Buch lesen: «Her Yol Mübah »

Schriftart:
Jack Mars

Jack Mars hırslı ve doymak bilmeyen bir okuyucu ve gerilim tarzının hayranıdır. Her Yol Mübah, Jack Mars’ın ilk gerilim romanıdır. Jack, okuyucularıyla iletişimi sever; www.jackmarsauthor.com adresinden e-posta listesine kayıt olabilir, bedava e-kitap alabilir, hediyeler kazanabilir, Facebook ve Twitter’dan takip edebilir ve iletişim kurabilirsiniz!

Telif Hakkı © 2015. Tüm hakları saklıdır.  Bu kitabın bütün hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu çerçevesinde Jack Mars'a aittir. Bu eserin hiçbir bölümü hiçbir şekilde kullanılamaz, yayınlanamaz veya bir başkasına iletilemez veya yazardan izin alınmadan bir veritabanında saklanamaz veya yüklenemez. Bu e-kitap sadece kişisel zevkler çerçevesinde yararlanılabilir. Bu e-kitap hiçbir şekilde bir başkasına verilemez veya bir başkasıyla paylaşılamaz. Eğer bu e-kitabın içeriğini biriyle paylaşmak isterseniz lütfen bir kopya daha satın alınız. Eğer bu kitabı satın almadıysanız ve okuyorsanız lütfen bu kopyayı sahibine geri verin ve kendiniz için bir başka kopya edinin. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. Bu kitapta anlatılan hikaye bir kurgudur. Kurguda geçen isimler, karakterler, işletmeler, örgütler, yerler, olaylar bazen tamamen hayal ürünüdür bazende kurgusal bir şekilde kullanılmıştır. Hayatta olan veya olmayan herhangi bir kişiye olan benzerlik tamamen rastlantısaldır. Kapakta kullanılan görselin telif hakkı wavebreakmedia ve Michael Rosskothen'e aittir ve Shutterstock aracılığıyla kitapta kullanım için lisanslanmıştır.

BİRİNCİ KISIM

1. Bölüm

5 Haziran, Saat 01:15

Fairfax ilçesi, Virjinya – Washington Banliyösü

Telefon çaldı.

Luke Stone uyumakla uyumamak arasındaydı. Aklına bir takım görüntüler gelip gidiyordu. Yağmur sularıyla kaplanmış bomboş bir otoyol. Birisi yaralanmış. Harap olmuş bir araç. Uzakta, bir ambulans yaklaşıyor, hızla geliyordu. Sirenler acı acı çalıyordu.

Gözlerini açtı. Yatak odasının karanlığında, başucu masasındaki telefon çalıyordu. Telefonun hemen yanındaki dijital saatin kırmızı sayılarına baktı.

“Allah Allah” diye mırıldandı. Belki sadece yarım saat uyumuştu.

Eşi Rebecca, uykunun sesine kattığı kalınlaştırıcı etkiyle: “Cevap verme.”

Sarı saçlarından bir tutam yorganın altından kendini gösteriyordu. Banyodaki gece lambasından odaya yumuşak mavi bir ışık süzülüyordu.

Telefonu açtı.

“Luke,” dedi bir ses. Şivesi güneyli, derin ve ciddi bir sesti. Luke bu sesi çok iyi tanıyordu. Bu Don Morris’ti, Özel Müdahale Timi’ndeki yaşlı patronu.

Luke elini saçında gezdirdi. “Evet?”

“Seni uyandırdım mı?” dedi Don.

“Sence?”

“Seni evden aramazdım. Ama telefonun kapalıydı.”

Luke homurdandı. “Çünkü kapattım!”

“Bir sıkıntımız var Luke. Sana ihtiyacım var.”

“Anlat bakalım.” dedi Luke.

Luke bu sesin anlatacaklarını dinledi. Çok fazla olmadan, eski hislerinden birisi geri dönmüştü—midesinde, 50 kat aşağı düşen bir asansörün içindeymişçesine bir his. Belki de bu sebepten bu işi bırakmıştı. Ölüme çok defa yaklaştığı için değil ya da oğlu çok hızlı büyüdüğü için değil, midesindeki bu hissi sevmediği için.

