Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Zeno'nun Bilinci»

Schriftart:

Italo Svevo, 1861’de Trieste’de hâli vakti yerinde bir Yahudi ailenin içinde doğdu. Francesco ve Allegra Schmitz’in, sekiz çocuğunun beşincisiydi. Eğitiminin bir kısmını 12 yaşında gittiği Almanya’da Würzburg yakınlarındaki Segnitz Kolejinde aldı. 17 yaşında Trieste’ye döndüğünde bir süre Instituto Superiore Revoltellaya devam etti. 1880’de aile şirketinin batması ve babasının sağlığının bozulmasıyla okulu terk edip bir bankada işe girmek zorunda kaldı. 1892’de kendi çabasıyla ilk romanı Una Vita’yı yayınladı. Kitap, okurların ve eleştirmenlerin ilgisini çekmedi. 1892’de babasının ve 1895’te annesinin ölümünün ardından, 1896’da kuzeni Livia Veneziani ile evlendi. O sıralarda, bankadan ayrılıp kayınpederinin yanında işe girdi. 1898’de ikinci kitabı Senilità (Yaşlılık) çıktı ve o da aynı ilgisizlikle karşılaştı.

1907’de Trieste’de, İngilizce öğretmeni olarak çalışmakta olan James Joyce ile tanışıp ölümüne kadar sürecek olan bir arkadaşlık kurdu. İlerleyen yıllarda ise Freud’un çalışmalarının etkisinde kaldı. Bu etki, 1919’da yazmaya başladığı ve 1923’te yayınladığı La coscienza di Zeno’da da (Zeno’nun Bilinci) açıkça görülüyordu. Birkaç yıllık sessizliğin ardından kitap, ilgiyi Svevo üzerine çekerek edebiyat çevrelerinde renkli bir tartışma başlattı. 1928’de La coscienza di Zeno’nun devamı olarak tasarladığı dördüncü romanı Il vecchione oLe confessioni del vegliardo’yu yazmaya başladı. Ancak aynı yıl Motta di Livenza’da bir araba kazası sonucu yaşamını yitirdi.

Burcu Ün, 1991 yılında İstanbul’da doğdu. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İtalya Perugia Yabancı Diller Üniversitesinde kısa süreli dil eğitimi gördü. İtalyan Kültür Merkezinin İtalyanca öykü yarışmasında birinci oldu. 2013 yılından beri İtalyan Ticaret ve Sanayi Odasında çalışmaktadır. 2015 yılında Nicolai Lilin isimli yazarın Serbest Düşüş isimli kitabını çevirdi.

I
ÖN SÖZ

Ben bu öyküde zaman zaman küçümseyici sözlerle adı geçen doktorum. Psikanalizden anlayanlar, hastanın bana beslediği kinin nasıl çözümleneceğini bilirler.

Psikanaliz üzerine fazla konuşmayacağım çünkü burada konudan yeterince bahsediliyor zaten. Hastamı otobiyografisini yazmaya teşvik ettiğim için özür dilemeliyim, psikanalistler böyle bir yeniliğe muhtemelen burun kıvıracaklardır. Ancak hastam ihtiyardı, geçmişi bu yöntemle yeniden anımsayarak canlandırır ve otobiyografisi psikanaliz için iyi bir başlangıç olur diye umuyordum. Bugün hâlâ bu fikrim bana mantıklı geliyor çünkü beklenmedik derecede güzel sonuçlar verdi, şayet hastam, anıları üzerine uzun uzun ve sabırla çözümleyerek gerçekleştirdiğim çalışmamın meyvesini tedavisini bırakarak benden çalmasaydı bu sonuçlar daha da iyi olurdu.

Bu kitabı sırf ondan intikam almak için yayımlıyorum ve umarım bu duruma çok öfkelenir. Ancak şunu da bilmesi gerekiyor, tedaviye devam ettiği sürece bu yayından alacağım yüksek ücretleri onunla paylaşmaya hazırım. Kendi kendisini tanımaya nasıl da meraklı görünüyordu! Keşke burada sayıp döktüğü tüm gerçekler ve yalanlar yorumlandığında nasıl sürprizlerle karşılaşacağını bir bilse!..

Doktor S.

II
GİRİŞ

Çocukluğumu görmek mi? Artık aramızda elli yılı aşkın bir süre var, yine de görmekte epey zorlanan gözlerimle bile çocukluğumu seçebilirdim ancak yansıttığı ışık hâlâ türlü engellerle kesiliyordu, gerçek yüksek dağlardı bunlar: Geçen yıllarım ve birkaç saatim.

Doktor o kadar da derinlere inmek hususunda inat etmememi tavsiye etti. Yakın zamanda gerçekleşen olaylar da geçmişim için değerliymiş, özellikle bir önceki gece gördüğüm rüyalar ve hayaller. Tabii yine de biraz olsun bir düzeni olmalı. En başından başlayabilmek için Trieste’den uzun bir süre ayrı kalacak olan doktoruma veda eder etmez sırf onun işini kolaylaştırabilmek adına psikanaliz üzerine bir makale aldım ve okudum. Anlaması zor değil ama çok sıkıcı.

