Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Özbek Edebiyatı Yazıları»

Schriftart:

SÖZ BAŞI

“Özbek Edebiyatı Yazıları” adlı kitap, 1996-2020 yılları arasında yayımlanmış olan yazılardan meydana gelmektedir. Kitap, evvelâ üniversitelerin Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları, Türk Dili ve Edebiyatı ile Türkçenin Eğitimi bölümlerinde okuyan öğrenciler için yardımcı olabilecek yazıları ihtiva etmektedir. Kitap, aynı zamanda Türk dünyasının 20. yüzyıldaki siyasî ve edebî hayatına ilgi duyan herkese hitap etmektedir.

Kitaptaki yazılar, genel olarak evvelâ Rus idaresi altında kalan Türk topluluklarının Çarlık ve Sovyet dönemlerinde nasıl bir hayata mahkûm edildiklerini ve sınırsız bir hürriyet ve mutlak bir adaletin cenneti olarak takdim edilen Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirileceği iddia olunan “her bakımdan eşitlik”, “hürriyet” ve “halkların dostluğu” prensiplerinden neyin anlaşılması gerektiğini izah etmektedir. Yine bu yazılar, Sovyet ideolojisine iman ettirilen insanların nasıl bir muamele ile karşılaştıklarını, Özbek edebiyatının 20. yüzyılda yetiştirdiği şair ve yazarların hayat ve eserleri üzerinden ortaya koymaktadır.

Yine bu yazılarda, Türkistan’ın istiklâl ve istikbâli üzerinde düşünen Ceditçilerle birlikte Sovyet ideolojisini eserlerinde terennüm eden kalem sahiplerinin de ne kadar zor şartlar altında eser vermeye zorlandıkları, görüleni ve düşünüleni değil, bilâkis görülmesi ve düşünülmesi emredilen şeyleri “şeklen millî, rûhen sosyalist” sanat anlayışıyla yazmak mecburiyetinde kaldıkları söz konusu edilmekte; aynı zorlama sebebiyle gerçekten kabiliyet sahibi olan şair ve yazarların resmî ideolojiye muhalif oldukları için susturuldukları görülmektedir. Komünizmi gerçekleştirmek bahanesiyle Rus kültürü dışında hiçbir millî değere hayat hakkının tanınmadığı, insanların iyi, güzel ve faydalı olan bütün değerlerin sadece Rusların eseri olduğuna nasıl inandırıldıkları, buna mukabil Rus olmayan milletlerin her şeyleri inkâr edilerek nasıl aşağılandıkları, bu uygulamaları itirazla karşılayanların nasıl ikna edildikleri (!), bu yazılarda işlenen konular dolayısıyla görülmektedir.

Çok zengin bir tarihî mirasa sahip bulunan Özbek edebiyatı, elbette bu yazılanlardan ibaret değildir. Bu kitaptaki yazılar, Özbek edebiyatının 20. yüzyıldaki macerasının sadece küçük bir kısmını hikâye etmektedir. 20. yüzyılda eserler vermiş olan Özbek fikir ve sanat adamlarının hayat ve eserleri üzerinde Türkiye’de yapılmış ve yayımlanmış olan çalışmalar son derecede sınırlıdır. Bunda, üniversitelerde, daha ziyade lehçelerin grameri üzerinde yapılan çalışmaların öne çıkmış olmasının önemli bir rolü bulunmaktadır. Hâlbuki gramer çalışmalarıyla birlikte çağdaş Türk dünyası edebiyatı araştırmalarının da aynı şekilde devam ettirilmesi gerekmektedir. Zira edebiyat, yaşanan hayatın kendisi ve hafızası durumundadır. Bunun için de edebiyat araştırmalarının devam ettirilmesi, bugün nasıl bir dünya ile karşı karşıya bulunduğumuzu anlayabilmek bakımından büyük bir önem arz etmektedir. “Özbek Edebiyatı Yazıları” adlı kitabın bu maksada hizmet edeceğini ümit ediyoruz.

