Unutmağa Kimse Yok

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Köye geldiği ilk akşam
Mübariz Efendiyle tanışlık

Akşamüzeri hava tam kararacakken muhtarlığa ancak yetişebildi. Araba hırlayarak (“hırp”) sesini hepten öylesine kesti ki sanki bu demir yığınından bir daha hiç ses çıkmayacaktı.

Tek katlı, az biraz da yamuk gibi görünen (aslında yapımına başlanırken okul binası olarak düşünülmüştü) muhtarlık binasının kapısında üzerine eski ama temiz bir kareli ceket giymiş, uzun burnu ve yüzü gözü ter içinde –yetmiş, yetmiş beş yaşlarında– bir adam durmuştu; sanki özellikle onu bekliyordu. Adam gürültüsü âlemi başına götüren bu garip arabadan çıkan F. Q.’yi meraklı bakışlarıyla inceleyip, eski dostlarmış gibi selamına bir hayli sıcaklıkla cevap verdi ve boynun terini mendille silerek tatlı tatlı konuştu:

“Merhaba, merhaba, hoş geldin? Galiba uzaktan geliyorsun? (“Şehirden geliyor”). İyi yetiştin, ben de şimdi çıkıp gidecektim. Geri dönelim. Gel, gel, bu taraftan gel.”

Mübariz Efendi (kapıda bekleyen bu adam elbette köyün muhtarı Mübariz Efendinin ta kendisiydi) yeniden – bu defa F. Q. ile beraber – bu tek katlı binanın koridorunda geriye doğru yürüyerek sağ taraftaki ikinci kapının önünde durdu. Az önce kilitlediği kapıyı açarıyla açtı ve önce ısrarla F. Q.’yi içeri (az kalsın iterek) soktu, sonra kendisi içeri girdi ve sokağa bakan tek pencere azacık açıp pencere önündeki masanın arkasına oturdu:

“Otur, böyle, buraya otur. Sıcağı görüyorsun, bu akşam çok sıcak var” dedi ve mendili yine yüzüne boğazına sürdü.

Bu sıcakta böylesine kalın bir ceket giyinen muhtar Mübariz Efendinin uzun burnundan, sağ ayağıyla hafiften aksamasından ve keskin, çok keskin bakışlarından başka akılda kalabilecek, hafızaya kazınabilecek bir özelliği yoktu herhalde. Evet, bir de ısrar etmeği seviyordu. Mübariz Efendi ilk bakışta bir miktar da gizemli bir kişiydi, gizem içindeydi.

F. Q. sandalyeyi alıp Mübariz Efendinin karşısına oturdu. Sandalye tam ortadaydı, sağda solda hiçbir şey yoktu, etrafın çıplak bir görüntüsü vardı, bu yüzden F. Q. Mübariz Efendinin karşısında bir sanık görüntüsü verdi.

“Hoş geldin.” Mübariz Efendi F. Q.’yi meraklı bakışlarla gözden geçirerek bir daha içtenlikle selamladı. “Ben Mübariz, köyün muhtarıyım, anlaşılan uzaktan geliyorsun, sana bir yardımım dokunabilir mi evladım?”

“Hoş bulduk, Mübariz… Hoca… Benim adım F. Q. Size Profesörden selam getirdim, bir de bu mektubu” diye F. Q. elindeki mektubu ona uzattı.

Mübariz Efendisanki daha bir canlandı, Profesörün adını duyunca bakışları biraz daha yumuşadı, F. Q.’ye neredeyse nevazişle bakmaya başladı. “Evet, o iş için gelmiş, bu da yazıyı okumaya gelmiş.” Yeni ilginç sohbetler, köy şehir dedikoduları, tarihe ve özellikle de eski tarihi köklere götüren tüneller, halkımızın gelenekleri ve bunların unutulma endişesi… Daha neler neler, sorular, sorular, tatlı tartışmalar, muhatapların kıyasıya sıkıştırılması… Ve sonunda elbette ki yine de merhametli Mübariz Efendinin içtenlikle sarf ettiği: “Sizin ne suçunuz var ki, sizin bir suçunuz yok” gibisinden hiçbir anlam ifade etmeyen sözler. Bütün bunların çok yakın bir gelecekte yaşanma ihtimali Mübariz Efendiyi kendisi de farkında olmadan heyecanlandırdı.

“Selam getiren de sağ olsun, selam gönderen de.” Elinde F. Q.’nin uzattığı mektubun orasını burasını bakışlarıyla inceleyen Mübariz Efendi aniden sert bakışlarını onun tam gözlerinin içine dikip durdu, deminki canlılığı nereye gitti, nasıl kaybolduysa bu defa gayet ciddi bir tavırla sordu:

“Yazıyı okumaya mı gönderdiler seni de? Çiçekli yazıyı diyorum, okumaya mı geldin?”

Genç adam: “Ne bileyim, bakalım, inşallah…” dercesine gülümsedi. Mübariz Efendi ise kafasını anlamlı biçimde sallayarak “eveet” diyerek ciddiyetini bozmadı ve mektubu açıp ağır ağır (dudaklarını sessizce oynatarak ve bir hayli ağırdan alarak) içinden okumaya başladı.

