Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda)»

Schriftart:

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

ÖN SÖZ

Gece saat bir buçuk var. Akşam yemeğinden henüz kalktım. Mevsim ocak… Dışarıda öyle bir bora ile kar yağıyor ki coşkun rüzgârın amansız şiddeti önüne düşen yapraklar, düşecekleri yönü şaşırmış, başıboş bir inişle kasırga harmanı içinde dönüp duruyor. Rüzgârın sokaklardan, damlardan süpürüp beyaz bir duman gibi havaya kaldırdığı karlar yukarıdan inenlerle çarpışıyor. Karın gökten mi yere, yerden mi gökyüzüne yağdığı fark olunamıyor.

Koltuğu sobanın yanına çektim. Bir elimde kahve, ötekinde sigara pencereleri sarsan boranın tiz perdelerden çok şaşırtıcı bir hızla çıkardığı “gam”ları, o keskin ıslıkları dinleyerek gökyüzünün bu şiddetine karşı kızıl pırıltılarından, tatlı çıtırtılarından teselli bekler gibi ateşe bakıyorum. Baktıkça da kürkün içine gömülüp büzülüyorum.

Rüzgâr, sarsıp geçtiği yerlerin her birinden bir başka tür korkunç sesler çıkartıyor. Camlar şangırdıyor. Ağaçlar başlarını yere eğmiş, titreyerek inliyor. Deniz büyük bir coşkunluk ve taşkınlıkla sanki karşılık vermek istercesine köpüre köpüre rüzgârla kavgaya atılıyor.

Köpeklerin, o zavallı yaratıkların ara sıra derinden, karlar altından boğuk boğuk havlamaları işitiliyor. Yirmi otuz saniye ara ile zayıf, kısık bir “hav hav”… İşte artık donuyoruz der gibi bir inilti, rüzgârın ıslıkları içinde boğulup işitilmez oluyor.

Böyle bir kış gecesi, ateş başında toplanıp sohbet etmek için ne güzel ne zevkli bir şeydir. Bu gibi kış gecelerinde çocukluğumu hatırlarım. Ama ne kadar tatlı bilseniz…

Eski evimizin orta katında kuytu, büyük bir oda vardı. Ortaya konmuş tepeleme dolu sarı mangalın çevresine biz, kız oğlan beş altı çocuk, annelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız dizilirdik. Komşu hanımlar da misafir gelirdi. “Bir perinin üç kızı varmış…” diye masallara girişilirdi. O saf çocukluğumla bu masalları o kadar dikkatle dinler, öylesine bir zevk duyardım ki şimdi en ciddi eserlerde bu tadı bulamıyorum.

Bir köylü Pembe Hanım vardı. Sözlerinin doğruluğuna bizi inandırmak için yeminler ede ede en korkunç “Gulyabani”, “Çarşamba Karısı” fıkralarını o hikâye ederdi.

Mısır ve bostan zamanı, tarladaki kulübelerinde ürünü beklerken bir gece mehtapta gulyabaninin biri kulübe kapısına kadar gelip de içeride süpürge bulunduğu için o tılsımdan korkarak kulübeye girmeye cesaret edememiş, giremediği için de hiddetinden dişlerini gıcırdata gıcırdata, öfkeli öfkeli çekilip gittiğini hikâye ettiği sırada ben dehşetimden büzüle büzüle yanımdaki kadına olabildiği kadar sokulmakla da kanaat edemez, eteğimi onun eteğine sımsıkı düğümlerdim. Sonra gulyabaninin arkasından dev, cadı hikâyelerinde korkum büsbütün artar, yanımdaki hanımla eteklerimizin düğümlü olduğunu unutur, o kadın kalkınca tabii eteğimden beni de sürüklerdi. O zaman beni gulyabaniler çekiyor sanarak avazım çıktığı kadar haykırırdım.

Pembe Hanım’ın, olay kahramanları bütün gulyabanilerden, devlerden meydana gelen o korkunç hikâyelerindeki kişileri nitelemek ve boylarını anlatmak için iki ölçüsü vardı. Bunlardan birincisi köy camisinin minaresi, ikincisi de kuyu başındaki kavak ağacı idi. Olanca dil açıklığı ve abartma gücü ile ellerini tavana doğru kaldırıp hikâyelerinin süsü olan gulyabanilerin boyunu bu iki ölçüye vurarak “İşte onlar köy minaresiyle o kavak ağacının tepesinden bakarlardı.” derdi. Biz de karşısında tiril tiril titredik.