Bildiği için midesi bulanıyordu. Bu ‘bilmek’ çok fazlaydı. Dışarıda, her şeyden habersiz bir şekilde mutlu hayatlarını sürdüren milyonlarca insanı düşündü. Luke, onların bu mutlu cehaletini kıskanıyordu.

“Ne zaman oldu?” dedi.

“Henüz hiçbir şey bilmiyoruz. Belki bir, belki iki saat. Hastane, güvenlik açığını yaklaşık 15 dakika önce fark etti. Ortalıkta olmayan çalışanları var, yani şimdilik içeriden birinin işi gibi gözüküyor. Daha iyi istihbarat geldikçe bu değişebilir. NYPD (New York Polis Departmanı) bariz sebeplerden dolayı çıldırmış durumda. Fazladan iki bin polis memuru çağırdılar ve oturduğum yerden görebiliyorum, asla yeterli olmayacak. Çoğu, vardiyaları bitene kadar içeriye bile giremeyecekler.

“NYPD’yi kim aradı?” dedi Luke.

“Hastane”

“Bizi kim aradı?”

“Emniyet müdürü”

“Başkasını aramış mı?”

“Hayır. Sadece biz.”

Luke başını salladı.

“Tamam, güzel. Bu böyle kalsın. Polisler olay mahallini güvenlik çemberine alsınlar. Ama çemberin dışında kalmalılar. Bu işe karışıp acele etmelerini istemeyiz. Basını da bu işin dışında, tutmalılar. Eğer gazeteler dahil olursa, bu iş sirke döner.”

“Yapıldı ve yapıldı.”

Luke iç geçirdi. “İki saatlik bir avans verdik farz et. Bu kötü. Bizden çok ilerideler. Her yerde olabilirler.”

“Biliyorum. NYPD, köprüleri, tünelleri, metro ağını ve trenleri gözetim altında tutuyor. Otoyol gişe verilerine bakıyorlar, ama bu samanlıkta iğne aramak. Kimse bu işin altından kalkmak için gereken insan gücüne sahip değil.”

“Ne zaman oraya gideceksin?” dedi Luke.

Don çekinmedi. “Şimdi. Ve sen de benimle geliyorsun.”

Luke tekrar saate baktı. 1:23.

“Yarım saat içinde rampada olabilirim.”

“Sana bir araba yollattım bile.” dedi Don. “Şoför biraz önce haber verdi, 10 dakika içerisinde orada olacak.”

Luke kablosuz ahizeyi yerine yerleştirdi.

Rebecca yarı uyanıktı, dirseğini başına dayamış Luke’a bakıyordu. Saçları uzundu, omuzlarından aşağıya akıyordu. Kalın kirpikleriyle çevrelenmiş gözleri maviydi. Güzel yüzü, üniversitenin ilk yıllarında tanıştıklarından daha inceydi. O günlerden beri yaşanan tedirginlikler, yüzünde çizgiler bırakmıştı.

Luke bunu kabul etmiyordu. Yaptığı işin Rebecca’ya acı çektirdiği düşüncesi onu içten yakıyordu. Bu, onun işi bırakmasındaki diğer bir sebepti.

Gençken onun nasıl biri olduğunu hatırladı, hep gülen ve gülümseyen. Rebecca, o zamanlar umursamaz biriydi. O hallerini görmeyeli uzun zaman geçmişti. Belki işinden uzak kalmak bu sefer Rebecca’nın eski halini tekrar öne çıkarabilirdi, ama bu süreç yavaş ilerliyordu. Gerçek Rebecca ara ara kendini gösteriyordu elbet, ancak uzun sürmüyordu.

Durumdan şüpheci olduğunu, güvenmediğini anlayabiliyordu. Rebecca Luke’a güvenmiyordu. Luke’un cevaplamak zorunda kalacağı, gecenin yarısında gelecek telefonu bekliyordu. Öyle bir telefon ki, Luke ahizeyi yerine koyduktan sonra yataktan kalkacak ve evden çıkacaktı.

Güzel bir gece geçirmişlerdi o gece. Birkaç saatliğine, eski günlerdeki gibiydi her şey.

Ve şimdi bu.

“Luke…” diye başladı. Bakışları ve kalkan kaşları arkadaşça değildi. Bu da Luke’a bunun zor bir konuşma olacağını söylüyordu.

