genç kadınlığa attığı adımın her anından zevk alarak. Ama ne var ki Ted, onun pastasından çaldığında bütün görgü kurallarını unutarak parmaklarına vurdu ve böylece cezalandırmış oldu. Evin onur konuğu olan Dan sadece Bess’e hizmet etmekle görevlendirildi, yaşı küçük olmasına rağmen kendi ufak dünyalarında en önemli yere sahipti bu kız. Tom her yiyeceğin en iyisini dikkatle Nan için seçti ama ne var ki şu sözlerle ezildi:

“Ben bu saatte hiçbir şey yemem ve eğer sen de yersen gecenin bir vaktinde kâbuslar görürsün.”

Ve böylece görev aşkıyla acıkma duygularını bastırarak hazırladığı tabağı Daisy’ye vermek zorunda kaldı, kendisi de akşam yemeği olarak gül yapraklarını çiğnemekle yetindi.

Şaşırtıcı miktarda besin değeri yüksek yiyecekleri mideye indirdikten sonra birisi “Haydi şarkı söyleyelim!” diye bağırdı ve böylelikle hoş nağmelerden oluşan bir saat geçirdiler. Nat keman çaldı, Demi kaval çaldı, Dan eski banjoyu tıngırdattı ve Emil de “Bounding Betsy” enkazı hakkında çok efkârlı bir halk şarkısını şakıdı, sonra da hep beraber eski şarkılardan söylediler. Ta ki tüm odanın her yerinde müzik notaları uçuşana kadar ve oradan gelip geçen herkesi gülümseyerek dinlettirip, “Eski Plum bu gece oldukça neşeli.” dedirtene kadar.

Herkes gittikten sonra Dan verandada biraz daha oyalandı, bir taraftan otlaklardan gelen yumuşak ve ılık rüzgârın esintisinin keyfini çıkarıyor, bir taraftan Parnassus’tan gelen çiçek kokularıyla ferahlıyordu. Ay ışığı altında romantizmin tadını çıkarıyorken birdenbire Bayan Jo kapıyı kapatmak için çıkageldi.

“Hayaller âleminde misin, Dan?” diye sordu Bayan Jo, o hassas anın gelmiş olabileceğini düşünerek. O anı ilginç kılabilecek ve kendisine güvenmesini veya şefkatli birkaç söz söylemesini beklerken, Dan’in aniden ona dönerek dobra dobra konuşarak yaşattığı şoku düşünemezsiniz.

“Sigara içmeyi düşünüyorum.” dedi.

Tüm ümitlerinin yıkılmasına rağmen Bayan Jo güldü ve sevecen bir şekilde cevap verdi.

“Evet, içebilirsin ama odanda! Bu arada sakın evi ateşe vereyim deme!”

Belki o an Dan kadının yüz ifadesindeki hayal kırıklığını okudu ya da bir zamanlar oğlan çocuğuyken yaptığı muziplikleri hatırlayıp içine mi işledi bilemiyorum ama yine de eğilip onu öptü ve fısıltıyla “İyi geceler, anne.” dedi. Bu bile Bayan Jo’yu memnun etmek için yetti.

BEŞİNCİ BÖLÜM
TATİL

Herkes ertesi günün tatil olmasından memnundu, bu nedenle kahvaltı masasında biraz daha oyalandılar, ta ki Bayan Jo çığlığı basana kadar.

“Aman Tanrı’m, orada bir köpek var!” Ve kapı eşiğinde büyük cins bir tazı göründü, öylece sessizce duruyor, gözlerini Dan’den ayıramıyordu.

“Merhaba eski dostum! Gelip seni almamı bekleyemedin mi? Yaramaz bir çocuk gibi kaçtın mı yoksa? Bak şimdi, kendi sonunu hazırladın, erkek gibi dayak yemeyi bileceksin!” dedi Dan, köpeği karşılamak için ayağa kalkarak. Köpek de sahibinin yüzüne daha iyi bakabilmek için arka bacaklarıyla şahlandı ve havladı, âdeta itaatkârsızlık yaptığına kızgın bir şekilde itiraz ediyormuş gibiydi.

“Tamam, tamam. Don asla yalan söylemez.” diye ekledi Dan, o koca yaratığa sarılırken. O sırada pencereye göz attığında bir adamın atıyla yaklaştığını gördü.

“Sizi nerede bulabileceğimi bilemediğim için dün gece bütün ganimetlerimi otelde bıraktım. Dışarı gelin ve Octoo ile tanışın, o benim atım, tam bir güzellik abidesi.” Bunu der demez Dan hemen harekete geçti ve yeni geleni karşılamak için tüm aile de peşine takıldı.