Zavallı Pembe Hanım çoktan öldü. Tuhaf, acıklı veya garipliklerle dolu masallarıyla çocukluk gecelerimi hazlarla dolduran komşu hanımların da çoğu dünyalarını değiştirdiler. Sağ kalanların da kimi öksürükten kimi romatizmadan acı çekmekte. Hemen hepsi yılların ezici yükü altında düşkün, evlerinden dışarı çıkamıyorlar.

Şimdi onlardan biri gelse de bu gece bana bir masal söylese diye düşündüm. Böyle rüzgâr inler, ortalık titrerken bende, “gak” dedikçe bir koyun, “gık” dedikçe bir tulum su isteyen “Zümrüdüanka” kuşunun hikâyesini dinlemek gibi çocukça bir istek uyandı. Fakat artık buna imkân yoktu. O kadınlardan hiçbiri gelip de beni eğlendirebilecek hâlde değildi.

Bu arzumu ne ile yatıştırayım? Romanlardan çok seyahat eserlerini severim. Çünkü bunlar ötekilerden ziyade inandırıcıdır, belgelere dayanır. Masalı masal diye dinlersem de romanı masal diye okumak istemem. Bir hikâyecinin olayları düzenleyişinde yalan kokusu gözümde eserin değerini düşürür. Roman veya hikâye kelimesi “yalan”la anlamdaş gibidir. Fakat o ad altında okuduğum şeylere biraz zihnim yatmalı. “İşte bu böyle olur.” demeliyim.

Romanın esas düzeni hayalden olsun, zararı yok. Ama tümünü meydana getiren bölümlerin her biri günlük hayattan alınmış birer gerçek olmalı. Sevişmeler ve bütün insanlık tutkuları olduğu biçimde, gerçeğe uygun olarak anlatılmalı.

Pek kuru, pek maddi anlatışlardan da hoşlanmam. O gibi eserleri yalnız bir şartla severek okurum. Yazar, bilimce, fence çok derin, Tanrı vergisi ve kalem gücü ile âdeta zamanın bir harikası olmalı ki bu şartları kendinde toplamış edipler Avrupa’da bile azdır. Fransızca eserlerde bunların, soğuk soğuk taklit edilmiş olanlarını okumaktan zevk alamam, boğulurum.

Çaresiz artık masaldan vazgeçtim. Kitaplığımı karıştırarak o kış gecesinde dehşetten tüylerimi ürpertecek heyecan verici olaylar ve tuhaf görünen gerçeklerle dolu bir seyahat eseri bulmak sevdasına düştüm.

Ilımlı bölgelerden söz eden bir seyahat eseri istemiyordum. Ya kuzeyin buzdan mağaralarından, donmuş denizlerinden, aylarca süren acayip gecelerinden, fecirlerinden, karla eş renkte canavarlardan, billura benzer buz kulübelerinde oturan insanlardan, kara kış fasılları açarak okuyanı titretecek veyahut ki Afrika’nın cehennemden nişan veren kızgın güneşi altında ağaçları çadır kadar yaprak açan ormanlarından, birbirini yiyen vahşilerinden, korkunç yılan, fil ve aslanlarından söz ederek insanı terletecek bir eser arıyordum.

Evet, ya titretecek ya da terletecek bir şey… Bilmem neden o gece işte böyle bir aşırılığa düşmüştüm.

Herhangi bir şey biraz istek sağlarsa hemen onun sahtesi çıkar. Bir hükûmetin yarı resmîliğini taşıyan büyük seyahatlere dair yayımlanan eserlerin okuyucular tarafından iyi karşılanması birtakım yazarları bu vadide kalem dolaştırmaya itmiş, romandan ve hatta masaldan farkı olmayan bu yolda sonsuz eser yazılmıştır. Bazı Avrupa yazarları birkaç kitaplık dolaşmaktan başka bir şey yapmadan, araştırma, inceleme ve gözlem gereği duymadan başka seyahatname ve atlaslara başvurarak bir bilinenden on bilinmeyeni çıkarmak suretiyle hiçbir bulucunun erişemediği ülkelerden insanı şaşkınlıktan ağzı açık bırakacak biçimde söz etmişlerdir.

