Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Küçük Lord Fauntleroy»

Schriftart:

I

Cedric’in hiçbir şeyden haberi yoktu. Kimse ona bir şey anlatmamıştı. Babasının İngiliz olduğunu biliyordu; annesi ona öyle söylemişti; ama sonra, daha küçük bir çocukken babası hayatını kaybettiği için, onun hakkında pek bir şey bilmiyordu; iri yarı bir adam, gözlerinin mavi ve omuzları üstünde odada gezmenin harika bir şey olduğunu hatırlıyordu sadece. Babasının vefatından sonra, Cedric annesiyle onun hakkında konuşmamasının daha iyi olduğunun farkına vardı. Babası hastayken, Cedric evden başka bir yere gönderilmişti ve geri döndüğünde her şey olup bitmişti; çok hasta olan annesi pencerenin yanındaki sandalyesine yeni yeni oturabiliyordu. Rengi solgundu ve zayıflamıştı, güzelim yüzündeki gamzeler kaybolmuştu, kocaman kocaman olmuş gözleri hüzünle bakıyordu ve siyahlar içindeydi.

“Canımın içi.” dedi Cedric (Babası ona her zaman böyle seslenirdi, küçük Cedric de bunu ondan öğrenmişti.). “Canımın içi, babam iyileşti mi?”

Annesinin kollarının titrediğini hissetti; kıvırcık saçlı başını kaldırıp onun yüzüne baktı. Yüzünde bir şey vardı; öyle ki ağlayacağını hissetti. “Canımın içi!” dedi. “O iyi mi?”

Sonra birden sevgi dolu küçük kalbi ona, annesinin boynuna sarılıp onu tekrar tekrar öpmesi ve yumuşacık yanaklarını onunkilere dayamasını söyledi; öyle de yaptı ve annesi de yüzünü onun omuzlarına gömdü ve sanki onu hiç bırakmayacakmış gibi sarılarak doyasıya ağladı.

“Evet, baban iyi.” diyerek içini çekti. “Pek, pek iyi, ama bizim… bizim birbirimizden başka kimsemiz kalmadı. Hem de hiç kimsemiz.”

Cedric, küçük yaşına rağmen iri yarı, yakışıklı, genç babasının bir daha geri gelmeyeceğini, başka insanlarda olduğunu duyduğu gibi onun da öldüğünü anladı; ama tüm bu üzgün havayı yaratan tuhaf şeyin ne olduğunu tam olarak kavrayamamıştı. Çünkü annesi babasından bahsederken sürekli ağlıyordu, o da annesiyle babası hakkında pek konuşmamanın ve annesinin hareketsiz veya konuşmadan sabit oturup ateşe veya pencereden dışarı bakmasına izin vermemenin daha iyi olacağını fark etti.

Çok az kimseyi tanıyorlardı ve çok yalnız sayılabilecek bir hayat yaşıyorlardı, gerçi Cedric büyüyüp de evlerine neden kimsenin gelmediğini öğrenene kadar yalnız yaşamlarının farkına varmadı. Sonra ona annesinin bir yetim ve babası ile evlenene kadar dünyada bir başına olduğu söylendi. Annesi çok güzel bir kızmış ve ona hiç de iyi davranmayan yaşlı, zengin bir kadının bakıcısıymış; bir gün kadının evine uğrayan Captain Cedric Errol kızın gözlerinde yaşlarla merdivenlerden koşarak çıktığını görmüş. Kız o kadar tatlı, masum ve hüzünlü görünüyormuş ki Captain’ın aklından bir türlü çıkmamış. Birkaç tuhaf olay birbirini kovalamış, birbirlerini çok iyi tanımışlar ve gönülden sevmişler, birçok kişinin itirazına rağmen evlenmişler. Evliliklerine en çok karşı çıkan, Captain’ın İngiltere’de yaşayan, son derece zengin ve asil, ama Amerika ve Amerikanlara karşı öfkeli ve aksi olan babasıymış. Captain Cedric’ten büyük iki oğlu daha varmış ve kanunlara göre zengin ve ihtişamlı olan bu ailenin adı ve mülkleri büyük olana kalırmış; büyük oğul hayatını kaybederse sonraki oğul vâris olurmuş; yani -büyük bir ailenin mensubu olsa da- Captain Cedric’in çok zengin olması küçük bir ihtimalmiş.

Fakat tabiat ana en genç oğula, diğerlerine bahşetmediği armağanlar vermiş. Güzel bir yüzü, hoş, güçlü ve zarif bir bedeni, ışıltılı bir gülümsemesi ve tatlı, neşeli bir sesi varmış; cesur ve cömertmiş, dünyadaki en yufka yüreğe ve herkese kendini sevdirme kabiliyetine sahipmiş. Ama ağabeyleri hiç de böyle değilmiş; hiçbirinde yakışıklılık, kibarlık veya akıllılık yokmuş. Eton’daki delikanlılık çağlarında popüler değillermiş; kolejdeyken ders çalışmak umurlarında olmazmış, zaman ve paraları boşa gidiyormuş ve gerçek arkadaşlarının sayısı çok azmış.