Luke hızla yataktan kalktı ve kısmen öyle olması gerektiğinden, kısmen de Becca düşüncelerini toparlamadan önce evden çıkmak istediği için hızla harekete geçti. Banyoya gitti, yüzüne su çarptı ve aynadaki görüntüsüne bir göz attı. Uyanık hissediyordu ama gözleri yorgundu. Vücudu güçlü kuvvetli görünüyordu —bunca zaman sonra bu kadar iyi görünmesinin sebebi eskiden haftada 4 gün spor salonuna gidiyor olmasıydı. 39 yaşındayım diye düşündü. Hiç fena değildi.

İçine girilebilen dolabının üst rafından uzun bir çelik kasa çekip çıkardı. Kutunun 10 haneli şifresini ezbere girdi. Kapak açıldı. İçinden 9-milimetrelik Glock tabancasını çıkardı ve deri koltukaltı kılıfına yerleştirdi. Çömeldi ve sağ baldırına .25 kalibrelik bir tabanca bağladı. Sol baldırına da 12,5 santimlik katlanabilen tırtıklı bıçağını bağladı. Bıçağın tutamağı aynı zamanda muşta görevi görebiliyordu.

“Artık evde silah bulundurmayacağını sanıyordum.”

Yukarı doğru baktı, ve tabii ki Becca onu izliyordu. Üzerinde vücudunu sıkıca saran bir sabahlık vardı. Saçı arkaya yatırılmıştı. Kollarını bağlamıştı. Yüzünü ekşitmiş ve kızgın bakışlarını ona yöneltmişti. Dün geceki tatlı kadın gitmişti. Çok uzaklardaydı.

Luke kafasını salladı. “Ben hiç böyle bir şey söylemedim.”

Ayağa kalktı ve giyinmeye başladı. Siyah kargo pantolonunu giydi ve ceplerine Glock için fazladan birkaç şarjör koydu. Üstüne yapışan bir tişört giydi ve üzerine Glock’u bağladı. Ayağına çelik burunlu ayakkabıları geçirdi. Silah kutusunu kapattı ve dolabın üst tarafındaki yerine yerleştirdi.

“Ya Gunner kutuyu bulsaydı?”

“Kutu onun göremeyeceği ve erişemeyeceği kadar yüksekte. Onu oradan indirebilse bile dijital bir kilidi var. Şifresini sadece ben biliyorum.”

İki gün yetecek kadar yedek kıyafetle dolu bir bez çanta askıda asılıydı. Onu aldı. Seyahat boy banyo malzemeleri, okuma gözlükleri, enerji barları, ve yarım düzine Dexedrine haplarıyla dolu küçük bir kamp çantası raflardan birinde duruyordu. Onu da aldı.

“Her zaman hazırsın, değil mi Luke? Silahlarla dolu kutun, kıyafetlerle dolu çantan ve ilaçların, anında gitmeye hazırsın, ülken sana ne zaman ihtiyaç duyuyorsa. Değil mi?”

Derin bir nefes aldı.

“Ne dememi istediğini bilmiyorum”

“Neden şöyle demiyorsun: Gitmemeye karar verdim. Karım ve oğlumun işten daha önemli olduğuna karar verdim. Oğlumun bir babası olsun istiyorum. Karımın artık daha fazla hayatta mıyım yoksa ölü müyüm, acaba hiç geri dönecek miyim diye düşünerek gecelerce uyanık kalmasını istemiyorum. Bunu yapabilir misin lütfen?”

Böyle zamanlarda aralarındaki büyüyen uçurumu hissediyor, neredeyse görebiliyordu. Becca, muazzam bir çöldeki, ufka doğru giderek küçülen, ufacık bir figür gibiydi. Onu, kendine geri getirmek istedi. Bunu umutsuzca istedi, ama çıkar bir yol göremedi. Görev çağırıyordu.

“Babam yine mi gidiyor?”

İkisi de kızardı. Gunner odasına doğru giden merdivenin üçüncü ve en yüksek basamağında duruyordu. Bir saniyeliğine, Luke’un nefesi boğazına düğümlendi. Winnie the Pooh kitaplarındaki Christopher Robin gibi gözüküyordu. Altın sarısı saçları tutam tutam olmuştu. Sarı aylar ve yıldızlarla bezeli mavi pijama altı giyiyordu. Üstünde bir Walking-Dead tişörtü vardı.