Yol yorgunluğu üzerinden atamayan F. Q. ise Mübariz Efendinin onu böyle (bilerekten mi acaba?) oyalamasının nedenlerini anlayabilmiş değildi. F. Q. Mübariz Efendiyi, Behram Emmiyi Profesörün sohbetlerinden biliyordu. Daha iki gün önce Profesör seyahatle ilgili son talimatlarını verdiğinde: “Mübariz ile Behram çok iyi insanlardır, onlar senin sıkıntı çekmene müsaade etmezler. Behram’ın evinde kalacaksın. (“Madem öyle bu adam ne bekliyor?”). Mağaraya en yakın ev onun evidir. Kendisi de dolu bir adamdır. (“Yeter, kalk ayağa gidelim”). Bu mektubu ise Mübariz Efendiye vereceksin. Ne problemin olsa onları ilgilendirir… Okumak yazmak ise senin işindir. Son ümit olarak artık sadece sen varsın. Bu son ümittir, bu defa da olmazsa… Bir çizik yukarıdan (üstten), bir çizik de aşağıdan (alttan) atacağız… Çiçekli yazının demek ki bizimle bir ilgisi yokmuş. Son ümit sensin, bunu iyice belle.”

Köyün muhtarı Mübariz Efendiye bu mektubu Dil ve Düşünce Enstitüsü başkanı, yıllar önce ordinaryüslüğe yükselen ve herkesin her zaman büyük bir sevgiyle “Profesör” hitap ettiği, modern Azerbaycan dilbilimine büyük katkılarda bulunmuş olan Mehmet Ali Hoca kendisi bizzat yazmıştı. Aslında bu mektup güven ifadesi gibi bir şeydi. Öyle bir dille yazılmıştı sanki tek bir kişiye değil köy halkının tamamına hitap ediyordu. Profesör, Mübariz Efendiye ve köy halkına genç bilim adamı F. Q.’nin büyük bir sorumluluk gerektiren önemli bir memleket meselesini halletmek için devlet tarafından görevlendirilmiş olduğunu anlatıyordu. Bu genç bilim adamının Çiçekli yazıyı deşifre (“deşifre?”) ederek okuması için köy halkının elinden geleni esirgememesi lazım. “Çok büyük bilim adamları genç araştırmacı F. Q.’ye çok güveniyor ve onun önerdiği deşifre (çözüm) yöntemini destekliyorlar.”Mübariz Efendi bu cümleye geldiğinde F. Q.’yi bakışlarıyla bir daha ama bu defa özel bir sempatiyle baştan ayağa süzdü. Profesör mektubunda neredeyse bu yöntemin öteki yöntemlerden farklarına yönelik bilimsel açıklamalar da yapmaktaydı (yine kaşları çatıldı Mübariz Efendinin). Son paragrafta ise arzu ve beklentilerini ifade etmişti. Çiçekli Yazının kesinlikle okunması gerekir, çünkü bu yazı halkımızın tarihiyle ilgili birçok karanlık hususları aydınlatabilir ve aydınlatmalıdır. Ne bileyim, bu defa bu iş nihayet sonlandırılmalıdır, daha önceki iki girişimin başarısızlığı bizi (burada ‘bizi’ derken Profesör kimleri kastediyordu; köy halkı da bu çerçeve içinde miydi yoksa sadece şehirdekiler mi söz konusuydu acaba), evet aynen böyle de yazmıştı: “Bizi…” Mübariz Efendi mırıldanıp bir az daha ciddileşti, kendini topladı: “Sorumlu olmak durumdayım.” Önceki girişimlerin ikisini de çok iyi anımsıyordu; o girişimler daha başından onun içine sinmemiş, uzman adı altında gelen kişilerden daha ilk andan itibaren sıdkı sıyrılmıştı Mübariz Efendinin. Şimdi de bu genç adam, bu F. Q. “Kendinden çok emin birisine benziyor.” Neyse, Profesör devam ediyordu: “İlk girişimlerin başarısızlığı bizi (!) yıldırmamalıdır; ülke kamuoyu bizden (yine bizden!) başarı bekliyor vs. Böyle işler, selametle kalın, sağlık, başarılar, yardımlar için önceden teşekkürler ve deBakü’ye uğradığında görüşebilmek dilekleri. Mektubun sonunda bu muhterem zatın imzasının altında irice ve gösterişli (ki kendi kullandığıyla hiç kıyaslanamazdı ve bu noktada Mübariz Efendi hafiften imrenmedi değil) bir mühür de basılmıştı. Mektuptaki içten ve sıcak ifadelerin onu okuyan kişiyi şaşırtmaması ve ciddiyetini törpülememesi, tam tersine sorumluluğunu kamçılaması için büyükçe yapmışlardı bu mührü.