Babaları yaşlı kont sürekli onlar yüzünden hayal kırıklığına uğruyor ve küçük düşüyormuş; vârisleri soylu adına layık değilmiş ve yiğitlikten, soyluluktan nasibini almamış, bencil, savruk, silik adamlar olacakları belli gibiymiş. Yaşlı kont, çok az bir servete malik olacak olan üçüncü oğlunun tüm yetenek, cazibe, kabiliyet ve güzelliği kendinde toplamasının çok acı bir durum olduğunu düşünüyormuş. Bazen de yakışıklı genç adamdan neredeyse nefret ediyormuş, çünkü en genç oğlu yüce isimlerine ve görkemli konağa yakışan iyi niteliklere sahipmiş ancak gururlu, inatçı ve yaşlı kalbinin derinliklerinde onu umursamadan da yapamıyormuş. Aksi bir anında onu Amerika’ya göndermiş; böylece bir süreliğine olsun onu uzaklara yollayarak sürekli baş belası diğer erkek kardeşleriyle kıyaslayıp sinirlenmeyeceğini düşünmüş.

Ancak altı ay kadar sonra, kendini yalnız hissetmeye başlamış ve gizliden gizliye oğlunu yeniden görmek istemiş, böylece Captain Cedric’e yazarak eve dönmesini istemiş. Captain da babasına Amerikalı tatlı bir kıza âşık olduğunu ve onunla evlenmek istediğini anlatan bir mektup yazmış. Mektup eline ulaştığında kont küplere binmiş. Hayatında hiçbir şeye Captain’ın mektubuna sinirlendiği kadar sinirlenmemiş. O sırada odada olan uşağı efendisini öylesine çıldırmış görünce inme ineceğini zannetmiş. Kont bir saat boyunca kaplan gibi kudurmuş, sonra oturup oğluna yazmaya başlamış; bir daha evinin yakınına bile uğramamasını, ne kendisine ne de kardeşlerine bir daha yazmamasını emretmiş. İstediği gibi yaşayabileceğini ve istediği yerde ölüp gidebileceğini, artık ailesinden sonsuza kadar koptuğunu, yaşadığı sürece babasından bir daha asla yardım istememesini söylemiş.

Captain mektubu okuduğunda çok üzülmüş; İngiltere burnunda tütüyormuş ve doğduğu güzel evi çok seviyormuş; hatta yaşlı ve aksi babasını bile seviyor ve onun hayal kırıklıklarını anlıyormuş; ama gelecekte ondan şefkat beklememesi gerektiğinin de farkındaymış. Başlarda ne yapacağını bilememiş; o, iş yapmak için yetiştirilmemiş ve hiçbir iş deneyimi yokmuş; ama cesaretli ve son derece kararlıymış. İngiliz ordusundaki rütbesini satmış ve birkaç zorlu durumdan sonra New York’ta bir iş bulup evlenmiş. Yeni hayatı İngiltere’deki hayatına göre çok farklıymış ama hâlâ genç ve mutluymuş, çok çalışmanın gelecekte ona güzel şeyler kazandıracağını umuyormuş.

Sakin bir caddede küçük bir evi varmış ve minik oğlu bu evde doğmuş. Her şey tıkırında ve çok keyifli gidiyormuş; kısacası, zengin ve yaşlı kadının tatlı bakıcısıyla sadece çok şirin bir kız olduğu ve birbirlerini sevdikleri için evlenmiş olmasından zerre kadar pişmanlık duymuyormuş. Karısı, gerçekten de çok tatlı bir kızmış ve minik oğlu da tıpkı anne ve babasına benziyormuş. Her ne kadar sakin, mütevazı ve küçük bir evde doğmuş olsa da dünyanın en şanslı bebeği gibiymiş. Öncelikle, her zaman uslu duruyormuş ve kimseye sorun çıkarmıyormuş; ikincisi, öyle iyi huylu ve öyle cana yakınmış ki herkesin sevgilisiymiş; üçüncü olarak, bir tablo gibi öyle güzelmiş ki insan bakmaya doyamıyormuş. Doğduğunda kel kafalı bir bebek değilmiş; yumuşak, ince telli, uçları kıvrık, altın rengi saçları varmış, altı aylık olduğundaysa saçlarının uçları lüle lüle olmaya başlamış; kocaman kahverengi gözleri ve uzun kirpikleri, sevimli bir yüzü varmış; sırtı öyle sağlam, bacakları öylesine sağlıklıymış ki dokuz aylıkken birden yürümeye başlamış; çok iyi huylu bir bebekmiş, onu tanımak büyük bir zevkmiş. Herkesi arkadaşı olarak görüyormuş, birisi onunla konuşurken veya sokakta bebek arabasındayken yabancılara kahverengi gözleriyle tatlı ve ciddi bir bakış attıktan sonra, sevimli ve içten bir gülücük fırlatırmış; sonuç olarak o sakin caddede yaşayan herkes -yeryüzünün en huysuz adamı olan o manav bile- onu görmekten ve onunla konuşmaktan keyif alırmış. Her ay biraz daha büyüdükçe daha bir yakışıklı oluyor ve daha ilgi çekici bir çocuk hâline geliyormuş.