Bu yazıların kaleme alınması ve kitap hâlinde yayımlanması fikri, sevgili hocam ERCİLASUN Bey’e aittir. Bana, Türk dünyasının edebiyat kapılarını açtıkları için kendilerine minnettarım. V. Savaş YELOK ile Tolga ARSLAN yazıları toplayıp tertip ettiler. Bengü Yayınları mensupları ise kitabı yayımlamak nezaketini gösterdiler. Bu sebeple, kitapta emeği bulunan herkese teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Şuayip KARAKAŞ
İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi

20. YÜZYIL TÜRK DÜNYASI ÜZERİNE BİR DENEME

Bu yazıda, Türk dünyasının 20. yüzyıldaki siyasî ve edebî macerası, ana hatlarıyla ele alınacaktır.

Türkler, 20. yüzyıl boyunca, maşrıktan mağribe uzanan geniş vatan coğrafyasında, dünyada adı bilinen hemen hemen bütün milletlere karşı istiklâl ve istikbâl mücadelesi vermek zorunda kaldılar. Diğer milletlerin tarih boyunca şahit olmadıkları rejimleri, maruz kalmadıkları katliamları, bu yüzyılda bizzat yaşadılar.

Yendiler, yenildiler; bir ölüp, bin dirildiler. Top yekûn imha edilerek unutturulmak istendikleri sırada, tarih sahnesine her zamankinden daha kalabalık bir kadro hâlinde yeniden çıktılar.

A. Türk Dünyasının 20. Yüzyıldaki Siyasî Panoraması

20. yüzyıl, bütün Türk dünyası için çok önemli hâdiselerle dolu bir devri ifade eder. Türklerin kurdukları en büyük devlet olan Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında yıkılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kırım, Kazan, Kafkasya ve Türkistan Türkleri de bu yüzyılın başlarında çarlık Rusyası yıkılınca, önce kendi millî devletlerini kurmuşlar, fakat çok kısa bir süre içerisinde tekrar istiklâllerini kaybederek eskisinden daha şiddetli bir Rus idaresine boyun eğmek zorunda kalmışlardır.

Bu yüzyılın başlarında Osmanlı devleti siyasî, ekonomik ve sosyal bakımlardan gelişip kuvvetlenemediği için ülke içindeki etnik çatışmalara ve Avrupalı devletlerin devamlı baskılarına artık dayanamaz hâle gelmiştir. Bu şartlar altında girilen 20. yüzyılda meydana gelen ilk önemli hâdise, 1908 yılında meşrutiyet idaresinin kurulmasıdır. Böylece Sultan II. Abdülhamîd’in 1876’dan beri devam eden mutlak otoriteye dayalı disiplinli idaresi sona ermiş, ülke meclisten idare edilmeye başlanmıştır. Fakat bunun yanı sıra Osmanlı devleti 1908’den itibaren, içinde bulunduğu olumsuz şartlar sebebiyle yıkılışa doğru da hızla sürüklenmiştir. Bu yüzden Türkiye Türkleri, İtalya’nın 1911’de Trablusgarb’i işgal etmesinden itibaren 1922 yılı sonuna kadar on bir yıl boyunca devamlı savaşmak zorunda kalmıştır.

Trablusgarb savaşından sonra patlak veren Balkan savaşı (1912) ve onun ardından bütün ülkeyi yangın yerine çeviren Birinci Dünya Harbi, 1918 yılı sonunda, Osmanlı devletini tasfiye etmiştir. Balkanlar’dan Yemen’e, Kafkaslar’dan Kuzey Afrika’ya uzanan devletin yıkılışının ardından, son vatan parçası Anadolu’nun da yarıdan fazlası İstanbul, Bursa, İzmir gibi önemli şehirleriyle birlikte işgal edilmiştir. Ordu dağıtılmıştır. Son derecede fakir ve yorgun düşen millet, işgal edilen bölgelerde Yunan ve Ermeni mezalimine uğramıştır. Yunanlılar ve Ermeniler tarafından köyler, şehirler yakılmış, Türk nüfusunu tamamen yok etmek için insanlık tarihinin bir benzerini daha kaydetmediği toplu cinayetler işlenmiştir.

