Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Köroğlu»

Schriftart:

Kazakistan’ın Bağımsızlığının 30. yılına armağan.


Takdim

Abzal SAPARBEKULY

Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi


Bu sene Türk dünyasıyla birlikte doğumunun 175. Yıldönümünü kutladığımız Kazak halk şiirinin alpereni olan ozan Jambıl Jabayev, 1846 yılında şu anki Jambıl Eyaleti Şu İlçesindeki Jambıl dağının eteğinde Japa kışlağında Şubat ayının şiddetli soğuk günlerin birinde dünyaya geldi. Zor günlerde doğdu. Yedisu bölgesini Kokan Hanlığının idare ettiği dönemdi.

Jambıl küçüklüğünde babası köydeki molladan eğitim alsın diyerek medreseye verir. Fakat gelecekteki ozana mollanın eski talimi nasip olmadı. O dönemde henüz yeni eğitim sistemi yoktu, eski medrese metoduyla okuma vardı. Bundan sonra babasına mollanın okutması yaramadığını söyler, eline dombıra alarak ozanlık yoluna koyulur.

Kazak edebiyatının klasik yazarı M.Auezov’un “Ozanların ozanı parlak gölün dimağı” dediği ozan Süyinbay Aronulı’dan dua alır. Böylece o, henüz on-on beş yaşında “genç ozan”, “müthiş ozan”, “ozan Jambıl” olarak halk içinde tanınmaya başlar.

Jambıl da, Abay gibi yaşadığı dönem itibarıyla sosyal sorunları her zaman dile getirdi. Böylece o, adalete yana yaşadı.

1916 yılında insan gücü ile ilgili çıkan çarlığın hükmüne karşı mücadele başladığı zaman ozan Jambıl devleti idare edenlerin Çarlığa kul-köle olduklarını, halkı öfkelendirdiğini ifade etti. Yaylasından ayrılan Kazak halkı o dönemde Çin’e göç etmeye başladı. Kazakistan’ın birçok yerlerinde Çarlığın hükmüne karşı başkaldırmalar düzenlendi. Bu olaylara şahitlik eden ozan şiirlerinde her zaman dile getirdi. Hatta bu şiirleri söylediği için birkaç gün hapiste bile yattı.

Kazakistan topraklarında Sovyet hükümeti idare etmeye başladığında fakire, kadına özgürlük getirdiğine ozan şahit oldu. Bundan dolayı onun şiirlerinde zenginlerin mallarına kayyım atamak, mal otlatacak, ekin ekecek toprakları tekrar paylaştırmak, konsey seçimlerini düzenlemek gibi konular işlendi. Bu sürece şahit olan ozan halkıyla beraber sevindi, beraber neşeli günleri yaşadı.

Kazakistan Yazarlar Birliğinin 1.Kurultayında üey olan Jambıl adını 1936 yılında Moskova’da geçen Kazak edebiyatı ile sanatının on günlüğü festivali daha yaygın haline getirdi. Tabi ki, Jambıl da, zamanın çocuğuydu. Bundan dolayı çalışkan milletine eşitlik getiren Kazan başkaldırmasına sevinmemesi mümkün değildi.

Ozanın zirve santkarlığı, atışmalarıdır. Jambıl’ın Kulmanbet, Dosmağanbet, Sarıbas, Mayköt, Baktıbay, Sarı, Böltirik, Jünisbay, Aykümis, Bölek’in kızı, Şaşubay gibi ozanlarla yaptığı atışmaları irticalen söylediği şiirinin zirvesiydi.

Dünya Savaşı döneminde vatanseverliği şiirleriyle yad eden ozana Devlet Ödülü verilir. O, son demine kadar geleneksel Kazak şiirinin en mükemmel örnekleriyle hayatını ördü. Hemen hemen bir asır yaşayan ozan Jambıl Jabayev sadece Kazak şiirinin alpereni değil, 20.yüzyılın Homeros’u olarak bilindi. O, halk şiiriyle Kazak halkını tüm dünyaya tanıttı.

Yazar Muhtar Mağavin Jambıl ile ilgili hatıratında Kazak edebiyatını ve kültürünü dünyaya tanıtan Abay değil, Muhtar Avezov değil, aslında tüm dünyaya tanıtan ozan Jambıl olduğunu söyler. Ve daha o dönemde şiirlerin dünya dillerine nasıl çevrildiğini, ezberlendiğini büyük bir hissiyatla dile getirir.

Bu sene Devlet Başkanlarımız Türkistan Deklarasyonu kapsamında ozan Jambıl Jabayev’in 175.ci yıldönümü anma yılı olarak ilan ettiler. Kazakistan’ın her bölgesinde ozanla ilgili etkinlikler düzenlenerek eserleri yeniden yayınlanmaktadır. Bundan birkaç sene önce Keçiören Belediyesinde Jambıl sokağı açılmıştı. Bu tarihi faaliyeti organize etme bahtiyarlığına ermiştik. Bu anlamda ozanımıza hürmeten sokak adını veren belediye başkanlığına yeniden şükran duygularımı arz ederim. Ozanı anmak, şiiri anmaktır, tarihi yad etmektir ve hafızaları yenilemektir. Bu amaçla elinizdeki Köroğlu Destanı’nı ilk defa Türkiye Türkçesine kazandırarak sizlere sunmaktayız. Evet, Türk edebiyatında Köroğlu Destanı vardır ve onun birçok versiyonu mevcuttur. Sizlere sunduğumuz bu kitap destanın Jambıl Jabayev’in nüshasıdır. Eseri çeviren değerli yazar Malik Otarbayev’e ve kitabı yayına hazırlayan Avrasya Yazarlar Birliği Başkanlığına teşekkür ederim.

Takdim

Dr. Yakup ÖMEROĞLU

Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı


Bir milleti edebiyatsız, edebiyatı da milletsiz düşünmek mümkün değildir. Milli ruhu her zaman canlı tutan söz sanatıdır. Özellikle, erken dönemlerde yaygın hale gelen sözlü edebiyatı halkın manevi besin kaynağı olmuştur. O dönemin insanları sadece “izleyici” değillerdi, dinleyici olmakla beraber ezberleyiciydiler, okuyucu olmakla beraber araştırıcıydılar. Dolayısıyla eski ozanlar ile yazarlar hep halkın günlük hayatıyla içli dışlı olmuşlar. Halktan beslendikleri gibi halkı da beslemişler. Böylece manevi değerlere sahip çıkarak kendi milli varlıklarını hem yurt içinde hem de yurt dışında tanıtabilmişler.

İşte kardeş ülke Kazakistan’ın ünlü ozanı, nazımın nazlı nigârı olarak tanımlayacağımız Jambıl Jabayev, öz milletine, kültür değerlerine aşık bir insandı. Okuması yazması olmayan ozanın söylediği şiirleri yaşadığı dönem itibarıyla halkını yeniden canlandırmış, anlattığı mevzuları folklor ilminin yeni ufuklarını açmış ve üzerinde taşıdığı hasletleri milli ruhunun uyanmasına büyük hizmetler vermiştir. Kazak bilim adamlarının tespitlerine göre, o, eski atışma geleneğinin, sözlü edebiyatının son orijinal timsaliydi. Çok sade bir hayata sahipti. Hep halkın yanında oldu, halkın derdiyle dertlendi ve halkın ihtiyacını her zaman cesurca dile getirdi. O, aynı zamanda toplumun formasyon geçirdiği her iki dönemin şahidiydi. Sömürülen milletine özünü ve sözünü hatırdan çıkartmaması için hayatı boyunca çaba sarf eden milli sesti, milli nefesti. Anadolu topraklarında neşet eden Aşık Veyseller, Aşık Seyraniler, Pir Sultan Abdallar gibi adalet ile doğruluğu, sevgi ile şefkati, doğa ile barışı, kısaca hakikatin tercümanı olmuştur.

Eğer ozan Jambıl sadece zamana bağlı kalan bir şahsiyet olsaydı, Türk dünyasının incileri olan “Köroğlu”, “Kız Jibek”, “Manas”, “Ötegen Batır”, “Saurık ile Suranşı” destanlarını köy köy gezerek, yayları kışlakları dolaşarak günlerce hiç durmadan dombırasıyla anlatır mıydı, gelecek nesillerin hafızasına aktarır mıydı? Dini değerlerin yaşanması, manevi ritüellerin yapılması yasak olduğu dönemde koca coğrafyayı idare eden Stalin’in önünde her şeye rağmen hiç taviz vermeden namaz kılması, onun geleneksel değerlerine ne kadar bağlı olduğunun göstergesi değil midir? Her insanın zamanın çocuğu olduğu tartışılmaz gerçektir. Bundan dolayı ozan Jambıl da Sovyet zamanından önceki dönemini dile getirdiği gibi, sonrasını da anlatmıştır. Bu ozan, şair, yazarlar için doğal bir haslettir. Çünkü her ne kadar bir yazar tarihi romanı kaleme almış olsa da, yine yaşadığı dönemini anlatmaya çalışır. Ona rağmen Jambıl eski değerlerini çok iyi bilmiş ve bununla yeni neslin yetişmesine katkı sağlamıştır.