Mübariz Efendi gizli bir haset duygusuyla mührün orasını burasını biraz daha inceledi, yuvarlağın etrafındaki karışık yazıları okumaya çalıştı ama olmadı, sonunda derin bir nefes alıp (içini-çekip): “Böyle” dedi, “Böyle işler.” Mübariz Efendi bu uzun mektuptan bu kısaca ibareyi telaffuz ederek, mektubu özenle büktü ve usturuplu bir şekilde masanın çekmecesine bıraktı. “Evet, böyle işler…Konu anlaşılmıştır. Profesör nasıl, iyi mi?” Mübariz Efendi aslında bir yanıt beklemeden sordu bu soruyu. Kafasında ise F. Q.’yi evine daha ilk günden götürse ve bir “sınav” yapsa mı (“bu nasıl yapacak, okuyabilecek mi acaba?) yoksa aynen mektupta yazıldığı gibi ta ilk günden götürüp Behram Emmiye teslim etse mi iyi olur sorusu dolaşmaktaydı.

“İyidir. Herkes iyidir, herkesin selamı var.” Bu defa F. Q. biraz sabırsızlanarak yanıtladı soruyu.

“Böyle… Sabırsızdır.” Sinirleri çelikten olan Mübariz Efendi sorularına rahat rahat devam etti: “Şehirde ne var ne yok? Şehir değişiyor mu, değişmiyor mu?” Daha sonra onu dikkatle gözden geçirip: “Sen hiç köy gördün mü?” diye sordu.

Mübariz Efendi deminden beri F. Q.’nin oturuşuna, yürüyüşüne, duruşuna dikkat ediyordu, sonunda sorusunu sordu. Dayanamadı: “Aklım bir şey almadı.”

“Şehirdir, işte. Yerinde duruyor, ne bir yere gidiyor, ne değişiyor.”

Esas soruya ise (Sen hiç köy gördün mü?) yanıt vermedi F. Q. “Hayır, bu adam hiç köy görmemiş, ilk defa geliyor. Dik kafalıdır, insanın gözünün içine bakıyor, kimseden sakınmaz, az biraz da, o ne canım basbayağı kibirlidir. Yetenekli genç araştırmacı.” Çok zor fark edilebilen alaylı bir gülümseme yanıt gibi gelip kondu muhtarın ince dudağının ucuna ve açıkça yalancı bir dinçlikle ama asık bir suratla yüzüne bakan F. Q.’ye bu “masum” sorusunu bir daha tekrarlamaya karar verdi:

“Diyorum bu zamana kadar hiç köyde bulundun mu?”

Mübariz Efendi F. Q.’nin “züppece” yanıtını (“Şehridir işte, yerinde duruyor”) sanki hiç duymadı, “genç araştırmacının” canının sıkılıp sıkılmadığı, yorgun olup olmadığı anlaşılan hiç umurunda değildi: “İşte, galiba afallamaya başladı bu yetenekli (!) genç bilim adamı.” Muhtar sorduğu soruya net bir yanıt alıncaya kadar el çeken birisine hiç mi hiç benzemiyordu. F. Q. memnuniyetsizlikle kafasını salladı, açıkça yakasını kurtarmak için:

“Bulundum, bulundum. Halk ağzından söz derleme çalışmalarına katıldım öğrenciyken… Halk deyimleri, özlü sözler, türküler… Her yerde farklı olur” dedi. Bir çırpıda söyledi.

“Çok iyi, çok güzel.” (Belki şimdilik bu kadar yeter). “Evet, o zaman senin işin o kadar da zor olmaz. Köy dediğin can sıkıcı bir yerdir.” Mübariz kişi sesinde gizli bir keder dikkatle F. Q.’ baktı.

 

“İş çok, can sıkıntısına imkân olmayacak.” (Sıkılmak ha?)

Bu sözlerden sonra yine morali bozuldu Mübariz Efendinin. Adamakıllı, nasıl derler, içi sıkıldı. Diyalog kurulamıyordu. “Kibirli çocuktur ama.” Bir şeyi kesinlikle anlayamıyordu; F. Q.’nin böylesine dik kafalılığı (gizliden gizliye de olsa), çalımı, bu kibir (daha doğru bir sözcük bulmak çok zordu, elbette ‘kibir’di bunun adı) neden moralini bozmaya başlamıştı? Beyninin derinlerinde acı veren (neden acı veren) bir duygu doğmaya başladığını hissediyordu. Kıskançlık duygusu. Çiçekli Yazıyı bu çocuğa mı kıskanıyor? Neden matem havasına bürünüyüordu? İçini, kalbini sanki bir kurt kemiriyordu. Nedeni ise bilinmiyordu. “Ruh konusunda Behram kendisi onu uyarır. Grek görürse. Bana ne?”

Serin bir esinti gelip doldu pencereden içeriye ve beraberinde ani bir ışık topağı da getirdi bu esinti. F. Q.’nin yüzü aydınlandı, ama çabucak da kayboldu bu aydınlık. F. Q. bir sigara aldı, kibriti yaktı ama sigarayı tutuşturmadı, kibrit çöpü parmakları arasında dolaşıp sonunda tamamen yanarak simsiyah kesildi.

“Bakarsın, olur ya.” İlk defa bu zaman F. Q.’nin aydınlanan yüzünü gizli gizli inceleyen Mübariz Efendinin içine doğdu… Bu çatık kaşlı genç Çiçekli yazıyı okuyabilir. İlk defa o an F. Q.’yi yazıyı okuyabilecek birisine benzetti; gözleri ışıl ışıl olup kibrit çöpünün yanmasını izlerken… “Bunun gibisi hırsından okur, vazgeçmez.” Aklından geçen bu düşünceden irkildi: “Ya sonra? Peki, sonra ne olacak?” Yazı okunduktan sonra biz kime lazımız ki? Ama bak şimdi ne biçim mektuplar döşeniyorlar?”