Bir zamanlar Lui Jakolyo gibi bazı yazarların eserlerine ne kadar aldandım. Jakolyo hiç seyahate çıkmamış mıdır? İnat etmem, belki çıkmıştır. Fakat anlaşılmaz bir gariplikle seyahatnamelerini hep masal biçiminde yazmış olduğuna acırım.

Mısır’a dair yazdığı zamparalık hurafelerine ancak Avrupalıları inandırabilir. Vahşet dolu nehirlerin kıyılarında hep gözlerinden nişanlayıp öldürdüğü timsahlar, eski şövalye hikâyelerini kıskandıracak aptalca bir üslupla tasvir edilmiştir.

Görmediği yeri yazmak veyahut görüp de gerçeği tasvir edebilmenin her kalemin harcı olamayacak zorluğu karşısında işi roman vadisine dökmek gibilerden birkaç seyahatname örneği de bizde görüldü.

Yazıhanemin çimen yeşili muşambası üzerine lambanın abajurundan yağan ışık altında parıldayan hokka ile silginin dikenleri arasına sokulmuş kalemlere baktım. Bunlar beni iş başına, yazıya çağırıyorlardı. Hele hokka, ağzını açmış sanki yalvarırcasına diyordu ki: “Çocukluk yıllarındaki temiz, masum duygular içinde bir iki saat yaşamak için masal dinlemek istiyorsun ama nafile… O zamanlar geçmiş ola… Şimdiki bin masal dinlesen o mutlu günlerin beş dakikasını geri getirmek mümkün olmaz. Yalnız davranışlarınla çocukluk etmiş olursan ruhça o eski tadın binde birini bulamazsın. Seyahatname okumaktan da vazgeç. Onlarda da bir gerçeğe bin yalan eklenmiştir. Zihnin, gözlerin başka bir yazarın uydurma yazılarıyla yorulacağına sen kendin ayrıntılı, dallı budaklı bir yalan uydur. Hayal gücün oranında onu süsle. Gerçek kılığına dök. Telle pulla, bütün enini boyunu yaldızlı bir macunla ört. Bu yaldızlı iksir şişesini ‘İkdam’ yazı işleri müdürüne takdim et. O da tefrika tefrika yayımlasın. Haydi düşünme! Düşünme! Yüreğimdeki uzun, hızlı akım çevik bir kalemle birleşir, bağlanırsa, içimden taşanları dile getirebilirse meydana gelecek hikâyeye başkaları değil sen bile aldanır, yazarken bazı ağlar, bazı gülersin…”

Ah hokkabaz hokka seni!.. Ne kadar yalancı ve kandırıcısın. Beni yalana sen alıştırdın. Haydi bu defa da sözünü dinleyeyim. Fakat sen, kalem, ben, bu üç samimi arkadaş birbirimizi gücendirmeden, aldatmadan yine bu işi nasıl başa çıkaracağız? Üç dört yüz sayfa yalan yazmak kolay mıdır? Ama nasıl yalan? Tıpatıp gerçeğe, sahiye benzeyecek. Hele bir cümlede, bir satırda işin ekini belli et. Derhâl tenkitçiler başlar: “Yazar burada amma da zırvalamış ha… Hiç öyle şey mi olur? Böyle kubbesi uygun gelmeyen yalan okuyacak olduktan sonra hayalci Aziz Efendi ne güne duruyor? Onu okurduk ay efendim…”

Sadece ruh hâlleri üzerine bir roman yazsanız: “Bu ne kadar çekilmez şey. Ne geniş ne uzun tutulmuş, gereksiz ayrıntılarla dolu bir şey. Konu diye hikâyede ne var? Hemen hiçbir şey… Bir kadın, entarisinin en görünmez buruşuklarına kadar ele alınıyor. Bir insanın her sabah, her akşam nasıl kalktığı, yattığı anlatılıyor. Ruh sıkıcı bir hikâye…” sitemlerine uğrarsınız.

