Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «İçimde İntihar Korkusu Var»

Schriftart:

Faruk Yiğit Araz

1993 Muş doğumludur. Muş Alparslan Üniversitesi çıkışlıdır. Muş Yazarlar ve Şairler Derneği kurucu üyesidir. Diğer yayınevlerinden Ah Bine’l Rab ve Yaşamak Yutkunmaktır adlı kitapları yayımlanmıştır.

Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:

İçimde İntihar Korkusu Var, Ekim 2020

Hiç-im, Nisan 2019

İçinize Dönün, Ekim 2017

Hiç, Ocak 2017

Vav Uğruna, Ekim 2015

İlk önce kitabı okudum sonra insanı.

Ama en çok insanı.

Çünkü bütün kitaplar insanı anlatmaktan ve anlamaktan söz ediyordu.


“Hangi dağ efkârlıysa oradayız,

Perişan edilen her şey bizimdir.”

Ahmet Telli


“Yazıyorum çünkü

içimde susturamadığım bir ses var.”

Sylvia Plath

Önsöz

“Herkes gibi günlük sevinçlerin,

Heyecanların akışına kapılıp gidemez miyim?

Neden olaylar benim üzerimde silinmez izler bırakıyor?”

Oğuz Atay

“Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar.”1 Duyguları mutlak suretle değişkenlik gösteren bir ruhum var benim. Her ne olursa olsun, bu dünyada bahtiyarlığa kavuşan son insan dahi olsam, içimi kemirip duran acılarım var. Geçen altı kitapta “yirmi altı” yaşıma kadar ne sığdırdıysam onu aksettirmeye çalıştım. Gerek gördüklerimden, gerek yaşantımdan, gerekse yaşamak istediklerimden dem vurdum. Kendimi ifade etmekte güçlük çeksem de, içimi kemirip duran o sancıları bir nebze dahi olsa atmanın rehaveti içindeyim. Budur bahtiyarlığım bu dünyada. Ama bununla bitmiyor. Gezgin bir kâşif gibi kalbimdeki arayışlarım tamamlanınca, kayda değer bir şeyler kalmayınca, mistik gibi dram seyyahlığına, başka insanların hayatlarına, kalbine, içine bakma, oraya dokunma, oturup o kalbin eşiğinde hikâyesine şahitlik etme isteğim arttı. Kendi hayatımı bırakıp bir başkası olabilmenin mücadelesi bu kitabın önsözüne getirdi beni.

Gün geçtikçe, bir şeyler yeni yeni deşmeye başlıyor içimi. Günler, elinde bıçakla, kalbimin üstünde inatla atmaya çalışan deliğe sürtüp duruyor; yeni acılar görmeye, yeni insanlar tanımaya, başka hayatlara dokunmama gayret ediyor. Bu nedenle durmaya çalışsam da, “bitti” deyip, iç çekip rehavete kavuşsam da, dışarıda benden çokça olduğunu görmenin vermiş olduğu hırs, beni inatla yazıya bağlıyor. Bir şeyler sanki “bunu yazmalısın” diye kafamın içine emirler savuruyor. Gönlü gönlüme değen insanları, omuz omza çarpıştığım insanların da hayatlarını anlatmam, onları da dökmem ve onlara da “çok iyi geldi” dedirtmem gereken hikâyeler, konular var.

Yakama yapışan kelimelerin tehditlerinden, nefes darlıklarından ve artık tahammül bile edemediğim hayatların gözümün önünde eriyip gitmesinden bizar olmanın getirmiş olduğu haşyet ile anlatacağım.

Öldükten sonra bana, “gençliğini nerede harcadın, ne yaptın?” diye sorduklarında, “Mushaf ile aynı görevi üstlendim, hayatı, dünyayı ve insanları anlatmaya gayret ettim,” demek istiyorum.