“Gel buraya, canavar.”

Luke çantasını yere bıraktı, eğildi, ve oğlunu kaldırdı. Çocuk onun boynuna sarıldı.

“Canavar sensin baba. Ben değil.”

“Tamam. Canavar benim.”

“Nereye gidiyorsun?”

“İşe gitmem gerekiyor. Belki bir, belki iki gün. Ama elimden geldiğince erken geleceğim.”

“Annem söylediği gibi senden ayrılacak mı?”

Luke, Gunner’ı kol boyu uzaklıkta tutuyordu. Çocuğu büyüyordu, Luke, bir gün, onu böyle kucaklayamayacağını anladı. Ama o gün henüz gelmemişti.

“Beni dinle. Annen beni bırakmayacak, uzun bir zaman boyunca hep birlikte olacağız. Tamam?”

“Tamam baba.”

Merdivenlerden yukarı, odasına doğru kayboldu.

Gunner gittiğinde ikisi uzunca birbirine baktılar. O uzaklık daha yakındı şimdi. Gunner aralarındaki köprüydü.

“Luke…”

Ellerini kaldırdı. ¨Konuşmadan önce, bir şey söylemek istiyorum. Seni ve Gunner’ı seviyorum, dünyadaki her şeyden çok seviyorum. Siz ikinizle birlikte olmak istiyorum, her gün, şimdi ve sonsuza dek. Gitmeyi istediğim için gitmiyorum. Gitmek istemiyorum. Bundan nefret ediyorum. Ama bu geceki o telefon görüşmesi… İnsanların hayatları tehlikede. Bu işi yaptığım bunca senedir, böyle bir şeyin ortasında kaç kere kaldım? Tam iki kere 2.Seviye’ydi. Çoğunlukla da 3.Seviye.

Becca’nın yüzü olabilecek ek küçük miktarda yumuşamıştı.

“Bunun seviyesi nedir?”

“1.Seviye”

2. Bölüm

Saat 01:57

McLean, Virjinya – Özel Müdahale Timi Karargahı

“Efendim.” dedi biri. “Efendim, geldik.”

Luke birden kendine geldi. Oturuşunu düzeltti. Helikopter pistinin kapısında park halindelerdi.  Hafif bir yağmur vardı. Şoföre baktı. Asker traşlı bir gençti, muhtemelen askerden yeni ayrılmıştı. Genç, gülümsüyordu.

“Uyuyakaldınız efendim.”

“Evet,” dedi Luke. İşin ağırlığı üzerine çöktü yine. Evde, Becca ile birlikte yatakta olmak istedi, ama o buradaydı. Katillerin radyoaktif malzeme çalmadığı bir dünyada yaşamak istedi. Uyumak ve güzel rüyalar görmek istedi. Ancak şu an, o güzelliklerin tam olarak ne olduğunu hayal bile edemiyordu. Uykusu, bildikleriyle zehirlenmişti.

Çantalarıyla birlikte arabadan indi, güvenlik görevlisine kimlik kartını gösterdi, tarayıcıdan geçti.

Şık, siyah bir helikopter, büyük bir Bell 430, platformun üzerinde bekliyor, pervaneleri dönüyordu. Luke ıslak asfaltı geçti, eğilerek gidiyordu. O yaklaştıkça helikopterin motoru vitesi yükseltti. Gitmek için hazırlardı. Yolcu kapısı kayarak açıldı ve Luke helikoptere tırmandı.

İçeride hali hazırda altı kişi vardı, dördü arkada, ikisi önde, kokpittelerdi. Don Morris en yakın pencereye oturmuştu. Ona bakan koltuk boştu. Don boş koltuğu işaret etti.

“Gelebildiğine sevindim Luke. Otur. Partiye katıl.”

Helikopter kalkışa geçtiği sırada, Luke tek kişilik koltukta kemerlerini bağladı. Don’a baktı. Don yaşlıydı artık, alabros tipi saçı artık gri renk almıştı. Kirli sakalı griydi. Hatta kaşları bile gri renk almıştı. Ama hala Delta Force komutanı gibi duruyordu. Vücudu sert ve sağlam, bütün o çıkıntı ve keskin düşüşler ile yüzü ise granit bir kayalık gibiydi. Gözleri bir çift lazere benziyordu. Taş gibi ellerinde henüz yakılmamış bir puro tutuyordu. On yıldır bir tane bile yakmamıştı.