Tüm sabırsızlığıyla atın sahibine ulaşabilmek için basamakları tırmanmaya çalıştığını gördüler. Onu getiren adam da dehşete düşmüş, onu dizginlemeye çalışıyordu.

“Gelmesine izin ver.” diye seslendi Dan. “Bir kedi gibi tırmanıyor ve bir geyik gibi atlayabiliyor. Eh kızım, gidip biraz dörtnala koşalım mı?” diye sordu o güzelim yaratık gürültü çıkararak yanına geldiğinde. Dan onun burnunu ovaladı. Pırıl pırıl parlayan dış yüzeyine şaplak attığında neşeyle kişnedi.

“Böyle bir ata sahip olmaya değer.” dedi Ted, hayran hayran baktığında çok hoşnut olmuştu, ne de olsa Dan’in yokluğunda atın bakımını kendisi üstlenecekti.

“Gözlerinden zekâ fışkırıyor! Bıraksan belki konuşacak da!” dedi Bayan Jo.

“Aslında kendince bir insan gibi konuşuyor. Onun bilmediği o kadar az şey var ki. Değil mi, canım kızım?” Ve sanki o ufak siyah atın çok değerli olduğunu göstermek istercesine kendi yanağını atın yanağına değdirdi.

“Octoo ne anlama geliyor?” diye sordu Rob.

 

“Şimşek. Bu ismi hak ediyor, yakında göreceksiniz. Kara Şahin benim tüfeğime karşılık olarak onu bana verdi ve orada burada gayet iyi vakit geçiriyoruz birlikte. Bu kız hayatımı birçok kez kurtardı. Şuradaki yara izini görebiliyor musunuz?”

Uzun yelesinin altında gizlenmiş ufak bir yaraya işaret etti Dan ve ayakta durarak kolunu Octoo’nun boynuna doladı, hikâyesini anlatmaya başladı.

“Bir gün Kara Şahin ile bufalo izi sürüyorduk ama beklediğimiz gibi hemen bulamadık onları, bu yüzden yiyeceklerimiz bitti. Kampımızın bulunduğu Kırmızı Geyik Nehri’nden yüzlerce mil uzaktaydık. Artık mahvolduğumuzu düşünüyordum ama benim cesur arkadaşım dedi ki ‘Şimdi sürüleri bulana kadar nasıl hayatta kalacağımızı göstereceğim sana.’ Ufak bir gölün yanında geceyi geçirmek için atlarımızdan indik, görüş alanımızda bir tane bile canlı yoktu hatta bir kuş bile yoktu. Arazinin millerce ötesini görebiliyorduk. Bunun üzerine ne yaptık dersiniz?” Sonra da Dan, etrafında toplananların yüzlerine baktı.

“Solucan yediniz, Avustralyalılar gibi.” dedi Rob.

“Çim ya da yaprak kaynattınız.” diye ekledi Bayan Jo.

“Yamyamların yaptığı gibi belki karnınızı balçıkla doyurdunuz.” diye tahminde bulundu Bay Bhaer.

“Atlardan birini öldürdünüz.” diye haykırdı Ted, bir şekilde kanın akmasına çok heveslenerek.

“Hayır ama bir tanesinin kanını akıttık. Bakın hemen şurası, bir teneke kaba doldurduk, içine yabani ada çayı ekledik, biraz su ve bazı çubukları tutuşturarak ısıttık. Gayet güzeldi ve iyi uyumamızı sağladı.”

“Herhâlde Octoo pekiyi uyuyamamıştır.” dedi Josie, acısını paylaşan bir yüz ifadesiyle hayvanı okşamaya başladı.

“Hiç umurunda bile olmadı. Kara Şahin’e göre bu hâlde bir atın üzerinde birkaç gün geçirebilirmişiz hatta yolculuk bile yapabilirmişiz ve at farkına bile varmazmış. Bir başka sabah bufaloları bulduk ve kutumda gördüğünüz kafa, benim vurduğum bufaloya ait. Artık onu duvara asıp herkesi korkutup kaçırabiliriz. İnanın çok azılı bir hayvandı.”

“Buradaki kayış ne işe yarıyor?” diye sordu Ted, tek dizgini ve gemi, kemendiyle beraber Kızılderili eyeri incelemekle meşguldü. Atın boynunun etrafına dolanmış deri kayıştan söz ediyordu.