Olay biraz karışık, heyecanlı olsa o zaman yeni yetişen gençlerin şu “Yeni masalı okuyor musunuz? Gerçekten gülünç. Şu ileri zamanda roman diye yazılır saçma değil. Zavallı romancı memleketimizde Xavier de Montépin’in yerine geçmek istiyor. Dimağı o yolda eğitilip yetiştirilmiş Ancien Régime’den ayrılamaz ki… Sanattan haberi yok. Hikâyesi sade olaylar… Birkaç sürpriz düzenlemedikçe masalını ne yolda süsleyebilecek?” sözleriyle eseri çürütmeye çalışacaklar.

İşte ben bu tür çıkışlara rağmen dikenli tenkitler karşısında daima kendi fikir ve görüşlerime bağlı kalarak, kendimce bir yol tutturarak yürüyeceğim. Yazacağım. Beğenmeyenler elbette daha iyisini yazma gücünde olan kişiler olacaktır ki böylelerinin çoğaldıklarını görmek bütün ileri hareketleri sevinçle karşılayan ve destekleyenler gibi beni de memnun eder.

Dışarıda bütün canlıların iliklerini donduran soğuğun kalemime geçmesinden korka korka ağır bir hareketle kalktım. Yazıhanemin önüne oturdum. Ben evde yokken adıma gelen mektupların konmasına mahsus ufak bir tepsi vardır. Yazıhanenin üzerinde durur. Bazı akşam bu tepside bir iki mektup, tezkere bulunur. Bazen de bir şey bulunmaz.

O akşam baktım, birkaç zarf var. Bunları karıştırdım. İstanbul dışından iki mektup. Dostluk, iyi niyet, iyi dilek ve selamları kapsıyor.

Biri zarf içinde, öteki açık iki kart dö vizit… Önce açığı okudum. Pek sevdiğim bir arkadaşım. Beş defa evime gelmiş. Beni aramış, bulamamış. Kartın üzerine kurşun kalemiyle yazdıkları şu: “Beş defaki ziyaretimin hepsinde de evde bulunmadığına bir türlü inanamıyorum! Buna âdeta kabul etmeme manası veriyorum. Seni bir yerde yakalarsam öfkemi çıkaracağım! Savunmanı ona göre hazırla!” sözleriyle bana çıkışıyor. Vah zavallı dostum! Bu ziyaretlerinizin beşinde de evde bulunmadığıma doğrusu ben de inanamıyorum. Alafrangada olduğu gibi bizim kabul günlerimiz yoktur. Sizin gibi misafirlerin de ziyaret saatleri pek belli değildir, insan evinde bulunup da işleri yüzünden ziyaretçisini kabul edemeyeceğini bildirse bu yolda ileriye sürülen mazeret dostluğun bozulmasına sebep olur, terbiyesizlik sayılır. Onun iyisi sizi gücendirmemek için aldatmaktır.

Her sabah evden bana sorarlar: “Bugün sizi görmeye gelenlere ne denecek?” Eğer meşgulsem, yoktur, denecek parolasını veririm. Bu dostum da galiba hep böyle parola günlerine rastlamış olmalı.

Zarflanmış kartı açtım. Bu da züppe, genç dostlarımın birinden. Beni yarın akşam Beyoğlu’nda bir eve çağırıyor. Orada temiz, güzel bir kız varmış. Aralarında sevda başlangıcı gibi bir şeyler belirmiş. O temiz, namuslu kızı bana göstererek fikrimi soracakmış.

Haydi oradan zevzek, dedim, kartı kâğıt sepetine attım. Baktım, tepside bir zarf daha var. Fil dişinden yontulmuş bir ince safhayı andırır beyaz damarlı, ütülenmiş gibi düzgün bir zarf… Üzerini okudum. Yazıyı tanıyamadım. Hakkımda o kadar işitilmedik lakaplar, o derece tasavvurun üstünde saygı belirten terimler kullanılmış ki bunların binde birine kendimi hak etmiş göremediğimden o kelimeler hep birer acı alay gibi gözüme battı. Canım sıkıldı. Bunu da haydi oradan zevzek sözü ile açmadan elimden fırlatmak istedim. Fakat zarfın bir köşesinde kabartma olarak Fransızca M. N. harfleriyle onların altında bir de “özeldir” işaretini gördüm. Meraka düştüm.