Helikopter irtifa kazandığı sırada Don, kabindeki diğer yolcuları işaret etti. Hızlıca tanıttı. “Luke, dezavantajlı olan sensin, burada herkes seni zaten tanıyor, ama sen onları tanımayabilirsin. Trudy Wellington’u tanıyorsun, bilim ve istihbarat subayı.”

Luke, siyah saçlı, büyük, yuvarlak çerçeveli gözlüğü olan bu genç ve güzel kadına kafasını sallayarak selam verdi. Defalarca birlikte çalışmışlardı. “Merhaba, Trudy.”

“Merhaba, Luke.”

“Tamam, aşk kuşları, bu kadarı yeter. Luke, bu Mark Swann, bizim teknoloji subayımız. Ve onunla birlikte, silah ve taktiklerden Ed Newsam.”

Luke, adamlara da kafasıyla selam verdi. Swann beyaz tenli, kum rengi saçlı ve gözlüklü, belki otuz beş, belki kırk yaşındaydı. Luke daha önce onunla bir veya iki kere tanışmıştı. Newsam, Luke’un daha önce hiç görmediği, muhtemelen otuzlu yaşların ilk yarısında, siyahi, kel, sakalı ince ve kısa kesilmiş, iri-yarı, keskin kenarlı, geniş bir göğse sahip, çapı 60 santimlik dövmeli pazılarının, beyaz tişörtünden fırladığı bir adamdı. Silahlı bir düelloda karşısındakine cehennemi tanıtacak, birebir yakın dövüşte ise çok daha iyisini verecek biri gibi görünüyordu. Don “silah ve taktikler” derken aslında “kas” demek istiyordu.

Helikopter seyir irtifasına çıkmıştı; Luke’un tahmini on bin fitti. Helikopterin irtifası sabitlendi ve hareket etmeye başladı. Bu şeyler saatte 150 milde kesiliyorlardı. Bu hızda, New York’a ulaşmak en az bir buçuk saat demekti.

“Tamam, Trudy.” dedi Don. “Bizim için neyin var?”

Elindeki akıllı cihaz, kabinin karanlığında parladı. Trudy tablete doğru bakıyordu. Bu, bir şeytan gibi, yüzünü ürkütücü bir hale soktu.

“Daha önceden bilgi sahibi olmadığınızı varsayıyorum.” dedi.

“Uygun.”

Başladı. “Bir saatten az bir süre önce, New York Polis Departmanı’nın kontra-terörizm birimiyle bağlantı kurduk. Manhattan’ın yukarı doğu tarafında Center Medical Center adında büyük bir hastane var. Hastane yerleşkesinde büyük miktarda radyoaktif madde, yerin altı kat altında, bir kasada depolanmış durumda. Bu malzemenin çoğu, kanser hastalarının radyasyonla tedavisinde kullanılmış maddelerin atıkları, bir kısmı da diğer kullanım alanlarından, buna radyografik görüntüleme de dahil. Son birkaç saat içerisinde, bilinmeyen kimseler hastaneye sızdı, güvenlik sistemlerini aştılar, ve burada depolanmış radyoaktif atığı oradan çıkardılar.”

“Ne kadar aldıklarını biliyor muyuz?” dedi, Luke.

Trudy tabletine baktı. ¨Her dört haftada bir, malzemeler kamyonla buradan alınır ve Ulusal Güvenlik ve Çevre-Koruma Departmanları tarafından kontrol edilen, batı Pensilvanya’daki radyoaktif malzeme muhafaza tesisine götürülürler. Sıradaki sevkiyat bugünden 2 gün sonra gerçekleşecekti.

“Yani yaklaşık 26 günlük radyoaktif atık.” dedi Don. “Ne kadar eder?”

“Hastane bunu bilmiyor.” dedi Trudy.

“Bilmiyorlar?”

“Atıkları envantere atıyorlar ve oradaki veri tabanından takip ediyorlar. Bu atık materyali kim çaldıysa, veri tabanına erişmiş ve bütün veriyi silmiş. Tedavi çizelgelerine göre miktar aydan aya değişiyor. Envanteri tedavi kayıtlarına bakarak tekrar hesaplayabilirler ama bu saatler sürer.”

