Buch lesen: «Zemheri Kadinlari»
Destek ve fikirleriyle bana yol gösteren; babam Tahsin Özer’e, kardeşim Ali Özer’e ve dostlarım Gülizar Özer, Türkan Turşucu, Ünal Yılmaz, Hakan Yılmaz, Gizem Şencan, Canan Öztürk, Birsen Gül, Seher Akkaya’ya teşekkürlerimi sunarım.
Bulamur’un kızı İncigül’e ithaf edilmiştir.
Bu roman, yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak kurgulanmıştır.
Yol
Cipin koltuğuna gömüldüm.
Yarım saat kadar önce henüz yolculuğumun başlarında dayanılmaz bulduğum soğuk umurumda bile değil. Zamanın, yaşam şartlarında bin yıldır değişiklik yapmadığı topraklarda ilerliyoruz. İçinde bulunduğum yılı belirtmeye lüzum duymuyorum bu sebeple. Ama siz bin dokuz yüzlü yılların başında olduğumu veya iki binli yılların sonlarında olduğumu varsayabilirsiniz. Büyük savaşlar ve katliamlarla örülü insanlık tarihinde herhangi bir savaştan kısa bir süre sonraki dönem içerisinde yaşadığımı… Kahramanlık hikâyeleriyle anılan dönemlerin sonrasında gelen ve genellikle bu hikâyelerde yerini bulmayan; sefalet, yokluk döneminde, kayıplarımızın acısının henüz taze olduğu dönemde.
Dedim ya cipin koltuğuna gömüldüm. Aslında kısa süre önce, daha yolculuğun başlarında, motorun deriden bir boruyla içeri verilmiş ısısı üzerimdeki parkayı çıkarmaya henüz zorlarken, pamuk gibi yağan karın tadını çıkaracağım hoş bir kış yolculuğunda bulunmayı umuyordum. Ama şimdi, deniz seviyesinden yüksekliği sebebiyle, harekete başladığım noktadan daha soğuk bir yerin ancak kutup noktalarının en karanlık yerinde olabileceğini biliyorum. Yanık derinin pis kokusuyla içeri süzülen ısı ise ancak kısa bir süre yaşamaya yetecek düzeyde.
Bulunduğum yeri belirtmeye lüzum görmüyorum. Ama siz Anadolu’nun iç kesimlerinde yüksek bir dağ yolunda olduğumu veya Asya dağ sırtlarında ve platolarında keçilerce oluşturulmuş bir patikada olduğumu varsayabilirsiniz. Cansız dev bedenlerine benzeyen, sonu gelmez bu sıra dağ yılanlarının aylarca insan yüzü görmemekten şahmaranlaştığını ve gökyüzünü sıkıştırarak yukarı ittiklerini hissediyorum.
Cipin koltuğuna gömüldüm. Tekerleklerimizin bastığı yerdeki karların erimesiyle yapışkan bir çamura dönüşmüş yol bozuntusunda ilerlemekteyiz. Yol bozuntusu diyorum çünkü bu şey, dik bir yamacın yüzeyinde insan ve hayvan izleriyle oluşmuş dar bir taraçadan ibaret. Sağ tarafımızda dimdik yükselen bazaltın yüzeyi, hasbelkader güneş vuran yerlerde eriyen karların gölge alanlarda tekrar donmasıyla cam gibi ince buzla kaplanmış aşılmaz bir duvar. Sol tarafımız ise tekerlerimizin bastığı yerin hemen bitiminden başlayan ve yüz metre kadar altımızda seyreden bulutların altında kaybolan uçurum.
Ölüm.
Donarak veya düşerek…
Cipin koltuğuna gömüldüğüm yerden ara sıra cesaretimi toplayıp baktığımda, kalın yün beresi ve kaşkolünün arasından sadece gözlerini görebildiğim, adını hatırlayamadığım şoförüm oldukça endişeli. Tuzla cipin sağ tekerlerini bu keskin hatlı duvarda yırtmamak, sol tekerleri ise sol yanda birden başlayıp dibi sis perdesinin altında kaybolan uçuruma kaydırmamak arasında sürücülükten öte, bir cambazlık faaliyetini sürdürüyor. Dayanılmaz soğuğu şu anda umursamamamın asıl sebebi ise bu.
Gömüldüğüm bu yerde, bir faydası olmayacağını bildiğim halde koltuğa geçirdiğim ellerim ile kasılıp kaldım. Şoförün dikkatini bir an bile kaybetmemesi için ağzımı bıçak açmıyor. Sadece bu hâle nasıl geldiğimi düşünüyor ve benzer bir hâle bir daha hiçbir şekilde gelmeyeceğim konusunda tanrıyı gücendirmeyecek nitelikte yeminler ediyorum. Bu arada, yeminlerimin kanıtı olarak sağ elimin işaret parmağını kaldırmak istiyorum ama koltuğun süngerinde bulduğum bir deliğe soktuğum yerde sıcak olarak kalabilen tek parmağım olduğundan hareket ettiremiyorum. Bir yerde de vücudumun her zerresinin o an için cipimizi ve tüm evreni dengede tuttuğu sanrısındayım.
Göz kapaklarım kapanıp açılırken minik buz kristalleri sebebiyle birbirine takılıyor kirpiklerim. Kaşkolün altından sızan nefesimin buharı olmasa, uzun aralarda kırptığım, neredeyse buzların sarkacağı kirpiklerimi gören bir kişi oturduğum yerde donduğum zannına kapılabilir.
Kasılmaktan artık halimin kalmadığı bu anda parmaklarım artık uyuşup kuvvetini kaybederken, soldaki uçurumla sağdaki duvar bir sırtta birleşiveriyor. İki tarafımız da yayvan tepeye dönüşüyor. En azından düşerek ölmek ihtimali arkamızda kalıyor. Ama yine de az önce ettiğim yeminlere göre, yeni ve farklı bir yol bulamadığım sürece gittiğim yerden dönmeyi düşünmüyorum. Hiç değilse bile bu yoldan… Şimdi cipimiz daha az dikliği olan bir yamaca tırmanıyor. Çekişin artmasıyla beraber şoförümüz vitesi büyütüyor ve cipimizin sesi uğultudan kurtulup sakin hırıldamasına dönüyor. Ben de gömüldüğüm yerden ayrılıyorum. Bacak kaslarım kasılmaktan dolayı seğirmeye başlıyor.
Şu anda önümde uzanan dünya parçası oldukça farklı görünüyor. Bu, tanıdığım dünya değil. Çocukluğum boyunca kar görmemiştim ben. Okulumun ilk çağlarından hatırlayabildiğim en büyük kışlar bazen turunçların üzerini kaplayan ince kırağıydı, o da her seferinde babamı büyük bir paniğe sürükleyen. Gökten düşen minik kristallerle ilk kez karşılaştığımda ise çılgına döndüğümü anımsıyorum, sevinç içerisinde taneciklerin peşinden ağzım açık dakikalarca koşturduğumu. Kardan ve kıştan tiksindiren beş yıllık yüksekokul hayatı ise çok daha sonraydı… Bu kış ise bildiğim gördüğüm tüm kışların küpü, diğer kışlar bu kışın küp kökü… Bir yerlerde fark etmeden, garip bir geçitle farklı bir dünyaya geçmiş olmalıyız. Güneşi olmayan veya etki gösteremeyen bir gezegende gibiyiz.
Sonunda, sürgünlerle ve kar kütükleriyle yer yer beyaza bürünen çamurlu yola geçiyoruz. Daha açık ve rüzgâr alan bölgelerde çamur, şeklini kaybetmeden hızla donarak lastiklerimizi oynatmamıza müsaade etmeyen sert kanallara dönüşmüş. Bunlar kış başında, aylar önce geçen başka bir araç tarafından oluşturulmuş ve yaza kadar da değişmeyecek bir şekle bürünmüş olmalı. Cipimiz rayında ilerleyen bir lokomotif adeta. Şoför direksiyonu bıraksa da raydan çıkmamız olanaksız görünüyor.
Sırttaki kar, rüzgâr tarafından büyük ölçüde savrulmuş ve yol olduğunu düşündüğüm şeyi biraz görünür hale getirmiş. Burada şoförümün sezgileri ve tecrübesine güvenmekten başka çarem yok ama uçurumdan yuvarlanma ve karda mahsur kalma tehlikelerinin atlatılması bedenimi gevşetiyor. Vücudum da bu durumuma kalın kıyafetlerinin altındaki gözeneklerimin hepsinden ter fışkırtarak cevap veriyor. Bu ter az sonra donacak diye korkuyorum.
Şoför, sandığımın aksine sağda solda karı yırtarak baş göstermiş birkaç ağacı referans alarak da ilerliyor olabilir. Bu durumda yolculuğumuz hâlâ yaratıcıya emanet niteliğini sürdürüyor. Sonunda onun da rahatlayarak direksiyona yapışan kollarını gevşettiğini görüyorum. Dişiyle ısırarak kalın yün eldivenden kurtardığı elinde daha önceden sarılmış cigarasını hazırlıyor. Kanaldan dolayı direksiyonu bırakmakta tereddüt etmiyor, cip tahmin ettiğim gibi raylardan ayrılmıyor. Bu defa da çakmağın is kokusu ve sigaranın pis kokusu cipi hızla dolduruyor. Koku sadece tütün kokusu değil. Okuldan aşina olduğum bir otun kokusunu da alıyorum. Asgari konfor düzeyine asla ulaşamayacağımı daha iyi anlıyorum bu anda. Yolculuğu bitirmekten başka bir umudum kalmadı biraz rahatlık için.
“Bu yolda üç köy geçeceğiz demişlerdi…” artık sessizliğimi bozabilirim. Ağzım yaklaşık bir saat süren kesintisiz heyecanla kurumuş, dilim damağım birbirine yapışmış. Şapırdatarak boğazıma yayılan acıyı azaltıyorum.
Şoför yapış yapış salya sümükle kaplanmış nikotin sarısı bıyıklarının altından sırıtıyor. Kaşkolün altında nefesinin yoğunlaşmasından olmalı. Yorumum onu keyiflendirmiş gibi yanıtlıyor, “Birini çohtan geçtih. Aha öteğenden de şimdik geçiyoh!”
Direksiyonu bırakmıyor. Alnını kırıştırarak işaret ettiği yönde bir süredir kar tepeciği zannettiğim yığıntıların altından sıyrılmış bacaları ve süzülen zayıf dumanları şimdi fark ediyorum.
“Tomusa gadar gar gahmaz buralardan. Çuhur yerde üç boy birihir. Ayazdan gaçmah için tüm evlikler çuhurlara gurulur.” G harflerini gırtlağının inebileceği en alt noktasından çıkarıyor. “Mayıs ayına gadar evlikleri garın altından geçitle bağlarlar. Sohuhtan gorunmak için gara gömülür öyle geçinirler.”
Tüm arazi, evler, ahırlar, ağaçlar; köyün karın altına gömüldüğünü korkuyla fark ediyorum. Korkumu anlayarak keyifleniyor, “Sırttaki yol da bigaç güne gadar gapanır zati. Gısmetine gar henüz bastırıyor. Geç galaydın bahara gadar gidemezdin.”
“Daha bastırmadı kar ha!” diye söyleniyorum. Sesimdeki umutsuzluğu gizlemem imkânsız. Daha şimdiden kaçış yolum olmadığını fark ediyorum. İstesem de istemesem de aylar sürecek zorunlu bir görevdeyim. Öyle kötü hissediyorum ki, kendimi tutmasam çocuk gibi bağıra bağıra ağlayıp ‘geri götür beni!’ diyeceğim. Ama bu yetişkinliğin kazanımı utanç duygusu yok mu, her zaman burnumuzu boka sokan!
“Öğretmen Bey, fırtına artmadan Yuharı Yazı’ya ulaştırabilsem seni, ahşama galmadan dönerim.”
Sesim daha büyük bir korkuyla çatallanıyor, köyümüzün adı bu değil çünkü. “Yuharı Yazı?” aynı telaffuz hatasını yapmamı engelleyemiyorum. Ama belki de yuharı diye bir kelime vardır. Köye kadar gitmeyecek miyiz yoksa? Bunu yeni öğreniyorum.
Şoför ağzımdan çıkmayan soruları yanıtlıyor, “Az bi yol galıyor, Aşagı Yazı’dan sonra goy çuhurda galdığından cipin oraya girmesinin mümkünatı yoh!” Demek ki doğrusu yukarıymış ama belki de aşagı diye bir kelime de vardır.
Bu adamlar için o kadar doğal ki bu şartlarda hareket etmek. Birkaç günde gözlemledim bunu. Tüm bu yaşadıklarında bir aksaklık görmüyorlar. Geldiğimden beri hissettirdiler bunu bana. Karda, donda yapılacak bir saatlik yürüyüşten, basit bir iş olarak bahsediyor. Beni bırakıp gidecek adam dağın başında, bir başıma! Karda kalmak! Ama o an başka bir husus geliyor aklıma; karda gitmek! Karla kaplı arazide yalnız yürüyüp, kara gömülü bir köyü nasıl bulacağım, aynı utangaçlıkla soramıyorum. Küçük düşürücü bir cevapla karşılaşmak nedense daha kötü geliyor. Neyse ki anlatmaya devam ediyor, “Heberleri olacah. Almaya gelirler. Gatırlarla. Yamacı dönünce goylü cipi görür, bizden önce varırlar Yazı’ya.”
Bu Yazı’nın en azından köylüler için kolay ulaşılabilen bir yer olduğunu anlamak biraz içimi rahatlatıyor.
Ama hayalimde, bedeni tamamen kara saplanmış katır gövdelerinin belirmesine engel olamıyorum. Üç boy karın içine gömülü katırlar, sadece karın üstünde duran katır göbekleri, göbekleri üstünde kayan katırlar… Gatırlar…
Gözlerim artık dumandan yanmaya başladı. İnsanoğlu böyle işte; geçmişi ve geleceği yok, şu andaki derdi her zaman en büyük dert. Fark etmiş olacak ki ön camı alt kısmından iteliyor şoför. Tedirgin oluyorum. Amacı havalandırmak ama aynı zamanda içeriye daha sert bir soğuk dolacak. Camın kenarındaki buzlar çatırdayarak kelebek cam aralanıyor. Korktuğum olmuyor. Gerçi rüzgâr keskin, soğuk ama temiz hava yine de iyi geliyor. Ferahlıyorum.
Bugüne kadar soğuğa karşı en önemli bilgim; donmamak için asla terlememem gerektiği. Bu ter, vücut üzerinde kalınca donmayı hızlandıran bir etken, vücuda daha hızlı bir şekilde ısı kaybettirip donma sürecine sokan. Aslında insan tam tersini düşünmeden edemiyor. Terlediği halde nasıl donabilir ki bir beden? Altımdaki yün içlik terden sırılsıklam oldu bile. Donmak dışında düşündüğüm şeyler de var, yapışık ıslak bir pisliğe sarılı gibi hissediyorum. Hele şu kaşkolüme sinen pis sigara kokusu yok mu…
Bu sırada cipimizin tekerlerinin kara batarak yalpalaması kendimden tiksinme işinden uzaklaştırıyor beni. Soğuk için engel teşkil etmeyen branda tavan ve naylon camlar, içerideki yoğun hava nedeniyle terlemiş. Bu haliyle sarı sarı akıp dışarıyı neredeyse görünmez kılıyor. O, yolu biliyor ama ben şoförün hâl ve hareketlerinden cip yolculuğunun sonunun yaklaştığını anlıyorum. Daha durmadan, zihni inmiş gibi araçtan. Sonunda kar çölüne hâkim küçük bir tepede duruyoruz.
Ben hâlâ yapacaklarım konusunda karar vermiş değilim. Şoför ise beni cipten atmakta kararlı görünüyor. Motoru durdurmadan araçtan iniyor. Vitesi boşa alıyor ve gaz pedalının üstüne o ana kadar araç içindeki varlığını fark etmediğim büyükçe bir taşı koyuyor. Bu ağırlık, motorun rölantiden biraz daha devirlice çalışmasını sağlıyor. Jiklenin bir şekilde çalışmadığı veya yeterli olmadığı anlaşılıyor. Motoru sıcak tutabilmek için kullandığı bir yöntem bu.
Ona katılmak için çaresizce hareketlendiğimde, vıcık vıcık olmuş kıyafetin içindeki yerimin aslında gayet sıcak ve rahat olduğunu fark ediyorum. Sadece kapı açıldığında bile sağımdan solumdan, minik açıklıklardan içeri dolan havayla birlikte, terimin ince bir buz tabakası halinde tenimde donduğunu hissediyorum. Kıyafetlerimin kapalı olduğunu düşünüyordum. Meğer ne çok delik varmış. Nasıl bir hava akımı varsa, aynı kıyafetin farklı yöne bakan delikleri arasında cereyan yapıyor. Kol açıklığından giren hava bir şekilde ensemi yalayarak boynumdan fışkırıyor. Başka bir hava bir paça açıklığından girip bacaklarıma birleşim yerindeki vadide süzülmeyi başarıyor. ‘Bir tarafım dondu’ deyimini daha kibar yolla anlatmam olanaksız.
Branda ve naylondan oluşan kapıyı sallandığı yerden çıkarıp adımımı atmamla birlikte bileğime kadar kara gömülüyorum. Karın derinliği daha fazla olmalı ama alt tabakanın donmuş olması tamamen gömülmemi engelliyor. Üst üste yağışlar ve bu aşamada esen rüzgârlar birçok farklı sertlikte tabakalar meydana getirmiş olmalı. Cipin neden daha fazla ilerleyemeyeceği de bu şekilde ortaya çıkıyor.
Geldiğimiz yolda tipi nedeniyle kapanmaya yüz tutmuş tekerlek izleri hariç, her yönde pürüzsüz geniş kar çölü uzanıyor. Uzaklarda seçilen birkaç karaltı, tamamen kara gömülmüş ağaçların tepe dalları olabilir. İşte orası şoförün bahsettiği çukur yer olmalı. Acaba bu ağaçların yükseklikleri ne kadar? En az beş kilometre olarak varsaydığım uzak yüksek yamaçlarda ağaçlar ve kayalar ortaya çıkmış. Köy olarak tarif ettiği yerin sol tarafında garip bir şekilde kara hiç gömülmemiş, büklüm bedenli, birkaç öbekli top kafası olan üç çam ağacı ve tam orta mesafede, çeşme olabilecek taştan, bir insan yapısı seçiliyor. Yanında garip bir bulut tabakası… Bunların büyüklüklerine göre oranlamam yanlış değilse, bu çukuru dört metreye yakın derinlikte kar doldurmuş.
Şoför sabırsızlanıyor. Dönüş için radyatörün önüne koyduğu kilim parçasının sağlamlığını kontrol ediyor. Radyatörün devridaimi ısıyı korumak için yeterli değil. Yakın çevrede kimse görünmüyor. Köyün yerini ise tam seçemiyorum. Bir yaşam belirtisi olsa bile, bu karda görülebilen mesafeden buraya gelmeleri yayan olarak saatler sürer. Yani şu an oradan birilerinin çıktığını görsem, yanıma ulaşana kadar donmam kaçınılmaz bir sonuç.
Tipinin gittikçe sertleştiğini anlamak için uzman olmama gerek yok. Şu anda bile, gökyüzünün adeta tükürdüğü taneler tenime değdikleri yeri sızlatıyor. Bir süre sonra elbisemizi bile delecekmiş gibi bu taneler. Şoförün, arazi ortasındaki bu yalnızlığımıza moralini bozmamasına bir anlam vermiyorum. Kendini tamamen dönüş yoluna odaklıyor. Gelecekleri konusunda o kadar emin ki beni bırakıp gitmesi an meselesi. Benim ise burada kalmaya hiç niyetim yok. Bırakmak konusunda ısrar ederse, dönüş ve kurtuluş bahanemin ortaya çıktığının farkındayım. Bu bahaneye sonuna kadar sarılmaya da kararlıyım. Sonuçta ortada kaymakamlığın karşı koyamayacağı bir mücbir sebep var. Ben de onunla birlikte çeker giderim.
Ayaz artık elbisem yokmuş gibi sırtıma süzülüyor. İşte, terlemek olumsuz etkilerini göstermeye başladı. Ter damlalarının izleri, buzdan donmuş nehirlere dönüşüyor sırtımda, hissediyorum. Çizgi çizgi donduracak beni bu ayaz. Ayakta bir heykele dönüşeceğim.
Yine de anlamsız bir şekilde düşüncelerimi gizleyecek bir ses tonuyla soruyorum, “Gelmeyecekler galiba?” Çok üzgün göründüğüme emin olarak konuşuyorum. Göreve kendimi o kadar hazırlamıştım ki, şeklinde görünüyorum. Bu sorum aslında, ‘hadi dönelim’ anlamına geliyor. Dedim ya, insanoğlu şimdiye odaklanmıştır. Artık, az önce pek de inanmadığım tanrıya yakarışlarımın sebebi olan uçurumlu dönüş yolu, bir sonraki problemim olacak. O ana yeniden ulaşabilirsem, af dileyebilecek kadar çok günahım var zaten. Aslında hayatımın sonuna kadar aralıksız şekilde af dileyebilecek kadar günahım var.
Şoförün küfürleri peş peşe tıslıyor. Bana hitaben olduğunu pek düşünmek istemesem de ucundan bucağından akrabalarıma değdiğini hissediyorum bu sözlerin. Hatta bir ara tüm insanlığın analarına kadar uzanıyor söylemi. Hışımla aracın kapısından uzanıp koltuğu öne deviriyor ve uzanıp deri ve ağaçtan yapılma kar raketleriyle, hâki sırt çantamı yere fırlatıyor.
Bunların ne işe yaradığını ve hareketinin sonuçlarını biliyorum. Resmi kovulma işlemlerimin başladığını anlatıyor. Sonra bir takım daha raket çıkartıyor. Bir şekilde insafa geliyor. Kendi de benimle birlikte gelecek. Ortada görünmeyen bir köy var. Mesafe tahmin edilemez. Ve biz yola yayan olarak devam edeceğiz.
Bu deli adamın kararını kırmak için soruyorum, “Bunlar nedir?”
“Maahe…” diyor, ne olduklarını bilmememe şaşırarak. Şu ana kadar duymadığım bir isim, üzerinde durmuyorum. Almak istediğim cevap bu değil. ‘Ne yapmaya çalışıyorsun, delirdin mi!’ demek istiyorum, dilim varmıyor. Daha önemli olan, bu sorunu aşmamız lazım. Dönüşe ikna olmalı. İtiraz edecekken, şoför zorlanarak kalın kıyafetlerinin içinde ayaklarına kıvrılıyor. Adamın niyeti kesin. Hâlâ bana nasıl bağlandığını göstermeye çalışıyor, “Başka türlü yürüyemek. Geçidin yerini bilmiyom. Helbet denk gelirik.”
“Bir de geçit mi var?”
Cipin motorunu durduruyor, bir daha çalıştıramayacağını düşünüyor olmalı ki bundan hiç memnun değil. Şoförün sinirli davranışlarından bu durumu hiçbir şekilde öngörmediğini anlıyorum. Aslında saygı duymam lazım. Adamın fedakârlığı üst seviyede ve dönmek zorunluluğu karşısında kendini tehlikeye attığı belli oluyor. Tipi böyle devam ederse, gideceğimiz yerden cipe bile dönmesi zor. Dönse bile yeniden çalıştırabileceği şüpheli.
“Gorhma, garın içinde geçit var. Goy açıhtan gitmeye uzah… Geçidin yerini goyun adamı bilir. Zere ehteyaca göre oluşur, av için, odun için, gor ki nerde? Kesin yahınlara gadar gelmiştir. Ama üstü magara gibi gapalı. Baharah yerini bulamah. Ama yürürkene denk gelir kesin, içine düşerik.” Bunu söylerken, cipten çıkardığı uzun çubuğu sertçe birkaç kere kara saplıyor. Düşmek karşısındaki tek önlemimiz bu.
Maahe ilkel bir buluş. Bağlaması çok kolay ama alternatifi olabilir mi bilmiyorum. O kadar eski ki sadece bana verdiği takım bile birkaç kuşaktır kullanılıyor olabilir. Binlerce yıldır değişmeden kullanılmış, binlerce yıl daha da kullanılacak, zamanı göreceli olarak durduran alternatifsiz bir keşif. Evrenin başka bir yerinde karda yürümek gerekiyorsa maaheden başka kullanacak bir alet gerekmez. Bir de çubuk… Geliştirilme veya değiştirilme ihtiyacı yok. Bağlayıp kalktığımda, şoförün, bakışlarıyla becerikliliğimi takdir ettiğini zannediyorum önce, sonra bir ucunu kendi beline bağladığı ipi bana işaret ettiğini anlıyorum, “Dipi hızlanır da geçidi bulamah diye.” Tipinin, bu ipi iki ucunun birbirini göremeyeceği kadar hızlanabileceğinin işaretini bu şekilde alınca, diğer ucunu da kendime bağlıyorum.
Demek ki bu ihtimal de çok uzak değil. Tipide kaybolmak…
Kar
Yola koyuluyoruz. Ben, bedensiz bir gölge gibiyim ardında. İnsanın iki adımı arasında milimetrik fark var. Bir adım çok küçük bir oranla diğerinden uzun basıyor. Yeterince uzun bir yürüyüşte insan ister istemez çember çiziyor. Bakışla fark edemeyeceği ve engelleyemeyeceği bir çember, milimetrik farkların toplamından oluşan ve belki de pergel hassaslığında, çapı büyüdükçe kusursuza ulaşan dev bir çember. Belki altın oranda bir helezon. O yüzden insan başladığı yere geri dönüyor. Bilmediğiniz bir rotada düz bir doğrultuda ilerlemek bu nedenle imkânsız. Gördüğümüz bir ereğe gidilebilir. Ancak tipi bizi kör ettiğinde sapmaya engel olamayız. Dört beş kilometredeki sapma, kör yürüyüşte köyü ıskalamamıza yol açabilir.
Birkaç adımda alışıyorum ayağımdaki raketlerin yürüme tekniğine. Dizleri biraz daha yukarı çekerek yapılan asker yürüyüşü bu. Yorucu olacak. Bu arada sapmayı nasıl engelleyeceğime kafam takılıyor. Her yüz adımda bir yönüme on derecelik bir eğim versem düz bir doğrultuya nispeten daha doğru gidebilir, çemberi engelleyebilir miyim? Ama bunu yapabilmek için hangi adımımın milimetrik olarak uzun bastığını bilmem lazım. Bunu anlamak için kaç adımı ölçmek ve karşılaştırmak gerekir? Bunların ötesinde, bu derdimizin şoföre anlatılması gerekiyor.
Yamaçlardaki kayalar ve ağaçlar tipiden dolayı çoktan görünmez olmuşlar. Tasmaya bağlı köpek gibi, ipin çekiştirmesiyle şoförü takip ediyorum. Hızımızı ayarlayan o. On adımda yaptığımız hareket, terin etkisiyle donma emareleri veren vücudumu toparlıyor, üşüme hissi biraz olsun kayboluyor. Bu bir dağ gezintisi olsaydı çok keyifli olabilirdi. Ama yaşamak için ulaşmak zorunda olduğumuz bir yer var.
Durmak; donmak ve ölüm demek, yürümek yine de yaşam değil.
Elli metre bile ilerlemeden arkaya bakıyorum. Cipimiz tipide çoktan yok olmuş. Hâlâ vazgeçebilirim. Biraz gururum kırılabilir ama şoförü ikna etmek zor olmaz, diye düşünüyorum. Evet, yapmam gereken bu. Ben böyle bir idealist değilim, iş işten geçmeden kararımı bildirmek zorundayım. Ama bu defa da dönüş yolunda yapacağımız sapma aklıma takılıyor. Bir metre önümüzü göremediğimiz tipide milimetrik adım uzunluğu farkıyla cipi ıskalarsak, tam daireyi tamamlayıp başladığımız noktaya ulaşma şansını yakalayamadan donmuş oluruz. Köyü ıskalamadan gitmek ise daha olası.
Birden dengemi kaybediyorum, öne doğru yalpalayıp doğrulmaya çalıştığım sırada kafam şoförün arkasından iki bacağının arkasına giriyor. Adam bunun üzerine can havliyle “Mılleeey!” diye bağırıyor. Anlayamıyorum bu kadar basit bir harekete böyle sert bir tepki göstermesini. Sonra bir daha bir daha bağırıyor: “Mılleeeey!” Bu ne demek şimdi, abarttığını düşünüyorum. Kusura kalma ama altı üstü ayağım takıldı diyeceğim ki, bağırtısının asıl anlamı çözülüyor, “Az dağa cipi size satacadım, nerde galdınız?”
Doğrulup ileri baktığımda, birkaç metre kadar önümüzde karın içinden fırlamış yuvarlak karaltıyı hayal meyal seçiyorum. Karaltı hareket etmese bunun bir kafa olduğunun anlaşılması olanaksız. Taş zannedip geçilebilir. Daha ötesi zaten görünmez durumda. Şoförün ise algıları şartlanmış, yüzü neredeyse tamamen örtülü bu kafanın sahibini bile tanıyabiliyor. Bağırdığı onun ismi. Kafa hareket ettiğine göre kopmamış. Sadece kafanın bağlı olduğu beden karın altına gömülmüş. Bahsettiği geçitten dışarı çıkmaya çalışan biri var.
Biz ulaşana kadar bedenin yarısını çıkarabilmiş kardan, şoför ellerinden tutup çekiyor. Bu bir çocuk… Kalın kışlıkların altında kaybolmuş ve tanınmaz halde bana göre. Maahesi yok, zorlanıyor karın üstünde, her adımında dizlerine kadar gömülüyor. Minik beden üst üste kıyafetlerle, ıslak keçeden bir top gibi görünüyor.
Şoför de ben de arkasından gelecekleri bekliyoruz. Delikte ne başkası var ne de şoförün bahsettiği katırlar. Göbeklerine kadar gömülmüş katırları tek görme şansını bu şekilde kaybediyorum.
“Bir başına mı geldin la?” şoför şaşkın.
Kıyafetlerin altından anlaşılmaz bir ses geliyor, homurduyor. Yüzündeki yün kar maskesini sıyırınca dediğini anlıyoruz, “Bir şey oldu, Mello Dayı!” İşte bu, şoförüm, Melih. Neden aklımda kalmaz bu isimler?
Çocuk bir süredir maskesinin altından konuşmaya devam ediyor olmalı, otomatik tüfek gibi. Hikâyesinin başını bu sebeple kaçırmışız, Melih sinirleniyor, “Dur! Dur hele lan, ne oldu? Bi daha anlat hele!”
“Ümmüşani Eme’ye bir şey olmuş, heber geldi, harmandan sizi gördüh ama herkes goşarah oraya gitti. Garşılamaya beni saldılar.”
“Selo’nun gelini mi? Ne zaman oldu? Alla Allaa! Ne oldu ki?”
“Vallaha bilmiyom, dün ahşamdan beri gayıpmış zati, öyle dediler.”
“Vah vah, merah da ettim şimdi ama galamam. İnşaallah önemli bir şey değildir. Dönüyom ben. Cip donar galır yohsa. Örgetmen beyi götürürsün, sağa emanet.”
Önemli bir konudan bahsettiklerini anlıyorum, soğuk an be an içime işliyor. Zaten gideceğim yer orası, çocuğu çıkardığımız küçük delikten içeri dalıyorum. Öyle kötü üşüdüm ki Melih’i unutuyorum bir an. Kabalığım, havadayken aklıma geliyor. Ayağımı basar basmaz bağırıyorum, “Sağ olasın, Melih usta!” pek zannetmiyorum ama umarım duymuştur. Çocuk da bir süre sonra içeri süzülüyor ardımdan. Adamın fedakârlığıyla benim yaptığım hiç örtüşmedi, utanç duyuyorum. Neyse ki çocuk kızardığımı görmüyor ve aslında niye çabaladığımı da anlamıyor, “Mello Dayı gitti!” demekle yetiniyor. Ayağımdaki antika kar raketlerine bakıyorum, hediyelerime.
Kardan bir tünelin içindeyiz. Üstümüz tamamen kapalı ama kimi yerlerde loş bir ortam sağlayacak kadar ışık geçiriyor. Puslu bir lambanın ışığı gibi… Sessiz, huzur verici ve nispeten sıcak… Çocuk aceleci, bir şeylere yetişmeye çalıştığı anlaşılıyor. Az önce anlattığı endişe verici olay için olmalı bu acelesi. Zira benimle hiç ilgilenmiyor. Ayaklarımdaki kar raketleri hızımı kesiyor. Çocuk keçe gibi bir şeyle sarılı ayaklarıyla daha hızlı, aramızdaki boy farkına rağmen ondan fazla bir çaba gösteriyorum ayak uydurmak için.
Biraz ilerledikten sonra duraklıyor, kaşkolünü çözüyor, kar maskesini çıkarıyor. Ben de fırsat bu fırsat raketleri çözüyorum. Sanki beni o an fark etmiş gibi bekliyor işimi bitirmemi. Raketleri sırtıma asar asmaz tek kelime etmeden yürümeye devam ediyor. Bu kısa duraklama yine vücudumu ter basmasına yol açıyor. Bu kadar kısa süredeki ısı değişiklikleri sonunda dengemi bozacak.
Hızını biraz olsun kesmek için soruyorum, “Adın ne?”
“Mılley…” anlaşılan takma ismini tamamen kanıksamış. Bir an tereddüt ediyor, gülümsediğimi görünce cevabını değiştiriyor, “Mustafa!”
Bu nasıl bir takma isim, ilk kez bu şekilde bir bozma duyuyorum. Mustafalar genelde Musti’dir, Mıstık’tır, Musto’dur; Mılley nasıl bir bozma sürecinden geçmiş, çok şaşırtıcı.
“Köye varmamız ne kadar sürer Mustafa?”
“Bu yürümene epeyi sürer,” sesindeki iğnelemeyi alıyorum, hızımızı kestiğimin gayet farkında.
Artık ayaklarım ıslak ama rahat, tabii parmaklarım donup morarmış da olabilirler. Yabancı bir jeologdan kaptığım Rosebertlerimle hızlanıyorum. Derinin dikiş yerlerinden köpükler fokurduyor. İnsan yapısı herhangi bir şey doğanın hırpalamasına dayanamaz. Eninde sonunda doğa kazanır. Gerekli olan şey sadece zamandır. Doğanın ise hiçbir acelesi yoktur.
Kar tünelinin içinde, bir karınca yuvasının ağları gibi farklı yönlere ayrılan onlarca geçit geçiyoruz. Başka bir yöne saptığımız olmuyor, bu ana yol gibi. Bazıları çökmüş ve kapanmış bazıları ise kanala dönüşmüş. Çok karmaşık görünmüyor. Kısa sürede bu geçitler öğrenilebilir. Ortamın ışığı artmaya başlıyor. Üstümüzdeki tavan incelmiş olmalı. Gerçekten de kimi yerlerde tam erime var. Tipi sebebiyle griye çalan gökyüzü deliklerden seçilebiliyor. Kanallarda hızını kaybeden taneler daha yumuşak dokunuyor. Geçitlerin önemi yaşamsal. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, sağa ayrılan kollardan birinde diğerlerinden farklı olarak yoğun çamur izleri görüyorum. Hatta, kar nerdeyse çamurlu bir balçığa dönüşmüş burada. Uğultular da geliyor bu delikten, uzaktan gelen insan yaygarası gibi ve takip ettiğimiz ana yolun bundan sonrası kirlenmiş ama bu çamur gittiğimiz istikamette azalarak devam ediyor. Yani çamurun kaynağı bu geçit. Takipçileri ilerledikçe ayaklarını temizlemişler.
Yürüyüşümüz boyunca köye ulaşma süresi dışında tek merak ettiğim şey bu oluyor, çocuğa soruyorum, “Bu geçit nereye gidiyor?”
Çocuk benden daha fazla meraklı ve endişeli, “Gabristana!” diyor ve adımlarını hızlandırıyor, ben olmasam koşacağından eminim. Korkudan çok merak izlenimi veriyor.
Şu bilmem kimin gelinine ne olduğunu bilmesem de köyde bugün bir cenaze olduğu anlaşılıyor. Bu her şeyden bihaber veledi daha fazla üzmek gereksiz, nasıl olsa öğrenirim.