Dadısı olmadan yürüyecek kadar büyüyen Cedric küçük bir oyuncak araba sürdüğünde, kısa, beyaz bir İskoç eteği giydiğinde, sarı kıvırcık saçlarının üstüne beyaz bir şapka taktığında öyle yakışıklı, gürbüz ve elma yanaklı görünüyordu ki herkesin ilgisini çekiyordu; eve gelince dadısı annesine onu görmek ve konuşmak için bebek arabalarını durduran kadınları ve ufaklık onları tanıyormuşçasına tüm tatlılığıyla konuştuğunda ne kadar keyiflendiklerini anlatıyordu. En büyüleyici özelliği; neşeli, korkusuz, ilgi çekici havasıyla insanlarla hemen dost olabilmesiydi. Galiba bu, güven verici bir doğası, herkesi anlamaya çalışan merhametli bir kalbi olmasından ve başkalarını da kendisi gibi huzurlu etmeye çalışmasından kaynaklanıyordu. Etrafındaki insanların duygularını hemen anlayıveriyordu. Belki de böyle alışmıştı, çünkü her zaman sevgi dolu, düşünceli, kibar ve soylu bir anne babayla büyümüştü. Evde hiç kaba veya nezaketsiz bir kelime söylendiğini duymamıştı; her zaman sevilmiş, sarılıp sarmalanmış ve kendisine kibar davranılmıştı; böylece çocuk ruhu nezaket ve masum, sıcak duygularla dolmuştu. Annesinin tatlı, sevgi dolu sözlerle çağrıldığını işitmişti, bu yüzden o da annesiyle o şekilde konuşurdu; babasının her zaman onu koruduğunu, onunla çok iyi bir şekilde ilgilendiğini gördüğü için o da annesine karşı düşünceli davranmayı öğrenmişti.

Böylece artık babasının dönmeyeceğini anladığında ve annesinin ne kadar üzgün olduğunu gördüğünde, güzel, küçük yüreğine zamanla annesini mutlu edecek şeyleri yapma düşüncesi geldi. Neredeyse bebek sayılırdı, ama annesinin dizlerine tırmanıp onu öptüğünde ve kıvırcık saçlı kafasını onun boynuna dayadığında, oyuncaklarını ve resimli kitaplarını göstermek için ona getirdiğinde ve annesi kanepede uzanırken sessizce onun yanına kıvrıldığında aklında hep bu düşünce vardı. Başka şeyler düşünecek kadar büyük değildi, bu yüzden kendince elinden geleni yapıyor ve annesine idrak edebileceğinden daha fazla moral oluyordu.

Bir keresinde annesinin, “Ah, Mary!..” dediğini duydu yaşlı hizmetkârına. “Masum masum kendince bana yardım etmek istediğini düşünüyorum; eminim yardım etmek istiyor. Bana bazen öyle sevgi dolu, öyle merak eden gözlerle bakıyor ki, sanki benim için üzülüyor gibi, sonra gelip beni öpüp kokluyor veya bir şeyler gösteriyor. Büyümüş de küçülmüş gibi, bence gerçekten anlıyor.”

Büyüdükçe insanları son derece şaşırtan ve onların ilgisini çeken bir sürü ilginç özellikler edindi. Annesiyle öyle ilgiliydi ki başkaları pek de umurunda değildi. Birlikte yürür, birlikte konuşur, birlikte oynarlardı. Henüz küçükken okumayı öğrendi; akşamları şömine önündeki halıya uzanıp dışından kitap okurdu, bazen hikâyeler, bazen daha büyük insanların okuyacağı türden büyük kitaplar, bazen de gazete… Genelde böyle zamanlarda Mary mutfaktan Bayan Errol’ın çocuğun söylediği ilginç şeylere neşeyle güldüğünü duyardı.

“İşin aslı…” dedi Mary manava, “millet bunun bir değişik hâllerine gülmekten kırılıyor, bir de o koca adam gibi laflarına! Yeni başkan aday gösterildiği akşam mutfağa gelip ocağın önünde durdu, resim gibiydi, ellerini küçük ceplerine sokmuş, masum suratı hâkim gibi ciddi. Sonra bana dedi ki, ‘Mary!’ dedi. ‘Seçimler oldukça ilgimi çekiyor.’ dedi. ‘Ben cumhuriyetçiyim, canımın içi de öyle. Peki, sen cumhuriyetçi misin Mary?’ ‘Kusura bakma.’ dedim. ‘Ben tam bir demokratım!’ Sonra bana insanın içine işleyen bir bakış attı ve dedi ki, ‘Mary!’ dedi. ‘Ülke mahvolacak.’ Sonra da hiçbir zaman gelip de fikrimi değiştirmek için benimle tartışmadı.”

Mary ona çok düşkündü ve onunla gurur duyuyordu. O doğduğundan beri annesiyle birlikteydi ve babasının ölümünden sonra evin aşçısı, hizmetçisi, bakıcısı, kısacası her şeyi olmuştu. Onun endamlı, güçlü bedeniyle ve incelikli hâlleriyle gurur duyuyordu; özellikle alnına düşen parlak kıvırcık saçlarıyla ve omuzlarına düşen büyüleyici lüleleriyle. Annesinin ona küçük elbiseler yapmasına ve onları tertipleyip düzenlemesine yardım etmek için sabahtan akşama kadar memnuniyetle uğraşıyordu.