“O veri tabanı yedeklenmiyor mu?” dedi Swann, teknoloji uzmanı.

“Yedekliyorlar, ama bu veri de silinmiş. Hatta geçen senenin kayıtları bile silinmiş.”

“Yani birileri ne yaptığını biliyor.” dedi Swann.

Luke düşüncelerini aktardı. “Eğer ne alındığını bile bilmiyorsak bunun acil bir durum olduğunu nereden biliyoruz? “

“Birkaç sebebimiz var.” dedi Trudy. ¨Bu bir hırsızlıktan fazlası. Oldukça iyi koordine edilmiş ve planlanmış bir saldırı bu. Hastanenin stratejik noktalardaki güvenlik kameraları kapatılmış. Bu noktalar, bazı giriş ve çıkışları, merdivenleri ve yük asansörlerini, depolama kasası, ve otoparkı içeriyor.”

Luke “Güvenlik görevlileriyle konuşan biri oldu mu?” diye sordu.

“Güvenlik konsolunu ve kameralarını izleyen iki görevli, kilitli bir dolapta ölü bulundular. Bunlardan biri Nathan Gold, elli yedi yaşında, beyaz, erkek, boşanmış ve üç çocuğu var, aşırı gruplar veya organize suç örgütleriyle bilindiği kadarıyla bir bağı yok. Diğeri Kitty Faulkner, otuz üç yaşında siyahi bir kadın, evlenmemiş, bir çocuğu var, aşırı gruplar veya organize suç örgütleriyle bilindiği kadarıyla bir bağı yok. Gold yirmi üç yıl boyunca bu hastane için çalıştı. Faulkner’da sekiz. Bedenlerin kıyafetleri çıkarılmıştı, üniformaları kayıp. İkisi de bağlanmış, yüzlerinde belirgin bir renk değiştirme mevcut, şişme, boyun travması, ölüme sebebiyet veren bağlayarak boğma işleminin izleri. Bakmak istersen bende fotoğrafları var.”

Luke elini kaldırdı.” Tamam, yeterli. Ama şimdilik diyelim ki bunu yapanlar erkekti. Bir erkek, bir kadın güvenlik görevlisini öldürür ve daha sonra onun üniformasını alıp giyer mi?”

“Faulkner, bir kadın için uzundu.” dedi, Trudy. “Kadının boyu 178cm, ve yapılı. Bir adam onun üniformasına rahatça sığabilir.”

“Sahip olduğumuz tüm bilgi bu mu?”

Trudy devam etti. “Hayır. Bir hastane işçisinin vardiyası varmış, ve şu an o kişiden haber alınamıyor. Bu çalışan, bir temizlik görevlisi ve ismi Ken Bryant. Yirmi dokuz yaşında siyahi bir adam, Rikers Adası’nda bir sene boyunca tutuklu yargılanmış, daha sonra Dannemora, New York’taki Clinton Islah Merkezinde otuz ay geçirmiş. Hırsızlıktan ve basit bir saldırıdan hüküm giymiş. Salındıktan sonra altı aylık bir akli dengesi yerinde olmayanları kamuya geri kazandırma programına ve iş kursuna gitmiş. Yaklaşık dört sene bu hastanede çalışmış, ve iyi bir kaydı var. Devam problemi ve disiplin sorunu olmamış.”

“Bir temizlikçi olarak, tehlikeli atık depolama tesisine erişimi var, ve hastanenin güvenlik uygulamaları ve personeliyle ilgili bilgiye sahip. Bir zamanlar uyuşturucu tacirleriyle ve ayrıca Afrika kökenli Amerikalı cezaevi çetesi Black Gangster Family ile bağları varmış. Uyuşturucu tacirleri dediğim daha çok torbacı tabir edilen, düşük seviyedeki sokak satıcıları, onları mahallede büyüdüğü için tanıyor. Cezaevindeki çete ile olan bağları ise, muhtemelen kendini korumaya almak için.”

“Bir hapishane çetesinin ya da bir sokak çetesinin mi bunu yaptığını düşünüyorsun?”