“Behram Emminin evi hangi tarafta, birsi gösterseydi.” F. Q. yanıp bitmiş kibrit çöpünü çöp kutusuna fırlattı, sigarayı yeniden pakete yerleştirdi ve sohbeti bitirmeyi denedi. Yol yorgunluğu yavaş yavaş hissettiriyordu kendini. “Bir avuç su vurabilseydim yüzüme”

“Acelen mi var?” (Çok da sabırsızdır). “Acele etme, kendim götüreceğim seni.” Hâlâ tüm varlığıyla kendini sevinmeğe zorlayamayan Mübariz Efendi (bir şeyler canını sıkıyor, sıkıyor gerçekten) aniden pencereye bakıp ayağa kalktı: “Profesör sana her türlü yardım etmemizi istiyor. Boynumuzun borcudur. Hadi gidelim.”

Bunu duyunca içtenlikle konuştu F. Q., içtenlikle:

“Sağ olun, çok sağ olun” dedi, Mübariz Efendi ayağa kalkınca kendisi de kalktı ve böylece Mübariz Efendinin odadan dışarı çıkmak kararını kesinleştirdi. “Bir de bakarsın kararını değiştirir. Hiç halim yok şimdi seninle uzun uzun konuşmaya. Tüm sorularına yanıt vermeğe vallahi halim yok.”

* * *

Mübariz Efendi ve peşinden de F. Q. muhtarlığın küçücük bahçesine çıktılar. Hava daha tam olarak kararmamıştı. Mübariz Efendi önce F. Q.’nin ön tekerleklerini yaşlı Karaağaç kütüğüne dayayıp duruyormuş gibi görünen yamuk yumuk eski arabasına gözünün ucuyla bakarak: “Bu ne ya, yani şehirden buraya kadar gerçekten kendimi gelmiş?” dedi içinden.

“Onu bırak, orada park yeri yok. Yayan gideceğiz.”

“Olur.” F. Q. öğretmeninin sözünden dışarı çıkmayan disiplinli bir öğrenci gibi arabanın arka kapısını açtı, arka koltuktaki yeşil bavulu aldı, arabanın camlarını kapattı, “alalı”nın kendi içine kapandığına emin olduktan sonra:

“Ben hazır” dedi, çantayı sol omzuna taktı (ağır olduğunu fark edince sağ omzuna aldı) usluca bekledi… Nasıl olsa Mübariz Efendi aksakallıdır, öne geçsin, yola koyulsun, o da arkadan takip etsin diye düşündü.

Onu çaktırmadan gözetleyen Mübariz Efendi ayağını hafiften sürükleyerek yola koyuldu. Yol önce Kehrizli ark boyunca uzayıp gidiyordu; sonra azacık sola dönecek ve gidip çıkacaktılar Venk dağının tam eteğine kadar uzanan köy yoluna. Mübariz Efendi şaşkındı. Konuşmak hevesi yol giderken kendiliğinden uçup kaybolmuştu, öteki yandan susmayı da doğru bulmuyordu. Açık kalpli tüm köylüler gibi, beraber yol giden iki kişinin, hele bunlardan birisi buralarayabancıysa, misafirse, yol giderken kesinlikle konuşmaları gerektiğini düşünüyordu. Yine cebinden mendil çıkarıp boynunun terini sildi, boğazını temizleyip, eliyle köyün bu noktasından bakıldığında çok da korkunç görünmeyen (devler kaybolmuştu, havaya karışmıştı) Venk dağını gösterdi, kısa kesti:

“Behram’ın evi dağın tam eteğindedir. Daha yolumuz var.”

F. Q. konuşmadı. Yolu geçip Kehrizli arka doğru gittiler. Yol boyunca bilerekten F. Q.’nin yüzüne bakmayan (neden, niçin?) Mü-bariz Efendi konuşmak hatırına deminki konuyu devam ettirdi:

“Bu yazıyı diyorum, yani bunu okumak o kadar mı önemli? Sen üçüncü kişisin gönderdikleri, seninle üç oldu. Demek ki önemlidir” diye Mübariz Efendi kendi sorusunu kendisi yanıtladı. (“Profesör boşuna telaşlanmaz”). “Yani sizin oralarda başka önemli işleriniz yok mu?” Mübariz Efendi dupduru, gökyüzü rengindeki gözlerinin dibinde kurnaz ve yapay bir saflık, ama yine aynı ısrarlı tavırla başını dönüp F. Q.’nin yüzüne baktı. Uzun burnunun ucunda ter damlaları teker teker sıralanıp duruyordu.

Yorgun, aç ve susuz F. Q. kendi de anlamadı neden ağzından tam da şu sözlerin döküldüğünü:

“Öyle görünüyor.”