Öğle yemeğinden sonra kulüpte rahatça bir koltuğa uzandım, elimde bir kalem ve bir kâğıt parçası var. Alnımdaki kırışıklıklar yok oldu çünkü zihnimden tüm çabayı sildim attım. Düşüncem benden soyutlanmış görünüyor. Anlıyorum işte. Bir yükseliyor bir iniyor… Ama bu onun tek faaliyeti. Ona bir düşünce olduğunu ve kendisini ifşa etmenin gerekliliğini hatırlatıp kalemi elime aldım. İşte şimdi alnım kırışıyor çünkü her kelime, pek çok harfe sahip ve buyurgan şimdiki zaman yükselip geçmişi gizliyor.

Dün olabildiğince kendimi bırakmayı denedim. Deneyimim derin bir uyku ile neticelendi, sonuç olarak büyük bir ferahlık ve o uyku esnasında önemli bir şey görmüş olmanın tuhaf hissi kaldı geride. Ama rüya unutuldu, sonsuza dek kayboldu.

Elimdeki kalem sayesinde bugün uyanık hâldeyim. Geçmişimle hiçbir ilgisi olmayan bazı tuhaf görüntülere göz atıyorum, görür gibi oluyorum: Sayısız vagonu peşinde sürükleyerek yokuşta burnundan soluyan bir lokomotif; nereden geldiğini, nereye gittiğini ve neden şimdi buraya geldiğini kim bilir!

Yarı uykudayken, bu yazıya bakılırsa bu yöntem ile insan ilk çocukluğunu, dahası kundaktaki hâlini hatırlamaya bile vardırır işi diye düşünüyorum. Gözlerimin önüne hemen kundakta bir bebek geliyor ancak bu neden ben olmak zorundayım ki? Hem bana hiç de benzemiyor, sanırım geçen haftalarda baldızımın doğurduğu bebek bu, öyle küçük elleri ve öyle büyük gözleri vardı ki bir mucizeymiş gibi göstermişlerdi bize. Zavallı çocuk! Çocukluğumu hatırlamam mümkün mü sanki! Şimdi, çocukluğunu yaşayan seni bile ileride onu hatırlamanın zekân ve sağlığın açısından ne kadar önemli olduğu hususunda uyaramıyorum. Hayatının tümünü, seni kendinden soğutan önemli bölümleri de dâhil olmak üzere zihninde tutmanın ne denli önemli olduğunu ne zaman öğreneceksin? Sen şimdi bilinçsizce ve zevk arayışı içinde küçük bedenini araştırmaktasın, bu keyifli keşiflerin seni acıya ve hastalığa götürecek, bunu hiç istemeyen kimseler bile yine aynı yola sürecekler seni. Ya ne olacaktı başka? Beşikteki hâlini muhafaza etmen imkânsız. Gizemli bir oluşum meydana geliyor tam göğsünün üzerinde, minicik bebek. Geçen her dakika sana yeni bir kimsayal etki kazandırıyor. Bir sürü hastalığın ihtimali duruyor karşında çünkü her dakikan pirüpak olamaz. Ayrıca küçük çocuk, tanıdığım kişilerle aynı kanı taşıyorsun sen. Şimdi geçen dakikalar pekâlâ tertemiz olabilirler ama seni hazırlamış olan nice yüzyıllar öyle değillerdi şüphesiz.

İşte uykudan önceki hayallerden çok uzaktayım şimdi. Yarın tekrar deneyeceğim.

III
SİGARA BAĞIMLILIĞIM

Görüştüğüm doktor sigara tiryakiliğimin tarihsel bir analiziyle işe başlamamı tavsiye etti:

“Yazın! Yazın! Kendinizi en sonunda olduğunuz gibi göreceksiniz.”

İnanıyorum ki şu koltuğun üzerinde rüya görmeye gitmeksizin ancak masamın başındayken sigara tiryakiliğim üzerine yazabilirim. Nasıl başlayacağımı bilmiyorum ve şimdi parmaklarımın arasında tuttuğuma benzeyen sigaralardan yardım istiyorum.

Bugün hatırlayamadığım bazı şeyleri, yavaş yavaş keşfetmeye başlıyorum. İçtiğim ilk sigaralar artık piyasada yok. 1870’li yıllar da Avusturya’da çift başlı kartal işareti taşıyan karton kutularda satılanlar vardı. İşte, bu kutulardan birinin etrafında isimlerini ve kimi bazı özelliklerini hatırladığım çeşitli insanlar bir araya geliyorlar ancak bu beklenmedik karşılaşma, beni harekete geçirmek için yeterli değil. Biraz daha fazlasını elde etmeye çalışıyorum ve koltuğa doğru gidiyorum: İnsanlar soluklaşıyor ve onların yerini, benimle alay eden soytarılar alıyor. Cesaretim kırılmış hâlde masaya geri dönüyorum.