Trudy kafasını salladı. “Kesinlikle hayır. Bryant’tan bahsettim çünkü onunla ilgili ipin ucu açık, hala onunla ilgili cevaplanmamış sorular var.  Bir veri tabanına erişip bilgileri silmek, bununla birlikte bir güvenlik kamerası sistemini ele geçirmek teknik bilgi gerektiren bir iş, ki bu da genellikle sokak çetelerinin altından kalkamayacağı bir şey. Bu karmaşıklık seviyesi ve çalınan materyaller düşünülünce, akla uyuyan bir terör hücresi geliyor.”

“Bu kimyasallarla ne yapabilirler?” dedi Don.

“Bu şeyin her yerinde radyolojik yayılım cihazı yazıyor.” dedi Trudy.

“Kirli bomba.” dedi Luke.

“Bingo. Radyoaktif atığı çalmanın başka açıklaması yok. Hastane alınan miktarı bilmiyor, ama alınan şey neydi biliyorlar. Bu kimyasalların arasında çeşitli miktarlarda iridyum-192, sezyum-137, trityum, ve flor var. İridyum yüksek radyoaktiviteye sahip, ve yoğun halde maruz kalmak dakikalar veya saatler içerisinde yanıklara ve radyasyon hastalığına sebebiyet verebilir. Deneyler gösteriyor ki sezyum-137’nin en ufak bir dozu bile 20 kiloluk bir köpeği üç hafta içerisinde öldürüyor. Flor ise kostik bir gaz, gözler, deri ve ciğerler için tehlikeli bir madde. En seyreltilmiş halinde gözleri yaşartır. Derişik haldeyse ciğerlere ağır hasar verir, dakikalar içerisinde solunumun durmasına ve ölüme sebep olur.¨

“Harika,” dedi Don.

“Önemli nokta şu,” dedi Trudy, ”yüksek konsantrasyon. Eğer bir teröristsen, bunların çalışması için fazla büyük bir alan hedeflememelisin, büyük bir yayılım alanı istemezsin. Bu, maruz kalınan miktarı sınırlar. Radyoaktif maddelerle birlikte, dinamit gibi klasik bir patlayıcıyı birleştirirsin, ve kapalı bir alanda patlatmak istersin, mümkünse etrafta bir sürü insan olur. İş çıkışı gibi bir saatte, kalabalık bir metro veya tren istasyonu. Ev-iş yolculuğu yapanların çoğunun kullandığı ortak bir istasyon, Grand Central Terminali veya Penn İstasyonu. Büyük bir otobüs terminali veya bir havalimanı. Özgürlük heykeli gibi turistik bir yer. Kapalı alan, radyasyon yoğunluğunu en yükseğe çıkarır.”

Luke, Özgürlük Heykeli’nin tepesine kadar çıkan, dar ve klostrofobik merdivenleri gözünde canlandırdı. Herhangi bir günde burası insanlarla dolu olurdu, sıklıkla da okulla geziye gelen çocuklarla. Zihninde, Özgürlük Adası’nın, Haiti’deki kaçak göçmen botları gibi on bin turistle dolu olduğu canlandı.

Daha sonra Grand Central Terminalinin sabah 7:30’daki hali, o kadar kalabalık ki ayakta duracak yer yok. Yüz kişi merdivenlerde sıralanmış, bir sonraki trenin gelip platformda bekleyen insanları almasını, oranın boşalmasını ve platforma inmeyi bekliyorlar. Bütün bu kalabalığın içinde bombanın patladığını hayal etti.

Ve ışıklar söndü.

Ani bir kan çekilmesi hissetti içinde. İlk patlamanın etkisi yüzünden ölenlerden daha çok insan, panik ve koşuşturma sırasında ölecekti.

Trudy devam etti. ¨Buradaki sorunumuz, bu çekici hedeflerin takip edebileceğimizden çok sayıda oluşu ve bu saldırı New York’ta olmak zorunda da değil. Eğer hırsızlık olayı üç saat kadar önce gerçekleştiyse, şimdiden, operasyonumuz için muhtemel yarıçapımız en dört yüz kilometre. Bu da bütün New York ve banliyöleri, Philadelphia, ve New Jersey’deki Newark, Jersey City ve Trenton gibi ana şehirleri kapsıyor. Eğer hırsızlar bir saat daha yakalanamazsa bu çapı Boston ve Baltimore’a kadar uzatabilirsin. Burası tamamen nüfus yoğunluğu olan bir bölge. Bu kadar büyük bir çapta on binlerce yumuşak hedef olduğunu düşünebiliriz. Sadece yüksek profilli yerleri hedefleseler bile, yüzlerce yerden bahsediyoruz.”