Mübariz Efendi F. Q.’nin “öyle görünüyor” sözlerini aslında kendisinin henüz dile getirmediği soruya bir yanıt olarak kabul etti ve o an gerçekten şaşırdı. “Benim düşüncelerimi okuyor. Boşuna göndermemişler. İçime doğmuştu, bununki ilahi vergidir.” Bu defa boynunun arkasını mendille değil, eliyle sildi, sonra hafiften sıvazladı.

Kehrizli yol ile biraz daha yürüyüp sola döndüler. Artık bu yol doğrudan Behram Emminin evine (Venk dağının eteğine) gidiyordu. Kehrizli yol üzerinde bulunan ve altından suların sessiz sakin akıp gittiği küçük köprüden geçtiler. Sol tarafta, kehrizin kenarında iki ufak ve zayıf kız çocuğu, üzerlerinde allı güllü geniş etekleriyle birbirinden üç dört metre uzakta, her biri de önüne bir yığın bulaşık koyup onları kehrizin sularında yıkamaya hazırlanıyorlardı. Bu zayıf kız çocukları kardeş gibi birbirlerine benziyorlardı; ikisi de kara kuru, saçları dağınık, çıplak ayakları kirli çamurlu… Bu kızlar on, on iki yaştan fazla değillerdi. Anlaşılan bu “kardeşler” küstüler. Ark boyunca birbirinden yeterince uzakta her birisi kendi bulaşıklarını önüne dağ gibi yığmıştı. Biri diğerine bakmak bile istemiyor, yüzlerini ters yöne tutmaya gayret ediyor ve ortalıkta görünmeyen “üçüncü” kişi aracılığıyla konuşmaya çalışıyorlardı: Güya bu “üçüncü kişi” bunların hırslıöfkeli sözlerini birinden alıp ötekisine aktarmalıydı. Onların bu öfkeli konuşmaları F. Q.’ne çok ilginç ve komik geldi.

“Ona deyin, bulaşıklarını alsın hemen gitsin. Burası benim yerimdir, yoksa…”

Öteki kızın hiç umurunda olmadı bu tehdit:

“Ona deyin, bulaşıklarım ne zaman biter o zaman da giderim. Yer kimsenin değil. Yerin adı yok.”

Küs kızlar hırsla ark suyuna basıp yıkamaya başladılar bulaşıklarını. F. Q. ki dilbilimciydi, onun dikkatini bu “yerin adı yok” sözü çekti ve bu tartışmanın devamını da dinleyebilmek için adımlarını yavaşlattı. Bu kızların birbiriyle böylesine tavır koyarak konuşmalarının bir nedeni olduğu açıktı; bunlar kesinlikle ya komşu idiler ya da aynı sınıfta okuyorlardı, ama arkadaş oldukları kuşkusuzdu. “Vay, vay, bunlara bir bak” F. Q.’nin dudak uçlarında bir gülümseme göründü. Mübariz Efendi kendi içine dalmış çevreye aldırmadan gidiyordu, kızlar umurunda bile değildi. Aslında onlar da kızların umurlarında değildi, zira kızlar fena halde birbirlerine takmışlardı. Bu tartışmanın sonunu köprüden artık iyice uzaklaşmış olan F. Q. kulağının ucuyla belli belirsiz işitebildi:

“Kim ilk geldiyse yer onundur. Yerin adı yok. Ona deyin ki yer gök yıkılsa da ben Ahmet’i unutacak değilim.”

“Ona deyin ki yer gök yıkılsabile ben de Ahmet’i unutacak değilim. Bir de ona deyin ki benim işim acildir, bu akşam Cebbar öğretmen bize misafir gelecek. “Cebbar Öğretmen” adı özel bir iftihar ve gururla seslendi. “Anlaşıldı. Bunlar Ahmet her kimse onu paylaşamamışlar.”

“Ona deyin ki benim işim daha acildir. Babam bu akşam yemeğini evde bizimle beraber yiyecek.”

Ark kenarındaki kızların ve yıkanan bulaşıkların hırslı ve şakırtılı sesleri artık işitilmez oldu. Yanından geçtikleri bahçede bir ağaçta iki serçe hasretle birbirine kısılıp öylece kalmışlardı, bu defa onların ötüşü kızların sesinin yerine geçti. Serçelerin sesine neredense gelen sığır böğürtüleri karıştı. Köpekler geri kalır mı “ses verip” bir iki ağız havladılar. Artık karanlık hızla çökmeye başlamıştı. F. Q. deminki allı güllü geniş etekli kızın söylediği “yerin adı yok” sözünü beyninde çekiştire çekiştire: “Yerin adı var mı yok mu? Mekânın adı o mekânı anlamak bağlamında bize ne verir?” sorusuna dönüştürmedi mi dönüştürdü ve yanı başında ayağını çekerek yürüyen, mendilini cebine koymadan sık sık yüzünün, boynunun terini silen Mübariz Efendiyi aniden ve kesinlikle unutarak ta Behram Emminin evine kadar kafasında bu soruyla (“ne alaka?) boğuşa boğuşa gitti. Mübariz Efendi yanında Karadeniz’de gemileri batmış gibi suratını asmış yürüyen F. Q.’ye alttan alta dikkat ediyor, olası kuşkulara son vermek istiyordu, ama içine doğmuştu: “Bu okuyacak.”