Görüntülerden biri, kısık sesli, benimle aynı yaşta genç bir delikanlı olan Giuseppe’ye aitti, bir diğerinde ise yıllar evvel ölen, benden bir yaş küçük erkek kardeşim vardı. Görünüşe göre Giuseppe babasından çok para alıyor ve bize o sigaralardan getiriyordu. Ama kardeşime benden daha fazlasını hediye ettiğine eminim. Kendime başka sigaralar bulmak zorunda kalmıştım bu yüzden. Böylece hırsızlığa başladım. Yazları babam yemek odasındaki bir sandalyenin üzerine, cebinde her zaman bir miktar bozukluğun bulunduğu yeleğini bırakırdı. O pek değerli kutuyu satın almak için ihtiyacım olan on parayı, yeleğin cebinden çalardım ve hırsızlığımın kanıtını üzerimde uzun süre taşımamak için paketteki on sigarayı arka arkaya içerdim.

Tüm bunlar bilincimde el altında, keşfedilmeye hazır hâlde yatıyordu. İşte şimdi yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor çünkü evvelden onların pek önemli olduklarını bilmiyordum. Bu kötü alışkanlığımın kökenini belledim ya, kim bilir, belki de iyileşmişimdir bile. Bu yüzden sırf kendimi denemek için son bir sigara yakıyorum, kim bilir belki de iğrenip fırlatır atarım onu.

Sonra, bir gün babamın, elimde onun yeleğiyle beni yakaladığını hatırlıyorum. Ona, şu an asla sahip olamayacağım ve düşündükçe beni hâlâ tiksindiren bir arsızlıkla -kim bilir belki de bu tiksintinin iyileşmemde bir faydası olur- merak edip yeleğin düğmelerini saydığımı söyledim. Babam matematik ya da terzilik konusundaki eğilimlerime güldü, parmaklarımın yeleğinin cebinde olduğunu da fark etmedi. Kendi onuruma söyleyebilirim ki artık var olmayan masumiyetime hitap eden o gülüş, beni sonsuza dek çalmaktan alıkoymak için yeterliydi. Demek istediğim… Yine çaldım ama bilmeden. Babam yarı içilmiş Virginia purolarını evin çeşitli yerlerine, masaların, dolapların üzerine bırakırdı. Bu hareketin onları atma yolu olduğunu düşünürdüm ve ayrıca ihtiyar hizmetçimiz Catina’nın da onları kaldırıp attığını sanırdım. İşte bu yüzden o puroları gizli gizli tüttürürdüm. Ancak onları elime alır almaz, bende ne tür bir rahatsızlığa neden olacaklarını çok iyi bildiğim için, bir tiksinti ile titrerdim. Sonra alnım soğuk terlerle kaplanana ve midem bükülene kadar içer dururdum. Çocukluğumda enerjiden yoksun olduğum söylenemez doğrusu.

Babamın beni bu alışkanlıktan nasıl kurtardığını çok iyi hatırlıyorum. Bir yaz günü, okul gezisinden eve yorgun argın ve terden sırılsıklam hâlde dönmüştüm. Annem hemen soyunmama yardım etmiş ve beni bir bornoza sararak kendisinin dikiş yapmakla meşgul olduğu kanepeye uyumam için yatırmıştı. Uyumak üzereydim ama gözlerime güneş ışığı dolup duruyordu ve bir türlü dalamıyordum. O yaşlarda, büyük bir yorgunluk sonrasındaki dinlenmeye eşlik eden tatlılık açık seçik bir görüntü olarak beliriyor belleğimde, artık var olmayan o sevgili beden de hemen yanı başımda ben, şimdi oradaymışım gibi açık seçik.

Biz çocukların eskiden oyun oynadığı, şimdilerde ise yerden tasarruf etmek için iki bölüme ayrılmış ferah ve büyük odayı hatırlıyorum. O sahnede erkek kardeşim görünmüyor, bu beni şaşırtıyor çünkü geziye o da katılmış olmalı ve dolayısıyla sonrasında onun da dinleniyor olması gerekirdi. Acaba büyük kanepenin başka bir ucunda da o uyuyor olabilir miydi? Oraya bakıyorum ama bana boş geliyor. Yalnızca kendimi görüyorum, dinlenmenin tatlılığını, annemi ve sonra yankılanan sözcüklerini duyduğum babamı. Eve girmişti, beni hemen göremediği için yüksek sesle seslendi:

“Maria!”

Annem hafif bir mırıltı eşliğinde beni gösterdi, ben tüm bilincimle uykunun üzerinde yüzerken o çoktan daldığımı sanıyordu. Babamın beni rahatsız etmemeye çalışması öyle hoşuma gitti ki, yerimden kımıldamadım.

Babam kısık bir sesle yakındı:

“Sanırım çıldırıyorum! Yarım saat evvel dolabın üzerine yarım bir puro bıraktığıma neredeyse eminim ama şimdi onu bulamıyorum. Her zamankinden daha kötüyüm, kafam bir şeyleri almıyor.”

Annem alçak sesle, beni uyandırma korkusu ile engellediği neşesini güç bela bastırarak yanıtladı:

“İyi de öğle yemeğinden sonra o odaya kimse girmedi.”

Babam söylendi:

“Bunu ben de biliyorum, zaten o yüzden delirdiğimi düşünüyorum ya!”

Döndü ve odadan çıktı.