1911 yılından beri âdeta bütün dünyanın hücumuna uğrayarak İtalyan, Yunan, Sırp, Bulgar, İngiliz, Fransız, Rus, Ermeni, Arap, Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Hintlilerle savaşmak zorunda kalan Türkiye Türkleri, 1919 yılında bugünkü vatanını kurtarmak ve istiklâlini korumak üzere son bir gayretle ölüm kalım mücadelesine girişir. Türkün ateş ve ölüm karşısında azimle, sebatla, heyecanla verdiği bu millî mücadele imtihanı, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, 1922 yılında zaferle sonuçlanır.

Türkiye Türklerinin kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle, âlimiyle cahiliyle, doğulusuyla batılısıyla, yediden yetmişe omuz omuza çarpışarak, kan terleyerek son kuruşunu ve son kurşununu harcayarak, can vererek, Avrupalı devletlerin vurmak istedikleri esaret zincirini parçalaması, dünya tarihinin şahit olduğu bedeli en ağır bir istiklâl mucizesidir. Önce kendi eseri olan Osmanlı devletini kurtarmak ve ardından istiklâlini korumak uğrunda ne kadar asker ve sivilin can verdiğini hiç kimse bilemez. Bilinen bir şey varsa, o da her aileden en az bir kişinin bu yolda şehit veya gazi olduğudur. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti, hesapsız ve emsalsiz şehit ve gazilerin hayatlarını feda ederek bütün dünyaya rağmen kurdukları mukaddes bir ocaktır. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, Türk milletinin asla teslim olmayacağını bütün dünyaya ispat eden bu mucizevî istiklâl mücadelesi, Asya ve Afrika’daki esir milletler için de bir örnek olmuştur.

Bu büyük zaferden sonra Türkiye’de, 1923 yılında cumhuriyet idaresi kurulur. On bir yıl aralıksız devam eden savaş felâketinin yol açtığı yaraları sarmak üzere hızlı bir kalkınma hamlesi başlatılır. Avrupalı devletler örnek alınarak resmî kurumlar gözden geçirilir, devlet âdeta yeniden kurulur. Ülke imar edilmeye başlanır. Ekonomik gelişmeye, sanayileşmeye önem verilir. Her seviyede yeni okullar açılır. Sosyal hayatta modern yaşayış tarzını hedef alan değişiklikler yapılır. Böylece medeniyet yolunda Avrupa ile Türkiye arasında evvelce meydana gelen fark giderilmeye çalışılır.

Osmanlı devleti, 19. yüzyılın başlarından itibaren çok önemli miktarda toprak ve nüfus kaybına uğramıştır. Her geri çekilmeyle birlikte milletin önemli bir parçası da başka devletlerin idaresi altına girmiştir. 1918 yılına kadar devam eden bu süreçte, devletin merkezine doğru büyük kafileler hâlinde göçler olmuş; fakat Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Balkanlar’da her şeye rağmen yurtlarını terk etmeyen kalabalık bir Türk nüfusu kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan ve sayıları milyonları bulan bu önemli Türk nüfusu, bugün Irak, Suriye, Eski Yugoslavya, Bulgaristan ve Yunanistan’da her türlü siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik haklardan mahrum olarak yaşamaktadır. Bugün yine aynı ülkelerde mühim bir kısmı imha edilen Türk nüfusuyla birlikte Türk mimarî eserleri de tamamen yok edilmeye çalışılmaktadır.

Rusya hâkimiyeti altında yaşayan Türklerin de 20. yüzyıldaki macerası, karışık ve kanlı hâdiselerle doludur. Bu Türklerin hepsi, Rusya’da cereyan eden olayların tesiriyle hemen hemen aynı kaderi paylaşmışlardır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren gittikçe hızlanan işçi grevleri ve ihtilâlci grupların faaliyetleri, 20. yüzyıl başlarında çarlık rejimini tehdit eder boyutlara ulaşmış, 1905 yılında Japonya karşısında alınan ağır mağlûbiyetten sonra Rusya’da 1905 yılında meşrutiyet ilân edilmiştir.

Meşrutiyetin ilân edilmesinin ardından Türkler de siyasî bir örgütlenme içine girmişler; İsmail Gaspıralı, Kadı Abdürreşid İbrahim, Yusuf Akçura, Fatih Kerimî, Ali Merdan Topçubaşı, Musa Carullah Bigi, Abdullah Apanay, Ahmed Ağaoğlu, Hüseyinzâde Ali Turan, Sadri Maksudî Arsal gibi isimlerin önderliğinde kongreler düzenleyerek 1906 yılında Müslüman İttifakı adıyla bir de siyasî parti kurmuşlardır. Bu parti, meşrutiyetle birlikte Ruslara tanınan siyasî, sosyal ve kültürel hakların Türklere de tanınması için mücadele edecek; Rusya idaresi altında yaşayan Türkler arasında siyasî, sosyal ve kültürel birliği sağlamaya çalışacak; Türkleri günün şartlarına göre eğitmek üzere her yerde yeni okulların açılması, kitap, gazete, dergi neşredilmesi, kütüphaneler kurulması yolunda faaliyetler gösterecektir. Eğitim sisteminin her yerde aynı olmasına, mahallî şive ile birlikte bütün Türkleri birleştirmek üzere edebî dil olarak Türkiye Türkçesinin okutulup öğretilmesine dikkat edilecektir. Bu kültürel faaliyetlerin yanı sıra Türklerin partisi siyasî faaliyetlerde de bulunmuş, katıldığı seçimlerde Rus parlamentosu Duma’ya birçok Türk milletvekili göndermiştir.

Müslüman İttifakı’nın kongrelerine Kırım, Kafkasya, İdil-Yayık, Sibir, Türkistan, Kırgız-Kazak ili vb. yerlerden temsilciler katılmış, alınan kararları Türk yurtlarında uygulamak üzere hummalı bir faaliyet başlamıştır.

Yine bu dönemde Ermeniler, Rusya’nın da tahrikiyle bir Türk şehri olan Erivan’dan başlayarak Karabağ, Nahçıvan, Gence, Bakû gibi yerlerde silâhsız Azerbaycan Türklerine saldırmaya başlayınca Ahmed Ağaoğlu, 1905 yılında yurdunu savunmak üzere Difâî adlı siyasî bir dernek kurmuştur. Ağaoğlu, 1908 yılında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalınca bu dernek dağılmıştır.

Bu dönemde, 1900’lü yılların başlarından itibaren Türkler tarafından millî uyanışa hizmet eden birçok gazete ve dergi çıkarılmıştır. Kırım’da, 1883 yılından beri çıkarılmakta olan Tercüman’dan başka Millet ve Vatan Hâdimi; Kazan’da Vakit, Şûrâ, Kazan Muhbiri, Tan Yıldızı, Âzat Halk, Ülfet, Beyânü’l-hak ve Yıldız; Azerbaycan’da Hayat, İrşad, Füyûzât, Terakki ve Molla Nesreddin; Kırgız-Kazak ilinde Kazak; Özbekistan’da Terakki, Hurşid ve Şühret; Türkmenler arasında ise Mecmua-yı Mâverâ-yı Bahr-i Hazar adlı gazete ve dergiler yayımlanmıştır.

1905’te meşrutiyetin ilânından sonra üç yıl müddetle devam eden kısmî serbestlik döneminde Türkler, siyasî bir güç hâline gelmeye çalışmışlar, eğitimde reform sayılabilecek yeni okullar açmışlar, birçok kitap, gazete ve dergi çıkarmışlar, millî aydınlanma ve şuurlanma yolunda büyük gayretler göstermişlerdir.

1907 yılından sonra Türkler arasındaki millî uyanışı bastırmak üzere Rus hükûmeti tarafından sıkı tedbirler alınmıştır. Türklerin gelişmesine hizmet eden okullar, gazete ve dergiler kontrol altına alınmış, büyük bir kısmı kapatılmış; birçok Türk aydını tutuklanarak hapsedilmiş veya sürgüne gönderilmiş, bu tutuklamalardan kurtulanlar ise Türkiye’ye göç etmişlerdir. O sırada Türkiye’de II. Meşrutiyet ilân edilmiştir. Rus baskısı sebebiyle İstanbul’a göç etmek zorunda kalan Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzâde Ali Turan gibi aydınlar, 1908’den sonra Türkiye’de Türk Derneği, Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın kurulmasında görev alarak Türkçülük akımına büyük bir hız kazandırmışlar ve İstanbul’u bu akımın merkezi hâline getirmişlerdir.

Bu dönemde Azerbaycan’da Mehmed Emin Resulzâde, daha önce Ahmet Ağaoğlu’nun Difaî derneğinde görev alan kadro ile birlikte 1911 yılında Müsâvat Partisi’ni kurar. Parti, Azerbaycan’ı Rus idaresinden kurtarmak ve İstanbul’un himayesinde Türk birliği fikrini gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Müsâvat Partisi kısa zaman içinde hızla gelişmiş, 1919 yılında, “Bir defa yükselen bayrak bir daha inmez!” sloganıyla Azerbaycan’ın istiklâlini kazanmasında en önemli rolü oynamıştır.

Birinci Dünya Harbinde Rus orduları büyük kayıplar verince Çar hükûmeti, 1916 yılı Ocak ayında bir kararname yayımlayarak Özbek, Kazak ve Kırgız Türklerinden yaklaşık 500.000 kişiyi askere alacağını ilân eder. Daha önce yüz binlerce Tatar, Başkurt, Türkmen ve Azerbaycan Türkünü cepheye süren Rusya, bu defa şiddetli bir tepkiyle karşılaşır. Rus işgalinden beri köle muamelesi görerek toprakları ellerinden alınıp sefalete mahkûm edilen Türkler, bu asker toplama kararnamesi karşısında haklı olarak isyan ederler. 1916 Temmuzunda başlayan isyan, kısa zamanda bütün Türkistan’a yayılarak bir millî hareket hâlini alır.

Münevver Kaarî, Pehlivan Niyaz, Osman Hoca gibi Türkistanlı Ceditçilerin önderliğinde başlayan ve istiklâl hareketine dönüşen isyan, teşkilâtsızlık sebebiyle başarıya ulaşamamıştır. İsyan sırasında 673.000 Türk hayatını kaybetmiş, 168.000 Türk Sibirya’ya sürülmüş, 300.000’den fazla Kazak ve Kırgız Türkü de canlarını kurtarabilmek için Çin idaresi altındaki Doğu Türkistan’a kaçmak zorunda kalmıştır. Kaçanların yarıdan fazlası da açlık, hastalık ve soğuk sebebiyle dağlarda ölmüştür. Bir milyondan fazla Türkün hayatına mal olan bu isyan, Türkistan’a istiklâlini kazandırmaz, fakat Çar idaresinin de yıkılışını hazırlar.

1917 yılı Şubat ayında başlayıp Kasım ayında gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Türklere istiklâllerini kazanmak için yeni bir fırsat vermiştir. Zira ihtilâlin liderleri Lenin, Stalin ve Troçki, yayımladıkları 2 Kasım 1917 tarihli beyannamede, milletlerin kendi kaderlerini serbestçe tayin edebilme haklarını kabul ve ilân etmişlerdi. Bunun üzerine Türkler, Azerbaycan Türk Cumhuriyeti, Hîve (Harezm) Devleti, Buhara Millî Devleti, İdil-Ural Millî Muhtariyeti, Kırım Millî Cumhuriyeti, Başkırt Muhtar Cumhuriyeti, Alaş-Orda Kazak Millî Hükûmeti ve Hokand Millî Muhtar Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.

Fakat Rusya’da Bolşevik ihtilâlini yapanlar, idareye hâkim olduktan sonra verdikleri sözde durmamışlar, bu yeni kurulmuş bulunan millî devletleri birkaç yıl içinde birer birer yıkarak çarlık rejiminden daha sert bir politika takip etmeye başlamışlardır. Sovyet ordusunun 1918 yılı Şubat ayında Hokand Cumhuriyetini kanlı bir şekilde yıkması, yeni bir isyan hareketinin başlamasına sebep olmuştur. Türkistan Türklerinin asıl adı “Korbaşı Hareketi” olan bu son millî ayaklanması, Rusların hareketi tezyîf etmek maksadıyla verdikleri “Basmacı Hareketi” adıyla tarihe geçmiştir.

Hokand’da başlayan ve çok kısa zamanda bütün Türkistan’a yayılan bu istiklâl mücadelesi, 1924 yılına kadar şiddetli bir seyir takip etmiş, bu tarihten sonra, 1932 yılına kadar gittikçe zayıflayan ve nihayet Sovyet idaresi tarafından kontrol altına alınan mevzi bir hareket hâlini almıştır. Fakat kısa bir süre Enver Paşa’nın da liderlik etmesine rağmen bu istiklâl hareketi de teşkilâtsızlık sebebiyle 1916 isyanı gibi başarısızlığa uğramıştır. Türkiye’deki İstiklâl Harbiyle aynı yıllara tesadüf eden bu millî hareket sırasında ne kadar insanın hayatını kaybettiği hâlâ bugün bile bilinmemektedir.

Kızılordu’nun Korbaşı/Basmacılık millî hareketini kontrol altına alıp hâkimiyetini sağlamasının hemen ardından 1924 yılında Türkistan, Moskova tarafından Rus millî politikasına uygun şekilde parçalanarak Sovyetleştirilmiştir: Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri kurulmuştur. Bunun ardından Rusya’nın sultası altında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuş, Sovyet ideolojisine hizmet edecek yeni bir toplum yaratmak üzere inkılâplar başlatılmıştır. Bu sırada Türkler arasında millî vatan ve millî birlik fikrini daima besleyip canlı tuttuğu için Türkistan adı da yasaklanmış, yerine bir coğrafya terimi olan Orta Asya adı ikame edilmeye çalışılmıştır. Sovyet Rusya’nın hâkimiyeti altında yaşayan Türklerin Türkiye ile olan kültür bağını koparmak için Arap kaynaklı Türk alfabesi yerine, Lâtin alfabesi kullanma mecburiyeti getirilmiş; İsmail Gaspıralı’dan beri istiklâl, millî birlik ve sosyal gelişme yolunda gayretler gösteren Ceditçi aydınların Türk dünyasında İstanbul Türkçesini dikkate alan ortak bir edebî dil meydana getirme çalışmalarının aksine, Bolşevik idaresinin yerleşip yaşayabilmesi için mahallî şiveleri öne çıkaran ve Türk topluluklarının isimleriyle anılan Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Türkmence, Azerice, Tatarca vb. yeni diller ve hepsi de Türk ırkına mensup oldukları hâlde birbirlerine yabancılaşan yeni milletler yaratma faaliyetleri çok büyük önem kazanmıştır. 1926’dan sonra hürriyet, istiklâl, Türk birliği, millî birlik gibi fikirleri temsil eden ve bu yolda eserler veren Ceditçi fikir adamları, şair ve yazarlar tutuklanarak hapsedilir. Bu arada ateizmi yayma çalışmalarına büyük bir hız verilir, fikir hürriyeti tam bir baskı altına alınır.

1930’u yıllarda Sovyet rejimini benimsemeyen milliyetçi aydınlar tutuklanmaya ve öldürülmeye başlanır. Bilhassa 1937-1938 yıllarında bütün Sovyetler Birliği’nde toplu tutuklamalar, sürgünler, katliamlar yapılır. Sovyet idaresi altında yaşamak mecburiyetinde kalan Türk topluluklarında bir milyondan fazla din ve devlet adamı, şair, yazar, gazeteci, fikir adamı, öğretmen, eğitim görmüş okur-yazar olan her sınıftan insan, birkaç yıl içinde halk düşmanı ilân edilerek öldürülmüştür. Öldürülen şair ve yazarların eserlerini okumak, bulundurmak şiddetle yasak edilmiş, buna uymayanlar da aynı şekilde cezalandırılmıştır. Sovyet rejimini benimsemeyen insanların yok edildiği bu dönem tarihe kızıl terör veya katağanlık (yasaklılık) yılları olarak geçmiştir.

1928 yılında Türkiye’de de Lâtin alfabesine geçilince, Türkiye Türkleri ile Rus idaresi altında yaşayan Türkler arasında yeniden alfabe birliği sağlanmıştır. Bunun üzerine Sovyet Rus idarecileri, Türk topluluklarının hem birbirleriyle, hem de Türkiye ile olan bu kültür köprüsünü bir daha yıkmak için yeniden alfabe değiştirmek lüzumunu hissetmişler, her topluluğa birbirinden farklı özellikleri bulunan Rus Kiril harfli 19 ayrı alfabe kullanma mecburiyeti getirmişlerdir.

Bütün bu ateist propagandalar, baskı ve sindirme politikaları, yasaklar, tutuklamalar, sürgünler, katliamlar, alfabe değişiklikleri gibi uygulamalar, millî direnişi tamamen kırmış Türk topluluklarının Moskova tarafından idaresini kolaylaştırmıştır.

İkinci Dünya Harbi yıllarında, Sovyetler Birliği’ni meydana getiren milletleri Almanya’ya karşı cepheye sevk etmek maksadıyla kısa bir süre kızıl baskılara ara verilmiş, savaştan sonra tutuklama, sürgün ve katliam politikasına tekrar dönülmüştür. Savaştan sonra Kırım ve Ahıska Türkleri, son ferdine varıncaya kadar tamamı yurtlarından sürülmüş, her biri yabancı bir diyarda yaşamaya mecbur edilmiştir. 1924’ten 1953’e kadar devam eden Stalin döneminde, Rus haber alma teşkilâtı KGB’nin açıklamasına göre bütün Sovyetler Birliği’nde 60 milyondan fazla insan öldürülmüştür. Kurşuna dizilen, hapishanelerde ve Sibirya’daki çalışma kamplarında öldürülen bu insanların önemli bir kısmının Türk olduğunu unutmamak lâzımdır. Canını kurtarmak için bu Sovyet cehenneminden kaçabilen Türkler, başta Türkiye olmak üzere Japonya’dan Arjantin’e kadar dünyanın her tarafına dağılmışlardır.

1953’te Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde nispeten bir yumuşama meydana gelmiş, 1937-1938 yıllarında yok edilen aydınlar başta olmak üzere Stalin döneminde öldürülenlerin suçsuz oldukları ilân edilerek itibarları iade edilmiştir. Ancak 1960’ların ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’nin tamamında baskı rejimi tekrar uygulamaya konulmuş, bu arada kızıl imparatorluk ideolojik ve ekonomik bakımdan tam bir iflâsa sürüklenmiştir. 1980’lerin ortalarında hayata geçirilen açıklık politikasıyla birlikte Komünist Partisi ve Sovyet idaresiyle ilgili gizli bilgiler yayımlanmaya başlanınca Sovyetler Birliği de dağılma sürecine girmiştir.

Artık komünist sistem çökmüş, bütün değerler alt-üst olmuştur. Millî ve dinî değerler, hürriyetçi fikirler, imparatorluğu meydana getiren milletleri ayağa kaldırmıştır. Bu son gelişmeler, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yeni müstakil cumhuriyetlerin kurulması sonucunu meydana getirmiştir. 1991 yılında bazı Türk toplulukları, Sovyetler Birliği’nden ayrılmak isteyen diğer milletlerle aynı yolu takip ederek Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan adlarıyla kendi millî cumhuriyetlerini kurmuşlardır.

Doğu Türkistan’da Çin esareti altında yaşayan Türklerin 20. yüzyıldaki hayatı, Rus idaresi altındaki Türklerin hayatından pek farklı olmamıştır. Bu bölgede yaşayan Türkler, devamlı olarak Çin idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. 1931 yılında Türklerin elindeki toprakların müsadere edilerek Çin’den getirilen göçmenlere dağıtılması, büyük huzursuzluklara yol açar. Bunun üzerine Türkler, Hoca Niyaz Hacı’nın önderliğinde geniş çaplı bir isyan başlatırlar. İsyan, Doğu Türkistan’ın bütün bölgelerine yayılır. Çin idaresi isyanların önünü alamaz. 1933 yılında Doğu Türkistan Cumhuriyeti ilân edilir. Kendi idaresi altında yaşayan Batı Türkistan Türklerine örnek olmasından dolayı endişeye kapılan Rusya, bu yeni gelişmeler karşısında Çin’le iş birliği içerisine girer. Bu Türk Cumhuriyeti, 1934 yılında Kızılordu ve Çin birlikleri tarafından yıkılır. Bunun ardından yüz binlerce Türkün hayatına mal olan yeni bir isyan hareketi başlar. Aralıksız olarak 1937 yılından 1944 yılına kadar devam eden bu çok çetin mücadelenin sonunda bağımsızlık tekrar kazanılır. Ali Han Töre, Osman Batur, İsa Yusuf Alptekin gibi her biri birer kahraman olan idarecilerin başında bulunduğu bu bağımsız Türk hükûmeti, varlığını ancak 1951 yılına kadar sürdürebilir. Bu arada Ali Han Töre, esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Kendisinden bir daha haber alınamaz. 1951 yılında Çinlilere esir düşen Osman Batur idam edilir. Komünist Çin idaresi, bütün ayaklanmaları bastırarak Doğu Türkistan’ı Çin’e bağlı bir eyalet hâline getirir. Bu olaylar sırasında yüz binlerce Türk, büyük kafileler hâlinde vatanlarından ayrılarak başka ülkelere göç etmek zorunda kalır. Doğu Türkistan’daki istiklâl mücadelesinin sembol isimlerinden biri olan İsa Yusuf Alptekin de bu göç sırasında Türkiye’ye gelip yerleşir.

İran’ın kontrolündeki Güney Azerbaycan’da yaşayan Türkler de istiklâl mücadelesinden asla vazgeçmemişler, bunun için her fırsattan yararlanmaya çalışmışlardır: Güney Azerbaycan Türkleri, önce 1906 yılında, Settar Han’ın önderliğinde bir Türk şehri olan Tebriz merkez olmak üzere istiklâl mücadelesine başlamışlar, fakat Kuzey Azerbaycan’ı da etkilemesinden korkulan bu hareket, bölge üzerindeki menfaatlerine zarar vereceği için Rusya, İngiltere ve İran tarafından bastırılmıştır. Daha sonra 1920 yılında, Şeyh Muhammed Hıyabanî başkanlığındaki istiklâl mücadelesi başarıya ulaşmış, Tebriz başkent olmak üzere bütün Güney Azerbaycan’ı içine alan Âzâdistan adlı Türk devleti kurulmuştur. Fakat bu devlet de bir yıl sonra Rusya ile İran tarafından yıkılmıştır.

İran’ın ırkçı politikalarına maruz kalan Türkler, 1945 yılında yeniden harekete geçerek Güney Azerbaycan’ın tamamını içine alan İran’a bağlı Muhtar Azerbaycan Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Çok kısa ömürlü olan bu cumhuriyet, iki yıl sonra İran tarafından işgal edilmiştir. Bundan sonra İran hükûmetleri, Azerbaycan Türkleri ile beraber Afşar, Kaçar, Göklen, Kaşgay gibi diğer bütün Türk boyları üzerinde baskıcı bir politika takip etmiş; ana dili eğitimini, “Türk” ve “Türkçe” gibi milliyeti ifade eden isimleri yasaklamıştır. Ders kitaplarında, yüzyıllarca İran’ı idare eden bu boyların, aslında İran soyundan gelen bir halk oldukları anlatılarak Türkler tamamen eritilmeye çalışılmıştır.