Buch lesen: «Norveç masalları»
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları ve Çin Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada huzurun ülkesi Norveç’ten masallar var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Giris
Çiftçiler, avcılar, oduncular, balıkçılar gibi yabanıl bir çevrenin ortasında, zorlu ve yalnız bir hayat yaşayan insanlar tarafından nesilden nesile aktarılan; dağın, ormanın ve denizin ruhunu yansıtan bu Norveç masalları, belki de İskandinav ülkelerinin bizlere sunabileceği en etkileyici ürünler arasında yer almaktadır. Çocukları eğlendirmeyi her zaman başaran bu masallar, hiç kuşkusuz ki yalnızca küçüklere eğlence vaat etmekle kalmaz. İyi anlatılmış bir hikâyeden hoşlanan “yetişkinler” de “Per Gynt” efsanesinin Ibsen tarafından sembolik anlamlar yüklenmeden önceki aslını okumaktan ve “Udröst Adası” hikâyesinde gösterilen kuzey denizlerinin kor gibi parlayan, güzel mi güzel Avalon'unu görmekten keyif alacaklardır. Bir trajedi olan “Yahudi Harpı Çalgıcısı”ndan daha insansı ve daha dokunaklı veya “Kral’ın Yabantavşanları”ndan daha eğlenceli bir şey olabilir mi? Heyecan verici ve büyüleyici kara büyüler ve gizemlerle sarmalanan "Gizemli Kilise" ve "Bahtı Açık Andrew" gibi hikâyeler… “Dört Şilinlik Parça” hikâyesinde İskandinav Dick Whittington'ın maceralarına ortak oluyoruz. “Fırtına Büyüsü” ise gelmiş geçmiş en heyecan verici deniz efsanelerinden biri. Bu derlemede yer alan, istisnasız her bir hikâyede İskandinav dağlarındaki rüzgârın veya kuzey denizlerindeki dalgaların esintisi hissedilir. Hikâyelerin bu kadar cezbedici olmalarının en büyük sebebi anlatımlarındaki açıklık ve sadeliktir. Tabii ki mizacını bozmadan, hikâyelerin doğruluğunu korumaya çabalayarak size aktaranların da hikâyelerin cezbediciliğine büyük bir katkısı olmuştur.
Norveç Masalları, insanların arzularını, tutkularını, sevgilerini, hırslarını ve hayal kırıklıklarını her ne kadar hayal gücüyle daha çekici hale getirse de çarpıtılmamış bir biçimde yansıtan masallardan oluşan bir kitap olduğundan herkesin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Tek umudum, kitapla şu veya bu şekilde karşılaşan kişilerin kitabı okurken en az benim hazırlarken aldığım kadar keyif almaları.
Frederick H. Martens
PerGynt
Bir zamanlar Kvam1 bölgesinde Per Gynt isimli bir keskin nişancı yaşardı. Per Gynt sık sık dağlara gider, ayı ve geyik vururdu. O zamanlar fjälllerin2 eteklerinde daha sık ormanlar vardı ve türlü türlü hayvan bu ormanlarda barınırdı. Sonbaharın bitimine yakın sığırlar, geçici otlak yerleri olan dağlardan ineli çok olmuş, Per Gynt de bir kez daha fjälle gitmeye karar vermişti. Üç mandıra işçisi kız dışında sürüleriyle ilgilenen bütün herkes dağları çoktan terk etmişti. Per Gynt, Hövringalm’e ulaştığında geceyi bir çoban kulübesinde geçirmeyi düşünmüştü. Ancak hava o kadar kararmıştı ki gözünün önündeki ellerini bile göremez olmuştu. Çok geçmeden köpekleri de havlamaya başlayınca Per Gynt’in içi huzursuzlukla doldu. Birdenbire ayağının bir şeye çarptığını hissetti ve eğilip çarptığı şeyi eliyle yokladığında cismin soğuk, büyük ve kaygan olduğunu fark etti. İzlediği patikanın dışına çıkmadığından emindi ve bu yüzden ellediği cismin ne olabileceğine dair bir fikri de yoktu. Fakat bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordu.
“Peki ya sen kimsin?” diye sordu Per Gynt, ellediği cismin hareket ettiğini fark ettiğinde.
“Ben eciş bücüş olanım,” yanıtını aldı. Bu cevap pek de açıklayıcı olmamıştı. Per Gynt öylece yoluna devam etti. “Eninde sonunda ne olduğunu öğrenirim,” diye düşündü.
Yoluna devam ederken ayağı yine birdenbire bir şeye çarptı. Bu cisim de bir önceki gibi soğuk, büyük ve kaygandı.
“Peki ya sen kimsin?” diye sordu Per Gynt.
“Ben eciş bücüş olanım,” cevabını aldı yeniden.
“Eciş bücüş veya muntazam olman umurumda bile değil; öyle ya da böyle geçmeme izin vermen gerekecek,” dedi Per Gynt, çünkü bir daire çizerek ilerlediğini ve eciş bücüş olan cismin çoban kulübesinin önüne serilmiş olduğunu fark etmişti. Bu sözlerinin üzerine eciş bücüş olan cisim biraz kenara çekildi ve böylece Per Gynt kulübeye girebildi. İçeriye girdiğinde kulübenin içinin de en az dışarısı kadar karanlık olduğunu gördü. Eliyle duvarlara dokunarak tökezleye tökezleye ilerlemeye çalıştı, çünkü tüfeğini ve av çantasını bir kenara bırakmak istiyordu. Doğru yönü bulmaya çalışırken bir kez daha büyük, soğuk ve kaygan bir şeye ilişti gözü.
“Sen de kimsin yahu?” diye haykırdı Per Gynt.
“Ben eciş bücüş olanım,” yanıtını aldı.
Elini nereye atsa, ayağını nereye koysa eciş bücüş olanın kıvrımlarını çevresinde hissedebiliyordu.
“Burası konaklamak için çok garip bir yer,” diye düşündü Per Gynt, çünkü eciş bücüş cisim hem dışarıda hem de içerideydi; ancak Per Gynt her şeyi yoluna koyacaktı. Tüfeğini alarak dışarı çıktı ve eciş bücüş nesnenin kafasını bulana kadar elleriyle vücudunu yokladı.
“Peki sen gerçekten ama gerçekten kimsin?” diye sordu.
“Ben Etnedal’ın büyük eciş bücüş olanıyım,” dedi dev trol. Bunun üzerine Per Gynt hiç zaman kaybetmedi ve tam alnının ortasına üç kez ateş etti.
“Bir daha ateş et!” diye feryat etti eciş bücüş olan ancak Per Gynt tuzağa düşmeyecekti, çünkü eğer bir kez daha ateş ederse kurşunun sekeceğini ve kendisine isabet edeceğini biliyordu. Bu iş tamamlandıktan sonra Per Gynt ve köpekleri, cüsseli trolün vücudunu sürükleyerek kulübenin dışına çıkardılar. Böylece içeride rahat rahat oturabileceklerdi. Bu sırada tepelerden kahkahalar ve onlarla alay eden sesler duyuldu. “Per Gynt çekebildiği kadar güçlü çekti, ancak köpekler ondan daha da güçlü çektiler!” sesleri kulaklarında çınladı.
Sabah olduğunda Per Gynt avlanmaya gitti. Fjällin içlerine doğru ilerlediğinde bir kızın, kuzu ve keçilerden oluşan sürüsünü dağın yamacından öbür yanına doğru sürdüğünü gördü; ancak dağın zirvesine ulaştığında ne kız oradaydı ne de sürüsü. Görebildiği tek şey kocaman bir ayı sürüsüydü.
“Ömrüm boyunca ayıların sürüler halinde gezdiğini görmemiştim,” diye düşündü Per Gynt. Onlara doğru yaklaştığında hepsi birden kayboluverdiler. Yakındaki tepelerin birinden bir ses duydu:
“Koru yabandomuzunu ki anla,
Tüfeği elinde yoksa,
Per Gynt’in bir yanı noksan."
“Demek Per Gynt için çok kötü bir an bu, tabii aynı şey benim yabandomuzum için söylenemez; çünkü Per Gynt bugün temizlenmemiş,” sesi duyuldu tepenin gerisinden. Ne var ki Per Gynt avuçlarına tükürüp ellerini temizledi ve ardından ayıyı vurdu.
Tepelerden kahkaha seslerinin yankısı duyuldu:
“Yabandomuzunu daha iyi korumalıydın,” dedi bir ses.
“Elinde yıkama tasını taşıdığını düşünmemiştim hiç,” diye yanıtladı diğer bir ses.
Per Gynt ayının postunu yüzdü ve hayvanın bedenini iri kaya parçalarının arasına gömdü ama kafasını ve postunu yanına aldı. Kulübeye geri dönerken yolda bir dağ tilkisine rastladı.
Tepelerin birinden, “Gördün mü, benim küçük kuzucuğum, ne kadar da şişmansın!” diyen bir ses duyuldu; bir diğerinden, “Per Gynt tüfeğini nereye kadar taşıyabilecek acaba?” Tam bu sırada Per Gynt tüfeğini kaldırıp nişan aldı ve dağ tilkisini vurdu. Tıpkı ayıya yaptığı gibi derisini yüzdü ve postunu yanına aldı. Çoban kulübesine vardığı zaman hayvanların kafalarını uzun bir demire geçirdi ve dış duvarın önüne ağızları açık bir şekilde sapladı. Sonra içeri girip yemek için ateş yakıp kazanı ateşin üzerine astı. Kazandan o kadar çok duman çıkıyordu ki Per Gynt gözlerini dahi açamıyordu. Bu nedenle bir mazgal yapmak zorunda kaldı. Ansızın bir trol ortaya çıktı ve burnunu mazgala doğru uzattı. Gel gör ki burnu o kadar uzundu ki neredeyse ateşe değecekti.
“İşte bu benim burnum, iyice bak bakalım!” dedi trol.
“İşte bu da benim pişirdiğim çorba, tadına bakmaz mıydın?” dedi Per Gynt, ardından bir kazan çorbanın tamamını trolün burnundan aşağı boşalttı. Trol acıyla haykırıp geri çekildi. Bu sırada çevredeki bütün yüksek tepelerden kahkaha ve alay sesleri duyuldu:
“Gyri Çorbakoklayan, Gyri Çorbakoklayan!”
Bunun ardından büyük bir sessizlik çöktü, ancak çok geçmeden yeniden gürültü patırtı başladı. Per Gynt kafasını kaldırıp karşıya baktığında ayılar tarafından çekilen bir yük arabası, yük arabasının içinde de bir trol olduğunu gördü. Hepsi birlikte Fjälle doğru tırmanıp gözden kayboldular. Birden bir kova su bacadan aşağı boşaltıldı ve ateşi boğarak sönmesine neden oldu. Per Gynt karanlıkta öylece oturdu. Çok geçmeden her köşeden ona gülen ve onunla alay eden sesler duyuldu ve içlerinden bir ses, “İşte şimdi Per Gynt’in, Val’deki mandıra işçisi kızlardan hiçbir farkı kalmadı!” dedi.
Per Gynt bir kez daha ateşi yaktı ve köpeklerine seslendi. Sonra çoban kulübesinin kapısını kilitleyip kuzeye, üç mandıra işçisi kızın bulunduğu Val’deki kulübeye doğru yola çıktı. Epey bir yol almıştı ki büyük bir yangın olduğunu gördü, sanki kulübe alev almış gibiydi. Tam bu sırada bir kurt sürüsüyle karşı karşıya geldi. Bu, daha önce içlerinden birkaçını tüfeğiyle vurduğu ve diğerlerini de öldürene kadar dipçikle dövdüğü sürüydü. Val’deki kulübeye vardığında ortalık zifiri karanlıktı ve ne uzakta ne de yakında bir ateş yoktu, fakat kulübenin içinde mandıra işçisi kızları korkutan dört yabancı vardı. Bunlar dört dağ trolüydü ve isimleri şöyleydi: Gust-i-Väre, Tron Valfjeldet, Kjöstöl Aabakken ve Rolf Eldförkungen. Gust-i-Väre kapının önünde dikilip gözcülük yapıyordu. Per Gynt ona ateş etti ancak isabet ettiremedi. Bunun üzerine trol kaçtı. Per Gynt kulübeye girdiğinde mandıra işçisi kızlar neredeyse korkudan ölmek üzereydiler. Troller içeri kimin girdiğini gördüklerinde feryat ettiler ve Eldförkungen’e ateşi yakmasını söylediler. Tam bu sırada köpekler Kjöstöl Aabakken’in üzerine atıldılar ve onu şömineye doğru iteklediler. Bu yüzden şöminedeki küller ve kıvılcımlar kulübenin her tarafına saçıldı.
“Yılanlarımı gördün mü Per Gynt?” diye sordu Tron Valfjeldet, ki “yılanlarım” derken aslında kurtları kastetmişti.
“Evet, sen de onlarla aynı yolun yolcusu olacaksın!” diye haykırdı Per Gynt ve trole ateş etti. Ardından tüfeğinin dipçiğiyle Aabakken’i öldürdü. Trol Eldförkungen şömineye tırmanıp kaçmıştı. Bütün bunlar olup bittikten sonra Per Gynt, bu kulübede daha fazla kalmak istemeyen mandıra işçisi kızlara köylerine kadar eşlik etti.
Noel geldiği zaman Per Gynt yeniden yola koyuldu. Dovre civarında, Noel arifesinde birçok trolün toplanmayı alışkanlık haline getirdiği bir çiftlik olduğunu duymuştu. Yılın bu zamanında çiftlik sakinleri, troller yüzünden evlerini terk ederek çevre çiftliklere sığınıyorlardı. Per Gynt işte bu çiftliği aramaya koyulmuştu, çünkü bu trolleri kendi gözleriyle görmeyi arzuluyordu. Üzerine yırtık pırtık bir kıyafet giymiş, yanına evcilleştirdiği ayısını, sivri uçlu tığını, biraz zift ve tel almıştı. Çiftliğe vardığında eve girdi ve geceyi orada geçirip geçiremeyeceğini sordu.
“Tanrı yardımcımız olsun!” diye haykırdı adam. “Geceyi burada geçiremezsiniz, çünkü her Noel arifesi burası trollerle dolup taştığından biz de evi terk etmek zorundayız!”
Ne var ki Per Gynt evi trollerden arındırabileceğini düşünüyordu. Böylelikle Per Gynt’in kalması kararlaştırıldı ve anlaşma karşılığında ona domuz derisi verdiler. Bunun ardından evcil ayı şöminenin kenarına uzandı; Per Gynt de sivri uçlu tığını, ziftini ve telini çıkarıp domuz derisini kullanarak büyük bir ayakkabı teki yapmaya koyuldu. Bağ için deriden kalın bir ip çıkardı, böylece yapım aşamasındayken ayakkabının dağılmasını önleyecekti. Ayrıca takoz olarak kullanmak için halihazırda iki araba tekerleği de vardı.
Birdenbire troller yanlarında kemanlar ve çalgıcılarla geliverdiler. Bir kısmı dans ediyor, diğerleri de masada duran Noel yemeğinden yiyordu. Bir kısmı domuz pastırması kızartıyor, diğerleri kurbağa ve benzer iğrençlikte şeyler kızartıyorlardı. Kızarttıkları Noel yemeğini yanlarında getirmişlerdi. Bu sırada içlerinden bazıları Per Gynt’in yaptığı ayakkabı tekini fark etmişti. Büyük bir ayak için yapıldığı bariz olan ayakkabı tekini hepsi denemek istediler. Her bir trol bir ayağını ayakkabının içine soktuğunda Per Gynt ortaya çıktı ve ayakkabının bağcıklarını tutarak takoza sıkıştırdı. Sonra bağcıkları öyle sert çekti ki her bir trolün ayağı ayakkabının içinde sıkıştı. Bu sırada ayı öne atılarak kızartmaları koklamaya başlamıştı.
Trollerden biri, “Biraz pasta istemez miydin küçük beyaz kedicik?” diyerek kızarmış bir kurbağayı ayının çenesine doğru fırlattı.
“Yumrukla onları Üstat Bruin!” diye haykırdı Per Gynt. Ayı öyle sinirlendi ki trollere doğru atıldı; her yönden darbeler indiriyor, pençelerini trollere geçiriyordu. Bu sırada Per Gynt, diğer araba tekerleğini alıp ortaya karışık güçlü darbeler savurdu. Sanki her birinin kafatasını patlatmak istiyor gibiydi. Kaçabilen troller hemencecik oradan tüydüler. Evde yalnızca Per Gynt kalmıştı, Noel boyunca yemekleri midesine indirip kendine bir ziyafet çekti. Uzun yıllar boyunca trollerden ne bir ses duyuldu ne de bir seda.
*
“Per Gynt” (Asbjörnsen, Norske Huldreeventyr og Folkesagn, Christiana, 1859, Part II, p. 77.), Dover dağları civarında bir yerde geçmektedir. Hikâye Asbjörnsen’e, ren geyiği avlarken şans eseri karşısına çıkan bir kuş avcısı tarafından anlatılmıştır. Tıpkı bunu izleyen “Udröst Adası” hikâyesi gibi “Per Gynt” de belirgin bir Kuzey masalıdır. Kvamlı korkusuz bir avcı, Etnedal’dan eciş bücüş olanla yaşanan macera dolu bir deneyim… Ibsen sayesinde bütün bu farklılığı, sembolik formu, Per Gynt’in masal boyu samimi ve doğaçlama hareketlerini sizlere sunuyoruz. Bu masal halen Dovre bölgesindeki avcı kulübelerinde yarı övgü yarı korku dolu hislerle anlatılagelmektedir.
Udröst Adasi
Bir zamanlar Röst3 yakınlarında yer alan Vaerö’de Isaac isimli bir balıkçı yaşardı. Isaac’in bir kayığı ve birkaç keçisi dışında hiçbir şeyi yoktu. Karısı, keçileri balık artıklarıyla ve çevre tepelerden toplayabildiği otlarla beslerdi. Çocukların sağlıklı beslenebilmek için yeterli yiyecekleri yoktu. Buna rağmen Isaac her zaman Tanrı’nın ona verdiklerine minnet duyardı. Ona üzüntü veren tek şey, komşusuyla geçinemiyor olmasıydı. Komşusu zengindi, dilenci kılıklı Isaac’in aksine çok çabalamış ve böylece Isaac’in sahip olup olabileceğinden daha çok şeye sahip olmuştu. Dahası Isaac’i aradan çıkarmak, kulübesinin önündeki demirleme yerinin de sahibi olmak istiyordu.
Bir gün Isaac balık tutmak için denize açıldığında kara bulutlar ansızın gökyüzünü sardı ve birden inanılmaz bir fırtına başladı. Isaac’in, canını kurtarabilmek için kayığındaki bütün balıkları denize atıp kayıktaki ağırlığı azaltması gerekmişti. O zaman bile kayığı dengede tutmak gerçekten zordu ama Isaac zaman zaman onu kayığıyla beraber yutacakmış gibi görünen dağ büyüklüğünde dalgaların arasında, dikkatli bir şekilde dümeni kontrol etti. Bu şekilde beş altı saat devam ettikten sonra artık karaya yakın bir yerde olması gerektiğini düşündü. Ne var ki zaman akıp gidiyor, fırtına ve sis daha da beter bir hal alıyordu. İşte o zaman fark etti ki ya dümeni açık denize yöneltmişti ya da rüzgâr onun yönünden şaşmasına neden olmuştu. Kayığıyla denizde yol almaya devam etmesine rağmen tek bir kara parçası dahi göremeyince yönünün rüzgâr yüzünden şaşmış olduğunda karar kıldı. Tam bu anda kayığın kıç tarafından korkunç bir çığlık duydu. Bu çığlığın sahibinin ölüm şarkısını söyleyen bir drang olduğunu düşündü. Artık ölüm zamanının yaklaştığını hisseden Isaac, Tanrı’ya karısını ve çocuklarını koruması için dua etti. Öylece dua edip otururken gözüne siyah bir şey takıldı. Kayığı yaklaştıkça, gördüğü şeyin yüzen bir kütüğün üzerinde duran üç karabatak olduğunu fark etti ve onların yanından geçiverdi. Açık denizde öylece yol alırken çok acıkmış, çok susamış ve çok yorulmuş olmasına rağmen ne yapacağına dair bir fikri de yoktu. Böylelikle kayığın dümeni elinde, zamanının çoğunu uyuyarak geçiriyordu. Isaac yine uykudayken kayığı birdenbire bir sahile vurup durdu. Bu sarsıntı üzerine Isaac uyanıverdi. Sislerin arasından güneş görünüyor, bu harika kara parçasını aydınlatıyordu. Tepeler ve dağlar alabildiğine yeşil, ovalar ve tarlalar ise eğimliydi. Isaac şu ana kadar hiç duyumsamadığı kadar güzel, çiçek ve çimen kokuları alıyordu.
“Tanrım, şükürler olsun! Güvendeyim, burası Udröst!” dedi Isaac kendi kendine. Tam karşısında bir arpa tarlası uzanıyordu; başakları o kadar büyük ve ağırdı ki böylesini daha önce hiç görmemişti. Arpa tarlasının ortasında bulunan patikanın sonunda, tarlanın üzerinde yükselen, samanlarla yapılmış bir çatıya sahip kilden bir kulübe vardı. Kulübenin çatısında altın yaldızlı boynuzları ve en az bir ineğinki kadar büyük memeleri olan bir keçi otluyordu. Kapının önünde ise mavilere sarınmış, piposunu tüttüren küçük bir adam oturuyordu. Sakalı o kadar uzun ve o kadar gürdü ki göğsünden aşağı kadar uzanıyordu.
“Udröst’e hoş geldin Isaac!” dedi adam.
“İyi günler beybaba. Beni tanıyor musunuz?” dedi Isaac.
“Tanıyor olabilirim,” dedi adam. “Sanırım geceyi burada geçirmek istiyorsun, öyle değil mi?”
“Bu gerçekten de iyi olur beybaba,” diye cevapladı Isaac.
“Oğullarım biraz sorun yaratabilirler, bir Hıristiyanın varlığına tahammül edemiyorlar,” dedi adam. “Onlarla tanıştın mı?”
“Hayır. Yalnızca denizin üzerinde yüzen bir tahtanın üzerinde duran ve öten üç karabatakla karşılaştım,” diye yanıtladı Isaac.
“İşte onlar benim oğullarım,” dedi adam ve piposundaki tütünleri boşalttı. “Aç ve susamış olmalısın, içeri gel.”
“Evet, iyi olur," dedi Isaac.
Adam kapıyı açtığı zaman Isaac, kulübedeki her şeyin güzelliği karşısında küçük dilini yuttu. Böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti. Masanın üstünde birbirinden güzel yemekler vardı; kâseler dolusu krema, somon ve et, soslu ciğerle doldurulmuş hamur ve peynir, ayrıca yığınla donut,4 bal likörü ve daha niceleri… Isaac cüretkâr bir şekilde her şeyden yedi ve içti. Gelgelelim tabağı hiç boşalmıyordu; ne kadar içerse içsin bardağı hep doluydu. Adam ise ne çok yiyor ne de çok konuşuyordu. Durup dururken evin önünde bir yaygara koptu ve sesler duyuldu. Bunun ardından adam dışarı çıktı. Bir süre sonra üç oğluyla beraber içeri girdi ve onları kapıda gören Isaac bir ürperti hissetti. Buna karşın, babaları onları uyarmış olacak ki, oğulları samimi ve dost canlısıydılar. Yeteri kadar yemiş olduğunu söyleyip ayaklanan Isaac’e misafirliğin ona vermiş olduğu hakkı kullanıp onlarla yiyip içmeye devam etmesi gerektiğini söylediler. Böylece Isaac masadaki yerine tekrardan oturdu ve hep beraber bal likörü içip sohbet ettiler. Ardından Isaac’in onlarla balık tutmaya gitmesi gerektiğini, böylece eve eli boş dönmemiş olacağını söylediler.
Açıldıkları ilk seferde büyük bir fırtına patlak vermek üzereydi. Oğullardan biri dümeni kontrol ediyor, bir diğeri pruvada oturuyor, son kardeş de ortalarında oturuyordu. Isaac ise terden sırılsıklam olana kadar balık yemleriyle uğraşmıştı. Büyük bir hırçınlıkla denizde ilerliyorlardı. Hiç camadan vurmadılar,5 teknenin içi suyla dolduğu zaman dalgaların doruğunda dans ediyor, dalgaların üzerinde kayıyorlardı; böylece teknenin kıç tarafındaki su tıpkı bir çeşme gibi fışkırıyordu. Bir süre sonra fırtına kesildi ve balık tutmaya başladılar. Denizde o kadar çok balık vardı ki çapa dahi atmalarına gerek kalmadı, çünkü zaten teknelerinin altı balık sürüleriyle doluydu. Udröst’ün oğulları ardı ardına balık yakalıyorlardı. Isaac işinin ehliydi ancak yanına kendi olta takımını almıştı, bu nedenle ne zaman bir balık tutacak gibi olsa balık elinden kaçıveriyordu. Günün sonunda tek bir balık bile yakalayamamıştı. Tekne balıkla dolup taştığı zaman eve, Udröst’e doğru yelken açtılar. Döndükleri zaman oğullar balıkları temizlediler ve tezgâha yığdılar, Isaac ise bu sırada babalarına ne kadar şanssız olduğundan yakınıyordu. Adam bir dahaki sefer daha iyi bir iş çıkaracağını söyleyerek ona birkaç olta iğnesi verdi. Balık tutmaya gittikleri bir sonraki sefer Isaac de en az diğerleri kadar balık yakalamayı başardı. Avdan eve döndüklerinde hakkı olan üç tezgâh balık Isaac'e verildi.
Bir süre sonra Isaac evini özledi; ayrılmasına yakın yaşlı adam, ona hediye olarak yiyecekler, halat takımı ve diğer kullanışlı eşyalarla dolu yeni bir balıkçı teknesi yaptı. Isaac defalarca teşekkür etti, bunun üzerine yaşlı adam balık sezonu açıldığında tekrar geri gelmesi için onu adaya davet etti. Adam da zaten ikinci grup Stevne’ye6 katılarak Bergen’e yük götürecekti. Neden Isaac de balıklarını satmak için ona katılmasındı? Isaac bu teklif karşısında mutlu olmuştu ve Udröst’e tekrar gelebilmek için hangi yöne yelken açması gerektiğini sordu.
“Tek yapman gereken açık denize doğru yol alan karabatağı izlemek. O seni doğru yöne sevk edecektir,” dedi adam, “İyi şanslar!”
Isaac yola çıktıktan kısa bir süre sonra çevresine bakındığında görünürde ne Udröst vardı ne de başka bir şey; dört bir yanında sadece ve sadece okyanus uzanıyordu.
Zamanı geldiğinde Isaac yola çıktı, denize açılıp Udröstlü balıkçı adama katıldı. Hayatı boyunca böyle bir tekne görmemişti. Tekne o kadar uzundu ki teknenin kıç tarafındaki dümenci, kürekçilere bir şey söylemek için seslense kimse onu duyamazdı. Bu nedenle dümenciden aldığı emri kürekçilere iletmesi için teknenin tam ortasında, gemi direğine yakın durması için bir adam görevlendirilmişti; kendini duyurabilmesi için ne kadar bağırması gerekiyorsa o kadar bağırıyordu.
Isaac’in görevi geminin pruva tarafında bulunmasını gerektiriyordu. Balıkları askılardan indiriyordu ancak nasıl oluyordu da askılar tekrar tekrar bu kadar çok, taze balıkla doluyordu, anlayamıyordu. Ne kadar balık indirirse indirsin her defasında bir o kadar balık daha yakalıyorlardı. Bergen’e vardıklarında balıklarını sattı. Öyle çok para kazandı ki bu parayla Udröstlü adamın kendisine tavsiye ettiği, yükünü saklayabileceği bir deposu olan, iki direkli, tam donanımlı bir gemi alabilirdi. Akşamın son saatlerinde, tam eve yelken açmaya hazırlanıyorken yaşlı adam tekneye çıkıp komşularını unutmaması gerektiğini söyledi. Daha sonra Isaac’e başarılar, teknesineyse iyi bir talih diledi. “Gökyüzüne yükselen her şey sağlam ve her şey yolunda,” dedi adam. Burada aslında demek istediği, kimsenin göremediği fakat eğer ihtiyaç olursa geminin direklerine destek sağlayacak birinin gemide bulunuyor olmasıydı.
O andan beri şans Isaac’in hep yanında oldu. Bunun nedenini iyi bildiğinden dolayı sonbahar geldiğinde, kışı atlatmak için tekneyi karaya çektiklerinde her kim nöbet tutacaksa ona iyi bir şeyler hazırlamayı hiçbir zaman unutmadı. Üstelik her Noel zamanı yelkenlinin üzerinde ışık parıltıları görülür; keman sesleri, müzik ve kahkahalar duyulur ve kutlama yapılıp danslar edilirdi.
*
“Udröst Adası” (Asbjörnsen, Huldreeventyr, Bölüm I, p. 259, Nordland menşeili, anlatıcının kimliği bilinmiyor) bir Norveçlinin fırtınalı bir denizde yaşadığı kaza sonucu, tehlikenin tam ortasında karşısına çıkan efsanevi bir yeryüzü cennetidir. Gürültülü dalgaların yakınında verimli olmalarına rağmen çok az getirisi olan tarlalara sahip Norveçli, bu yerin kelimelere sığmaz bereketi ve daimi huzuru karşısında küçük dilini yutar. Udröst, hayatları tehlike ve arayış içinde geçen balıkçı halk için neredeyse bir Kutsal Ada’dır, bir Avalon’dur.