Gözlerine bakamadığım kadınlar, sigara dumanından parmak uçları ve bıyıkları sararan adamlar, güzelliği yüzünden yalnız kalan genç kızlar, cesaretsizliği yüzünden yalnızlıktan çürüyen adamlar, bir bardak çayın sükûnetine sığınan insanlar, sevdiğine kavuşamayanlar, uyuyamayanlar, kaygılı olanlar, kaybolanlar, gidemeyenler, beni derdine ortak edenler, “bir kitabında bana da yer ver,” diyenler ve “anlatsam roman olur,” diye iç çekenler için yazıyorum.

İslamcı değilim, komünist değilim, sosyalist değilim, faşist değilim. Kısacası “ist” ile biten hiçbir şey değilim ben. Göğsümü ezen, çukurlaştıran kelimeler ve cümlelerden kurtulmaya çalışan bir insanım sadece. İçimde insanlığa dair ukde kalan her şeyi, yeryüzünde mükellef olmuş bir memur gibi anlatma gayreti içinde olan herhangi biriyim.

“Acım var,” diyen herkes benimdir, bendendir.

Yazacaklarım, sıyrılmaya çalıştığım acılarımdır.

Anlaşılmak Üzerine

“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim,

Çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz.

Yaşarken anlaşılmaya mecburum.”

Oğuz Atay

Çocukluğumdan bu yana değişmeyen ve ruhumda daima sabitlenmiş olan tek özellik, aykırı olmak fikri ve fiili. Sıradan bir insan olmanın sıradanlaşmasına hemhal olamamanın üzüntüsü fazlası ile mevcut üzerimde. Daima aykırı olma, fikirlerin karşıtlığı, muhabbetlerin konusu, sevginin gayesi, dostluğun tanımı, insanların üniformalarını kuşanıp her sabah aynı yolları arşınlayıp geri dönmesi, kahkahaların altında uzunca gizlenmeye çalışan acılar, ikili ilişkiler, bedeller daima başka başka tanımlandı bende. Aykırı olma fikri mi beni bugün kitapla buluşturdu yoksa kitapla iç içe olma fikri mi beni aykırı yapmaya çalıştı bilemiyorum ama bildiğim bir şey var, bu çağın yabancısı olmanın şaşkınlığı içerisindeyim.

İfade etmek istediklerimin bende ne denli derin yaralar bıraktığını karşımdakine yansıtamamanın çaresizliği içerisindeyim.

Ortada bir anlamsızlık mevcut, bu bariz. Belki de ben kendimi anlatamıyorum. Şunu da iyi biliyorum ki, empati duygusu her insan tarafından daimi suretle yaşansa, yeryüzünde anlatılacak tek bir acı ve tek bir keder kalmaz.

Ben empati kurmak ve o acının sahibi olmak istiyorum. Tüm hücrelerimde bunu yaşamak ve beyin fonksiyonlarımın acı dışında herhangi bir mutluluk hormonu ile karşılaştığında ne yapacağını şaşırmasını görmek istiyorum.

Bunu gerçek anlamda istiyorum. Çünkü başka türlü olamayış gibi bir gerçek yatıyor başka türlü olma isteğimin altında.

Asırlarca cennetin sefasını sürdükten sonra, yeryüzüne tayin edilip o yerküredeki ayrılıkları, acıları, çaresizlikleri, hıçkırışları, yutkunuşları, ölümleri yazmak ile görevlendirilmiş gibi hissediyorum. Zira bir insan, bunca güzellik, bunca mutluluk ve bunca hovardalık içinde daha “yirmi beş” nefeslik ömründe bu kadar ıstırap, bu kadar keder dolu hayatları görmemiş, görse dahi fark etmemiş, fark etse dahi bu denli üzerine düşmemiştir diye düşünüyorum.

Yazma hissiyatı bende bir zamanlar hobi iken, bir zaman sonra mükellef olduğum bir göreve dönüşüp uykularımı bölmeye, huzurumu kaçırmaya başladı; asosyalleşmeme, herkes olmama, hiçbir kalıba sığamamaya dönüştü.