“Tamam, Trudy.” dedi Luke. “Bize olayın gerçeklerini verdin. Şimdi, içindeki ses ne der?”

Trudy omuz silkti. “Bence kirli bomba saldırısı olacağını varsayabiliriz, ve bu olayın başka bir ülke tarafından veya muhtemelen IŞİD veya El-Kaide gibi bir bağımsız terör örgütü tarafından düzenlendiğini/desteklediğini. Belki Amerikalı ve Kanadalı destekçileri de bu işe dahil olmuştur ama operasyonel kontrol başka bir yerde. Kesinlikle çevreciler veya beyaz-üstüncü ırkçılar gibi ülke içinde yetişmiş bir grubun elinden çıkmış değil.”

“Neden? Neden ülke içinden olmasın ki?” dedi Luke. Cevabını zaten biliyordu ama bunu sormak ve cevabını almak önemliydi, her şey adım adım gitmeli, hiçbir şeyin üstünden atlanmamalıydı.

“Solcular gecenin ortasında Hummer bayilerini ateşe verirler. Ağaçlıklardaki ağaçlara, onları kesen makinelere zarar vermek için çivi çakarlar, ama sonra bu çivileri kırmızıya boyarlar ki kimsenin canına zarar gelmesin. Geçmişlerinde nüfus yoğunluğu olan bölgelere saldırdıkları veya birini öldürdükleri hiç görülmemiş, ve radyoaktiviteden nefret ederler. Sağcılarsa daha vahşidir, Oklahoma City gösterdi ki sivil gruplara ve hükümet sembollerine saldırabilirler. Ama, bu iki grup da bunu yapacak eğitime sahip değil. Ve onların olmadığına dair başka iyi bir sebep daha var.”

“O da?” dedi Luke.

“İridyumun yarı ömrü çok kısadır.” dedi Trudy. “Birkaç gün içerisinde çoğunlukla işe yaramaz olacaktır. Ayrıca, çalan herkimse, radyasyon zehirlenmesi yaşamak istemiyorsa hızlı hareket etmeli. Müslümanların ilahi ayı Ramazan bir sonraki gün batımında başlıyor. Sanıyorum ki Ramazanın başlangıcıyla denk gelmesi tasarlanmış bir saldırımız var.”

Luke neredeyse rahatlatıcı bir nefes aldı. Trudy ile uzun yıllar çalışmış ve onu tanıyordu. Onun istihbaratı her zaman iyiydi, senaryoları yerine oturtması sıradışı derecede iyiydi. Yanıldığından çok daha fazla haklı çıkardı.

Saatine baktı. 3:15’ti. Günbatımı bu akşam sekiz gibi gerçekleşecekti. Hızlı bir hesaplama yaptı. “Yani sence bu insanları bulmak için on altı saatten fazla vaktimiz var mı?”

On altı saat. Samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. Bunu yapmak için sadece on altı saatinin olması, ama bunu en ileri teknoloji ve en iyi insanlarla yapmaya çalışmaksa bambaşka bir şeydi. Ümit etmek için bile neredeyse çok fazlaydı.

Trudy başını salladı. “Hayır. Ramazanla ilgili problem şu: evet gün batımı ama kimin gün batımı? Tahran’da gün batımı saat 20:24’te, yani buranın saatiyle 10:54. Ya Ramazanın başlangıcını dünya çapında kabul ederlerse, yani mesela Malezya veya Endonezya? Bu da sabah 7:24 kadar erken bir saati işaret ediyor ki bu da sabah yoğunluğunun tam başladığı saat.”

Luke homurdandı. Camdan dışarıya, altında serili uçsuz bucaksız metropollere baktı. Tekrar saatine göz attı. 3:20. İleride, ufukta, alçak Manhattan’ın yüksek binaları, ve eskiden Dünya Ticaret Merkezi binalarının yerinde duran ve gök yüzünü kesercesine yükselen mavi ışıkları görebiliyordu. Üç saat içerisinde eviyle işi arasında mekik dokuyan insanlar sokaklara dökülecekti.

Ve dışarıda bir yerde, bu insanların öldürmeyi planlayanlar vardı.