* * *

Behram Emminin köyün yukarı başında arkasını Venk dağına dayamış evini görünce F. Q. ona içinden“çoban kalpağı” adını taktı. Yatmış devin karnı altında bir “çoban kalpağı”. “Kızcağız haklı değilmiş, yerin adı var; en azından bir adı olmalıdır, yoksa o yer, yer değil.” Mübariz Efendi başıyla (belki de uzun burnuyla) evi gösterdi, soluklanıp durdu. F. Q.’yi dürttü. Bavulunu artık uyuşmuş olan sağ omzundan eline alan F. Q. yol arkadaşının “çoban kalpağına” gizli bir kıskançlıkla baktığını sandı.

“İşte avlu, kendisi de avludadır.”

Eve yaklaşıp dikenli çitin ortasında bulunan ama bu çitten pek de seçilmeyen kapıyı Mübariz Efendi açmak istediğinde kapı aniden ve kendiliğinden açıldı. F. Q. şaşırmaya zaman bile bulamadı, kapının öteki tarafında kafasında (tam tepesinin ortasında) alalı bir takke, üzerinde uzun kollu kare desenli gömlek olan, uzun boylu yaşlı bir adam göründü. Bir hayli munis ve halim ifadeli yüzü vardı, sesi de halim yüzüyle tam bir uyum içindeydi. Bu adam onları bekliyordu.

“Ya, siz hoş geldiniz. Buyurun. Geçin, geçin.”

Başında takke, sırtında kürk bir yelek, beyaz sakalını kaşıya kaşıya Behram Emmi bir kenara çekilip misafirleri avluya aldı. “Şehirden gelmişe benzedi.”

Mübariz Efendi zor fark edilen bir babacanlıkla F. Q.’yi bir kolu ile az kalsın zorla kucaklayarak kendinden önce avluya soktu. Behram Emmi kapıyı kapattı, sürgüsünü çekti ve o an kapı yeniden dikenli çitin bir parçası haline geldi. Avlunun ortasında büyük bir ağacın (Karaağaç’ın) altında geniş bir kanepeye benzeyen, zaten kanepe olarak kullanılan, yarı yuvarlak bir iskemle, karşısında düz kare bir tahta masa vardı. Behram Emmi konuklarını tam ağacın altına buyur etti.

“Gel evlat, geç otur. Mübariz, geç, buraya geç. Oturun, oturun. Ben şimdi…”

Behram Emminin sesindeki nevazişi akşamüzeri Venk dağının bu avluya “özel olarak” gönderdiği serin esinti gibi hissetmemek mümkün değildi. Sonralar F. Q. dikkat edip gördü, Behram Emmi ciddiyken de mavi gözlerinin dibindeki nurlu tebessüm hiç eksik olmuyordu; gözlerinin dibinde sanki çırayanıyordu.

Artık her yan karanlıktı. Evin ışığı zayıf olsa da Karaağacın altına kadar aydınlatıyordu. İki dakika oldu ya da olmadı, Behram kişi elinde servis tabağı (sini), tabağın içinde (sinide) çay bardakları evden dışarı çıktı. Terasta kaynayan semaverden (“Semaveri ne zaman ateşledi?”) demliye su aldı, “şimdi, hemen, hemen” diye mırıldanarak getirip “Ufaklık” diye ad taktığı bu kocaman (azman) ağacın altındaki düz kare biçimli masanın üzerine bıraktı tabağı (siniyi).

Tam iki yıl önce, kendisi azacık şaşırıp kalsa da köy içinde gururlanarak dolaşan Behram Emminin evi de bahçesi de Dil ve Tefekkür Enstitüsü çalışanları tarafından “istila” edilip asıl “askeri karargâh” haline gelmişti. Venk dağının tam göbeğinde, yüz yıllardan beri dağı bir kuşak gibi saran, ömür boyu üzerine basıp geçtikleri patikanın sağ tarafında (sol taraftaki kaya parçası Behram Emminin evinin üzerine uzanan o kuzgun gagası idi) bir mağara bulunmuştu. Mağaranın içinde dört duvar boyunca garip işaretler görmüş ve elbette ki bu işaretler konusunda gereken yerlere bilgiler iletilmişti. Bu bilgiler dönüp dolanıp sonunda Dil ve Tefekkür Enstitüsüne kadar ulaştı.

Önce Enstitüden birkaç kişi geldi. Mağaraya yakın olması nedeniyle (mağaraya ilk giren kişi de bir başkası değil ta kendisiydi) Behram Emminin evine yerleştiler. İşini gücünü bir günlüğüne bırakan Profesör de kalkıp şehirden buraya gelmişti. İşte o zaman görecektin Behram Emminin gururunu ve Mübariz Efendinin suratının mosmor oluşunu. Ne kadar ısrar etse de Profesör hangi stratejik (bizzat kendisinin kullandığı sözdü– stratejik) gerekçeler yüzündense Behram Emminin avlusundan dışarı çıkmamıştı (belki Behram Emminin yalnızlığı, bu kadar konuksever oluşu hoşuna gitmişti, belki başka bir sebep vardı… Kim bilir?). Profesörün bu kişiye rağbeti açıkça ortadaydı, gece yarısından sonraya kadar devam eden sohbet sırasında ona içini açarak şöyle demişti:

 

“Behram, bu yazının okunması çok önemlidir, bunu sana diyorum çünkü görüyorum sen beni anlıyorsun; neyin pahasına olursa olsun onu okumamız lazım… İnan bana bunun için hayatımı bile veririm.”