Zarfı açmadan bu insiyallerin işaret edebileceği adları düşünmeye başladım. “Mehmet Nuri”, “Mahmut Necati”, “Münir Nail” ve daha bunlara benzer “M”, “N” harfleriyle başlayan epey ad buldum. Fakat bu adlarda tanıdığım hiçbir kişi aklıma gelmedi.

Zarfın yüzünü çevirdim. Zamkla yapıştırılan kapağın tamam baş açısına girift bir imza atılmış. Epey uğraştım. Bunun “Naki” olduğunu hele okuyabildim.

Naki kim? Sahibini tanımadığım bir ad… Tamamıyla yabancısı olduğum böyle bir kimsenin “özel” kaydıyla bana mektup gönderişi beni biraz şaşırttı.

O şık zarfı örselemeden açmak için bıçakla yavaş yavaş kestim. Mektubu çıkardım. Satırlar tokça bir kalemle yazılmış. M’lerin bacakları çok uzun. V’lerin tekneleri keskin keskin çıkarılmış. Elif’ler, lam’lar cetvelle çekilmiş gibi biraz eğik olarak birbirine paralel. H’lerin gözleri âdeta insana gazapla bakıyor sanılacak birer heybette… Yazının genel biçiminden işlek bir yazı olduğu ve yazanın uzun süre “güzel yazı”1 talim ettiği anlaşılıyor.

Mektubun yazılış biçiminden bence asıl hissedilen önemli nokta o satırların büyük bir helecen ve heyecanın etkisiyle yazılmış olmasıydı. Sanki yazının sahibi öfkelenmiş ve öfkesini harflerin bazılarından çıkarmış. Kalem ateş püskürerek o beyaz kâğıdın üzerinde gezinmiş. Bazı harflerin uçları o kadar keskin çıkarılmış ki onları öyle resmedebilmek için mutlak kalemin bir kasırga hızıyla koşup geçtiğine hükümde insan asla tereddüt etmez.

Bana her kelimesi bir canlı hiddet ve şiddet gibi görünen bu mektup mahalle kahvesinde hâl hatır sorar gibi teklifsizce “Merhaba Hüseyin Rahmi” hitabıyla başlıyordu.

Görünmeyen muhatabıma karşı bir merhaba, daha doğrusu bir “iyi akşamlar” da ben savurdum. Fakat hayret ettim. Zarfın üzerindeki ne rütbe ne kudret bakımından hâlime uygun düşmeyecek o manasız lakaplar, hitaplar nedir? Bu başlangıçtaki kabalık ne oluyor?

Alt tarafı okumaya devam ettim. İşte şöyle idi:

Ne o? Hiddetiniz hayrete mi dönüştü? Zarfın üzerini okurken öfkelendiğinize, şimdi de hayret buyurduğunuza kesinlikle eminim.

Ben kendi kendime, Oooo, oooo… Bu Naki Efendi yahut bey ne tuhaf bir adammış. Zarfı okurken hiddetleneceğime, sonra da şaşırıp kalacağıma peşin peşin kesinlikle nasıl hükmetmiş? Güzel yazı yazma niteliğinden başka biraz da falcılığı var galiba? Fakat dediği gibi olmadı mı? dedim. Doğrusunu söyleyeyim: Naki’nin bu hükmündeki isabeti çekemedim. Kendimi âdeta bir oyuna getirilmiş, aldatılmış gibi gördüm. Önce hiddet, sonra hayret etmiş bulunduğuma pişman oldum. Ama artık çare var mıydı? İstediği gibi oldu. Daha şu ilk satırlarda bir bakıma o üstün çıktı. Ben yenik kaldım.

Merakla devam ettim:

İlk hükmün böyle kesinlikle isabetini aramızda bir üstünlük ve yenilgi biçiminde kabul edip bundan dolayı bir ikinci hiddete daha kapılmamanızı rica ederim. Çünkü benim çekmeye uğraştığım şey hiddetiniz değil mektubum üzerine dikkatinizdir.

Yine kendi kendime, Naki Bey, yeter, yeter! Zekânızı takdir ettim. Basit fikir sahiplerinden olmadığınızı anladım. Artık bu gerçeği ispat için ne kendinizi yorunuz, ne de beni… Maksadınız şu mektup üzerine dikkatimi çekmekse işte bu oldu. Şimdi bu satırları gözlerimi dört açarak okuyorum, dedim.