Gözlerimi araladım ve anneme baktım. Annem işine geri döndü ama gülümsemeye devam ediyordu. Babamın korkularına gülümsüyordu, onun delirmek üzere olduğuna inandığı yoktu. Bu gülümseme bende öyle bir etki bıraktı ki hiç unutmadım, bir gün karımın dudaklarında onu yeniden bulunca hemen tanıdım.

Kötü alışkanlığımı tatmin etmemi güçleştiren parasızlık değildi, yasaklar onu körüklüyordu.

Akla gelebilecek her köşede saklanıp paket paket sigara içtiğimi hatırlıyorum. Peşinden fiziksel bir tiksintinin takip edeceğini çok iyi bildiğim için karanlık bir mahzende yarım saat boyunca kapalı kaldığımı da hatırlıyorum, yanımda kıyafetlerindeki çocuksuluk dışında haklarında pek bir şey hatırlamadığım iki çocuk da vardı. Zihnimde ayaklara kadar uzanan iki çift pantolonları canlanıyordu yalnızca, içlerindeki bedeni zaman ortadan kaldırmıştı. Bir sürü sigaramız vardı ve kısa sürede kimin daha fazla içeceğini görmek istiyorduk. Ben kazandım ve bu garip denemeden kaynaklanan rahatsızlığımı kahramanca gizledim. Sonra güneşe ve temiz havaya çıktık. Sersemlememek için gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Hemen kendime geldim ve zaferimle övündüm. İki küçük adamdan biri bana şöyle dedi:

“Kaybetmiş olmam umurumda değil çünkü ben, ihtiyacım olan kadar sigara içiyorum.”

Sağlık üzerine ettiği kelimeleri hatırlıyorum ama o dakikada bana dönen, kuşkusuz pek sağlıklı o suratı hatırlamıyorum.

O zamanlar sigarayı, tadını ve nikotinin beni içine soktuğu durumu sevip sevmediğimi bilmiyordum. Bunlardan nefret ettiğimi bildiğimde ise durum iyice kötüleşti. Ve bunu yirmi yaşımdayken öğrendim. O sıralar, birkaç hafta ateşin de eşlik ettiği şiddetli bir boğaz ağrısı çekiyordum. Doktor dinlenmeyi ve kesinlikle sigara içmemeyi reçete etti. Bu mutlak kelimeyi hatırlıyorum! Öyle canımı yaktı ki acım ateşle renklendi: Kocaman bir boşluk ve etrafında oluşan muazzam basınca dayanamayacak bir hiçlik.

Doktor gittiği zaman -annem öleli yıllar oluyordu- ağzında kocaman purosuyla babam bir süre bana arkadaşlık etmek için yanımda kaldı. Giderken elini, yanan alnımın üzerine nazikçe koyduktan sonra bana şöyle dedi:

“Sigarayı bırak, yoksa karışmam!”

Büyük bir huzursuzluğa kapıldım. “Bu acıyı çekmemin sebebi buysa bir daha asla sigara içmeyeceğim ama bırakmadan önce son bir tane içeyim.” diye düşündüm. Ateşimin yükselmesine ve her nefeste bademciklerimin bir köze dokunuyorlarmış gibi yanmasına rağmen, son bir sigara yaktım ve kaygılarımın silinip gittiğini hissettim. Tüm sigarayı bir adak adamışım da yerine getiriyormuşum gibi özenle içtim. Hastalığım boyunca hâlâ korkunç derecede acı çekerken bile pek çok kez bunu yapmaya devam ettim. Babam ağzında purosuyla gelip:

“Aferin oğlum! Birkaç gün daha sigara içmezsen iyileşeceksin!” diyordu.

Bu cümle, hemen gitsin de bir sigara yakayım diye düşünmeme neden oluyordu. Daha erken gitmesi için uyuyormuş numarası yaptığım da olurdu üstelik.

Bu hastalık bana rahatsızlıklarımdan ikincisini getirdi: Birinci rahatsızlığımdan kendimi kurtarma çabasını yani. Günlerim sigaralarla ve artık sigara içmeyeceğim diye aldığım kararlar ile doldu taştı, aslında ne yalan söyleyeyim bugün de zaman zaman hâlâ böyle. Yirmi yaşında bu son sigara olacak diye aldığım o kararların yarattığı karmaşa hâlâ sürüyor. Artık şiddetini de kaybetmeye başladı, ihtiyarlanan ruhum zayıflığıma karşı daha büyük bir hoşgörü gösteriyor. Yaşlandığınızda hayata ve getirdiklerine gülüp geçersiniz. Aslında, bir süredir çok sigara içtiğimi söyleyebilirim… Ki bu son olsun diye de niyetlenemiyorum hiç.

Bir sözlüğün ilk sayfasına, süslü ve güzelce bir yazı ile düştüğüm şu notu buluyorum:

“Bugün 2 Şubat 1886, hukuk eğitimimi bırakıp kimya bölümüne geçiyorum. Bu son sigaram!”