“Düşmana karşı yandan taarruz yapmak istediğimizde, atın arka taraflarına doğru oturup göze batmamaya çalıştığımızda ona tutunuyoruz ve döne döne dörtnala gittiğimizde atın boynunun altından ateş ediyoruz. Sana şimdi gösteririm.” Ve hemen eyerin üzerine atlayan Dan, atıyla beraber basamakların üzerinden sıçradı; büyük bir hızla çimlerden geçti. Bazen Octoo’nun sırtındaydı, bazen yarı gizlenmiş şekilde marsipet ayağı ile kayışa tutunarak gidiyordu, bazen de tamamen aşağı atlayarak atın yanında uzun adımlarla koşuşturarak ilerliyordu. Fazlasıyla eğlendiği belliydi. O sırada Don da peşlerinden koşuşturuyordu, tekrar özgür olup arkadaşlarıyla birlikte olmanın verdiği köpeklere özgü bir coşkuyla.

Mükemmel bir görüntüydü. Üç tane azgın şey oynaşmaktaydı, o kadar yaşama gücü olan, zarif ve özgür ruhlu gözüküyorlardı ki o an için, o düzgün kesilmiş çimler uçsuz bucaksız bir çayıra dönüşmüştü ve bu anlık bakış, izleyicilere kendi yaşantılarının ne kadar yavan ve donuk olduğunu hissetmelerine neden oldu.

“Bu bir sirkten daha güzel!” diye haykırdı Bayan Jo, tekrar bir genç kız olmayı dileyerek. Belki o zamanlar at dedikleri bu zincirli şimşeğin üzerinde dörtnala koşabilirdi. “Nan’in kırılan kemikleri alçıya aldığını öngörebiliyorum, ne de olsa Dan ile aşık atmaya çalışacak olan Ted, her bir kemiğini kıracaktır.”

“Birkaç kere attan düşmekten zarar gelmez ve bu yeni bakım ile haz ona her bakımdan iyi gelecektir. Ama korkarım ki böyle bir Pegasus’a bindikten sonra Tom asla toprağı sabanla sürmeyecektir.” diye cevap verdi Bay Bhaer. O sırada siyah kısrak bahçe kapısının üzerinden atlayarak ağaçlı yoldan âdeta uçarak geldi ve sahibinin tek bir komutuyla heyecan ile titreyerek hemen durdu. Dan attan atlayarak alkış alıp almayacağını görmek için etrafındakilere bakındı.

Oysa alkışı fazlasıyla aldı ve kendisinden çok hayvanın hatırı için memnun oldu. Ted bir ders almak için derhâl yaygarayı kopardı ve kısa bir süre sonra o antika eyerin üzerinde, kendini son derece huzurlu hissetti. Üniversitede gösteriş yapmak için uzaklaşırken Octoo’yu çok yumuşak başlı buldu. Uzaktan koşuyu gören Bess telaşla yokuş aşağı koşuşturdu, hepsi verandada toplandıktan sonra Dan ekspresin kapısının önüne “çöpü bırakır gibi” attığı büyük kutunun kapağını hızlıca çekti. Bu arada bir parantez açarak tam olarak Dan’in kullandığı kelimeleri ödünç almakta mazur görmüyorum.

Genellikle Dan az ama tam teçhizatlı yolculuklar yapmayı severdi ve iyice eskimiş bavuluna taşıyabileceğinden daha fazla eşya koymayı hiç tercih etmezdi. Ama artık kendisine ait biraz parası olduğundan yay ve mızrağı ile kazandığı zafer hatıralarından oluşan koleksiyonunu eve getirip arkadaşlarına hediye etme arzusuna karşı koyamadı. “Bu güveler bizi yiyip bitirir.” diye düşündü Bayan Jo çok tüylü bir kafa ortaya çıktığında. Peşinden kendisi için ayakları altına serilebilecek kurt derisinden yapılmış bir kilim, Profesör’ün çalışma odasına aynısından ama bu sefer ayı derisinden yapılmış olanı ve oğlanlar için tilki kuyruklarıyla bezenmiş Kızılderili kıyafetler dağıtıldı.