Bu yolda aldığınız mektupları, bir dağınık dikkatle okumanız ihtimaline karşı mektubumu bu tehlikeden kurtarmak için şu ilk hileye başvurmak cesaretini gösterdim ki ileride değerlendireceğinizden emin olduğum pek ufak, önemsiz hizmetimin bu küstahlığımı size bağışlanabilir göstereceğinden şüphem yoktur.

Size bir şeyden bahsedeceğim. Fakat müsaade ve merhamet buyurunuz. Evet bir şeyden öyle bir şeyden ki onu anlatmak için hiçbir dilde bu şeye işaret olacak bir ad, bir kelime bulunamaz sanırım. Bu şey olsa olsa her dilde her şeye gösterilip de yine hiçbir şey ifade etmeyen şey kelimesinin belirsizlik manasıyla nitelendirilebilir.

Kendi kendime, Çok şey, dedim.

Aman birader aman!.. Bu şey kelimelerinin hücumu içinde boğulacağım. Bu şeylere bir şey demeliyim. Bu şeyi bir manaya yaklaştırarak onu kesinlikle ifade edebilecek bir kelime bulmalıyım. Bu anlatılamaz şey nedir bilir misiniz? Karıma olan muhabbetim…

Kendi kendime, Çok şey ki çok şey…

İşte söz buraya geldi mi beynim volkana dönüyor. Ağzımdan çıkan saçma sapan sözler, güçsüz kalemimden saçılan kelimeler havaya dağıldı yahut kâğıt üzerinde birer suret buldu mu tıpkı ateş saçan bir volkanın ağzından fışkırdıktan sonra yere dökülen maddeler gibi kül kesiliyor. Kalbimdeki yanardağın şiddetinden haber verecek gücü kaybediyor, içimdeki ateşin büyüklüğünü ifade edecek bir kelime bulamıyorum. Uğradığım felaketi, başımdan geçenleri size hikâye edeyim de bakınız dünyanın dört köşesinde yani Avrupa, Asya, Afrika, Amerika’da kimsenin başından böyle bir macera geçmiş midir?

Kendi kendime: Avustralya’yı unuttuğunuza şaştım. Onu da sayınız. Dünyanın beş köşesinde olur, beş kıtadan bir şey eksik kalmazdı…

Bütün evrenin olay yaratmada tek hikâyecileri bir araya toplansa buna benzer bir olay uyduramazlar. Tabiat işte bazen böyle bütün insanlık muhayyilesini, bütün hayal güçlerini renksiz bırakacak gerçekler gösteriyor.

Fakat nasıl anlatacağım? Elim ayağım titriyor. Hayır… Bunu yazı ile hikâye edemeyeceğim. Kalemler bunu anlatmaktan âcizdir. Yine yüzde elli kuvvetini kaybetmek üzere sözle belki anlatabilirim. O zaman hiç olmazsa kelimelerin ağzımdan çıkışlarındaki şiddeti, bir dakikada kaç renge girdiğimi, ne ağlanacak, gülünecek hâller aldığımı, bütün acıklı jestlerimi ve gülünçlüğümü gözlerinizle görür, kalemin kayıtsızca anlattıklarında karanlık kalacak bazı gerçekleri biraz gözden kaçırmamış olursunuz.

Bu olayın roman biçiminde anlatılmasını karımdan intikam almak için arzu ediyorum. O bana çektirmediğini bırakmadı. Fakat kader benim ona karşı elimi ayağımı bir süre bağlı bulundurdu. Olayı size bir defa hikâye edeyim. Tabii beğenip beğenmemek, yazmak veya yazmamak hususlarında yine karar sizindir.

Bu teklifim lütfen kabul buyurulursa sohbet gecemizi yarın gece olarak düzenleyelim. Çünkü benim için artık İstanbul’da yaşamak kabil olamayacağından bu buluşmamızın ertesi sabahında uzaklara seyahat için kendimi vapura atacağım.