Bu çok önemli bir son sigaraydı. Ona eşlik eden tüm umutları da hatırlıyorum. Hayattan çok uzakmış gibi gelen Kilise Hukuku’na sinirlenmiş, bir şişeye indirgenmiş olsa da hayatın kendisi olan bilime koşmuştum. Bu son sigara, tam olarak bir etkinlik, -hatta el işçiliği-dingin, ölçülü ve sert düşünme arzusu anlamına geliyordu.

İçtenlikle inanmayı başaramadığım karbon kombinasyon zincirinden kaçabilmek için hukuka geri döndüm. Ne fayda! Hata etmiş ve bu hatamı da son sigaram ile birlikte bir kitabın üzerine tarihi ile kaydetmiştim. Bu da önemliydi ve nihayet karbon zincirlerini kırmış senin, benim ve onun hakkının sonu gelmez komplikasyonlarına geri dönmüştüm. El becerilerim de pek eksik olduğundan, kimya için uygun olmadığımı kanıtlamıştım. Bir yandan baca gibi sigara tüttürürken diğer yandan becerikli ellere nasıl sahip olacaktım ki?

Şimdi burada kendi kendimi incelerken bir şüpheye kapıldım: Belki de sırf yetersizliklerimi ona mal edebilmek için sigara içmeyi bu kadar çok seviyordum. Sigarayı bıraktığımda beklediğim gibi üstün ve güçlü bir adama dönüşeceğimi kim garanti edebilirdi ki? Belki beni kötü alışkanlığıma bağlayan bu şüpheydi çünkü insanın kendisini, gizli kalmış büyük biri sanması yaşamanın rahat bir yoludur. Bu hipotezi, gençliğimdeki zayıflığımı açıklamak için öne sürdüm ancak gerçekliğine kesinlikle inandığım da söylenemez. Artık yaşlandım ve kimsenin benden bir şey beklediği yok ancak yine de bir kararla sigaradan vazgeçiyor, başka bir kararla sigaraya yeniden başlıyorum. Bu kararların bugün ne anlamı var? Goldoni’nin bahsettiği yaşlı doktor gibi hayatım boyunca hasta yaşadıktan sonra sağlıklı ölmek miydi isteğim?

Bir keresinde öğrenci olarak kaldığım evi değiştirecekken odanın duvarlarını duvar kâğıdıyla kaplatmak zorunda kaldım çünkü her bir köşesini tarihlerle doldurmuştum. Zaten muhtemelen o odayı kararlarımın mezarlığı hâline geldiği için terk ediyordum, orada kalmaya devam ettikçe başka bir karar alamazmışım gibi geliyordu.

Sigaranın adı, son sigara olduğunda tadı bir başka güzel geliyordu bana. Diğerlerinin de özel bir tadı var ama bu kadar keyifli değiller. Sonuncusu yakında kavuşulacak güçlü ve sağlıklı bir gelecek umudu ile kendine karşı kazandığın zaferin tadına sahip. Diğerlerinin de kendi içlerinde bir önemleri var tabii çünkü onları içerken de özgür hissedersiniz, sağlık dolu gelecek yine ufuktadır, biraz daha ileri itilmiştir o kadar.

Odamın duvarları, çok çeşitli renklerle ve kimi yağlı boya ile yazılmış tarihlerle kaplanmıştı. En saf inançla alınan karar, bir önceki karara adanmış rengi solduracak kadar güçlü bir renkte kendini bulurdu. Rakamların uyumu açısından kimi tarihler favorimdi. Geçen yüzyıldan hatırladığım bir tarih, bu kötü alışkanlığımı koymak istediğim tabutu sonsuza dek mühürleyecekmiş gibi gelmişti bana: “1899’un dokuzuncu ayının dokuzuncu günü.” Anlamlı değil mi? Yeni başlayan yüzyıl da birbirinden farklı, müzikal tarihler getirdi: “1901’in birinci ayının birinci günü.” Bana öyle geliyor ki bu tarih, tekrar edilebilseydi bugün bile yeni bir hayata başlamak konusunda istekli olurdum.

Ancak takvimde tarih sıkıntısı yok ya, birazcık hayal gücü ile her bir tarih, iyi bir karara uyum sağlayabilir. Bana karşı konulması imkânsızmış gibi gelen bir tarih hatırlıyorum: “Üçüncü gün, altıncı ay, 1912 yılı, saat yirmi dört.” Her bir sayı, bir öncekini iki katına çıkarıyormuş gibi.

1913 yılı ise bana bir duraksama yaşattı. Yıla denk gelecek bir on üçüncü ay eksikti. Yine de son sigaranın anlamını arttırmak için bir tarihe bu kadar da uyum sağlamak zorunda olduğunuzu düşünmeyin. En sevdiğim kitapların ya da defterlerin üzerinde fark ettiğim pek çok tarih biçim bozukluğu ile ön plana çıkıyor. Örneğin üçüncü gün, ikinci ay, yıl 1915, saat altı. Düşünüldüğü zaman bu tarihin kendi içinde bir ritmi olduğu görülür çünkü her bir rakam bir öncekini geçersiz kılar. Papa Pius IX’un ölümünden oğlumun doğumuna kadar yaşanmış pek çok olay, o zamanki kesin kararlarla kutlanmaya değermiş gibi geliyordu bana. Ailedeki herkes, mutlu ve hüzünlü yıl dönümlerimizi nasıl olup da bu kadar iyi hatırladığıma şaşar hatta benim nasıl da iyi bir insan olduğumu düşünür.