Karamsarlığım ve kararsızlıklarım ile bugüne gelmeyi başardım şimdilik. Bu ne kadar sürer bilemem. İnsanların hikâyelerini anlatmaya karar verdim. Sonra bu karardan vazgeçtim, hikâyeleri, insanlar ile tamamlamayı hedefledim. Bu da güç oldu. Beynimin içindeki hayatlar, kelimeler bir zaman sonra öyle bir hale geldi ki, gerçekte hangisi hikâyeydi, hangisi benimdi, hangisini ben uydurdum bilemedim.

Yapmadığı halde hırsızlık isnat edilen ve bunu yapmadığını ısrarla birilerine anlatmaya çalışıp sinirinden, kendine yediremeyişinden gözyaşı döken adamın çaresizliği var üzerimde.

Aklını yitirecek durumda olduğu halde, çok kez intiharın eşiğinden dönmesine rağmen, başka bir insana hayatı boyunca bir daha sevgi hissedemeyecek kadar sevip, düştüğü ayrılık acısının insanlar tarafından anlaşılmamasına hayıflanıp artık hiçbir şey yapmamayı tercih eden kadının çaresizliği var üzerimde.

Her gün onlarca insanın gözü değerken yüzüne, hiç kimsenin fark etmediği, hiç kimsenin selam vermediği, duygularını, içinde bulunduğu durumu, buhranını, yutkunduklarını özenle seçmiş olduğu müziklere yansıtıp, insanlara dinletip anlaşılmaya çalışan şoförün suskunluğu içindeyim.

Bu yüzden…

Beni anlayın. Öldükten sonra anlaşılmamın birilerine fayda getireceğine olan umudumu yitireli epey bir zaman oldu zira.

Ya Kelebekler de İntihar Ediyorsa?

“Uçurumlar var diyorum,

İnsanla insan arasında,

Kendiyle kendi arasında.”

Nilgün Marmara

İki yıldır yerleştiği Manisa’nın Akhisar ilçesinde açmış olduğu özel muayenesine her sabah aynı monotonlukla gidiyor, her ikindi sonrası yapabilecek herhangi bir sosyal aktivitenin olmayışının doğurduğu bıkkınlık ile hayatını sürdürmeye çalışıyordu İlker.

İnsanları anlamak, insanların vecalarına ecza olmaya çalışmak bunca kötülük içindeki en muazzam iyiliktir. Fedakârlık, kendi canından vazgeçip başkalarına can olmaktır. Doktor İlker de kendi canından vazgeçeli epey bir zaman olmuştu ama aynanın karşısına geçip kendi halini görmekten, kendine acımaktan, kendine çareler aramaktan yorgundu ve cesareti kalmamıştı. Böylesi bir duruma düştüğünü bir türlü kabul edemiyordu. Her imdat diyene yetişen, her çıkmaza düşene bir yol gösteren terapist İlker, kendi yolunu kaybetmişti. Yazmış olduğu ilaçlara ne kadar ihtiyaç duyduğunun farkında olmasına rağmen gururuna kenetlenip bir türlü yıkamamıştı tabularını.