Müsamere hazırlık ve dekorunun şunlardan ibaret olmasını rica ederim: Biri sizin biri benim için sobanın önüne karşı karşıya iki koltuk… Bunların arasına büyükçe bir sigara iskemlesi. Birinci neviden en az yüz gramlık bir kutu kalıp sigarası… Sıkça sıkça kahve… Az kaldı unutuyordum. Bir koca sürahi limonata… Çünkü olayı anlatırken cayır cayır yüreğim yanar, işte bu kadar… Tenezzül edip vereceğiniz yazılı cevabı almak üzere Ağa kulunuz yarın saat dörtte yüksek evinize gelecektir. Hürmetlerimle…

İmza
Naki

Bu mektubu okuyup bitirdikten sonra bir defa daha, “Çok şey…” dedim. Naki’nin anlatış ufukları mart havası gibi bazen düzeliyor, bazen bozuluyor. Söz karısına geçince bütün boralar işte orada kopuyor. O zaman acılarını anlatmak için, şey şey’lerden başka söyleyecek bir söz bulamıyor.

Bunların hepsi iyi ama insan muhabbetini anlatmak için emrinde söz bulamadığı karısının bir romancıya âleme ibret olsun diye hikâyesini mi yazdırır? Haydi işte size birçok şey daha… Sakın Naki Bey, aklı üzerine bazen gelir, bazen gider takımından olmasın?

Bu ihtimale dayanarak kendisini kabulde acele karara varmamalı, biraz düşünmeliyim. Olayı bana hikâye edeceği gecenin sabahı seyahate çıkacağını, kendisi için artık İstanbul’da yaşamanın mümkün olmadığını söylüyor. Karısından bu kaçışı ne suretle ve ne biçimde oluyor? Kadın hâlâ kendi nikâhında mıdır değil midir?

Mektubu birkaç defa okudum. İlk şüphelerimi çözümleyemedikten başka yeniden yeniye merak verecek bir hayli nokta daha buldum. Düşündüm, taşındım, nihayet Naki Bey’i yarın gece evime kabule karar verdim. İnsana saldırır güruhtan bile olsa ben onu her türlü ihtiyata göre kabul ettikten sonra kendi evimde bana ne yapabilir?

Bazı akşam Meddah’a, Karagöz’e gidiyor, bir sürü yaveler dinliyorum. Bir gece de Naki Bey’i dinlersem ne olur? Hikâye cılk çıkarsa o da şansıma… Herhâlde zavallının olağanüstü bir acısı olduğu anlaşılıyor. Bir gönül hastasını birkaç sözle teselli edebilirsem o da bir insanlık hareketi sayılmaz mı?

Bakalım şu zavallının karısından şikâyeti, kendini yurdunu terk etmek zorunda bırakacak kadar büyük üzüntüsü ne imiş? Bu kadar üzüntülü görünen bir adamın sözlerinde incelemeye değer bazı hâller bulunmamak kabil değildir.

Bu kararım üzerine yarın akşam kendilerini beklediğimi bildirir kısa bir tezkere yazdım. Zarfladım. Sabah saat dörtte gelecek uşağa teslim edilmek üzere lazım gelen adama verdim.

Ertesi akşam limonataları falan hep hazırlattım. Oturacağımız yerleri de Naki Bey’in isteğine göre düzenledim. Artık bekliyorum. Saat bir, bir buçuk oldu. Nihayet ikiye doğru kar yığınları üzerinde tekerleklerinin dönüş sesleri boğula boğula bir araba geldi. Bizim kapının önünde durdu. Azıcık sonra çıngırak şakırdadı. Kapı açıldı. Evin giriş yerinde bir gezinme oldu. Onu izleyerek merdivenlerden ayak sesleri işitildi.

Ben tanımadığım bu acayip misafirimi karşılamak için sofaya çıkarak merdivenden birkaç ayak indim. Mir’den yahut o ayar bir terzinin makasından çıkmış, samur kaplı bir paltoya bürünmüş, endamı narin, yürüyüşü nazik, yüzünde soylu bir güzellik ışıldayan ve yaşı yirmi altıdan yukarı tahmin edilemeyen genç bir adamın hafif bir gülümseme ile yukarı çıktığını gördüm. O anda mektuptaki sözlerden çıkardıklarımın birçoğunun yanlış olduğunu anladım.

Ben onun açık buğday solgun yüzü üzerine Yaradan’ın bütün sanatıyla resmettiği ince kaşlarını, bir yorgun mahmurluk içinde bayılan uzun siyah kirpiklerle çevrili elaya bakar güzel gözlerini, kansız ince dudaklarının üzerini süsleyen uçları yukarı kıvrık hafif bıyıklarını, gözleriyle yanaklarının sınırı arasındaki yorgunluk ve bezginlik işareti olan mavimtırak gölgeleri incelerken o da olanca dikkatiyle beni gözden geçiriyordu. Yanıma yaklaşınca heyecanının öncüsü birkaç sık nefes ve biraz tutuklukla sağ elinden kürklü güderi, açık soğan renkli eldivenini çıkarıp bana dostluk elini uzatarak dedi ki:

“Elimi size hem dostluğumu sunmak hem de şu birkaç basamağı çıkmaya yardım etmeniz ricasıyla uzatıyorum.”

Ben gülerek:

“Dostluğunuz bir şeref olduğu gibi yukarı çıkmanıza yardımım da benim için ayrıca bir mutluluk demektir.”

O da güldü. El ele odaya girdik.

Elinde hafifçe sıcaklık vardı. Elimi bırakmayarak:

“Oda çok sıcak…”

“Dışarıdan teşrif ettiniz de size oda sıcak geldi. Termometreye bakınız. On sekizden yukarı değil.”

“Arabaya binerken donuyordum. Şimdi de yanıyorum. Vücudum işte böyle nöbet nöbet bazen buz, bazen ateş kesiliyor. Rica ederim, her hâlde şimdi ateşten uzak oturalım. Bir saate kalmaz yine üşümeye başlarım.”

Paltosunu çıkardı. Eldivenleriyle beraber bir sandalyenin üzerine attı. Yine elimden tutarak: “İşte bakınız, şu kanepe sobaya uzak. Oraya oturalım.” dedi.

Kanepenin birer ucuna oturduk. Elimi bırakarak gözlerini kapadı. Arkasına yaslandı. Yorgunluk, kesiklik ima eder bir titreyip ürperme ile başını bir yana eğdi. Kollarını iki yanına salıverdi. Anladım ki misafirimin biraz dinlenmeye ihtiyacı var.

Ben de bir süre sustum. Sonra gözlerini açtı. İlk defa yabancı bir eve giren bir adamda meydana gelmesi tabii bir merakla odanın kıyısına bucağına göz gezdirdi. Nihayet dedi ki:

“Sizi iri yarı, pos bıyıklı bir adam sanıyordum. Düşüncem ne kadar yanlış çıktı!”

“Aynı hâl bende de oldu. O kalın kalemli keskin yazınızdan müthiş bir adam gibi gözümde canlandırmıştım. Bakınız ne kadar aldanmışım.”

Gülerek:

“Onu öyle sizi korkutmak için özellikle kalın kalemle keskin keskin yazdım. Bu kadar nazik olduğunuzu bileydim, korkutmaya kıyamazdım.”

Yarım saat kadar böyle havadan sudan konuştuk. Sonra:

“İşte beyim üşümeye başladım. Haydi sobanın yanında hazırlanmış yerimize gidelim.” dedi.

Karşı karşıya koltuklara oturduk. Ellerimize birer sigara ile ikinci kahveleri aldık. Dışarıdan bora şangur şungur çerçeveleri sarsıyordu.

Naki Bey hem anlatacağı hikâyenin dehşetinden hem de boranın şiddetinden korkuyormuş gibi hafif bir titreme ile dedi ki:

“Ohhh ohhh!.. Bu yerimiz ne kadar iyi… Artık başımdan geçenleri dinlemeye hazırsınız değil mi?”

“Hazırım. Hem de büyük bir sabırsızlıkla hazırım.”

Misafirim üzüntü ile başını bir sağa bir sola salladıktan sonra ağır ağır söze işte şöyle başladı:

1.Hüsn-ü hat
Altersbeschränkung:
0+
Veröffentlichungsdatum auf Litres:
09 August 2023
ISBN:
978-625-6486-07-2
Verleger:
Rechteinhaber:
Elips Kitap

Mit diesem Buch lesen Leute