Görünüşün tuhaflığını azaltabilmek için son sigara hastalığıma felsefi bir içerik kazandırmaya çalıştım. “Bir daha asla!” diye böbürlenmek pek güzeldir doğrusu. Ama söz tutulursa geriye güzellik kalır mı? Ancak sözünüzü yenilemek zorunda kalırsanız bu güzelliğe yeniden kavuşursunuz. Üstelik zaman bana asla durmayan, oturup düşünmeye imkân vermeyen bir şeymiş gibi gelmez. Bana, yalnızca bana doğru geri döner hep.

Hastalık bir inançtır ve ben bu inançla doğmuşum. Eğer o zamanlar bir doktora kendimi anlatmak zorunda kalmasaydım, yirmili yaşlarımın büyük çoğunluğunu hatırlamazdım. Söze dökülmüş kelimeleri, dillenmemiş hislerden daha iyi anımsıyoruz, nedenini merak ediyorum.

O doktora sinir hastalıklarını elektrikle iyileştirdiğini söyledikleri için gitmiştim. Sigarayı bırakmak için gerekli olan gücü elektrikten elde edebileceğimi düşünüyordum.

Doktorun kocaman bir göbeği vardı, ilk seansta hemen devreye giren elektrikli makinenin tıkırtısına astımlı nefesi eşlik ediyordu, doğrusu hayal kırıklığına uğramıştım çünkü beni muayene ettiği esnada kanımı kirleten zehri hemen keşfeder sanmıştım. Oysa o, beni pek bir sağlıklı bulduğunu bildirdi. Sindirimimden ve kötü uyku düzenimden şikâyet ettiğimde ise midemde asit yetersizliği olduğunu ve peristaltik hareketimin -bu kelimeyi o kadar çok söyledi ki hiç unutmadım- pek canlı olmadığını iddia etti. Yetmezmiş gibi bir de midemi mahveden bir asit verdi, o günden beri asitten muzdarip hâldeyim.

Kanımdaki nikotini kendi başına asla bulamayacağını anladığımda, ona yardım etmek istedim ve rahatsızlıklarımın sebebinin sigara olabileceğine dair şüphelerimi ifade ettim. Sıkkınlıkla geniş omuzlarını silkti:

“Peristaltik hareket… Asit… Nikotinin bununla bir ilgisi yok!”

Elektrik tedavisi yetmiş seansı buldu ve yeterince aldığıma karar vermeseydim, bugüne kadar devam da ederdi. Mucizeler beklemekten ziyade doktorun sigarayı yasaklaması umuduyla o seanslara koştum. Benzer bir yasak ile kararım güçlendirilmiş olsaydı işler kim bilir nasıl sonuçlanacaktı.

Doktora hastalığımı şu şekilde izah ettim: “Ders çalışamıyorum ve erken yattığım ender zamanlarda bile ilk çanlar çalana kadar uyku girmiyor gözüme. Bu yüzden kimya ve hukuk arasında gidip geliyorum çünkü bu bilimlerin her ikisinin de sabit bir zamanda başlayan bir iş disiplini var, ben ise ne zaman yataktan çıkacağımı bilemiyorum hiç.”

“Elektrik, her türlü uykusuzluğa iyi gelir.” diyip konuyu kapadı Aesculapius,1 gözleri her zamanki gibi hasta yerine kadrana dönüktü.

Az çok anlayıp uyguladığım psikanaliz konusunu ona da açtım. Kadınlar karşısındaki çaresizliğimden bahsettim. Biri de çoğu da benim için yeterli değildi. Hepsini arzuluyordum. Sokakta daha da bir heyecanlanıyordum: Yanlarından geçtiğim tüm kadınlar benimdi. Kendimi vahşi bir hayvanmış gibi hissetmeye ihtiyaç duyuyor, kadınlara küstahça gözlerimi dikiyordum. Düşüncelerimde onları yalnızca çizmelerini bırakarak çırılçıplak soyuyor, sonra kollarımda taşıyordum, hepsini iyi tanıdığıma emin olduğumda ise bırakıp gidiyordum.

Samimiyetim de harcadığım nefes de boşunaydı. Doktor soluk soluğa:

“Elektrik uygulamaları umarım böylesi bir hastalığı iyi etmez. Tanrı korusun! Böyle bir netice vereceği aklıma gelse bir daha Ruhmkorff’a2 el sürer miyim?” dedi.

Sonra kendisine pek eğlenceli gelen bir anekdottan bahsetti. Benimle aynı hastalıktan muzdarip biri meşhur bir doktora gitmiş, kendisini iyileştirmesi için yalvarmış, doktor başarılı bir şekilde tedavisini yapmış ama sonra hastası kendisini yakalar da canına okur diye göç etmek zorunda kalmış.

“Heyecanlanmam iyi bir şey değil.” diye bağırdım. “Damarlarımda dolaşan zehir yüzünden hep!”