Bir temmuz günü için hepsi hoştu ve sıcak tutuyordu belki ama yine de hepsi sevinçle karşılandı. Ted ve Josie hemen giyinip süslendiler, savaş narası atmayı öğrendiler ve savaş baltaları, yaylar ve oklarla evin arazisinde bir dizi ufak çaplı bir kavgaya tutuşarak arkadaşlarını hayrete düşürdüler; ta ki yorgunluk, onların rehavete kapılmasına neden olana kadar. Av kuşlarının kanatları, tüylü pampa otları, Kızılderililerin para olarak kullandıkları boncuklar ve güzelce işlenmiş tespihler, ağaç kabukları ve kuş tüyleri kızları çok memnun etti. Maden filizleri, ok başları ve kabataslaklar ise Profesör’ün ilgisini çekti. Kutu tamamen boşaldığında huş ağacının kabuğuna yazılmış hüzün dolu birkaç Kızılderili şarkıyı da hediye olarak Dan Bay Laurie’ye verdi.

“Her şeyin tamamlanması için üzerimize sadece bir çadır gerek. Akşam yemeği olarak size kavrulmuş mısır ve kurutulmuş et vermem gerekiyormuş gibi hissediyorum, benim cesur çocuklarım. Böyle güzel bir Kızılderili toplantısından sonra kimse kuzu ve yeşil bezelye yemek istemeyecek.” dedi Bayan Jo, uzun koridordaki resmedilmeye değer kargaşayı incelerken. İnsanlar kilimlerin üzerinde yan gelip yatıyordu ve çoğunun üzeri, az veya çok, kuş tüyleri, mokasenler veya boncuklarla süslenmişti.

“Geyik burnu, bufalo dili, ayı eti ve közlenmiş ilik kemiği benim tercihimdir ama değişikliğe her zaman açığımdır, bu nedenle meleyen kuzunla yeşil etini getirebilirsin.” diye cevap verdi Dan. Kutunun yanında, kabilenin ortasında bir reis gibi oturmuş, görkemli tazısı da ayaklarının dibine serilmişti.

Kızlar ortalığı toparlamaya başladılar ama çok da ilerleme kaydettikleri söylenemezdi çünkü dokundukları her şeyin bir hikâyesi vardı, kimi heyecan verici, kimi komik, kimisi de çılgıncaydı ve bu nedenle akıllarını işlerine vermekte zorlandılar, ta ki Bay Laurie, Dan’i alıp oradan uzaklaştırana kadar.

Bu o yaz tatilinin başlangıcı olmuştu ve o çalışkan toplumun sessiz geçen hayatında Dan ve Emil’in yuvalarına dönmeleriyle çok hoş bir his uyandırmaları görülmeye değerdi, zira herkesi şenlendiren taze bir esintiyi de beraberlerinde getirmiş gibiydiler. Üniversite öğrencilerinin çoğu tatillerde orada kalıyorlardı ve Plumfield ile Parnassus kaldıkları bu günlerde ellerinden geldiği kadar onlar için hoş vakit geçirmelerini sağlamaya çalışıyorlardı çünkü çoğu farklı eyaletlerden geliyordu, kimisi de fakirdi ve evlerine gitmek için durumları pek elverişli değildi, bu nedenle bizimkiler onların gelişimi ve eğlenceleriyle ilgileniyorlardı. Gerek erkeklerle gerek kızlarla Emil çok çabuk ahbap olabilecek bir yapıdaydı ve bir denizci gibi çılgınca eğlenmeyi biliyordu ama ne var ki Dan üniversitenin iyi aile kızları karşısında korkuya kapılıyor ve aralarına girdiğinde çok sessiz davranıyordu, tıpkı bir kartalın bir güvercin sürüsünü izlediği gibi onları süzüyordu. Ne var ki erkeklerle daha iyi geçiniyordu ve onların kahramanı oluvermişti. Mertçe elde ettiği başarılarını takdirle karşılamaları Dan’e iyi geliyordu çünkü eğitimdeki eksikliklerinin fazlasıyla farkındaydı ve sıkça merak ederdi o ders kitaplarında onu tatmin edecek bir şeyin olup olmadığını, yoksa görkemli doğanın örneklemelerle gösterdiği kapsamlı incelemeleri mi daha yararlıydı? Sessiz duruşuna rağmen kızlar onun iyi yanlarını görmekte gecikmedi ve “İspanyol” adını taktıkları bu çocuğu büyük bir beğeni ile dikkate alıyorlardı. Aslında kömür karası gözleri konuşmasından daha dilbazdı ve bu iyi niyetli gençler cana yakınlıklarını çok değişik ve cazibeli yollarla göstermeye çalıştılar.

17Raphael Sanzio, kısaca Rafael olarak bilinen Rönesans Dönemi’nin İtalyan ressamı ve mimarıdır. (ç.n.)
18Michelangelo, İtalyan Rönesans Dönemi ressam, heykeltıraş, mimar ve şairdir. (ç.n.)
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?