Behram Profesörün bu azmine hayran kalmıştı, bu hayranlık yüzünde, gözünde, hareketlerinde, sözlerinde açıkça görülür, hissedilirdi. Behram’ın Venk dağıyla ilgili anılarını ilgiyle dinleyen Profesör “bu adam asıl sır dağarcığıdır” diye düşünmekten kendini alamıyordu. O geceden sonra Behram’a özel bir saygı göstermeğe başladı, köydeki tüm işlerini onun vasıtasıyla ve yardımlarıyla yapmaya karar verdi. Mağaraya yazıyı incelemek için gelenler Profesörün yönlendirmesiyle doğrudan Behram Emminin evine gelmeğe başladılar. İlk konuklar da Behramlarda kaldılar ve mağaradaki yazıların resimlerini çektikten sonra (bu resimler onların üzerinde başka koşullarda, masabaşında, misal şehirdeki Enstitüde çalışabilmek içindi) şehre geri dönünce Behram Emmi avludaki Bozlar adlı köpeğini gizemli bir tavırla alıp mağaranın içinde bir köşeye bağlamıştı zincirle. “Fazla giren çıkan olmasın.”

Behram Emmi gayet iyi anımsıyor; ilk defa köye gelip bu yazıların kopyasını çıkarırken evinde misafir olan yaşlı ve asık suratlı bir hoca vardı, ona (Cafer Hoca’ya) sabahleyin durup dururken dedi ki, bu desenler sanki çiçektir, çiçek leçekleridir, bu yazı aynen çiçeğe benziyor. Gerçekten de öyleydi. Görünce içinden tam da şunu söylemişti: “Aynen çiçektir bunlar, çiçekli yazıdır bu.” O zaman asık suratlı Cafer Hoca bir söz söylememiş, sanki Behram Emminin dediklerini duymamıştı. Sonradan Enstitü çalışanlarından olduğu bilinen ama kimliği kesin olarak tespit edilemeyen birisinin sözüyle herkes bu yazıyı Çiçekli Yazı olarak adlandırmaya başladı. Önce çok kişi bu yazının isim babalığı iddiasında oldu ama bir şey çıkmadı, çünkü bu ad yavaş yavaş Profesörle ilintilenmeğe başladı. Bundan memnun kalan Profesör ne “evet” ne de “hayır” dedi. Ama suskunluk zaman içinde o kadar anlamlı oldu ki, Enstitü mensupları yavaş yavaş “bu kadar güzel bir adı bu adam koymayıp da kim koyacaktı” gibisinden bir düşünceyle “biat etti” ve böylece Profesör bu yazının isim babası oldu. Aslında Behram Emmi de bunu Profesör köyden ayrıldığında bavuluna koyduğu çiçek bal gibi helallik ve açık yüreklilikle kabul etti.

Yazının adı gerçekten cuk diye oturmuştu, yazıdaki (bunu yazının kopyasını çıkaranlar söylüyordu)işaretler, gerçekten de çiçek leçeklerini anımsatıyordu; her işaret bir leçekti. (Behram Emmi bu adı nereden bulmuştu, kendisi de anlamıyordu). Leçeklerin sayı değişiyor, çiçeklerin uzunluğu kısalığı, inceliği kalınlığı değişiyordu, ama yine de her işaret bir çiçekti, başka bir şey değildi… Zaman zaman çok ağır kokular salgılayan mağaranın pürüzlü, girintili çıkıntılı taş duvarına boydan boya kazınmış renksiz birer çiçekti, uzunca bir çiçek çelengiydi.

Şehirde ise olaylar hızla gelişmekteydi.

Gizemli Çiçekli Yazıyı okuma işine ilk başta Enstitünün bu işe heves eden tüm çalışanları aynı zamanda girişti. Bu çok sessiz, gürültüsüz, bazen gizli, sanki kendiliğinden gelişen bir süreçti; araştırmalara komşu Enstitülerin aksakallı ve karasakallı mensupları da katıldı. Tarih Enstitüsü ile Arkeoloji Enstitüleri ise özel bir gayret sarf etmekteydiler. Konuyla ilgili gelişmeler arapsaçına dönmüştü.” Her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonunda Profesör bu gürültüden, bu dedikodulardan yorulunca bir karar aldı; Çiçekli Yazıyı ayrı ayrılıkta değil herkes bir arada ortak bir gayret ve irade sergileyerek okumalıdır. (Böyle bir kararı alma hakkı vardı, çünkü Çiçekli Yazıyla ilgili ilk bilgiler ona rapor edilmişti; buradan da Çiçekli Yazıyı öncelikle Dil ve Düşünce Enstitüsü’nün bulduğu yönünde bir sonuç çıkmaktaydı).