Doktor üzgün bir bakışla mırıldandı:

“Hiç kimse kendi kaderinden memnun olmaz.”

Onu ikna edebilmek için kendisinin yapmadığı şeyi yaparak, tüm semptomlarımı not edip hastalığımı araştırdım:

“Mesele dalgınlığım! Bu aynı zamanda çalışmamı da engelliyor. Graz’da ilk devlet sınavına hazırlanıyordum, son sınava kadar ihtiyaç duyduğum tüm metinleri dikkatlice not ettim. Sınavdan birkaç gün önceye kadar ancak birkaç yıl sonra ihtiyacım olacak şeyleri çalıştığımı fark ettim. Bu yüzden sınavı ertelemek zorunda kaldım. İşin aslı, o kısımları pek çalıştığım söylenemez, bunun nedeni de bana yüzsüz bir cilveden başka bir yakınlık göstermeyen komşu kızıydı. Ne zaman pencereye çıksa gözüm kitapları görmüyordu artık. Böyle davranan birine ahmak denmez de ne denir?”

Penceredeki kızın ufak, beyaz suratını hatırlıyorum: Bakıra çalan havalı buklelerle çevrili yuvarlakça bir yüzdü. Bu beyazlığı ve kırmızımsı sarılığı yastığıma bastırdığımı hayal ederek ona bakar dururdum.

Aesculapius mırıldandı:

“Flört etmenin arkasında her zaman iyi bir şeyler vardır. Benim yaşıma geldiğinizde artık flört etmeyeceksiniz.”

Bugün kesinlikle doktor beyin flört hakkında hiçbir şey bilmediğine emin oldum. Elli yedi yaşındayım ve eğer sigara içmeyi bırakmazsam ya da psikanaliz beni iyileştirmezse eminim ki ölüm döşeğimde son bakışımdan hasta bakıcımı arzuladığım okunacaktır. Şayet hasta bakıcım karım değilse ya da karım onun güzel olmasına izin verdiyse…

Samimi itiraflarda bulundum: Kadınları bütün olarak sevemiyordum… Parçalar hâlinde hoşuma gidiyorlardı! Hepsinin küçük ayaklarını, çoğunun kalın olsun ince olsun boynunu ve ufacık göğsünü seviyordum. Kadın anatomisine dair parçaları saymaya devam ederdim ama doktor sözümü kesti:

“Bu parçaların tümü bir arada bir kadını oluşturur.”

Doktorun dediklerinin ardından önemli bir söz söyledim:

“Sağlıklı aşk; tek ve bütün bir kadını, karakteri ve zekâsını kapsayacak şekilde kucaklamaktır.”

O zamana kadar kesinlikle böyle bir aşk ile karşılaşmamıştım ve başıma geldiğinde de beni iyileştirmedi ama benim için önemli olan, bilge bir kişinin sağlıklı bulduğu yerde hastalığı çıkarabilmem ve hatta ona tanı koyabilmiş olabilmemdi.

Doktor olmayan bir arkadaş, beni de hastalığımı da daha iyi anladı. Anlamasının bana pek de bir faydası olmadı ama yaşamımda bugün bile yankılanan yeni bir nota edinmiştim.

Bu arkadaşım, boş zamanlarını edebî eserler ve incelemeler ile süsleyen zengin bir beyefendiydi. Yazdığından çok daha iyi konuşurdu ve bu yüzden dünya, onun ne kadar nitelikli bir edebiyat adamı olduğunu öğrenemedi. Kilolu ve iriydi, onu tanıdığımda var gücüyle zayıflamak için uğraşıyordu. Birkaç gün içinde önemli sonuçlara ulaşmıştı, öyle ki hasta biri onun yanında daha sağlıklı hissedebilmek umudu ile ona yaklaşıyordu. Onu kıskanıyordum çünkü istediğini yapmayı biliyordu. Tedavisi bitene kadar yanında kaldım. Günden güne eriyen göbeğine dokunmama izin veriyordu, sırf hasedimden ve fesatlığımdan kararını zayıflatmak istercesine sözler ediyordum.

“Peki tedaviniz bittikten sonra bu sarkan cildinizi ne yapacaksınız?”

Zayıflamış yüzünü komik kılan büyük bir sükûnetle cevap verdi:

“İki gün içinde masaj tedavisi başlayacak.”

Tedavisi tüm ayrıntıları ile düzenlenmişti, kendisinin de tedavinin her aşamasına atlamadan katılacağı kesindi.

Ona çok güveniyordum, bu nedenle hastalığımdan bahsettim. Nasıl bahsettiğimi de hatırlıyorum. Önce bir günde sayısız sigara içtiğimi, bu yüzden de sigara içmeyi bırakmanın günde üç öğün yemeyi bırakmaktan daha zor olduğunu söyledim ona, üstelik sigaralardan her biri, o yorucu kararı almak zorundaymışım gibi hissettiriyordu. Böylesi bir karar, insanın aklına takılınca da başka bir şey yapmak gelmezdi içinden. Neticede pek çok işi aynı anda yapmak konusunda Jül Sezar’ın eline kimse su dökemezdi. Mirasımı yöneten Olivi hayatta olduğu sürece, hiç kimsenin çalışmamı istemeyeceği de kesindi ama nasıl olur da benim gibi bir insan düş görmenin ya da yeteneği olmasa da keman çalmanın dışında, bu dünyada bir şeyler yapmayı beceremezdi?

Zayıflamış bu iri adam cevabını hemen vermedi. O bir yöntem adamıydı ve bu yüzden de uzun süre düşündü. Sonra bu bahisteki üstünlüğünü göz önüne alarak bir âlim edasıyla bana gerçek hastalığımın sigara olmadığını, karar verebilmek olduğunu söyledi. Dolayısıyla ben bir karar vermeden kendiliğinden bu kötü alışkanlığımdan kurtulmaya uğraşmalıydım. İçimde -ona göre- yıllar içinde iki farklı kişilik oluşmuştu. Biri emrediyor, diğeri köle gibi boyun eğiyordu, gözetim azalır azalmaz da özgürlük sevdasıyla ustanın iradesine baş kaldırıyordu. Bu nedenle ona mutlak özgürlük vermem ve aynı zamanda kötü alışkanlığımın yüzüne yeni bir şeymiş ve daha önce hiç görmemişim gibi bakmam gerekiyordu. Onunla savaşmamalıydım, dahası ona aldanmamalı, bana layık olmayan bir misafir olarak kabul etmeli ve sırt çevirmeliydim. Basit, değil mi?

İşin aslı gerçekten de bana basit gelmişti. Büyük bir çaba harcayıp aldığım tüm kararları ortadan kaldırdığım ve birkaç saat de sigara içmeden durduğum da olmuştu, işte o an ağzımda yenidoğan bir bebeğin hissettiği türden masum bir tat hissedince canım sigara içmek istedi, içince de pişman oldum bu yüzden de bu son sigaram diye aldığım kararımı tekrarlamak zorunda kaldım. Daha uzun bir yoldu bu ama hep aynı yere çıkıyordu.

Şu namussuz Olivi bir gün bana bir fikir verdi: Kararımı bir bahis ile güçlendirmeliymişim.

Bana öyle geliyor ki Olivi’nin dış görünüşü onu tanıdığım günden beri hiç değişmedi. Hep böyleydi bana göre. Biraz beli bükülmüş ama sapasağlamdı, yine de bana ihtiyarlamış gibi gelirdi. Bugün seksen yaşındayken nasıl ihtiyar gözüküyorsa öyle işte. Benim yerime çalıştı durdu, hâlâ da çalışıyor ama onu sevmiyorum çünkü yaptığı işle, benim iş yapmamı engelliyormuş gibi hissediyorum.

Ve bahse girdik! İlk sigara içen parayı ödeyecek ve sonra ikimiz de özgürlüğümüze kavuşacaktık. Böylece babamın mirasını boşa harcamama engel olmak için başımda nöbet tutan yöneticim, dilediğimce yönettiğim annemin mirasına göz koymuş oldu!

Bahisten zararlı çıktım. Eskiden ara sıra da olsa ona efendilik yaptığım olurdu ancak şimdi zerre kadar sevmediğim Olivi’nin kölesi olmuştum! Hemen sigaramı yaktım. Sonra gizli gizli sigara içmeyi sürdürerek onu aldatabileceğimi düşündüm. Ama o zaman bu bahse niye girmiştim, ne anlamı kalacaktı?.. Bu durumda son bir sigara içmek için bahse uygun bir tarih arayışına girdim, böylece bana o tarihi Olivi söylemiş gibi hayal edecektim. Ama içimdeki isyan dinmedi, sigara içme arzusuyla nefessiz kalmaya başladım. Daha fazla dayanamayıp bu yükten kurturabilmek için Olivi’ye gidip her şeyi itiraf ettim.

İhtiyar gülümseyerek hemen aldı parayı, cebinden bir puro çıkarıp yaktı ve büyük bir zevkle içti. Bahsi bozup bozmadığına dair hiç şüphe duymadım. Diğerlerinin benden farklı bir mizaca sahip olduğu ortada.

Oğlum üç yaşına bastığında, karımın aklına iyi bir fikir geldi. Her şeyden uzaklaşarak bir süre sağlıkevinde kalmamı tavsiye etti. Hemen kabul ettim çünkü her şeyden önce oğlum, beni yargılayabilecek yaşa geldiğinde kendimi dengeli ve dingin hâlde bulmak istiyordum, daha ivedi sebep ise Olivi hastaydı, beni terk edeceğini söylüyor tehdit ediyordu, her an onun yerini almak zorunda kalabilirdim oysa ben, vücudumdaki nikotin nedeniyle kendimi böyle önemli bir faaliyete hazır hissetmiyordum hiç.

1.Yunan Mitolojisi’nde tıbbın ve sağlığın tanrısı. (ç.n.)
2.Heinrich Daniel Ruhmkorff tarafından tasarlanan, 30 santimden daha fazla kıvılcım üretebilme gücüne sahip indüksiyon bobini. (ç.n.)
0,96 €