Türk dünyasının değerli gönül insanı, söz sanatının ustası Jambıl Jabayev, öz değerlerinin hafızası olduğu gibi, Kazak halkının da hafızasında ebediyete kadar kalan ulu bir ozandır.

Önsöz
Halk Şiirinin Alpereni

Prof. Dr. Canseyit TÜYMEBAYEV

Al Farabi Kazak Milli Üniversitesi

Genel Kurul Başkanı – Rektörü


Jambıl Jabayev, zamanı aşkın eserleriyle ulu Kazak ozanıdır. Onun eserleri birçok dünya dillerine çevrilerek geniş coğrafyaya yaygınlaştı. O, Kazak milletini dünyaya tanıtarak söz sanatının gelişmesine üstün katkı sağladı. Yaşadığı dönem itibarıyla toplumun manevi değerlerini daima dile getirerek şiirselleştirdi. Dönemin aktüel konuları işleyerek milletinin doğru yoldan sapmamasına her zaman engel oldu. 2. Dünya Savaşı esnasında Kızıl Ordu askerlerini ölümsüz şiirleriyle coşturarak vatanperverliğin faziletini anlattı. Sadece Kazak şairleriyle yazarlar için değil, dünyanın birçok meşhur kalem erbapları için ilham kaynağı oldu.

1938 yılında Jambıl’ın sanatkarlık döneminin 75.ci yıldönümünde Martin Andersen Nekse, Romen Rollan, Anri Barbüs, Rabidranat Tagor gibi dünya aydınları kutlama mesajlarını göndererek onun usta bir sanatkar olduğunu benimsemişlerdi. Hatta “20. Yüzyılın Gomer’i” veya “Halk Şiirinin Alpereni” diye kendisini vasıflandırarak iftihar etmişlerdi. Sadece Türk dünyasında değil, dünya genelinde tanınmış olan Kazak ozanı Jambıl, 1941 yılında Sovyet Birliği’nin üstün ödülünün sahibi olmuştur. O, ümmi olmasına rağmen, atışma geleneğinin ve ozanlık sanatının ustasıydı. Aynı zamanda tarihi geleneğinin, özellikle manevi rehberi sayılan ozan Süyinbay Aronulı ekolünün devamı ve usaresiydi. Bundan dolayı o, Kazak kültür ve sanat dünyasının özü hem eski zamanın yadigarıydı.

Jambıl Jabayev, bir asırlık hayatı içinde hep milletle beraber olmuştur. Onun tüm himmeti, milletiydi. Çünkü o, öz halkın hüznünü, hayalini şiirselliştirerek geleneksel Kazak şiirini modern değerleri arasında bağ kurmuş, böylece söz sanatına yenilik kazandırmıştır. Dolayısıyla, Jambıl, bir ozan olarak yaşadı ve tüm yaşantısını ozanlaştırmıştı. Bundan dolayı halk içinde güzel bir temenni vardır: “Allah Jambıl’ın yaşını versin!” Hakikaten o, hayatın gerçek yüzüyle yüzleşerek yaşamıştır. Toplum içindeki adaletsizliklere karşı çıkarak her zaman eleştirmiştir. Gayet yüksek edebi bir üslup kullanarak toplumdaki gerçekleri dile getirebilmiştir. Aynen üstadı Süyinbay gibi doğru konuşmayı bilmiştir.

Jambıl’ın gözünde ne dünya mevk-i makamı ne de zevki vardı. Öyle bir arayışa sahip değildi. O, her zaman hakikatin peşinde idi. Fakat şu unutulmamalıdır ki, her insanın olduğu gibi, o da kendi zamanının bir evladıydı. Onun şiirlerini okuyarak incelediğimizde 20. Yüzyılı toplumunun gelişme tarihini görmek mümkündür. Ve siyasi konjöktüre göre birçok eserleri şekillenerek onun yaşadığı dönemine aynedarlık vazifesini görmüştür.

Fenomen hafızaya sahip olan Jambıl, kendisinden önceki ozanların uzun şiirlerini ve destanlarını ezbere bilirdi. Kazak klasik yazarı Muhtar Auezov’un dediğine göre, o yaklaşık bir milyon satır şiirleri hafızasında tutmuştur. Doğal olarak bir milyon satır içinde inci ile mercanların bulunmaması mümkün değildir. Dolayısıyla, onun gönül dünyasından fışkıran deste deste şiirsel deyimler ile atasözler yeni dünyaya adapte edilerek şiirsel şekliyle gün yüzüne çıkınca, tabii olarak eşsiz eserlere dönüşmüş haldeydi.

Sözün özü, o Türk dünyasının medar-ı iftiharıdır. Bu sene çok değerli ozanımızın doğumunun 175.ci yıldönümünü hep beraber kutlamaktayız. Türk Cumhuriyetleri Cumhurbaşkanları tarafından bu sene kabul edilen Türkistan Deklarasyonunda adı geçen ozanımızdan günümüze kadar aktarılan manevi değerleri, hepimize ortak değerlerdir. Umarım, sonraki nesillere de bu milli değerlere sahip çıkar, medar-ı iftihar olan ozanlarımızı her zaman yad ederler.

TARİHİ TÜRK DESTANI

KÖROĞLU

Jambıl Jabayev’in nüshası


 
“Bozayhan” isminde er vardı,
Hükmünü her tarafa süren.
Hayatında hiç mağlup olmadı,
Deryaları geçti kandan irinden.
Önüne çıkan herkesi,
Yenerek galebe çaldı.
Kendisinden başka hanları,
Kağan olarak doğan canları,
Hayatında hiç takmadı.
Yer yüzündeki halklara,
Gün altındaki aydınlara,
“Hükmümü sürsem” diyerek,
Kan görmezse yedi gündür,
Savaşmazsa iki gündür,
Kana o kadar susadı.
Altınlara dolan kentlerde,
Emir verir tüm milletlere,
Ününü duyarlar Bozayhan’ın,
Kimsenin olmadığı yerlerde.
Kaşlarına kar yağar,
Kirpiklerine buz donar.
Ordusuyla sefere çıkar,
Günü göremez kağanlar.
Mızrağı altın yeleli,
Yerle bir eder her yeri,
Düşmanı hüsrana uğratır,
Mallarını eline alır.
Korkunç savaş meydanında,
Ganimetini gören.
Bozayhan’ın her seferini,
Çoktu hanlar gıpta eden.
Bozayhan çıkarsa kükreyerek,
Ordusunu toplarsa biriktirerek,
Yeryüzünde bir tek adam bile,
Bulunmazdı gülümseyen.
Sefere çıkar Bozayhan,
Sular gibi aktı kızıl kan.
Masum insanları öldürüp,
Kurban oldu nice can.
Mallarını ele geçirip,
Her tarafı ateşe verdi.
Han’dan milletler çekti,
Diye yazmasın kimse şiirleri.
İşte buydu tüm hikâye,
Yarına tarihten bir paye.
Kentleri idare etti hanlar,
Uçsuz bucaksız bozkırlar.
Hanlara bakan milletler,
Istırap ile cefa çektiler.
Aya kükreyen aslan,
Seslenerek uzaktan,
Öfkeli hem de daha beter.
Açlıktan öle yazan,
Halkına hiç acımaz han.
Handan çeken milletin,
Yüreğidir yaralanan.
Hanlardır öfkelendiği zaman,
Halkından öcünü alan.
Sallarlar kılıçlarını bulutlara,
Gök dayanır mızraklara.
Bulamak isterler kanlara,
Katılmak isterler savaşlara.
Hüküm süren Bozayhan,
Büyüyerek dolup taşar.
Bozayhan’ın gelişini duyan,
Halk dört bir yana kaçar.
Yağış günü gibi kararır,
Rengi kaçar, morarır,
Uzaklara koşar, dalgalanır,
Durmadan coşar, dağı alır,
Başkasına hayat tanımadan,
Yeryüzünü herkesten kıskanır.
Kılıcın kanı kurumadı,
İnsan gücü hiç durmadı,
Bozayhan’ın zulmünden,
Etrafında yer kalmadı.
Vuran top gibi yuvarlanıp,
Savaşan yerlerde baş kaldı.
Saldırıda yenenleri,
Mızraklar delerler, taş kaldı.
Boynundan kestikleri başları,
Lezzet almadıkları ömürden,
Kurtaramadıkları ölümden,
Karıncalara yem olup,
Ölüler gibi kaldı donup,
Nice gençler ortada kaldı.
Dolup taşan ırmaklara,
İnsandan köpür kurdular.
Denizden geçen deryalarda,
Düşmana tuzak kurdular.
Koyunlar gibi kurban ederek,
Hazine bulup vurdular,
Bunları yaparak rahatladılar,
Ne varsa hepsini aldılar.
“Han var mıdır?” diye sordu,
Hayatı bana benzeyen?
Kalabalık içinden bir yaşlı kadın,
Kalktı ayağa yerinden,
Eteğiyle silerek bastonu.
İleriye yürüdü atarak birkaç adım,
Üç defa derin of çekerek,
Ağladı etrafına bakıp üzülerek.
Ayağa kalkan kadına,
Tüm halk baktı dikilerek.
Yaşlı kadın işaret etti,
Kişiyi asan darağacına.
“Han ile dardan korkarak,
Yüreğimiz yaralı.
On yedi oğlum var idi,
İki canım asıldı.
Bir tek kadın ben değil,
Merhametli han sen değil.
Seksen beşe ben geldim,
Yetmiş üçe sen geldin.
Han olduğun günden beri,
Beş yüz sefer tertip ettin,
Yaşlıları ağlatarak,
Yeryüzünü yara ettin,
Sen de bana benzedin.
Birazcık huzur yaşatan,
Sırtımızdan yük kaldıran,
Ölüm gelip te ölmedin.
Sen ise yalnızsın, oğlun yok,
Arkandan adını çıkaran.
Konuşmaya dermanın yok,
Yoktur kimse sana ağıt okuyan.
Ant içmişim halkın önünde,
Konuşurum bugün diyerek,
Düşmana sürdün eninde,
Halkın öz evladını seçerek.
Kesemezsin dilimi,
“Baş kesen han, Bozayhan!”
Denen unvana sahip oldun,
El alem tarafından bilindi.
Yeryüzündeki hayatlar,
Sen öldüğünde sevinir!
Benim gibi bedbahtlar.
Ağlamaz o gün dirilir!
Evlatları yok ederek,
Duruyorsun sevinerek.
Sana niye diyelim yahşi,
Senden iyidir hayvanlar vahşi.
Hayatında kana doymadın,
Adetinden vazgeçip te durmadın.
Bunları diyerek ben bugün,
Ölürüm diye düşündüm.
“Başımı kes!” diye önüne,
Başını eğdi o kadın.
Hayasız han Bozayhan,
“Kadından ben utandım”,
Diye düşünceye dalarak,
Başını kestirmedi,
Kadından utanarak.
“Daha iyidir bundan da,
Ecelin gelmesi şu anda.”
Döndü evine kaygı duyarak,
Sevincinden sultan ayrılarak.
 
 
On iki karısından birisi,
Konuşmaya yeltenmedi.
Han gönlünü rahat tuttu,
Zenginliği çok, eli çok,
İstila ettiği yeri çok.
Sahip olduğu toprağına,
Halklar söz eder varlığına;
“Bozayhan’ın malları!”
Saraydaki altınları,
Hesabı yok, sayısı çok.
 
 
“Hanlığı kime kalır?”
Diye içine bir kor düşer.
“Zenginliği kim alır?”
Diye içine bir kurt düşer.
Çokların önünde konuşan,
Hanla yaka paça olan,
O yaşlı cadı kadının,
Sözleri yine rahatsız eder.
Oturuyordu han kaygı duyarak,
Mutluluğundan ayrılarak.
Altın hazine var sarayda,
Ölü mallar az değil orada.
Altından zırhı var üzerinde,
Cevher inci takılı,
Kara küheylanın üzerinde,
Altın er, gümüş nalları.
“Ölürsem eğer bir gün,
Atsız gitti dediklerinde,
Ayak altına alır düşmanlarım”.
Mirasçım eğer yok ise,
Sarayımı alır hasımlarım.
Han güçsüz düştü,
Karıları toplanıp,
Halini sorup dilleri sürçtü.
Küskün gibiydi herkese,
Ağlıyordu kimse teselli etmezse,
Yatıyordu ters bakarak:
“Yaşı bu yıl on beşte,
Vezirin bir kızı var.
Bana olur güzel bir yar,
O vurdu beni dilimde taht kurarak.
Doğmayan on iki kısrağı ben ne edeyim?
Bana evlat vermeyen sizlere ben eyleyeyim?
Gülcezire, kızın ismi gencecik,
Burnu güzel, kaşları ise incecik,
Gümüş kirpik, altın saçları var,
Karanlığı nurlandıran biricik,
Dalından kopmayan gül gibi.
Aydınlığı düşerse üzerine,
Kara taşları bile eder kül gibi.
Cezire’nin nuruna,
Niceler sarhoş oldu.
Kimsenin olmadı umurunda,
Örtüsü ile peçesi yoktu.”
Görmeden han âşık oldu,
Ecelin önünde gözü doldu.
Cezire’yi görmezse,
Güzeli kucaklayıp öpmezse,
Hayat anlamsız oldu.
Vezirlerden birini,
Han acilen çağırdı.
Cezire için gözleri,
Durmadan hep ağladı.
Hanlarından cevap almaya,
Yanlarına adam salmaya,
On iki karısı cesaret edemedi,
Konuşmak için önüne atlamaya.
O zaman sefere çıkan,
Kırık kişilik gücü olan,
Alnı beyaz atın süvarisi vardı.
Sinirlediği zaman,
Ona cevap katardı.
Eşit tutar insanı,
Pek severdi adamı.
Alnı beyaz atlı gelse,
Ne kadar yorgun düşse,
Yerinden kalkardı han.
Başkasına bakmadan,
Ona döner bakardı.
Oturuyordu Bozayhan,
Vezir yalvarıp yakardı.
Kalır mı ki, o hayatta,
Ya da olur mu o kurban.
Hanın yanında çok adam,
Başları kaldı kesilen.
Öfkeyle yatıp kalkıyordu,
Sinirlenen Bozayhan.
Yine sessiz oturuyordu,
Vezire cevap katmadan.
Üç gün oldu yatakta,
Yatıyordu başı kaldırmadan.
Hana gelip ayağına,
Kapandı vezirlerin başı.
Han hüküm etti ona:
“Gülcezire, başımın tacı,
Gelsin benim sarayıma!
Küçük vezir gecikmeden,
Kızını versin bana,
Ölmem ona evlenmeden,
İnansın vezir bana.”
Emri eda etmek için,
Gitti vezir koşarak,
Üstü başı toprak oldu,
Ağzı burnu kanayarak,
Yolda yürüdü sürçerek.
Küçük veziri baş Barkat,
Müjdeler yanına gelerek.
“Bunca halk içinden,
Kızın senin Cezire’yi,
Sultanım beğendi seçerek.
Damadın senin, han oldu,
Kimseye nasip olmaz bu.
Han’a koş, git acilen,
Yoksa bana küsersin,
Vazgeçerse teklifinden.”
Cezire bunu duyduğunda,
Titredi, korktu, ağladı,
Kanlı yaş gözünde aktı.
Yaşlıya karı olmaktansa,
Ona kul köle olmaktansa,
Neden ecel beni almadı?
Cezire ağlamasına rağmen,
Kimse yoktu onu duyan,
Sağ kurtulmaz ölmeden,
Çaresi yoktu onu kurtaran.
Babası dedi ki ona:
“Ciğerparem, bak bana,
Han’a karşı çıkmaya,
Ona baş kaldırmaya,
Gücüm de yok, halim de yok.”
 
 
Güzelim Cezire’yi,
Han aldı on beş yaşında.
Çaresiz gelinciği,
Dizginledi ip takıp başına.
Cezire’nin içine kor düştü,
Gözlerinden yaş döktü.
İnce bedeni çok titredi,
İçi yanık, pek dertliydi.
Han yaklaşırsa yanına,
Kaygı düşer başına,
Aklını kaçırıp bayılır.
Kendini alamaz, yanılır,
Şaşarak kafası karışır.
Yaşını durmadan döker,
Coşarak akar seller.
Gözünden düşen sıcak yaş,
Kara taşı eriten.
Cezire’yi kim imiş,
Han’dan nefret ettiren?
Gördüğü anda irkildi,
Cezire’nin ince bedeni.
On beş yaşındaki Cezire,
Kaygıdan bir ölüp bir dirildi.
Yaklaşırsa Bozayhan,
Bayılır oldu korkudan.
Yetmiş yaşı geçen ihtiyar,
Genç kız alıp heves avlar.
Vatanından uzak kaldım diyen,
Gülcezire zayıf düşer aniden.
Kuru çingiller altında,
Büyümeyen gül soldu.
Gülcezire hazin oldu,
Dengini özleyip durdu,
Gözden yaşı ırak oldu.
Hayaliyle yaşayan,
Elinde sarmaş dolaş olan,
Genç kız çaresiz kaldı,
Kafese düşen kuş gibi,
Şikâyeti pek çoğaldı.
Sevinçli han seyreder,
Beyaz kuş düştü avına.
Oturuşuyla cezbeder,
Kaygıyla kuran tahtına.
 
 
Bir zengin geldi, yanında,
Yetim dazlak çocuk var.
Dağınıktı elbisesi, başı da,
Çok yaralı bedeni var.
Yalın ayak, yalın baş,
Örtüsüz gibi yalın taş.
Kaç gündür yemek yememiş,
Titrer yanağında bir damla yaş.
Öfkeli zengin seslenir:
“Şikâyetim var, sultanım,
Mal lazımsa, boynuma,
Yükleyiver, reis-i cihanın.
Şu dazlak çocuğumun,
Kaygısı dokunur canıma.
On beş altın üzerimde,
Harcanır boşu boşuna.
Sözüm budur, sultanım,
Bu şehirde, ey, kağanım,
Dili keskindir şu dazlağın.
Bir bakın şu ahir zamana,
Dazlaklar oldu maraba.
Geçen sene bir dazlağa,
Evlat gibi baktım evimde.
Keskin diliyle tuzağa,
Düşürdü ailemi, beni de.
Bir dazlağın yolunda,
Yüz inatçı var derler ya.
Bu sene yine bir dazlak,
Düştü bela gibi başıma.
Dazlaklar dolaşır boşuna,
Salya atarlar sokağa.
Onlarla birlikte ceza versen,
Dazlakları büyüten,
Anası ile babasına.
Eli bozuyorlar,
Ele fitne sokuyorlar,
Bunların başını kesmezsen,
Kimin başını kesersin?
Bir bakınız şu sokağa!
Seçtiğiniz şu şehirden,
Gülcezire, eşlerinizden,
Evde bulunan dazlağa,
Aşıkmış, inanın bana.
Yalan ise bu sözüm,
Asabilirsin darağacına!
Sizden daha fazla sever,
Gülcezire dazlak oğlanı.
“Umurunda değil” der,
Yetmiş yaşındaki hanı.
Aklı selim sultanım,
Bak şu günahkâr kuluna,
Sizi kula tercih etti.”
Emir verdi Bozayhan,
Dazlakları getirtti.
Emriyle tüm şehirlileri,
Avucuna alıp celb etti.
Dazlağın dili dokunan,
Dazlakla gelsin buraya!
Kim var onlardan yanan?
Dazlakla gelsin saraya!
Bir vezir yoktur ki,
Dazlakla övünen.
Günahı olmasa da,
Fakir biçare dazlağı,
Olmadı kimse destekleyen.
Dazlakları astılar,
Olmadı kimse yok diyen.
Dazlakları köleliğe,
Her şehirden gelenler,
Sorsalar da olmadı veren.
Isıranların öcü diliyle,
Dazlağa han takıldı.
Dazlaklar yüklerini alarak,
Gizli gizli kentlerden kaçarak,
Her tarafa gidip saçıldı.
Kaçan olsa bir dazlak,
Görse eğer bir asker,
Başını kılıçla keserler.
Başında tek bir saçı yok,
Yiyecek hiçbir aşı yok.
Yalın ayak, yalın baş,
Anasından doğma çok.
Bir dazlağı getirdi,
Darağacın yanına.
Onu gören halk irkildi,
Bakıp süzdü baştan ayağına.
Dazlak başladı konuşmaya:
“Şu canda var üç dilek,
Zaten şu can ölecek.”
Han dedi ki o anda:
“Konuş bakalım,
Söz verdim ben dazlağa.
Ne diler bakalım,
Dinleyin, kulak asın oğlağa”.
“Birinci benim dileğim,
Yalvarsam da can kalmaz,
Onu en iyi bilirim.
Ziyanım yoktur adama,
Günümü gün ederim.
Durmuşum darın yanında,
Dar ipi de boynumda,
Eskiden beri çektiğim ıstırabım,
Bir tek saç çıkmadı başımda.
Bir tek sözüm var halkıma,
Bundan sonra dirilip,
Kesin dönmem bu acuna.
Askerlerin, birer yırtıcı hayvan,
Ağzıma kilit vuramaz.
Dilim benim pek yaman,
Başımı kesip alamaz.
Sözüm bitene kadar,
Kimse beni asamaz.
Yerine getirirsen eğer,
Sözüme başlarım ben.
Şekvamı dile getirip,
Korkmam hiç kimseden.”
İki kere konuşmaz han,
Dazlağa hak verir Bozayhan.
“Emrin dünyayı sardı,
Seferinle her tarafa,
Kara bulut kapladı.
İnsana acımadan,
Ezip geçtin halkları,
Kana buladın toprakları.
Merhametsiz Bozayhan,
Yoktur suç dazlaklarda,
Suç bir tek sende, özünde!
Halka dokunan zararın,
Görünmez senin gözüne.
Kulak ver, ey halkım,
Dazlağın kaygılı sözüne!
Saldırıp içtiği halkın kanına,
Bu han doymadı hala,
Zavallı dazlakların kanına,
Elini bandırmak istedin.
Benzemez adamların huyuna,
Şefkatsiz karakterin.
Kovarak beni yakalattın,
Darağacımı da yaptırdım.
Dazlağın içerek kanını,
Bizi değil, hep kendini kandırdın.
Her tarafı yerle bir ettin,
Dünyayı da kızıla boyadın.
Gücün yetti kıtalara,
“Emrimi dinle” diye haykırdın.
On iki karından sonra,
Cezire’yi zorlayarak aldın.
İşte bundan Gülcezire,
Han olsan da sevmedi seni.
Yırtıcı hayvandan çekinir gibi,
Adam olarak görmedi seni.
Hasretle doldu yaralı yüreği,
Hiç gülmedi o günden beri.
Bir zalimin iki dudağında,
Yetim ile dul dazlakları,
Öldürtmen çare miydi?
Arkandan kalan evladın yok,
Bizden daha da fakirsin.
Kendi eksiğini görmeyen,
Han olsan da kör gibisin!”
Öfkelendi Bozayhan:
“Konuşturma dazlağı,
Yaklaştır dar ağacı!”
Cezire’yi getir diye,
Askerini gönderdi.
Handan emir aldım diye,
Hiç durmadan yöneldi.
Başını yıkayan Cezire,
Saçlarını tarıyordu aheste.
İçeri birden girdi o asker,
Soluğu kesilerek,
Hemen gelsin diye Cezire,
Han çağırdı diye, etti acele.
“Han öfkeli Cezire,
Bugün sağ kalmaz.
Ağzını kapamayan bir dazlak,
Seni de götürmeden bırakmaz.
Suçu yoksa dazlağın,
Kim bilir, başını almaz.
Bozayhan gibi hanı,
Gülcezire sevmedin.
Bir dazlağın dilinden,
Şimdi bak ateşlendin.
Hata yaptın, Cezire,
Hanın öfkesine bindin.
Dengin değil, şimdi bak,
Dazlaklara önem verdin.”
Cezire kalkıp askere:
“Geldin de verdin haberi,
Hanın eti etime,
Diken gibi saplar ya.
Kocam diye kendimi,
Nasıl kandırırım yüreğimi?
Gel geleli ağladım durdum,
Sabahlara kadar kurudum.
Ölmedikten sonra sabrettim,
Ağlayıp teselli buldum.
Ben, kokusu buram buram,
Ağaçtaki taze meyveyim,
En yüksek dalda asıllı olan,
Yemek istedi beni her kişi.
Eğilirsem eğer ben,
Kimler yemek istemez ki?
Han değil, o, kara taştır,
Onunla yatmaktansa,
Kemiğine etimi batırmaktansa,
Cezire ister her zaman,
Ölmeyi, böyle yaşamaktansa.
Rüzgâr vuran ipeği,
Zorlayıp pisliğe bulaştırsa,
Yaraşır mı?
Yakışır mı?
Ne işi var burada demezler mi,
Atılır hemen ipekten pislikleri.
Ölüm daha hayırlı benim için,
Onunla hayatı paylaşmaktansa,
Ömür boyu ağlamaktansa,
Canımı zorlamadan,
Dar ağaca assınlar beni,
İhtiyar çeksin derdini.
Hayasızca böyle yaşamaktansa,
Kanım götürsün beni,
Dazlakların kanına!
Dengim dazlakta varsa,
Batarsam bile canıma,
Rahat bulurum ebedi.”
Cezire gelir sevinerek,
Kurulan darın yanına.
Önüne ve arkasına,
Bakmadan ipi geçirdi başına.
Dazlakla hazır sanki ölmeye,
Durur gibiydi getirip işi aceleye.
Gülerek Bozayhan,
Başını ters çevirdi.
Gülcezire ölümü,
Dostu gibi sevindi.
Emrine uyarak hanın,
Hazır durdu askeri.
İpini çekmek için,
Hazır durdu katili.
Cezire’ye kıyamadan,
Durakladı bir anda han.
Cezire’nin çehresinden,
Nurlar parlar gamzeden.
O anda baktı Cezire:
“Han, iki kere konuşmuş olsan,
Ne farkın var şu insandan,
Katillerin, canavardır can alan,
Ne duruyorsun, be adam!
Sarayından, Bozayhan,
Mezarlıklar dazlakların,
Görünüyor iyi uzaktan.”
Dediği anda han:
“Çek!” dedi.
Pişman oldu ardından.
Endişe etti, kan kustu,
“Nasıl olur?” diye durdu.
Demire çekilen gümüş gibi,
Beyaz kolları sallanıyordu.
Ağır ağır çarpıp durakladı,
Cezire’nin yumuşacık yüreği.
Dardaki duruşu nazar çekti,
Söğüt gibi dümdüzdü kemiği.
Cezire’yi gören adam,
Çok acıdı, pek üzüldü.
Dal budak gibi kıvrılıp,
On parmağı büküldü.
Seçtiği kız Cezire,
Asıldı gitti ağaca.
Yetişemedi Bozayhan,
Çığlık atan bir çocuğa.
Severek aldığı Cezire,
Soktu başını belaya.
İsterdi hep Cezire,
Kul gibi ölmeyi.
Öldüğünde rica etti,
Köle gibi gömülmeyi.
Genç kulları istedi,
Cezire’nin yüreği.
Karıştı mezarlıkta,
Gençlerin kemikleri.
Bozayhan güçlü olsa da,
Olamadı genç kızın,
Dimdik nazlı direği.
Dinlendi, dazlaklarla,
Gerçekleşti böylece,
Cezire’nin dileği.
Böylece iki yıl geçti,
Cezire’nin yattığı mezara.
Ağaç büyüdü meyveli,
Meyvesi hazırdı pazara.
Meyveli güzel ağaçlar,
Büyüdü kölelerin başında.
Terk edemezler görenler,
Temaşa edip yanından.
Boy alan iki ağaç,
Eğrilerek birleşmiş,
Birbirine asılarak.
Gören adam şaşa kalır,
Onlara hayran kalarak.
Bozayhan buna darılır,
Sessizce konuşarak.
“Gülcezire güzelimi,
Şu dazlak mı kucakladı,
Bir evlattı tüm isteğim,
Yoksa ölü mü kaldı?
Her şeyden bunların,
Kaderi böyle yazıldı?”
Gece gündüz uyumadı,
Bozayhan pek yalnızdı.
Hayatında damga gibi,
Çocuksuzluk vurulmaz.
İlgisine dünyanın,
Gönül verip durulmaz.
Pişman oldu içinden,
Yaşlar döktü gözünden.
Çocuksuz geçti ömürüm,
Ne anlamı var hayatın.
Düşündü sonra ağladı,
Ne faydası var ağıtın.
Bir zalimin diliyle,
Masum kanlar döküldü.
Günler geçti, dün geçti,
Ağlamayla yıllar geçti.
Bozayhan’ı incitti,
Bir evladın hasreti.
 
 
Han çobanı Karagöz,
Uzakta davara bakar.
Günün en sıcak anında,
Otlatarak tarlaya salar.
Kölelerin mezarlığında,
Kestirip bir gün yatar.
Gündüz oldu mu, Karagöz,
Mezarlığı bulup anar.
Aklına gelse ağlar,
Eski dazlak kulları,
Gencecik dul kadınları,
Anarak ciğerini dağlar.
Onları düşünürken bir gün,
Toprağa sarılarak döver,
Ağlayarak içini döker.
Tam ortadan yarıldı,
Dayandığı bastonu.
Bastonu kırıldı Karagöz,
Ağır kaygı derdinden.
Boşuna değil bu söz,
Ağlardı o gerçekten.
Kurban oldu genç oğlan,
Doymadı kana zalim han.
Baş kaldırıp sultana karşı,
Kimse bakmaz onun yüzüne.
“Ormanlı yerde bir teke,
Nazlı olur koyun sürüsünde.
Ben de nazlıyım her yerde.
Yaklaştığında mezarlığa,
Neden yürürsün sen acele?
Ağaç büyür pek meyveli,
Kölelerin göz yaşından.
Meleyerek geldi keçi,
Gitmez senin yanından.
Hayvanın meleyen sesi,
Mezarlığa geldiğinde,
Birdenbire kesildi.
Yoksa ruhları bu keçi,
Hiç dost edinir mi?”
Geldiğinde o yere,
Koyunlar melemez.
Uyurken o gölgede,
Nefes alıp veremez.
Uyanırken o şehre,
Koyunları götürür.
Şu kara keçinin,
Yaşlı kadınmış sahibi.
Kırk oğlu var kadının,
Kırk oğluna kırk kaşık,
Geçimi, süttü ihtiyarın.
Sağdığında keçiyi sütü yoktu,
Karagözü lanetledi kadın,
Çobanın gözü toktu.
Kırk oğlu o gün aç kaldı,
Tadına bile bakamadı.
“Keçimi sağıp süt içer,”
Diye düşündü ihtiyar,
“Karagöz ektiğini biçer.
Böyle hırsız çobanı,
Şikâyet edeyim sultana.
Çok sıktı benim canımı,
Kökünden kazırım valla.
Hana sözüm geçmezse,
Köleye bir laf etmezse,
Bu şehri terk ederek,
Oğlanları götürürüm valla.”
Öfkesini dindiren ihtiyar,
Hanın huzuruna çıkar.
Kadın gelmeden önce,
Hana ulaşır bu haber.
“Sözümü dinle sultanım,
Elimde kırk oğlum var.
Bu erleri geçindirmeye,
Bende akçe mi var?
Azık olan keçimi,
Sağarak içip bitiren,
Karagöz denen kölen var”.
Kadın öyle dert döktü,
Gözleri kanlar döktü.
“Kırk oğlum var, malım yok,
Başka dünyam, canım yok,
Yalın ayak, çaresizim,
Konuşmaya mecalim yok.
“Adil olan Bozayhan”,
Senden başka var mı han?
Şehrini görüp tanıdı,
Dünyayı döndüren nice han.
Bakmak istemesen bakma,
Benim gibi yaşlıya.
Sağ kalırsa oğullarım,
Onlar sadece senin kulların!
Bozayhan’ın askeri,
Ne çoktur demezler mi?
Güç tartarak savaşsan,
Düşmanını yenersin.
Askerlerin olmazsa,
Düşmanından dönersin.
Kırk kölen mi çok,
Bir olan mı çok?
Sultanım, buna ne dersin?
Öfkelenirsen Bozayhan,
Dünyayı evirip çevirirsin.
Sütünü içip keçimin,
Karagöz kulun semirdi.
Zararından o kulun,
Kırk hayatı kestirdi.
Hırsızlığa dur demezsen,
Bozulur mutlaka halkın.
“Yardım etmez bozguna,
Diye vardı ya kuralın”.
Karagöz’ü dar ağaca,
Öldürünüz, asınız!”
Bozayhan inandı kadının,
Ağlayıp söylediği sözüne.
Askerlerini gönderdi,
Karagöz kulunu hemen,
Emretti “Getirin!” diye.
Askerler kulu getirdi,
Emir alıp hanlarından:
“Gerçeği söyle!” diye,
İpi çekerek ayağından.
“Kadının tek bir keçisini,
Sen, Karagöz, sağmışsın!
Utanmadan, Karagöz,
Sütünü izinsiz almışsın!
Doğru yoldan saparak,
Haram ile azmışsın.
Gerçeği şimdi demesen,
Asılırsın dar ağaca.
Geçinemeyen şu kadın,
Bakar kırk çocuğuna.”
Eli ayağı bağlı olarak,
Karagöz zor nefes alarak:
“Dünyaya gönül verip,
Sapmadım ben aldanarak.
On sekizdeki delikanlıyım ben,
Bir yaşlı kadının dilinden,
Yandım ben suç işlemeden.
Beni bırakırsan eğer,
Keçiyi sağan bendeyi,
Ne olursa olsun bulurum ben.
Emredersen sultanım,
Ölürüm hiç günah işlemeden.”
Han dinlemedi sözünü,
İstemedi bunun çözümü,
Ağlatarak genç adamı,
Çevirmedi bile gözünü.
Çığlık atan gencin sesi,
Göğü velveleye getirdi.
Bozkırın tüm hayvanları,
Yetime kulak verdi.
Yerle göğün zirveleri,
Yankılanıp silkilendi.
Herkes sanki ses verdi,
Sesini duyup delikanlının,
Kaygısına ortak oldu, seslendi.
Bozkırın hayvanı ile kuşları.
Yetime çok acıyarak,
Yetim geyik ağladı.
Kara taşı bile eritti,
Göz yaşının pınarı.
Yetim kalan anasından,
Geyiğin o da bir oğlağı.
Karagöz’ün hayatından,
Yetimler bile ibret aldı.
Orman, ağaçlık, göklerde,
Yetim kuşlar da dona kaldı.
Han hükmünü keserek,
Vazgeçmedi, geri almadı.
Şefkatinden annenin,
Yufka yüreği hopladı:
“Acı lütfen, sultanım,
Ben de bakarım evladıma.
Kırktır, babasız yetimlerim,
Odun topladım ormandan,
Donmasın diye yiğitlerim.
Etimden kesip verdim,
Yokluğun azabından,
Yüzüm yoktur, ama yine dilendim.
Zorluğu çeken hayatın,
Yetimin sözü geçerlidir.
Zorluk çeken zavallının,
Kanlı yaş döken gözleridir.
Benim gibidir bu biçare,
Çırılçıplak gezer avare.
Sağmıştır da keçimi,
Sütle sağlar geçimini.
Bir keçiye bakıp duran,
Kırk bir kişi oldu bundan.
Çektirme delikanlıyı,
Ne olur bırak yaralıyı.
Vazgeçtin sen sözünden,
Dediysen, vur gözümden.”
“Karagöz’üm, oğlum!
Ben de annen olurum.
Yetimlik yazılmıştır alnına,
Suçlu olsan da sığındım affına.”
“Ağlatma sultanım yetimi,
Yokluk etti delik deşik etini.
Sormam ben sütün hakkını,
Böyle zorlamaktansa,
En iyisi ölürüm, ver affını.
Dileğimi yerine getirmezsen,
Gözyaşımı görmezsen,
Sultanım, boş ver benim aklımı.”
“Kabul olsun hey kadın,
Yine senin dileğin.
“Karagöz’ü öldür” diye,
Gelip kendin diledin.
Yetimin hakkına yetim geçmez,
Onu da ben iyi bilirim.
Bundan sonra hey kadın,
Dileyerek bana gelmezsin.
Kimden zorluk çeksen de,
Sarayın kapısından geçmezsin.”
Karagöz’ü o kadın,
Yine korudu ölümden:
“Keçimin sütünü içen,
Kim olursa, bulup getir”,
Sorarım sadece senden.
Yaşlı canım çok korktu,
Senin tesirli sözünden.”
Hıçkıra hıçkıra ağladı,
Anaya gelen Karagöz:
“Kemiğimi kötü kırdı,
Hırsız denen o bir söz.
On sekiz yaşımda,
Böyle iftiraya kurban oldum.
İnanırsan bana ana,
Küçüklüğümden şahit oldum.
Herkese yalvararak,
Hayatımda bahtsız oldum.
Bundan sonra keçiye,
Gözbebeğim gibi bakarım.
Sağan biri varsa eğer,
Bulur onu, önüne atarım.
Elime düşerse hırsızın,
Eline ayağına zil takarım.
Sultandan çektiğin kadar,
Ben de haklı çıkarım.”
“Keçiyi sağmamışsan eğer,
Hırsızı bul, canım oğlum.
Sağılan keçimiz olmazsa,
Tabağımız süte dolmazsa,
Çaresizlikten boğulurum.
Ağzına süt alamayan,
Balalarım aç, er oğlum.
Boşu boşuna ağlamayan,
Bir kaşık süt ister oğullarım.”
Götürdü sürüyü Karagöz,
Yürüyerek seke seke.
Zorla yetişir koyuna,
Ağrının acısını çeke çeke,
Dayanarak bastonuna.
Göz almadan Karagöz,
Kara keçiye iyi bakar.
O kara keçi meleyerek,
Taştan taşa zıplayıp otlar.
Mezarlığa geldiğinde,
Koyunların önüne atlar,
Alelacele koşar.
Mezarlığın önünde,
Kara keçi aniden kaçar.
Düşe kalka Karagöz,
Keçi izini kovalar.
İki huş ağacın bulunduğu,
Kabristana yaklaşır.
Bir kayanın arkasından,
Pür dikkatle göz atar.
Kabirden çıkan delikanlıya,
Dikilerek şaşkın kalır.
Gözleri fal taşı gibi,
Etrafına bakıp açılır.
Ocaktaki kazan gibi,
Bedeni simsiyahtı.
Göründü bir karış gibi,
Gözü ile kaşın arası.
Hay, aklıma ne geldi,
O da sonuçta bir insandı.
Giyimi yoktu, çıplaktı,
Keçiye hemen yapıştı.
Bir mucize değil midir,
Kara keçi ona sadıktı.
Keçiyi emen çok açtı,
Halini sormaya Karagöz,
Korkup yanına yaklaşmadı.
Koyunu kovalayıp kaçmak istedi,
Her zaman gibi dinlenmek istedi,
Fakat Karagöz yatamadı.
Getirdi acilen,
Koyunları ahıra.
“Tepeleri geçerek,
Gittim dedi tahtalıköye.
Mezardan çıktı bir adam,
İnanamadım ilk gördüğüme.
Sonra hiç fark etmeden,
Baktım onun yüzüne.
O anda öyle bir bayıldım ki,
Gözüm ilişince gözüne.
Bin adam olsa denk gelmez,
Böyle bir delikanlıya.
Sağ kalmaz hiçbir adam,
Taşı ezer gibi kaya.
Kadının kara keçisi,
Kabristana gitti meleyip.
Sanki o adama ses verdi,
Boşuna değil mi ki,
O adamla çok iyi dost idi.
Yakalamak şöyle dursun,
Yaklaşamadım yanına.
Mezardan çıktı o adam,
Meleyen kara keçinin,
Sesi yankılandı dağlarda.
Koyuna, sultanım, bakmam,
Artık senin çobanın olup,
Hiç huzur bulamam.
Bir zengine gider köle olur,
Canımı az olsa da kurtarırım.”
Titredi irkilerek,
Karagöz çok ağladı:
“Çobanlıktan azat et beni,”
Deyip hana yakardı.
Han derin derin düşündü,
Karagöz’e inanmadı.
Çobanlığı devam etmeye,
Karagöz ne verirlerse almadı.
Hayatımda koyunu otlatmam,
Diye yine yalvardı.
Karagöz’ü ilkinde,
Attı diye kafasından,
Serbest bırakmadı.
Çokça ısrarından sonra,
Han dileğini kabul eder.
O adamı görmek için,
Karagöz’den bir şart ister:
“Ben gidemem sultanım,
Mezarlığın başına.
Gidersen sultanım, bakarsın,
Kölelerin mezar taşına.
Eğer o da olmazsa,
Çobanların sürüyü götürsün.
Sürü gider meleyerek,
Kara keçiyi önüne sürsün.
Çocuk çıkar mezardan,
Keçi gitse önünden.
Yiğit isen gidersin,
İleriye geri dönmeden.
Bildiğim kadarıyla o kabir,
Cezire’nin mezarıdır.
Kocaman olsa da içinden,
Şu oğlan bırakmalıdır.
Fakat onu yakalamaya,
Kimsenin gücü yetmez.”
Duyduğunda Bozayhan,
Ağlayamaz ve gülemez.
Bir of çekip pişman oldu,
Kaygı sardı o an yüreğini:
“Benden sonra bir evlat olsun,
Diye bırakmadım dileğimi”.
Mezara gitmeye cesaret edemedi,
Bir çare bulamadan titredi,
Sonra çağırdı askerleri.
Kimse tavsiye veremedi,
Sarayın danışmanıyla veziri.
Süvarilerle aldırttı,
Alnı beyaz atı süren babayiğidi.
Kırk kişinin gücü var,
Sıkıldığı anlarda,
O verir ne güzel nasihati:
“Babayiğidim benim,
Toplayıver yiğitleri.
Bir haber aldım,
Şöyle bir bak ileri geri.
Gözümle gördüğüm Karagöz’den,
Sen de gidip sorsan bari!”
Durumu anlattı Karagöz,
Söylediği aynı söz:
“Öldürür seni de hepinizi!”
Kim gelirse gelsin hem de bizi,
Affetmez, hem de bu kez.
Güçle özünü yakalatmaz,
Bir kurnazlık gerek, yoksa beyhude.
Kim bulur acaba,
Buna en güzel çare,
Sultanım da düşünse gene!
Han’ın öldürdüğü,
Kölelerin kabristanıdır orası.
Kin beslemiş olmasın,
Orada bulunan kölelerin balası!
O köle büyüyerek yetişse,
Hana gelip derdini dökse,
Sığınacak yeri bulamaz ki!
“Ne dedi ki şu köle kul,
Hanın evladı değil mi?
Cezire, onun annesi,
İçinde kalmış mı o gün?
Herkes bunu bilir ki.
Bu sözü han duyarsa,
Ecelinden önce ölürsün.
Şehzade eğer insansa,
Ona kimse köle demesin.
Kellen ganimettir kendine,
Düşünmeden söylediğin sözüne.
Han duyarsa bu sözü,
Görürsün sağ ruhunu gözünde.
Aklında mıdır, Karagöz,
Bir kere ölümden döndün?
Yetim diyerek sana acıdı,
Kadın olmasaydı ölmüştün.”
Alnı beyaz atlı süvari,
Karagöz’e dikilerek,
Yumruğunu sıkıp sinirlendi.
Han ise sözüne baktı,
Nasıl kurtulurum diye,
Adım çıkar mı diye taktı.
Danışmanını çağırıp,
Saraydakileri topladı.
Aksakallarıyla ihtiyarı,
Kimseyi boş bırakmadı.
Böylece çıkar fermanı,
“Hepsi gelsin!” diyerek,
Velveleye getirir asumanı.
Atları da aldırtıp,
Ordusunu seçerek,
Kılıcını beline bağladı.
Öz gözüyle görmek için,
Mezarlığa gitmek için,
Koyunları otlatmaya,
Derin düşünceye daldı.
Kimse bu esrarengiz işe,
Çekinerek hiç karışmadı.
Mezarlığa kölelerin,
Bir sürü koyunu saldı.
Kara keçinin peşinden,
Takip edip durmadı.
Sürü yaklaştı mezara,
Kara keçi meleyerek,
Kabristana ilk vardı.
Bir anda mezardan,
Büyük bir baş göründü.
Handa yürek kalmadı,
Birdenbire çekindi kenara.
Yavaşça baktığı zaman,
Cezire’nin mezarı.
Bozayhan’ın gönlünde,
Kalmadı hiçbir sabırı.
Emiyordu keçiyi,
Önüne arkasına bakmadan.
Uzaktan han dona kaldı,
Bir adım bile ileriye atmadan.
Nice düşünceler rahatsız etti,
Gidemedi yanına.
Böyle korkunç şeyi görmedi,
Yetmişi doldurduğu yaşında.
Dönmek istedi han alelacele,
İçini kaygı yaktı.
Cezire’nin kaygısı, bir de,
Hanı o an ağlattı:
“Soylu kadın Cezire,
Bunu pek bilemedim,
Aslında bildiğim halde,
Neden kurban olmadım,
Senin yolunda ölmedim!
Ansızın çekip gittin,
Kaygından ben de gülmedim,
Üç dört senedir bu yana,
Böyle bir evlada,
Dinmedim hasretim,
Sen de neden bana vermedin?
Fısıldayıp duruyordu han,
Yapayalnız bozkırda.
Nice yıllar ıstıraptan,
Hasret kaldı evladına.
Nice yıllar can azabından,
Tutunamadı hayata.
O gördüğü çocuk,
Oğlan mıydı, kız mıydı?
Bilmek istedi o anda,
Yoksa bu o delikanlı mıydı?
Keçiyi emdikten sonra,
Birden giriverdi mezara.
Tepecikte han oturdu,
Kimse olmadı orada.
Ayıramadı cinsini,
Kumda bırakmış izleri,
Sezmiş miydi yoksa?
Han döndü yine saraya,
Toplandı herkes orada.
Duyan adam kalmadı,
Şehirde, köyde, bozkırda.
Halkına han dert yandı,
Dizlerini sert döverek.
Güzel kadın Gülcezire,
Aniden bıraktı ölerek.
İşte o yaratık, çocukmuş,
Öldükten sonra doğmuş.
Gülcezire bana sadıkmış,
Beni seven kadınmış.
Yakalatmak için çocuğu,
Kimler çare bulurmuş?
Mezarın başına giden,
Benden çok altın alır.
Ya dediği gibi olmazsa,
Çocuğu yakalamazsa,
Sonunda kafasız kalır.
İşte böyle ferman çıkartır,
Saraya gelen halkına.
Halk anında dona kalır,
Çıkamaz sarayın dışına,
Han sözünü tekrarlayıp,
Halkından rica eder.
Kolay kolay bulunmaz,
Halk çaresiz kalamaz,
Sonunda işi çözer.
“Bulurum!” diye kadın çıkar,
Kara keçinin yaşlı sahibi.
Hazineyi bana ayırt,
Ben olurum dünya zengini.
Kırk bir adama bakan,
Keçiden başka ne malım var,
Kırk tane oğlum olmasa,
Acınacak ne canım var?
Ücreti öde, Bozayhan,
Sütünü çaldın keçimin.
Asıl sen hırsızmışsın,
Kaynağısın sen derdimin.
Sorduğumda yetimi,
“Önüme gelme!” demiştin.
Ben olmazsam Bozayhan,
Sen onu affeder miydin?
Suçsuz yere onu zorladım,
Hala affedemedim kendimi.
Onuruna dokundumsa,
Sen de affet et bendeni,
Hata yapmışsam eğer,
Parçalarsın şu bedenimi.
Sahibi olmuşsun evladın,
Artık anlarsın onun değerini.
Sen bala için kaygılandın,
Ben mal için kaygılandım.
Bir tek keçinin yüzünden,
Ondan ayırıla yazdım.
Bozayhan karşı çıkmadı:
“Sütün ücretini al!” dedi.
Anahtarcısını çağırıp,
“Saraya onu al!” dedi.
Kaldırana kadar altın ver,
Götürsün kadın evine.
Ondan gayrı sorarsa,
Kilit vur onun nefesine.”
Anahtarcı açtı sarayı,
Altını aldı sevine sevine,
Kadıncağız etrafına baktı.
Zavallının gözü doymadı,
Bakıp ta dona kaldı.
Anahtarcı açmış,
Hazinede bulunan kapıları.
O dedi ki: “Anacığım,
Bende darlık olmaz.
Hazinesi çoktur sultanın,
Götürsen azlık olmaz.”
Eline sonra balta aldı,
Hanın emrini eda etmeye.
Sarayı kadın terk etti,
Pişmandı, az aldım diye.
Çuvalla aldı altını,
Doyurmaya yeter diye,
Evdeki kırk adamı.
Altını çok zengin kadın,
Yine geldi saraya.
Bolca azıklar aldı,
Yetimi doyurmaya.
Kadın dedi o zaman:
“Şimdi şu saraya,
Ustalar çokça toplansın,
Çeşit oyuncak yapılsın.
Bir bölümü kukla olsun,
Sonra aşık, eyer takımı,
Ustaca ortaya koyulsun.
Oyuncaklar eğlenceli olsun,
Rengarenk göz doldursun.
Motifli hem çizgili,
Gözleri çekecek olsun.
Oynadığında çocuğun,
Neşesi bol bol olsun.
Gören çocuk ayrılmasın,
Yapışıp hiç bırakmasın.”
Sevinen sarayın sultanı,
Adeta yeniden uyanır.
Oyuncak araba, takımlar,
Tek tek ustaca oyulur.
Çeşit çeşit oyuncak,
Rengarenk hem çizgili.
Oyuncağı görenler,
Eğlenceli hem neşeli.
İşte tüm bunları alarak,
Götürttü kadın mezara.
Çeşit çeşit oyuncak,
Çıkar çocuk dışarıya.
Evvela, baktı o bala,
Sonra döndü etrafında.
Oynamak şöyle dursun,
Bakmadı bile oyuncağa.
Araba ile eyer takıma,
Şöyle böyle göz attı.
Üzerine binip eğlendi,
Tümünü bozup yere attı.
Kamçı aldı eline,
Ürkerek yine bir baktı,
Sertçe vurup dizine.
Eyere zıplayıp biner,
İki tarafına vurarak.
Yavaşça ileri gider,
Oyunu tamamlayıp.
Kukladan başka oyuncağı,
Bir yere getirip koyar.
Çocuğun erkek olduğunu,
O zaman herkes anlar.
Hana kadın gider gitmez,
Erkek evlatları toplattı.
Hepten erkek çocuklara,
Aynı renkten kumaş attı.
Daldan atlara binerek,
Kamçıyla hepsi döverek,
Çocuklar yine toplandı.
Kırk kişiden bölünerek,
İki tarafa gruplandı.
Meydanda koşan çocukları,
Mezardan bala görür.
Uzaktan hiç yaklaşmadan,
Yavaşça ileri yürür.
Oyuna dalan balalar,
Hayatında ilk defa,
Çırılçıplak çocuğa bakar.
Kaçacak yeri bulamaz,
Çocuğun haline şaşar.
Şaştıktan sonra belli ki,
Herkes etrafına kaçar.
Eline düşen çocuğu,
Aşık gibi vurarak atar,
Sonra ayağıyla basar.
O meydanın yanında,
Çıkan çocuğun yolunda,
Yiğitler koşarak gelir.
Askerleri gördüğü anda,
Korkudan çocuk diner.
Alnı beyaz at izler,
Çocuğun çıktığı inini.
Öfkelenip atıldı,
Saçtı etrafa askerleri.
Kırk kişilik gücü olan,
Alnı beyaz atlı yiğidi.
Kürek kemiğinden tutarak,
Atıp yerlere serdi.
Alnı beyaz at ile,
Çok zorlandı süvari.
Uzaktaki baturlar,
Yaralıya takılıp irkildi.
Yine girdi mezara,
Yakalatmadı kendisini.
Olmadı böylece o iş,
Kadın da yitirdi ümidini.
Endişeye han kapıldı,
Değdiremedi evladına elini.
Çok üzüldü Bozayhan,
Düşmanlar artık gülecek,
Nasıl öderim bedelini?
Kaç gündür toplandı,
Bozayhan’ın hemşerileri.
İşin anlamı kayboldu,
Kırk günden beri.
Kırk birinci günde,
“Kadını asın!” denildi.
Bozayhan yine dirildi,
Kadın ona: “Sultanım!” dedi,
Han ona: “Söyle!” dedi.
“Evde vardır kırk oğlum,
Sarayına gelmeyen.
Kırk oğlum iki büklüm,
Namusa eli değmeyen.
Kırk oğlumun içinde,
Kimse denk gelmez gücüne,
Farklı büyüyen oğlum var.
Mezardan çıksa oğlunu,
Evladım benim yakalar.
Bir gün evde kavga çıkar,
“Dardana” isminde o oğlum,
Kardeşlerini yere çakar.
Hazırla zırhı ile kalkanı,
Senin de oğlun tekin değil.
Bundan çıkmazsa bir netice,
Artık bu baş benim değil.
Bir baksınlar yeterince.
Oğlun gelse yanına,
Rahatını görürsün.
Güçle yakalanmış olsa,
Oğlunu götürürsün.
Elimden bu iş gelmese,
Oğlun evine dönmese,
Kararını o anda verirsin.
Demir zırhını taktı,
Üzerine giydi Dardana.
Her iki tarafa baktı,
Toplanmıştı kırkar bala.
Meydan iyice kızıştı,
Dünya toz duman oldu.
Çocuğun kafası karıştı,
Mezardan fırlayıp koştu,
Peşine düşer gibi oldu.
Kaçtılar tüm yiğitler,
Yalnız kaldı Dardana.
Dönerek koştu durmadı,
Mezardan çıkan bala.
Dardana’ya kaş çattı,
At sürüsünü tutup attı,
Dardana’ya güvenmeyen,
Han endişeyle tasalandı.
Toz duman kalkan yerde,
Sanki tek toprak vardı.
Her tarafı toz sardı,
Çocuklar vurup çarpıştı.
Birbirine kaptırmadı,
Gün boyunca savaştı.
Ter bedenden döküldü,
Yerler adeta büzüldü.
Dardana’nın üzerinde,
Demir zırh ta söküldü.
Elinden tutan Dardana,
Mezar adamı döndürdü.
İki ayağını kaldırıp,
Kafasıyla yere düşürdü.
Dardana’nın suratı,
Hava gibi bozuldu.
Çocuk yine güçlendi,
Dardana hiç dinmedi.
Akşam vaktinden önce,
Mezar adamını Dardana,
Yere yıkıp devirdi.
Yirmi yaşındaki yiğitle,
Mezardan çıkan o bala,
Beş yaşında denk geldi.
Tabur tabur askeri,
Kırk babayiğitleri,
Alnı beyaz ata binen,
Güçlü süvari gibi hepsini,
Kurtlar gibi ezip geçti.
Kör1 balasını tuttu,
Yiğit mi yiğit Dardana,
Tam bir batur ruhlu.
Kör balasını tuttuğu anda,
Oldu han da duygulu.
Etrafına göz attı oğlu,
Duruşu pek onurlu.
Toprak gibi yüzünde,
Rengi kayıp oldu.
Sevinç, kaygı izleri de,
Hiç görünmez oldu.
Mezarın o vahşisi,
Öfkeli bir aslandı.
İnsana yakalanmamak için,
Can atan bir kaplandı.
Tırnağının kabuğu,
Kapatıp parmağın ucunu,
Açılmış sonra yapışmış.
Devenin derisi gibi,
Kara nasır, buruşuk eti.
Eti sertti demir gibi,
Benzemez başka rengi,
Karası tıpkı kömür gibi.
Tay gibi yakışıklı,
Saçı yüzünü kapatır.
El ayağı boş kalsa,
Sanki atlayıp saldırır.
Eğer boş bırakılsa,
Yine ortalığı kırıp geçer.
Korkunç çığlık sesiyle,
İnsanın içini deler.
Başı koca kazan gibi,
İki tarafı yay gibi.
Neşeli han Bozayhan,
Getirdi onu saraya,
Hiçbir şeye bakmadan.
Ne uzanıp yatar,
Ne de bir şey tatar.
Adam gibi konuşsan,
Ne de bir şey katar.
Toy düğün yapıldı,
Bol şehirli katıldı.
Hazinesini han açtı,
Gelen kişiye bedava,
Bu toyda dağıtıldı.
Otuz gün oynadılar,
Kırk gün kutladılar.
Güzel geçti yetmiş gün
At koşturdu altmış gün,
Halk artık çok bıktı,
Kutlamaktan gün be gün.
Çocuk yemek yemez,
Giyim giymez.
Buna benzer hayatı,
Sanki o hiç sevmez.
Giyim verseler üzerine,
Elini bile ona sürmez.
Al kumaşı deseler,
Cevap bile ona vermez.
Konuşup dili çıkana kadar,
Kızları bir araya toplar,
Sonra han yanına sokar,
Elbiseyi giyine kadar.
Alışamaz hiç insana,
Huyu pek farklıdır.
Toplandı halk saraya,
İsim vermek için çocuğa.
Her türlü isim önerdiler,
Beğensin diye sultana.
Biri kalktı konuştu,
Ak sakallı bir adam,
Doksan yaşındaki ihtiyar.
“Doğmuştur bu evlat,
Sultanımızın bahtına.
Çıktığı yer çocuğun,
Kölenin körü değil mi?
Aklı ermez çoğunun,
Kuldan doğdu demez mi?
Başımı keser sultanım,
Öfkelenirse bu işe.
Çocuğun körden çıkması,
Bala, hanın balası,
Gülcezire ise, anası,
Dünyaya hüküm kesen,
Batur olur olası.
Ey, gelen millet,
Evladımızı affet!
“Köroğlu” ismini koysam,
Olur mu, kabul et?
Aksakalın koyduğu isim,
Beğeni toplar herkesin.
Bozayhan sertçe baktı,
Milletin yüzüne daldı.
Halkın beğenisine göre,
Han da kararını aldı.
Adı oldu “Köroğlu”,
Körden çıkan evladın.
Tümüne haber yayıldı,
Sakinlerine dünyanın.
Köroğlu oturur çırılçıplak,
Üzerine bir parça giymedi.
Eğlenceye de hiç bakmaz,
Gürültüyü de sevmedi.
Konuşmaz cevap katarak,
İnsanı beğenmedi.
Köroğlu’yu Bozayhan,
Sık sık görür,
Han geldiğinde yanına,
Kafasını döndürür.
Alışa gelen huyla,
Han biraz da övünür.
Birkaç ay çırılçıplak,
Köroğlu evlat sabreder.
Toplanan kızlar da,
“Sultanın oğlu çıplak”,
Diyerek onu kahreder.
Gide gele Köroğlu,
Dalgayı geçenleri sezer.
Düşünmez artık mezarı,
Aklında artık ne gezer.
İnsanlara alışarak,
Mezardan bir şey beklemedi.
Üzerine elbise alarak,
Tatlı yemek pişmiş ise,
Yemeden artık edemedi.
Kendisi seçsin diyerek,
Köroğlu’nun önüne,
Giyim, yemek verirler.
Öyle böyle Köroğlu,
Konuşmaya da başlar.
Sorulan sorulara,
Bazen cevabını katar.
Köroğlu’nun yanında,
Nöbet tutar hep Dardana.
Yedi yaşını doldurana,
Edebi öğrenene kadar,
Halk içinde pek güçlü,
Delikanlı vardı artık yanında.
Rahat konuşabildi,
Baturlar vardı onunla.
Saraya çıkıp dolaşabildi,
Birisi eğer takılır olsa,
İşaret edip söylese biri,
Hemen öfkelenirdi.
Kimse kalmaz bu dünyada,
Nice insan göçüp gider.
Gitgide babayiğitler de,
Gün geçtikçe terk eder.
Bu konuyu açmak için,
Bozayhan’a anlatmak için,
Alnı beyaz atın süvarisi gelir.
Durumu dinler Bozayhan,
“Bağlayın!” diye ferman verir.
Halka dokunmasın zararı,
Hemen yerine getirin kararı.
Yakalamak ister baturlar,
Onlar da pek kararlılar.
Köroğlu ortalığı tarumar etti,
Sarayı kırıp geçerek,
Öfkesine binip perişan etti.
Olmadıktan sonra ayırdı,
Köroğlu gibi pehlivanı.
Üç sene sonra döndü,
İnsanlara akılları!..
 
1.Mezar

Der kostenlose Auszug ist beendet.

€0,39