Başka bir çıkar yolları kalmadığı için tarihçiler bu öneriyi kabul ettiler ve bir de ek öneri getirdiler. Bu ek öneriyi ilk başta olmasa da sonunda profesör de (herhalde daha önceki iki okuma girişiminin başarısız olması onun pozisyonunu sarsmıştı) kabul etmek durumunda kaldı. Ek öneri şöyle özetlenebilirdi; Yazıyı okuma hakkını elde edebilmek için iddia sahibinin önerdiği yöntem adı geçen enstitülerin (Yazma Eserler Enstitüsü az kalsın unutulmuştu, oysa onlar da işin içindeydi) Birleşik Bilim Kurulu’na sunulacaktı. En fazla takdir alan ve kabul gören önerinin sahibi ancak böyle bir tartışma sonrasında ortak bir karar çerçevesinde yazıyı yerinde incelemek (kopya çıkarılırken bazı yanlışlar yapılmış olabileceği söz konusuydu) ve okuma çalışmalarını yapabilmek için köye gönderilecekti. Kendi geliştirdiği yöntemi konusunda Bilim Kurulunda çok kişi sunum yaptı. Birleşik Bilim Kurulu toplantıları enstitü başkanlarının katılımıyla yapıldı. Sunum ve tartışmalar gerilimli (ilgi, merak, hırs, sertlik vs.) geçti. Her iddiacı kesin kazanmak ümidi olmasa da, en azından “kendini göstermek”, bilim ideallerine “çıkar gütmeden” hizmet ettiğini bir daha sergilemek için elinden geleni yaptı. Bu tartışmalar sonrasında son söz ise hep Profesör tarafından söylendi. Profesörün özel bir sempatiyle yanaştığı, “Çiçekli Yazı tanımlamasını ilk defa Profesörden duydum” sözünün sahibi F. Q.’yi içtenlikle ve özel bir gayretle desteklemesi, Bilim Kurulu üyelerinin de uzun tartışmalar ve danışmalar sonrasında onu seçmelerine neden oldu. F. Q.’nin önerdiği yöntem aslında çok sadeydi (hatta ‘basit’ bile denebilirdi) ve şöyle özetlenebilirdi; incelemeleri bilinen tüm yazı sistemlerinden yalıtarak Çiçekli Yazının kendi kodlarını, kendine özgü iç düzenini bulmak gerekirdi. Diğer çözümleri önerenler ise günümüzde var olan ya da artık ölüp gitmiş yazı tiplerinden hareket etmeği önermekteydiler. Bu tür bir yaklaşımı kabul etmedi F. Q. Anahtar sözcüğü arayıp bulmak… F. Q.’nin önerdiği çözüm yönteminin özü bundan ibaretti. Ne Latin, ne Pehlevi, ne de eski Türk işaretlerinden yardım almadan bu kendine özgü yazı örneğini çözebilmek F. Q.’ye göre mümkündü ve hatta tek çareydi. F. Q.’nin önerdiği ve Profesörün fedakârca savunduğu yöntem birçok tartışmalar (özellikle tarihçiler ki kendi ideolojik önderleri, beyazlamış kaşlarının yukarıya doğru kalkık uçlarıyla aslanları anımsatan ve sert mizacıyla bilinen Ordinaryüs Profesör Aslanzde’nin bazen gizli bazen açık direnişine rağmen onlar oy birliğiyle Pehlevi yazısına öncelik tanımaktaydılar) sonrasında yavaş yavaş herkesin ilgisini çekmeğe başladı. Bu büyük bir başarıydı. O andan itibaren mesai arkadaşları, hatta öteki enstitülerden tanıdık ve tanımadık meslektaşlar ona gizli bir gıpta duygusu karışık sempatiyle (kimi yapay kimi gerçek) bakmaya başladılar. Geleceğin bilim adamı olarak kariyerinin temeli böyle atılıyordu. Böylece saygın enstitülerin birisinde Bilim Kurulu onun yöntemiyle ilgili kararını (Aslanzade’nin deyimiyle “çaresiz kalarak”) verdikten ve F. Q. de büyük bir coşkuyla tebrikleri kabul ettikten sonra bu genç araştırmacı büyük bir hevesle Venk dağının eteğindeki köye gitmek için hazırlıklara başladı.

“Ne alaka? Bu Bilim Kurulu konusu da nereden geldi aklıma?” F. Q. Behram Emminin masaya koyduğu peynirden bir miktar lavaşın arasına alıp dürüm yaptı, çayını yudumlayarak onun mavi, gülüş saçan gözlerine baktı ve aslında ne söylediğini işitmeden tahmin ettiği sorusuna böyle yanıt verdi:

“Bilemiyorum. Ama hayır, çok zor.”

Kalbi neredeyse duracaktı Mübariz Efendinin, yine yerinde kıvrandı, dikkatle F. Q.’ye baktı; gerekirse buracıkta içtenlikle ant içebilirdi ki F. Q. Behram’ın sorusunu duymamıştı. Ama verdiği yanıt (az önce muhtarlıkta olduğu gibi) tam yerine denk gelmişti. Şaşkınlığını asla hissettirmemeğe çalışan Mübariz Efendi elindeki çay bardağını özel bir itinayla masaya bıraktı. Behram Emmi ise çayını keyifle yudumlayarak F. Q.’ye şunu sormuştu: