Buch lesen: «Genç Werther’in Acıları»
Zavallı Wether’in hikâyesi hakkında bulabildiğim tüm şeyleri dikkatli bir şekilde bir araya getirdim, işte size takdim ediyorum. Bunun için bana müteşekkir kalacağınızın farkındayım. Onun idrakine, haysiyetine sevgi besleyecek ve hayranlık duyacak; kaderine ise ağlayacaksınız…
Ve sen… Aynı onun gibi tutkularına bağlı isen iyiliksever insan… Onun ızdıraplarıyla teselli bul ve bu senin ister kaderin olsun ister kendi kabahatin olsun candan bir arkadaş bulamazsan bu kitapçığı kendine dost edin.
BİRİNCİ BÖLÜM
4 Mayıs 1771
Buraya geldiğime ne iyi ettim. Ah, dostum! İnsan kalbi ne anlaşılmaz şeydir! Ben seni bu kadar severken, senden hiç ayrılamazken… Senden ayrılayım da gene memnun olayım? İnanılacak şey miydi? Bununla beraber bu hâlimi hoş göreceğini bilirim.
Başkalarıyla olan bağlarıma gelince: Bunlar hep, benim bu çok duygulu kalbimi iğnelemek için inadına karşıma çıkmış gibi değil miydiler?.. Zavallı Leonore! Bununla beraber benim bu işte suçum yoktu! Böyle olacağını düşünebilir miydim? Ben bir taraftan onun ablasıyla… O cilveli, o fıkırdak ablasıyla gönlümü eğlendirirken öteden onun benim için kara sevdaya uğrayacağı hatırıma gelir miydi? Elbette gelmezdi. Fakat acaba bütün bütün de suçsuz muydum? Onun duygularını bilerek ben beslemedim mi?.. Aslında hiç gülünç olmadığı hâlde kaç kere bizi güldüren o saf heyecanları her defasında beni hoşlandırmaz mıydı?.. Ben değil miyim ki?.. Oh, bu insanlar ne cesaretle gene hâllerinden şikâyet ederler? Sevgili arkadaşım! Sana söz veriyorum: Artık yola geleceğim. Artık eskisi gibi hayatın acılıklarını son damlasına kadar emerek tatmak istemiyorum. Bundan sonra hâlden istifade edeceğim. Geçmiş günler benim için tarihe karışmış olacak.
Evet, dostum, şüphesiz haklısın. Eğer insanlar kafalarında hep geçmiş acıları canlandırmasalar (Ama ne için böyledirler, onu da Allah bilir.), evet hâlden memnun olacak yerde geçmişin hesabına her zaman dertlerini tazelemeseler elbette şimdiki kadar acı duymazlardı.
Ben burada pek iyiyim. Bu ıssız yerlerin tenhalığı hasta ruhuma şifa oluyor. Her şeye taze can veren yeni mevsimin tatlı sıcaklığı içimdeki ürpertileri bastırıyor. Her ağaç, her çit bir çiçek demetidir. Bu renk ve koku denizinde yüzerek gıdalanmak için insanın kelebek olacağı geliyor.
Şehrin kendisi hoş değil. Fakat etrafının güzelliğine hiç diyecek yok. Bunun için Kont Dö M., sağlığında bir tepenin sırtına bir bahçe kurdurmuş. Tepeler binbir değişikliklerle birbiri ardı sıra gelir, araları sisli vadilerle insanın gözünü ve gönlünü çeker. Bahçe hiç gösterişli bir şey değil. Daha içine girilirken bunun, bilgili bir bahçe mühendisi işi olmadığı, yalnız duygulu bir kimsenin bu planı kendi zevki için çizdiği hemen anlaşılır. Yıkık dökük bir çardağın altında kaç kere kontu düşünerek gözyaşı döktüm. Vaktiyle onun çok beğendiği bu yer şimdi de benim en çok sevdiğim yer oldu.
10 Mayıs
İçimde şaşılacak bir kaygısızlık var. Tadını çıkararak geçirdiğim bahar sabahlarına benziyorum. Onlar da böyle kaygısız! Yalnızım hem öyle bir yerde ki böyle yerler tam benim duygumda olanlar için yaratılmış denilebilir. Öyle mesudum, dostum benliğimin durgunluğuna öyle kendimi bırakmış bir hâldeyim ki bundan hünerim, sanatım eza duyuyor, üzülüyor. Tek bir çizgi bile çizemeyeceğim. Bununla beraber ben hiçbir zaman şimdiki kadar büyük ressam olmadım.
O zaman ki dere boyunun sisleri önümde yükselir, başımın üstünde güneş kızgın oklarını karanlık ormanın sık örtülü kubbesine saplar ve parça parça ışıkları bu ulu mabedin ötesinde berisinde oynaşır; o zaman ki bir dere kıyısında, yüksek otların arasında yere uzanarak yeşil çimenler içinde bilmediğim binbir ot bulunur, bu otların arasında sayısız kurtlarıyla, böceklerle kaynaşan o küçük yaşayış âlemini yakından görürüm; o zaman ki bizi kendine göre uydurup yaratan büyük yaratıcının varlığını anlar ve sonsuz bir zevk denizinde yüzerek tutunurken o büyük sevgi kaynağının soluğunu duyarım; işte o zaman dostum, ah, o zaman ki sonsuz âlemlerin içyüzü gözümün önünde açılmaya başlar ve gökyüzünü bir sevgilinin gönlüme vurmuş aynadaki yüzü gibi düşünürüm; işte o zaman derin derin göğüs geçirir ve şöyle haykırırım: “Ah ne olurdu, şu duyduklarını söyleyebilseydin! Şimdi bu kadar bollukla, bu sıcaklıkla içinde akıp taşan canlılığı bir kâğıda çıkarıp işleyebilseydin! Öyle ki kâğıt senin ruhunun bir aynası olsun, nitekim senin ruhun da sonsuz, ulu bir varlığın aynası olmuştur!..” Fakat dostum, çırpınmak neye yarar? Ben içimden gelen bu ürpertilerin sarsıntısı altında eziliyorum, ezildiğimi duyuyorum…
12 Mayıs
Bilmem bu yerlerde aldatıcı periler mi dolaşıyor, yoksa gönlüm göklerden inmiş duygularla büyülendi mi? Her yeri cennet gibi görüyorum.
Kasabaya girilecek yerde bir pınar vardır. Melusine ve kız kardeşleri gibi ben de bu pınarın güzelliğine gönül verdim. Bak anlatayım:
Küçük bir tepenin eteğinde bir mağara! Mağaraya gir, yirmi ayak tutan bir merdivenden in! Orada mermerden sızan en temiz ve dünyanın en durulmuş suyunu bulursun. Etrafındaki küçük duvar, burasını gölgeleri altında saklayan ulu ağaçlar, ortalığın serinliği, bütün bunlar sizi kendine çekerken siz de içinizde anlaşılmaz ürpermeler duyarsınız.
Gün geçmez ki orada bir saat olsun kafamı dinlendirmeyeyim. Kasabanın genç kızları oraya testilerini doldurmaya gelirler. Böyle işe yaramayı eski zamanın kral kızları bile hor görmezlerdi.
Burada oturduğum vakit eski din adamlarının hayatı kafamda canlanır. Gençlerin böyle akarsu başlarında nasıl tanışıp sevişerek evlendiklerini düşünür ve böyle yerlerde her vakit iyi ruhların uçuşmakta olduğuna inanırım. Oh! Bunu böyle benim duyduğum gibi duymamış olan bir kimse -kızgın bir güneşin altında çetin yollardan geldikten sonra- benim kadar tadını çıkararak hiçbir zaman böyle bir pınarda içinin ateşini söndürememiştir!
13 Mayıs
Bana “Kitaplarını göndereyim mi?” diye soruyorsun. Allah aşkına dostum, bırak şunları! Bana yaklaştırma! Benim artık kılavuza, fitillenmeye, alevlenmeye ihtiyacım yok! Kalbimin kendi coşkunluğu bana yeter. Hatta onu uyutacak bir ninniye ihtiyacım var. Bu ninniyi de Homeros’umda bol bol buluyorum. Kaç kere kanım kaynayıp taşarken bu sayede onu dindirmemiş midir? Ah, sen bu kalbi bilmezsin! O ne delişmen ne hoppa şeydir bilsen! Sana mı bilsen diyorum? Sen ki benim düşündürücü bir durgunluktan taşkın bir sevince, tatlı bir mahzunluktan kudurmuş bir çarpıntıya düştüğümü görerek kaç kere benim için merak etmiş, üzülmüşündür!
İşte bunun için ben kalbimi hasta bir çocuk gibi nazlandırıyor ve şımarmasına göz yumuyorum. Sakın bunu kimselere söyleme! Öyle adamlar vardır ki onlarca bu bir büyük suç, bir günahtır!
15 Mayıs
Saf yürekli köylüler beni artık tanıyorlar, hepsi, hele çocuklar beni çok seviyorlar. Daha birkaç gün evvel yanlarına gidip de bir şeyler sormaya kalkışsam kendileriyle alay etmeye gelmişim gibi birdenbire beni bırakıp giderlerdi. Hoş buna ben de hiç gücenmiyorum ya! Yalnız vaktiyle edindiğim bir fikir bu sefer daha iyi kafama yerleşti. Az çok rütbeli kimseler kendinden aşağı tabakada olanlara çok yüksekten bakıyorlar. Sanki onlara yaklaşmakla kendilerinden bir şeyler eksilecekmiş gibi bir korkuları var. Hele bunların içinde öyleleri vardır ki zavallı halkın katına, gene ancak onları iğnelemek, yaralamak için inerler.
Bilirim ki biz insanlar hepimiz bir değiliz ve bir olamayız. Fakat kendini saydırmak için halktan uzak durmaya mecbur olanlar, bence ölüm korkusuyla düşman karşısında saklananlardan daha az değersiz değildirler.
Geçenlerde gene benim pınar başına gitmiştim. Bir hizmetçi kızı, testisini merdivenin son basamağına koymuş, etrafına göz gezdirerek kendine bir yardımcı arıyordu. Gidip testisini başına koymak lazımdı. Hemen merdiveni inip yüzüne baktım. “Size yardım edeyim mi matmazel?” dedim. Yüzü ateş gibi kıpkırmızı oldu. “Aman… Size zahmet olur…” diyordu. “Yok a canım, hadi gel!..” Ben öyle derken o da başındaki artlığı düzeltiyordu. Testiyi kaldırıp oraya koydum. Teşekkür ederek hemen uzaklaştı.
17 Mayıs
İyi kimselerle tanıştık ama daha bir sosyete bulamadım. Bende şeytan tüyü mü var, nedir bilmem ki! Herkesin hoşuna gidiyorum. Buranın yerlileri hep beni arar, sorar, bana bağlanırlar. Öyle ki mesela onlarla yollarımız bir düşse beni paylaşamıyorlar ve bu, pek az bir zaman için dahi olsa benim için üzüntülü oluyor.
“Bunlar ne biçim adamlar?” diye soracak olursan cevabım şu olur: “Her yerdekiler gibi!” Âdemoğullarının her yerde şaşılacak bir benzeyişleri var. Bunların çoğu boğaz tokluğuna çalışmakla ömürlerini geçirirler. Arada kendilerine kalan az bir zaman ise onlara o kadar sıkıcı gelir ki o zamanı nasıl geçireceklerini, ne yapacaklarını bilemezler!.. Vah zavallı insanlar vah!..
Bu düşünceleri bırak, bunlar sahi çok temiz adamlar. Bazı kere kendimden geçerek onlarla zevke dalarım. Zevk dediğim de nedir ki! İyi hazırlanmış bir sofranın etrafında hoşça bir sohbet, araba ile şöyle bir gezinti yapmak yahut üzüntüsüz bir balo tertip etmek… Zevk namıyla insanlara nihayet kalabilen bütün bu şeyler bende çok iyi bir iz bırakıyor. Elverir ki o zaman bende uyuyan ve kullanılmadığı için paslanmaya yüz tutan bazı saklı hassalarım1 olduğunu hatırlamalıyım!.. Bunun hatıra gelmesi kalbi sıkıyor! Şu kadar ki anlaşılmamak birçok kimsenin olduğu gibi benim de alnımın yazısıdır!
Ah, gençliğimin tapındığı o sevgili ne oldu! Yok olacak idiyse ben onu niye tanıdım?.. Kendi kendime, “Sen delisin!” diyorum. “Artık dünyada varlığı kalmayan bir şey arıyorsun!”
Fakat ben onu, o sevgiliyi bir zaman sarmıştım. Yüreğinin çarptığını duymuştum. Yüksek yaratılışı önünde kendimi benliğimin üstüne yükselmiş gibi görürüm. Çünkü onun yanında ne kadar olabileceksem o kadar varışlı2 olurdum.
Hey Allah’ım! O zaman ruhumun hiçbir kabiliyeti boş kalır mıydı? Kalbimin bütün dünyayı kucaklamadaki şaşılacak kuvveti, onun önünde tastamam kendini gösteremez miydi? Kalbin derinliklerinden gelen ürpertiler, iki ruhun karşılıklı şimşeklenmesi, aramızda her günün, bir alışverişi gibi değil miydi?.. Ah, onunla her konuşmamız ve iğneli şakalarımıza varıncaya kadar, her sözümüz inci gibi ince idi, ben onu bilirim.
Şimdi ise… Ne yazık! Onun benden birkaç yaş büyük olmasıyla benden evvel ölüme kavuşması gerekti. Unutamayacağım, hiçbir zaman onun ruhunun temizliğini, sağlamlığını, onun o ilahi yumuşaklığını hiçbir zaman unutamayacağım!
Burada tanıştığım kimselerden biri de prensin maiyetindeki hâkimdir: Özü sözü bir, doğru bir adam! Onu, dokuza varan çocuklarının arasında görmek hoş bir şey oluyormuş. Hele büyük kızını söyleye söyleye bitiremiyorlar. Beni davet etti, ilk fırsatta gideceğim. Buradan yaya olarak bir saatlik yol. Uzakta prensin bir av köşkünde oturuyor. Karısı öldükten sonra kendi evinde ve hatta şehirde oturmaya içi yetmediği için prensten bu müsaadeyi almış.
Bundan başka, yolunun üzerinde birçok orijinal karikatürlere de rast geldim. Bunların her hâli, özellikle dost görünmekteki gayretleri hiç çekilmiyor.
22 Mayıs
Yaşamak bir rüyadan başka bir şey değildir. Bunu benden önce de söyleyenler olmuş fakat bu benzetiş bir gölge gibi benden ayrılmıyor. Düşünüyorum: İnsanların kudret ve kabiliyetleri daracık bir çerçeve içinde sıkışmış, ellerinden ne az bir şey geliyor! Dikkat ediniz: Bizim bütün savaşımız geçinmemize, yaşamamıza yarıyor. Yani yoksuzluklar içinde geçen şu mendebur yaşayışı uzatmaktan başka bir şeye benzemiyor. İçimizin rahat ettiği zamanlarda bile bu rahatlık başımıza geleceklere karşı Allah’a sığınmamızdan ileri geliyor. Böylelikle zindanlarının duvarlarına güzel resimler, gönül açıcı manzaralar yapan mahpuslara benziyoruz. Ah kardeşim, bunları düşündükçe aklım duruyor!
Kendime, kendi içime bakıyorum ve orada koskoca bir âlem buluyorum. Fakat bu âlemde hayat ve hareketten ziyade manalı sezişler ve karanlık istekler var. O zaman her şey karşımda sarsılıyor ve ben gülümsüyorum ve ben her zaman böyle dalgın, derin derin düşünerek gittikçe daha derinliklere dalıyorum.
Haydi diyelim ki çocukların her işi terbiyecilerin ikide bir söyledikleri gibi, düşüncesiz olsun. Fakat yaşını başını almış insanların da birer koca bebekten hiç farkı olmasın, onlar da şu yeryüzünde sendeleye sendeleye, nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilmeksizin emekleye dursunlar. Onların da belli başlı ülküleri olmasın ve onlar da bisküviler, çöreklerle avutulsun ve değneklerle yola getirilsinler… İnanılacak şey midir? Buna kimse inanmaz fakat bana kalırsa bundan daha açık, daha doğru bir şey olamaz.
Şimdiden sana hak veriyorum (Çünkü ne söyleyeceğini biliyorum.), onlar daha bahtiyardır. Evet, onlar, o koca bebeklerdir ki tıpkı çocuklar gibi günü gününe yaşar, bebeklerini gezdirir, soyar, giydirir, şeker veya pastaların saklı bulunduğu dolabın etrafında saygıyla dolaşırlar ve kendilerine biraz o şekerlerden, pastalardan verilirse bütün açgözlülükleriyle kapışarak “Daha yok mu?” diye haykırışırlar… İşte bunlar, evet bunlar, dünyanın en rahat, en talihli mahluklarıdır.
Daha kimlerin uğuru açıktır, biliyor musunuz? O kimselerin ki yaptıkları en değersiz hatta en delice işleri büyük unvanlarla satar ve bu işleri insanlığın kurtuluş ve yükselişi namına yapılmış yüce fedakârlıklar gibi gösterirler. Bu yolda düşünüp yapabilenlerin -ne diyeyim- gene uğurları açık olsun!..
Fakat bütün bu işlerin ucunun nereye varacağını görüp anlayan gösterişsiz, alçak gönüllü bir kimse… Bir kimse ki şu küçük orta hâlli adamın bahçesini nasıl süsleyip bezediğini ve onu nasıl küçük bir cennete çevirdiğini… Şu ağır yükün altında ezilen talihsizin, iniltisiz, nasıl yolda süründüğünü görür ve her ikisinin de meramının bir dakika daha fazla gün görme olduğunu anlar, işte o kimsenin de içi durulmuştur; o da kendi kendine bir âlem kurar, o da bir insan olduğu için bahtiyardır; kudreti ne kadar ölçülü olsa gene içinde hürriyetin tatlı bir duygusunu besler ve bu duyguyla bilir ki o, ne zaman isterse kendini hayat zindanından dışarı fırlatabilecektir.
26 Mayıs
Eskiden beri tabiatımı bilirsin: Hoşuma giden bir yer buldum mu hemen oraya çekilir, tenhaca ve masrafsızca yaşarım. İşte burada da bulduğum böyle bir yer beni kendine çekti ve bağladı.
Şehirden bir saat uzakta “Wahlheim” isminde bir köy. Bir dağın yamacına yaslanmış, hoş bir görünüşü var. Köye çıkan ince yolda insan yükseldikçe ayağının altında kalan bütün vadiyi bir bakışta kucaklıyor. Yaşına göre dinç görünen hamarat bir kadın orada küçük bir meyhane açmış, gelenlere bira, şarap, kahve getiriyor. Hele kilisenin küçük meydanını kaplayan dalları sık iki büyük ıhlamur var ki bu hepsinden daha hoş.
Köyün bu küçük meydanı her taraftan saman örtülü kulübelerle, ambarlarla çevrilmiştir. Ruhumu bunun kadar okşayacak, bunun kadar işime elverecek tenha ve sevimli bir yeri başka nerede bulabilirdim?
Dükkândan oraya bir küçük masa ile bir iskemle getirtir, kahvemi orada içerim, Homeros’umu da orada okurum.
İlk olarak yolum bu ıhlamurların altına uğradığı vakit bir öğleüstü idi. Meydanda kimseler yoktu. Besbelli herkes tarlasında çalışıyordu. Yalnız yere oturmuş dört yaşında bir oğlancağız vardı ki bacaklarının arasında gene yere oturmuş olan altı aylık bir yavruyu tombul kollarıyla sarmış, göğsünü ona yastık etmişti. Kendi hâlinde sessiz oturuyor fakat parlak, siyah gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu.
Manzara hoşuma gitti. Hemen karşısında, bir sabanın üstünde yer aldım. Ve şu altı aylık bebekle onu koruyan dört yaşındaki ağabeyi kâğıt üzerinde çizmeye başladım. Bu resim beni pek eğlendirdi. Beri taraftan çitten bir parça, sonra bir ambar kapısı, birkaç kırılmış saban tekerleği, bütün bunlar rastgele, karmakarışık resme giriyordu. Kendimden hiçbir şey katmadığım hâlde bir saat sonra ortaya hakikaten ilginç, güzel bir resim çıktı. Bundan sonra yalnız tabiatı kendime örnek edeceğim: Kararım iyice kuvvet buldu. Zenginliği tükenmeyen bir o var! Büyük artistleri yetiştiren de yalnız o olduğu gibi…
Şüphesiz toplumsal kanunlar için olduğu kadar sanat kuralları için de söylenecek birçok iyi söz vardır. Sanat kurallarına bağlı bir artist, hiçbir zaman abes ve mutlak surette fena eserler vücuda getirmez.
Nitekim usul ve kanunu kendine kılavuz eden bir kimse de hiçbir vakit ne çekilmez bir komşu ne de namlı bir kötü adam olur. Böyle olmakla beraber her kural -evet, başkaları ne derse desin- bence her kural tabii hisleri boğar ve bu hislerin hakiki ifadesini bozar.
Ah, ey dostlar! İlham dereleri niçin bu kadar seyrek coşup taşıyor? Onun dalgalarının kabarması ve gelip sizin uyuşuk ruhlarınızı sarsması niye böyle seyrek oluyor? Niçin böyle oluyor, biliyor musunuz? Aziz dostlarım, şunun için ki o dere boyunun iki tarafında oturan ağırbaşlı, düşünceli kimseler fidanlıklarını, kulübelerini, laleliklerini, bağlarını, bostanlarını su basmasın diye setler yaparlar, hendekler, arklar açarlar da korktukları tehlikenin böylelikle önünü almış olurlar. Evet, işte bunun için dâhiyane eserler azdır!
27 Mayıs
Anladığıma göre heyecan içinde, parlak sözlerin ve benzetişlerin akıntısına kapılarak asıl konumu unutmuştum. O resimlerini yaptığım iki çocuğun hikâyesini tamamlamadım, değil mi? Anlatayım: Dün sana oldukça saçma bir mektuba mal olan o artistik hassalarımla tam iki saat sabanın üstünde oturmuş kalmışım.
Akşama doğru, kolunda bir sepet, genç bir kadın, çocuklara doğru yürür, onlar kıpırdamaz, kadın haykırır: “Philipp! Sen iyi bir çocuksun!”
Geçerken bana başıyla selam verir, karşılık onu selamlarım. Yerimden kalkar, yaklaşır ve ona “Çocukların annesi misiniz?” diye sorarım. “Evet.” der. Büyüğüne sepetinden beyaz bir ekmek verir. Küçüğünü kucağına alır ve bütün bir ana sevgisiyle onu kucaklar. Sonra bana dönerek:
“Bu küçüğü Philipp’e emanet ederek kendim büyük kardeşleriyle biraz çarşıya inmiştim. Biraz şeker, bir parça beyaz ekmek, bir de ufak tava almam lazımdı.”
Kapağı düşmüş sepetinin içinde bu dedikleri görünüyordu. O, devam etti:
“Bu akşam küçük Hans’ıma bir tirit yapacağım.” (Hans en küçüğünün adı idi.) “Büyük yaramazım dün Philipp’le didişirken toprak tavayı kırdılar.”
Büyük yaramazının nerede olduğunu sordum. Çayırda kızları kovalamakta olduğunu söylerken sözü ağzında kaldı. Çünkü büyük yaramazı bir taraftan koşa koşa gelmiş, elindeki fındık dalını minimini kardeşine uzatıyordu.
Biz konuşuyorduk. Sonunda anladım ki bu kadıncağız oradaki mektep hocasının kızıymış. Kocası bir miras işinden dolayı İsviçre’ye gitmiş:
“Kendisini aldatmak istiyorlardı. Mektupları hep cevapsız kalıyordu. İşte bu sefer kendisi gitti. Bakalım ne yapacaklar? Allah vere de bir kazaya uğramasa! Çoktandır hiçbir haberini alamadım.”
Ne sade ne pürüzsüz lakırtı söyleyişi vardı! Bu kadından ayrılmak istemiyordum. Çocuklara biraz para verip gönüllerini aldım. Kasabaya indiği zaman küçük Hans’a beyaz ekmek alması için analarının eline de beş on kuruş sıkıştırdıktan sonra oradan uzaklaştım.
Sevgili arkadaşım! Öyle anlıyorum ki ne zaman kanım kaynarsa onun taşkınlığına karşı en faydalı ilaç Allah’ın böyle bir kuluna rast gelmek oluyor. Bir kul ki şu fâni dünyada kendi payına düşen dar bir çerçeve içinde her gün rızkını arayarak tasasız yaşar ve yaprakların birer birer düştüğünü görürken yalnız kışın yaklaştığını düşünür.
O zamandan beri dediğim yere sık sık gidiyorum. Çocuklarla senli benli olduk, kaynaştık. Kahvemi içerken şekerimi onlara veririm. Akşamüstü sütü, tereyağlı pastaları da paylaşırız.
Her pazar haftalıklarını alırlar. Şayet kilise vakti ben orada bulunmazsam meyhaneci kadın, sonra benden almak üzere paralarını dağıtır.
Bu çocuklarda hiç yabanilik yoktur. Bana masallar söylerler. Çocukça duyguları ve hele köyün başka çocukları etrafıma toplandığı vakit, onların kıskançlıklarını belli etmeleri beni eğlendirir.
Yalnız bir düziye “Sizi rahatsız ediyorlar.” diyen analarına meram anlatıncaya kadar başıma hâl geldi.
30 Mayıs
Bundan evvel resim için söylediğim şeyler şüphesiz şiir için de doğrudur. Mesele tabiatın güzelliklerini yahut şöyle diyeyim, ne olursa olsun “güzel”i görüp tanımak ve onu göstermeye çalışmaktır. Aslı aranırsa bu, az sözde çok mana aramak demektir.
Bugün ben öyle bir sahneye şahit oldum ki hakkıyla yazılabilse en güzel bir şiir, en hoş bir çoban manzumesi vücut bulur.
Fakat niçin her vakit bu sözler?.. Şiir, manzume, sahne… Nedir bunlar? Niçin her vakit böyle örneklere, kalıplara göre yoğrulmak?.. Hâlbuki gerek olan kendini kapıp koyvermek ve tabiatın herhangi bir hadisesini benimsemektir.
Eğer şu başlangıca göre benden yüksek, şatafatlı bir şeyler beklersen aldanırsın. Bendeki bu ürpertilere sadece bir köylü sebep olmuştur. Her vakit olduğu gibi olayı gene fena anlatacağım. Sen de her vakit olduğu gibi işi büyütüyorum sanacaksın. Dinle:
Gece Wahlheim’da… Hep de böyle olmayacak şeyler Wahlheim’da olur. Ihlamurların altındaki kahvede köylüler oturmuş, oldukça kalabalık bir toplantı yapmışlardı. Böyle toplantılardan hoş olmadığı için söze karışmayarak usulca sıvıştım.
Oradaki evlerin birinden genç bir köylü çıktı. Geçenlerde resmini yaptığım saban arabasının bir tarafını tamire başladı. Hâli hoşuma gitti, yaklaştım, hâl ve hatır sordum. Hemen aramızda candan bir anlaşma oldu. Zaten bu saf adamlarla biz her zaman anlaşırız.
Durumunu anlattı. Bir dul kadının yanında çalışıyormuş. Hanımından memnun. Bunu öyle candan anlattı ve hanımını o kadar methetti ki zavallının bütün ruhuyla, vücuduyla ona bağlı olduğunu sezmekte gecikmedim.
“Artık öyle genç değil.” diyordu. “İlk kocasıyla mesut olamamış, bir daha da evlenmek istemiyor.”
Hanımının ne kadar güzel olduğu her sözünden belliydi. Ölen kocasının haksızlıklarını unutturmak için kendisine varmasını öyle istiyor ki! Bu saf köylü kalbinin hanımına nasıl baktığını anlatabilmek için onun sözlerini teker teker sana tekrarlamalıyım. Hayır, gene olmaz. Onun tavırlarındaki ifadeyi, sesinin ahengini, gözlerinin ateşini anlatabilmek için büyük şair kuvveti lazım. Fakat mümkün değil! Onun gözlerine alev, tavırlarına tatlılık veren bu sevgiyi gösterecek ifade hiçbir dilde yoktur. Bu işte beceriksiz ve kaba kalacağımı biliyorum; ne yazsam nafile!
Bana en çok dokunan, zavallı köylünün hanımıyla münasebetine yanlış bir mana vermeyeyim diye korkması ve en ufak bir kuşkuya düşmeme bile razı olmaması idi.
Tazeliğini, yosmalığını kaybettiği hâlde gene güzel olduğu anlaşılan o kadına düşkünlüğünü gördükçe bu gencin sözlerini kalbimin derinliklerinde duyduğum bir zevk ile dinliyorum. Bu kadar temiz, bu kadar da ateşli duyguların bir araya geldiğini hiç görmemiştim. Hatta saflığın bu derecesini şimdiye kadar düşünmemiş olduğumu da söyleyebilirim. Eğer bana darılmayacağını bilsem gönlümü dolduran şu toy aşkın düşüncesiyle hâlâ titrediğimi, hâlâ her yerde o ince duyguların izinden giderek aynı ateşle yandığımı da itiraf ederdim.
Her şeyden önce gidip bir kere şu kadını görsem mi dersin? Hayır, hayır! İyi düşününce onu görmemenin daha tatlı olduğu anlaşılır. Görünce onu ancak yavuklusunun gözüyle görmeli. Kim bilir? Belki de onu düşündüğüm kadar güzel bulmam. O hâlde bu kadar güzel bir hayali niçin bozmalı?
16 Haziran
Çoktandır niçin sana mektup yazmıyorum: Bunu bana sorabilirsin. Sen ki bu kadar bilgiçsin!.. Vücutça iyiyim… Bunu da anlayabilirsin. Hatta… Uzun sözün kısası, ben bu yakınlarda biriyle tanıştım. Öyle biri ki nasıl anlatayım, gönlümü çok yakından oyalamaya başladı.
Dünyanın en güzel, en sevimli bir kızını nasıl tanıyabildiğimi sana sırasıyla anlatmak biraz güç olacak. Şu hâlinde çok sevinçli ve mutlu olan bu arkadaşın, ne yapayım ki gene bunun için çok fena romancıdır.
Bir melek! Adam sen de! Herkes bunu söyler değil mi? Bununla beraber o ne kadar kusursuzdur, niçin bu kadar kusursuzdur, bunu sana anlatmak elimden gelmez. Şu kadarını söyleyeyim, ötesini sen anla: Ona bütün benliğimle tutuldum.
O billur saflığı içinde bu kadar ince bir anlayış?.. O tüy yumuşaklığı içinde gene demir gibi kalabilmek! O kadar iş güç arasında gene kendi hâlinde, yerinde gibi rahat oluş!
Bunlar söz çerçevesi içine girecek yerler değil. Onu ne kadar anlatmaya çabalarsam sözlerim gene pek yavan ve acınacak derecede kusurlu oluyor.
Vazgeçmeliyim… Başka bir vakit… Hayır başka bir vakit değil! Şimdi anlatmalıyım. Şimdi anlatmazsam başka hiçbir vakit anlatamam, eminim.
Çünkü söz aramızda, mektubuma başlayalı üçtür kalemi elimden fırlatıp hemen hayvanı eyerleyerek çıkmaya can atıyorum. Hâlbuki bu sabah kendi kendime ant içtim: Bugün çıkmayacağım dedim. Öyle iken ikide birde pencereye giderek güneşin yüksekliğini ölçüyorum. Bir türlü akşam olmuyor.
Hayır, bir türlü elimden gelmedi. Onu görmeden yapamıyorum. Gittim, gördüm ve geldim fakat emin ol kardeşim, mektubumu bitirmeden yatmayacağım. İçim bayıldı, bir taraftan tereyağlı ekmeğimi yerken bir taraftan da mektubumu yazarım.
Hepsi canlı ve sevimli olan sekiz kardeşinin ortasında onu seyre dalmak!.. Oh, bu görüş ruhuma ne kadar safa veriyor bilsen!
Lakin ben hikâyemi böyle anlatmaya kalkışırsam sen ne başlangıcını anlarsın ne de sonunu. Öyle ise dinle, biraz etraflıca anlatmaya çalışayım:
Geçenlerde sana Hâkim S… ile tanıştığımı bildirmiştim. O zaman kendisini gidip o tenha kırlardaki evinde ara sıra ziyaret etmekliğimi rica etmiş olduğu hâlde nasılsa elim değmedi. Eğer bu kır evinde gizlenen defineyi tesadüf bana buldurmasaydı belki de buna hiç elim değmeyecekti.
Gençler bir kır balosu düzenlemişler, ben de aralarında bulundum. Kolumu şehrin genç kızlarından birine verdim. Bu kız oldukça güzeldi. Fakat yüzü de hâl ve tavrı gibi manasızdı. Aramızda kararlaştırdık. Dayısının kızı ile beraber onları araba ile toplantı yerine götürecektim. Giderken de hâkimin kızı Charlotte’u yanımıza alacaktık. Hâkimin oturduğu köşke götüren uzun yol koca bir ormanı ikiye bölüyordu. Kız dikkatle yüzüme bakarak “Şimdi kızların en güzelini göreceksiniz!” dedi. Yeğeni de şunu ilave etti:
“Sakın gönül vereyim demeyin!”
“Niçin?”
“Çünkü başkasına söz kesilmiştir. Nişanlısı nazik bir genç. Babası geçenlerde öldü. Bunun için işlerini yola koymak ve iyi bir memuriyet almak niyetiyle biraz uzaklaştı.”
Bu sözleri ben oldukça kayıtsızlıkla dinliyordum. Güneş tepelerin arkasına gizlenirken arabamız da avlunun kapısında durdu. Havada bir ağırlık vardı. Başımızın üstüne yığılan renksiz toplu bulutlar bir fırtına kopacağını anlatıyordu. Küçük hanımlar korkup telaşa başladılar. Ben de havadan pek anlar gibi onlara cesaret verdim. Hâlbuki kendim bir fırtına çıkıp da balomuzun tadını kaçıracak diye korkmuyor değildim.
Arabadan atladım. Kapıya çıkan bir hizmetçi kız Matmazel Charlotte’un hemen inmek üzere olduğunu söyleyerek biraz beklememizi rica etti.
Ben avluyu geçerek bu güzel yuvaya girdim, yukarı çıktım. Merdiven başında öyle hoş bir manzara ile karşılaştım ki bir eşini daha görmemiştim. İki yaşından on bir yaşına kadar yarım düzine çocuk, genç bir kızın etrafını kuşatmışlardı. Orta boylu ve pek alımlı bir kız!..
Giydiği sade beyaz elbisenin yalnız kollarında ve göğsünde sarı gül fiyonklar vardı. Elindeki esmer bir ekmekten çocukların yaşına ve iştahlarına göre parçalar kesip veriyordu. Görsen ne tatlı bir eda ile kesip veriyor ve görsen onlar da nasıl bir saflıkla “Mersi!” diyorlardı. Daha ekmek kesilirken bir düzine minimini ellerin havada uçuştuğunu görmek oldukça hoş bir şey oluyor.
Payını alanların bazısı sıçrayarak oyuna dalıyor, daha ağırbaşlı olanları da sevgili ablalarını almaya gelen arabaya ve içindekilere bakmak için kapıya koşuyorlardı. Beni görünce en tatlı ve utangaç gülümseme ile “Zahmet ettiniz, affınızı rica ederim.” dedi. “Küçük hanımları da aşağıda beklettim. Biraz ev işleri, biraz tuvalet derken çocukların tayınlarını unutmuşum. Başkasının elinden de hiç ekmek almak istemezler.”
Bu sözlere ruhsuz bir iki kelime ile cevap verdim. Zira bütün ruhumla onun simasına, sesine, tavrına dalıp kalmıştım. Benim bu hayranlığım arasında o da bitişik odaya gitti, eldivenlerini, yelpazesini aldı.
Çocuklar bana uzaktan ve yan yan bakıyorlardı. Bunların içinde en güler yüzlü bulduğum birine doğru ilerledim. Ürktü. Geri geri gidiyordu. Charlotte odaya gidip onu görünce “Louis!” dedi. “Elini dayına ver bakayım!”
Çocuk emniyetle elini uzattı. Küçücük burnunun kirli oluşu hiç gözüme görünmedi. Çocuğu candan kucakladım, öptüm. Sonra elimi Charlotte’a uzatarak “Matmazel…” dedim. “Size akraba olmak şerefine layık olduğumu zannediyor musunuz?”
Dudaklarında bir manalı tebessüm gizleyerek “Oh!” dedi. “Bizde akrabalık çerçevesi çok geniştir. Herkese dayı, dayının oğlu deriz. Sizin akrabalıkta daha geri kalmanıza razı değilim.”
Gideceğimiz sırada kendisinden sonra çocukların en büyüğü olan on bir yaşında bir kıza sıkı sıkı tembih etti: Kardeşlerine bakacak, babaları gezmeden geldiği vakit hep birlikte onu kucaklayacaklardı. Sonra ötekilere dönerek “Ablanızın, tıpkı benmişim gibi sözünü dinleyeceksiniz ha!” dedi. Birçokları başlarıyla bunu vadettiler. Yalnız biri, altı yaşlarında sarışın bir kız, varışlı bakışıyla dönüp gülerek şöyle söyledi:
“Bununla beraber o, hiçbir vakitte senin yerini tutamaz Lotte! Biz onun sen olmasını isterdik!”
Arabaya binildi. Çocukların ikisi arabanın arkasına takıldılar. Benim hatırım için Charlotte bunlara ormandan çıkıncaya kadar müsaade etti. Fakat şu şartla ki onlar da uslu uslu oturacaklar, birbirlerini üzecek şeyler yapmayacaklardı.
Arabada yerleştik. Hanımlar birbirine karşı hâl ve hatır sordular. Âdet yerini bulsun diye birbirlerinin tuvaletini ve şapkalarının süsünü beğendiler. Sonra gideceğimiz toplantı üzerine söz açılırken Charlotte arabacıyı durdurarak kardeşlerini indirtti.
Sevgili yavrular, ablalarının elini bir kere daha öpmek istediler. Büyüğü bu eli öperken âdeta on beş yaşında toy bir delikanlı gibi utangaçtı. Küçüğü daha atik, daha hafiflikle kardeşine uydu. Charlotte da yüzlerinden öperek daha küçükleri, üst üste onlara ısmarladı. Çocuklar döndüler, biz de yolumuza koyulduk.
Okunacak kitaplardan söz açıldı. Charlotte’un bütün sözlerini ruhlu buluyordum. Her sözünde başka bir güzellik keşfediyor, gözlerinde kıvılcımlanan zekâ parıltılarına hayran hayran bakıyordum. O da galiba kendisini anladığımı duymaktan ileri gelen bir hazla neşeleniyor, yüzünde güller açılıyordu. Sözlerinin bendeki derin izlerini belli etmemek istiyordum fakat bir aralık kendimden geçtim. O, Wakefield Papazı’nı bütün inceliğiyle dosdoğru meydana koyduğu zaman dayanamadım. Onun için düşündüklerimi sayıp dökmeye başladım, yanımdakilerin varlığını unutmuştum. Bunu ancak Charlotte onlara dönüp söz söylediği vakit şaşarak hatırladım, o kadar dalmışım. Bizim kuzen ikide bir alaylı gözlerle bana bakıyordu ama ben işi pişkinliğe vurdum.
Der kostenlose Auszug ist beendet.