“Asil, değil mi?” derdi. “İnan ki, bu çocuğu Beşinci Cadde’de görmek isterdim, böyle tüm yakışıklılığıyla arzıendam ederken. Onu hanımın eski robundan yapılmış siyah kadife eteğinin içinde, başı havada, kıvırcık parlak saçları uçuşurken gören ne kadar adam, kadın, çocuk varsa dönüp de bakardı. Küçük lordlara benziyor.”

Cedric küçük lordlara benzediğini bilmiyordu; lordun ne demek olduğunu bile bilmiyordu. En büyük arkadaşı köşedeki manavdı; ona asla huysuzluk yapmayan huysuz manav. Adı Bay Hobbs’tı ve Cedric ona hayrandı, çok saygı duyuyordu. Onun çok zengin ve nüfuzlu biri olduğunu düşünüyordu, dükkânında bir sürü şey vardı, -erikler, incirler, portakallar, kurabiyeler- ayrıca bir atı ve at arabası. Cedric sütçüyü, fırıncıyı ve elmacı kadını da seviyordu, ama en sevdiği Bay Hobbs’tı, ona kendini çok yakın hissettiği için onu her gün görmeye gidiyordu ve genellikle onunla uzun saatler oturup havadan sudan konuşuyorlardı. Konuşacak bu kadar konu bulmaları gerçekten şaşırtıcıydı; örneğin, Dört Temmuz. Dört Temmuz lafı bir açıldı mı konuşmaları bitmek bilmezdi. Bay Hobbs “İngilizler” hakkında pek iyi şeyler düşünmezdi ve Devrim macerasının tamamını düşmanın hainliği hakkında müthiş ve vatansever hikâyelerle ve Devrim kahramanlarının yiğitlikleriyle bezeyerek anlatırdı, hatta Özgürlük Bildirgesi’nden bölümleri tekrar ederdi.

Cedric öyle heyecanlanırdı ki gözleri parlar, yanakları al al olur, kendini eve nasıl attığına şaşırırdı. Eve varınca akşam yemeğini bitirmeyi bile zor bekler, konuştuklarını annesine anlatmak için can atardı. Belki de onun politikaya ilgi duymasında birinci amil Bay Hobbs olmuştu. Bay Hobbs gazete okumayı severdi, bu sayede Cedric Washington’da olup bitenlerden haberdar olurdu ve Bay Hobbs ona başkanın görevlerini yerine getirip getirmediğini anlatırdı. Bir keresinde, seçim zamanında, olayı gözünde öyle büyütmüştü ki, büyük ihtimalle Bay Hobbs ve Cedric olmasa ülke felakete sürüklenecekti!

Bay Hobbs onu büyük bir fener alayını izlemeye götürdü. Fener taşıyan adamların çoğunun zihninde, lamba direğinin yanında duran gürbüz adam ve omuzlarında taşıdığı, şapkasını havada sallayıp bağıran yakışıklı küçük çocuk olarak kaldı.

O seçimden sonra, Cedric yedi sekiz yaşlarındayken, hayatında harika bir değişiklik yaratan o tuhaf şey gerçekleşti. Çok da ilginçti; o gün Bay Hobbs ile İngiltere ve kraliçe hakkında konuşuyorlardı ve Bay Hobbs aristokrasi hakkında sert yorumlarda bulunmuştu, özellikle kontlara ve markilere karşı öfkeliydi. Sıcak bir sabahtı; birkaç arkadaşıyla askercilik oynadıktan sonra Cedric dükkâna dinlenmeye gitti ve Bay Hobbs’ı saltanat töreninin bir resminin olduğu Resimli Londra Gazetesi’ne öfkeyle bakarken buldu.

“Ah!” dedi. “Aynen böyle devam edin; ama bir gün gelecek ve bıkacaklar, ezip geçtikleri insanlar yükselip onları alaşağı edecek, kontları, markileri, hepsini! Vakitleri daralıyor, gözlerini dört açsalar iyi ederler!”

Cedric her zamanki gibi yüksek tabureye yerleşti, şapkasını geri itti, ellerini ceplerine soktu.

“Çok fazla marki tanıdığınız var mı Bay Hobbs?” diye sordu. “Veya kont?”

“Hayır.” diye cevapladı Bay Hobbs öfkeyle. “Sanırım yok. Hele onlardan birini burada yakalayayım!.. Hiçbir açgözlü zorba gelip benim bisküvi kutularımın üstünde oturamaz!”

Bu duyarlılıktan öyle iftihar ediyordu ki etrafa gururla baktı ve alnını sildi.

“Belki ellerinden gelse kont olmazlardı.” dedi Cedric, onların mutsuz durumlarına karşı belli belirsiz bir sempati duyarak.

“Sen öyle san!” dedi Bay Hobbs. “Bununla gurur duyarlar! Hepsinin içinde var. Hiçbirinin ciğeri beş para etmez!”

Mary geldiğinde sohbetlerinin ortasındaydılar.

Cedric onun şeker falan almaya geldiğini düşündü, ama sandığı gibi değildi. Beti benzi atmıştı, sanki bir şeyler onu çok heyecanlandırmıştı.

“Haydi, tatlım.” dedi. “Hanımım seni bekliyor.”

Cedric taburesinden indi.

“Onunla dışarı çıkmamı mı istiyor Mary?” diye sordu. “İyi günler Bay Hobbs. Sonra görüşürüz.”

Mary’nin ona şaşırmış gibi bakması garibine gitmişti ve neden başını sallayıp durduğunu merak etti.

“Ne oldu Mary?” diye sordu. “Sıcak hava mı çarptı?”

“Hayır.” dedi Mary. “Ama başımıza ilginç şeyler geliyor.”

“Güneş canımın içinin başını mı ağrıttı?” diye sordu endişeyle Cedric.

O da değildi. Eve vardığında kapının önünde bir araba gördü ve salonda biri annesiyle konuşuyordu. Mary onu üst kata çıkardı, en güzel yazlık kıyafetini, beli kırmızı kuşaklı krem renk flanel takımını giydirdi ve lülelerini taradı.

Onun “Lord muymuş?” dediğini duydu. “Soylular ve üst tabaka. Amanın! Çok fena! Lord falan, kötü talih.”

Kafası gerçekten karışmıştı ama annesinin bütün bu telaşın nedenini söyleyeceğinden emindi, bu yüzden Mary’nin kendi kendine söylenip durmasına ses çıkarmadı. Giyinince alt kata koştu ve salona girdi. Uzun boylu, ince, yaşlı, keskin yüz hatları olan bir beyefendi koltukta oturuyordu. Annesi solgun bir yüzle ayakta duruyordu, gözlerini yaşlı gördü.

“Ah! Ceddie!” diye haykırdı ve küçük oğlunun yanına koştu, onu kollarının arasına alıp ürkek ve tedirgin bir şekilde öptü. “Ah! Ceddie, tatlım!”

Uzun boylu yaşlı beyefendi yerinden kalktı ve keskin gözleriyle Cedric’e baktı. Ona bakarken ince çenesini kemikli elleriyle ovuşturuyordu.

Hiç de hoşnutsuz görünmüyordu.

“Demek öyle.” dedi sonunda yavaşça. “Demek küçük Lord Fauntleroy bu.”

II

Ertesi hafta boyunca Cedric kadar şaşkın bir çocuk yoktu; o hafta kadar tuhaf ve gerçek dışı bir hafta da yoktu. İlk olarak, annesinin anlattığı hikâye çok ilginçti. Anlayana kadar iki üç defa dinlemesi gerekti. Bay Hobbs’ın bunun hakkında ne düşüneceğini tahmin bile edemiyordu. Hikâye kontlarla başlamıştı; hiç görmediği büyükbabası konttu; attan düşüp vefat etmeseydi büyük amcası da zamanı geldiğinde kont olacaktı ve onun ölümünden sonra diğer amcası Roma’da hummadan aniden vefat etmeseydi o da kont olacaktı. Kendi babası da eğer hayatını kaybetmeseydi, kont olacaktı, fakat hepsi vefat ettiği ve geride sadece Cedric kaldığı için görünüşe göre büyükbabasının vefatından sonra o kont olacaktı ve kendisi şimdilik Lord Fauntleroy’du.

Bunu ilk duyduğunda beti benzi attı.

“Ah! Canımın içi!” dedi. “Keşke kont olmasam. Çocuklardan hiçbiri kont değil. Ben de olmasam olmaz mı?”

Ama bu durum kaçınılmaz görünüyordu. O akşam açık pencerenin önünde oturup harabe sokağa bakarken, o ve annesi bu konuyu uzun uzun konuştular. Cedric ayaklı taburesinde en sevdiği şekilde bir dizini kavrayarak, düşünmekten kıpkırmızı olmuş şaşkın yüzüyle oturuyordu. Büyükbabası onu İngiltere’ye çağırıyordu ve annesi gitmesi gerektiğini düşünüyordu.

“Çünkü…” dedi annesi üzgün gözlerle pencereden dışarı bakarken, “baban da böyle olsun isterdi Ceddie. Vatanını çok severdi ve küçük bir çocuğun anlayamayacağı, düşünülmesi gereken bir sürü şey var. Seni göndermezsem bencil bir anne olurum. Büyüyüp koca adam olduğunda bunu daha iyi anlayacaksın.”

Ceddie başını kederle iki yana salladı.

“Bay Hobbs’ı bırakıp gittiğim için çok üzüleceğim.” dedi. “Korkarım ki beni özler, ben de onu özlerim. Hem herkesi özlerim!”

Ertesi gün Dorincourt kontunun aile avukatı olan ve Lord Fauntleroy’u İngiltere’ye götürmekle görevlendirilen Bay Havisham geldi ve Cedric bir sürü şey duydu. Fakat bir şekilde, büyüyünce çok zengin biri olacağını, şurada burada şatoları, kocaman koruları, derin madenleri, bir sürü malı mülkü olacağını duymak onu rahatlatmıyordu. Aklı, arkadaşı Bay Hobbs’taydı ve kahvaltıdan sonra kafası karışık bir vaziyette dükkâna, onu görmeye gitti.

Bay Hobbs’ı sabah gazetesini okurken buldu ve ağır ağır yanına yanaştı. Başına gelenleri duyunca onun çok şaşıracağını hissediyordu, dükkâna giderken yol boyunca bu haberi nasıl vereceğini düşünmüştü.

“Merhaba!” dedi Bay Hobbs. “Günaydın!”

“İyi sabahlar.” dedi Cedric.

Her zaman yaptığı gibi yüksek tabureye tırmanmadı; bisküvi kutusunun üstüne oturdu ve bir dizini kavradı; bir süre o kadar sessiz kaldı ki Bay Hobbs sonunda gazetesinin üstünden soru sorar gibi ona baktı.

“Merhaba!” dedi yeniden.

Cedric tüm gücünü topladı.

“Bay Hobbs!” dedi. “Dün sabah konuştuğumuz konuyu hatırlıyor musunuz?”

“Tabii.” diye cevap verdi Bay Hobbs. “İngiltere’den bahsediyorduk.”

Bay Hobbs başının arkasını kaşıdı.

“Kraliçe Victoria ve aristokrasiden bahsediyorduk.”

“Evet.” dedi Cedric, tereddüt ederek devam etti: “Ve… Ve kontlardan, hatırladınız mı?”

“Şey, evet.” diye cevapladı Bay Hobbs. “Onlara biraz dokundurduk, aynen öyle!”

Cedric alnındaki kâküllere kadar kızardı. Hayatında başına bundan daha utanç verici bir şey gelmemişti. Bu Bay Hobbs için de biraz utanç verici olabilir diye korkuyordu.

“Demiştiniz ki…” diye devam etti, “onların gelip de bisküvi kutularınıza oturmasına hayatta izin vermezmişsiniz.”

“Aynen öyle dedim!” dedi Bay Hobbs kendinden emin bir şekilde. “Ciddiyim. Hadi bir denesinler de görsünler!”

“Bay Hobbs!” dedi Cedric. “Şu anda bir tanesi kutunun üstünde oturuyor.”

Bay Hobbs neredeyse sandalyesinden fırlayacaktı.

“Ne!” diye haykırdı.

“Evet.” dedi Cedric, olabildiğince alçakgönüllülükle, “Ben onlardan biriyim ya da olacağım. Sizi kandıracak değilim.”

Bay Hobbs tedirgin olmuş gibiydi. Birden ayağa kalktı ve termometreye bakmaya gitti.

“Başına güneş geçmiş senin!” diye haykırdı, genç arkadaşının yüzünü kontrol etmek için geri geldi. “Sıcak bir gün! Nasıl hissediyorsun? Ağrın falan var mı? Ne zamandır kendini böyle hissediyorsun?”

Kocaman elini küçük çocuğun saçlarına koydu. Bu çok utanç vericiydi.

“Teşekkür ederim.” dedi Ceddie. “İyiyim. Kafamla ilgili bir sorun yok. Ne yazık ki bu gerçek Bay Hobbs. Mary beni bu yüzden almaya gelmiş. Bunu anneme Bay Havisham anlatıyordu, o bir avukat.”

Bay Hobbs sandalyesine çöktü ve mendiliyle alnını sildi.

“Birimizi güneş çarpmış!” diye haykırdı.

“Hayır.” diye cevapladı Cedric. “Kimseyi çarpmadı. Bay Havisham bize bunu söylemek için kalkıp ta İngiltere’den gelmiş. Büyükbabam göndermiş onu.”

Bay Hobbs önündeki masum ve ciddi küçük surata delirmiş gibi baktı.

“Kim senin büyükbaban?” diye sordu.

Cedric elini cebine soktu ve dikkatle kendi yuvarlak, yamuk elleriyle yazılmış bir kâğıt parçası çıkardı.

“Kolay hatırlayamam diye buraya yazdım.” dedi. Yavaşça okumaya başladı: “John Arthur Molyneux Errol, Earl of Dorincourt. Bu onun adı ve bir şatoda yaşıyor, iki veya üç şatoda, sanırım. Ölen babam onun en küçük oğluymuş, babam ölmeseymiş lord veya kont olamazmışım ve iki kardeşi ölmese babam kont olamazmış. Ama hepsi ölmüş ve geride benden başka kimse, hiçbir erkek evlat kalmamış, bu yüzden ben olmalıymışım. Büyükbabam beni İngiltere’ye çağırıyormuş.”

Bay Hobbs’ı sıcak bastı. Alnını ve kel kafasını siliyor, zar zor nefes alıp veriyordu. Olağanüstü bir şey olduğunu anlamaya başladı; ama bisküvi kutusunun üstünde masum yüzü ve çocuksu gözlerinde endişeli bir ifadeyle oturan küçük çocuğa bakınca ve aslında onun hiç de değişmediğini, tıpkı bir önceki günkü mavi takım ve kırmızı boyun bağı ile yakışıklı, neşeli, cesur küçük dostu olduğunu görünce soyluluk ile ilgili tüm bildikleri onu afallatmıştı. Cedric bu olayın ne kadar muazzam bir şey olduğunun farkına bile varmadan son derece kusursuz bir sadelikle konuştuğu için daha da afallamıştı.

“Ad… adım ne demiştin?” diye sordu Bay Hobbs.

“Adım Cedric Errol, Lord Fauntleroy.” diye cevapladı Cedric. “Bay Havisham öyle dedi. Odaya girince dedi ki: ‘Demek küçük Lord Fauntleroy bu!’ ”

“Şey…” dedi Bay Hobbs, “anladıysam Arap olayım!”

Çok şaşırdığında veya heyecanlandığında hep bu ifadeyi kullanırdı. Böyle karışık durumlarda diyecek başka bir şey bulamazdı.

Cedric bunun gayet uygun ve yerinde bir tepki olduğunu düşündü. Bay Hobbs’a karşı olan saygı ve sevgisi öylesine büyüktü ki onun her ifadesine hayrandı ve hepsini onaylıyordu. Bay Hobbs’ın bazen pek de alışılagelmiş bir tip olmadığını fark edecek kadar insan tanımamıştı. Elbette onun annesinden farklı olduğunun biliyordu, ama neticede annesi bir kadındı ve kadınların her zaman erkeklerden farklı olduğunu düşünüyordu.

Bay Hobbs’a kederli gözlerle baktı.

“İngiltere buraya çok uzak, değil mi?” diye sordu.

“Atlantik Okyanusu’nun diğer tarafında.” diye cevapladı Bay Hobbs.

“Bu çok kötü.” dedi Cedric. “Belki sizi uzun bir süre göremeyeceğim. Bunu düşünmek bile istemiyorum Bay Hobbs.”

“Yakın dostlar ayrılmaz.”

“Uzun yıllardır arkadaşız, değil mi?”

“Doğduğundan beri.” diye cevap verdi Bay Hobbs. “Bu sokağa ilk çıktığında altı haftalıktın.”

“Ah.” dedi Cedric içini çekerek. “O zamanlar kont olacağım aklıma gelir miydi hiç!”

“Ne diyorsun!” dedi Bay Hobbs. “Bu işten kaçarın yok mu?”

“Maalesef.” diye cevapladı Cedric. “Annem diyor ki babam da böyle olsun istermiş. Kont olmam gerekiyorsa yapabileceğim tek bir şey var: İyi bir kont olmak. Zorbanın teki olmayacağım. Eğer Amerika ile yeniden savaş çıkarsa onu durdurmak için elimden geleni yaparım.”

Bay Hobbs ile uzun ve ciddi bir konuşma yaptılar. Bay Hobbs ilk şoku atlattıktan sonra beklendiği kadar da hiddetli bir tavır göstermedi; durumu kabullenmeye çalıştı ve en sonunda bir sürü soru sordu. Cedric bu soruların bir kısmını cevaplayabildiği için kendi sorularını kendi cevaplamaya başladı ve kontlar, markiler, büyük malları mülkleri hakkında öyle şeyler söyledi ve bunları öyle bir açıkladı ki Bay Havisham duysaydı ağzı açık kalırdı.

Zaten Bay Havisham’ı şaşırtan bir sürü şey vardı. Hayatını İngiltere’de sürdürmüştü, Amerikalılara ve Amerikan âdetlerine alışkın değildi. Yaklaşık kırk yıldır Dorincourt kontunun ailesi ile bağı profesyonelceydi ve tüm büyük mülklerini, büyük servetini ve bunların önemini biliyordu; gelecekte bunların tamamının yöneticisi ve sahibi olacak olan küçük çocukla, müstakbel Dorincourt kontuyla, soğuk duygularla ve iş icabı ilgileniyordu. Yaşlı kontun büyük oğullarıyla ilgili hayal kırıklıklarını, Captain Cedric’in bir Amerikalı ile evlenmesine duyduğu öfkeyi, hâlâ o küçük, narin, dul kızdan nefret ettiğini ve ondan daima iğneli acı sözlerle bahsedeceğini biliyordu. Onun, bir kont çocuğu olduğunu bildiği için ne yapıp edip oğlunu kendisiyle evlenmeye ikna eden basit bir Amerikalı kız olduğu konusunda ısrarcıydı. Yaşlı avukat da buna az çok inanıyordu. Hayatında birçok bencil, paragöz insan görmüştü ve Amerikalıları da gözü hiç tutmamıştı. O basit sokağa girdiğinde ve arabası o basit küçük evin önünde durduğunda gerçekten afallamıştı. Dorincourt Şatosu’nun, Wyndham Kuleleri’nin, Chorlworth’un ve diğer görkemli mülklerin müstakbel sahibinin, köşesinde manav bulunan bir sokakta, böylesine derme çatma bir evde doğup büyüdüğünü düşünmek onu dehşete düşürmüştü. Kim bilir çocuk ve annesi neye benziyorlardır, diye düşünmüştü. Yüzlerini bile göresi yoktu. Uzun yıllar yasal işleriyle ilgilendiği hanedan ile gurur duyuyordu; görgüsüz ve servet düşkünü olarak gördüğü, merhum kocasının ülkesine ve adının itibarına saygısı olmayan bir kadınla ilgileneceği düşüncesi onu rahatsız ediyordu. Onlarınki çok eski ve haşmetli bir addı ve her ne kadar kendisi sadece soğuk, zeki, ciddi ve yaşlı bir avukat olsa da Bay Havisham’ın bu ada sonsuz saygısı vardı.

Mary onu küçük salona aldığında etrafına eleştiren gözlerle bakmıştı. Sade bir şekilde döşenmişti, ama sıcak bir havası vardı; ucuz, basit süsler ve pahalı olmayan, cafcaflı resimler yoktu; duvardaki birkaç dekor zevkle seçilmişti ve odada bir kadının elinden çıkmış olması muhtemel bir sürü güzel şey bulunuyordu.

O kadar da fena değilmiş! dedi kendi kendine. Ama belki de çoğu Captain Cedric’in zevkidir. Fakat Bayan Errol odaya girince bunlara onun da elinin değmiş olabileceğini düşündü. Az konuşan ve katı bir adam olmasaydı muhtemelen onu görünce irkilirdi. İnce bedenini saran sade siyah elbisesinin içinde yedi yaşındaki bir çocuk annesi olmaktan ziyade genç bir kıza benziyordu. Güzel ve mahzun bir yüzü, narin ve masum bakışlı kocaman kahverengi gözleri vardı; o üzgün bakışlar kocasının vefatından beri onu terk etmemişti. Cedric o bakışlara alışmıştı; o bakışların kaybolduğu tek zaman onunla oynadığı veya konuştuğu, büyük adam gibi laflar ettiği, gazeteden veya Bay Hobbs ile yaptığı konuşmalardan seçtiği uzun kelimeleri kullandığı zamanlardı. Uzun kelimelere bayılırdı ve bu kelimeler annesini güldürdüğünde mutlu olurdu; gerçi onun neden güldüğünü bir türlü çözemezdi, çünkü bunlar onun için önemli konulardı. Deneyimleri avukata insanların karakterlerini becerikli bir şekilde incelemeyi öğretmişti ve Cedric’in annesini görür görmez kontun onun görgüsüz, servet düşkünü bir kadın olduğunu düşünmekle hata ettiğini fark etti. Bay Havisham hiç evlenmemişti, âşık dahi olmamıştı, ancak tatlı sesli ve üzgün bakışlı bu sevimli küçük yaratığın Captain Errol ile yalnızca onu tüm kalbiyle sevdiği için evlendiğini ve onun bir kontun oğlu olmasının sağlayacağı menfaatleri aklından bile geçirmediğini hissetti. Onunla hiçbir sorun yaşamayacağını düşündü ve belki de küçük Lord Fauntleroy hanedanın başına dert olmazdı. Captain yakışıklı bir adamdı, genç anne de çok güzeldi, kim bilir belki çocuğun da eli yüzü düzgündü.

Bayan Errol’a neden geldiğini anlattığında kadının rengi soldu.

“Ah!” dedi. “Onu benden koparıp götürecek misiniz? Birbirimizi çok seviyoruz! O benim mutluluk kaynağım! Ondan başka hiç kimsem yok. Daima ona iyi bir anne olmaya çalıştım.” Sonra tatlı, genç sesi titredi ve gözlerinden yaşlar boşandı. “Onun benim için ne demek olduğunu bilemezsiniz!” dedi.

Avukat boğazını temizledi.

“Size söylemeliyim ki…” dedi. “Dorincourt kontu size karşı pek dostane duygular beslemiyor. O yaşlı bir adam ve ön yargıları oldukça kuvvetli. Özellikle Amerika ve Amerikalılardan hiç hazzetmez ve oğlunun evliliği onu iyice çileden çıkardı. Böyle nahoş bir haberleşmede aracı olduğum için üzgünüm, ancak sizi katiyen görmek istemiyor. Lord Fauntleroy’un kendi kontrolü altında eğitim almasını ve kendisiyle yaşamasını planlıyor. Kontun yeri Dorincourt Şatosu, vaktinin çoğunu orada geçirir. İltihabik gut hastası ve Londra’dan pek hazzetmez. Kont size gayet hoş bir yerde olan ve şatonun da uzağında bulunmayan Saltanat Köşkü’nü sunuyor. Aynı zamanda da münasip bir gelir. Lord Fauntleroy sizi ziyaret edebilecek; bir tek kural var, siz onu ziyaret etmeyecek ve koru kapısını geçmeyeceksiniz. Gördüğünüz üzere aslında oğlunuzdan ayrılmıyorsunuz, sizi temin ederim hanımefendi, kurallar o kadar da sert değil. Eminim siz de takdir edersiniz ki Lord Fauntleroy müthiş bir çevreye ve eğitime sahip olacak.”

Avukat, birçok kadının yapacağı gibi ağlayıp olay çıkaracak diye biraz huzursuzlandı. Kadınları ağlarken görmek onu utandırır ve rahatsız ederdi.