Akhisar’a geldikten birkaç ay sonra, kendisine muayene olmaya gelen Elif ile tanışıp birbirlerine sevdalandılar. İki ailenin ortak kararı ile nişan yapıldı. Düğünün yapılmasına bir ay kalmışken, davetiyeler basılmışken, düğün salonu kiralanmışken, gelinlik ve damatlıklara provalar yapılmışken, son zamanlarda Elif’in uzak durmaları, soğuk konuşmaları, görüşmeleri reddetmeleri İlker’de hayatına mal olacak etkiler bırakmaya başladı. Bir insana ilk defa bel bağlamanın, bir insana ilk defa ihtiyaç duymanın acziyeti içine düşmüşken ve bütün bunları giderecek kişinin Elif olduğunu düşünmüşken, bu şekilde bir soğukluk ve ilgisizlik İlker’i büyük bir çıkmaza sokmuştu. Nihayetinde beklenen son, Elif’in babasının İlker’in babasını arayıp, “Kızım yüzüğü atmak istiyor, bu ilişki yürümüyor, evlenip boşanma eşiğine geleceklerine, daha tam bir isim konulmadan bitmesi en makulü olur,” demesi ile gerçekleşti. İlker’in babası, karşı tarafın vermiş olduğu karara saygı duyup telefonu kapattıktan sonra oğlunu arayıp durumu izah ederek, “Hayırlısı buymuş, nasip değilmiş” deyip teselli etmeye çalışsa da, İlker hiçbirini dinlemiyordu, hayal kırıklığının onu düşürmüş olduğu boşlukta bir ışık, bir yol aramanın peşine düşmüştü. Muayenehanesine gitmez oldu. Telefonlarını kapatıp, uzaklara gitti. Aylarca kimse varlığından haberdar olamadı. Kayıp ilanları, hastane başvuruları, karakollar, hepsi boş bir çabadan ibaretti.

Yedi ay sonra, unutmaya değil de kendilerini avutmaya çalıştıkları bir sırada gelen telefon ile irkildi tüm aile.

“İlker Özkan’ın babası ile mi görüşüyorum?”

“Evet buyrun, oğlumdan bir haber mi var? Yaşıyor mu? Yalvarırım bana bir müjdeli haber verin.”

“Efendim, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nden arıyorum, tüm ısrarlarımıza rağmen öğrenemesek de, Emniyet Müdürlüğü’nden gelen yardım ile sizin oğlunuz olduğunu öğrendiğimiz İlker Özkan, hafıza kaybı nedeniyle hastanemizde yatmakta. En kısa sürede ziyarette bulunmanızı ve gerekli tedavilerin yapılması için izninizi rica ediyoruz.”

İki ay sonra İlker’e Alzheimer teşhisi konuldu.

İlker’in durumundan haberdar olan Elif daha fazla dayanamayıp, kendi evinde, gece üç sıralarında, İlker ile almış oldukları gelinliği tavana bağlayıp intihar ederek canına son verdi.

Yaşamak Direnmektir

“İnsanın kendinden kaçıp, kendisiyle ilişkisinde yarım kalması asıl mesele.”


Çocukluğumun toz yuttuğum günlerini arıyorum çoğu zaman. Büyüdükçe yakama yapışan hayatın çamurunu silkelemekten yorgunluğum kat kat artıyor. Eski günlere dönmek ve orada sıkışıp kalmak istiyorum. Masumiyetimi yitirdiğim bu çağda, çoğu şeyi anlamanın, erken kavramanın ve yaşamak adına vermiş olduğum kavgaların bıkkınlığından bizar oluyorum.

Mağaza vitrininde gözüme ilişip bir hevesle aldığım, bir iki giydikten sonra gardıroptan çıkarmadığım, üzerimde mankende durduğu gibi durmayan kıyafetlere benziyor hayatım. Bin heves ve bin ihtiras ile seçmiş olduğum insanlar geleceğime ışık tutacağına, beni tamamlayacağına, eksiklerimi dolduracağına, yaralarıma merhem olacağına, inandığım sevgililer bende telafisi olmayan bir tesir bıraktı.

Adından sıkça söz ettiren, kısa sözlerinin duvarlarda, cafe’lerin çay masalarında gözüme iliştiği, merakla aldığım bir kitabın on sayfadan sonrasını okumadığım bir iştahsızlığa dönüştü bende sabaha uyanma isteği.

Duymuş olduklarım, görmeden inanmış olduklarım beni bir uçurumun kıyısına getirdi. Ölsem yapmış olduklarımdan, kalsam yapmamış olduklarımdan utanç duyacağım.

Bu durumdan kurtulmak adına, bu arafta kalmamak adına insanların arasına karışıyorum. Sorular soruyor, cevaplar arıyorum.

Ömrünün son demlerini cami cemaati ile geçirmeye çalışan, bunun avuntu ve gecikmişliğinden hicap duymasına rağmen bunu ısrarla yapmaya çalışan ihtiyarın, hayata ve yaşamaya olan soğukluğu bizimkisi.

Telefonlarımıza indirdiğimiz oyunlardan, Instagram fenomenlerinden, Youtuber’lerin saçmalıklarından, yemek programlarından, yeşil sahalardan, kahvehane sırçalarından sıkılmış hayatlar yaşıyoruz.

Hayatından memnun olan yok, herkes gitmek istiyor. Bir adım öteye, binlerce kilometre uzaklıklara, ya kendini bulmak, ya kendinden kaçmak için gereken ne kadar mesafe varsa, o kadar gitmek istiyor herkes.

Herkes bir biçimde kendi hikâyesinin sonunu getiriyor, hiçbir şey yarım kalmıyor dünyada. İnsan nereye kaçarsa kaçsın böyle bu. Yani mesele hayatı yarım bırakmak değil, olamaz da. İnsanın kendinden kaçıp, kendisiyle ilişkisinde yarım kalması asıl mesele.

O yüzden…

Hayat ki, kalıp direnmektir.

Ölümün Sermayesi

“Sizin hiç babanız öldü mü?

Benim öldü, kör oldum.”

Cemal Süreya

Sadık Şendil’in kaleme aldığı 1975 yapımı “Bizim Aile” filmindeki gibi fakat “zengin kız-fakir oğlan” klişesindeki Yaşar Usta’nın Saim Bey’e “sen mi büyüksün, yoksa ben mi?” repliğine benzeyen bir kara kaderin hikâyesi.

Varlığın yoksunluk, yoksulluğun varlık olduğu, haram lokmadan imtina edilen, “izzetinden ve şerefinden” başka serveti olmadan kız isteyen, “izzet ve şereften” başka hiçbir şeye bakmayan insanların olduğu, taziye dolayısı ile televizyon ve radyolara beyaz örtü çekilen, siyah takımın altına beyaz çorap giyilen, Maltepe’nin üretildiği yıllar.

Mektupların pullandığı, mendillerin koklandığı, pencere diplerinde sabahlandığı, Ferdi Tayfur’un, Müslüm Gürses’in, İbrahim Tatlıses’in, Hüseyin Altın’ın keşfedildiği ve sanatında zirve yaptığı, kadınların beyaz tülbent başörtüleri örtündüğü yıllar.

Nazar boncuklarının, şahmeranların, ipek geyikli kadife halıların duvarlara asıldığı, krem kumaşa işlenen gül figürleriyle dolu perdelerin takıldığı, renkli lastik ayakkabıların üretildiği yıllar.

Bitlis’in Taş Harman köyünde yaşayan İlyas, boya badana işleri dolayısı ile Muş’a gelip çalışıyordu. Amcasının evinin de orada olması münasebetiyle pek köye uğramayan İlyas, iş için gittiği evde Neriman’ı görmüş ve ona sevdalanmıştı. Amca kızını aracı ederek birkaç kez mektup yollayıp konuşmayı denemiş, Neriman’ın reddedişi ve umursamazlığı onu yıldırmamıştı. Son olarak memlekete gidip anne babasını Neriman’ı istemeye yolladı. Neriman’ın ailesi, “Bize biraz zaman verin, kızımıza da danışalım sonra bir karara varırız, neticeyi bir hafta sonra size bildiririz,” diyerek İlyas’ın ailesine yol gösterdi. Kıza danışmanın dışında, bir insanın ayıbını bulmak için değil de kişiliğini, ailesini tanımak için müsaade istenirdi. Neriman’ın iki kardeşi ve amcası Taş Harman köyüne gidip araştırma yaptı. Civar köylere de sordular. Herhangi bir olumsuzluk olmadığını gelip ailelerine bildirince, son kararı vermek için Neriman’a, annesi danıştı. Türkan anne Türkçe bilmiyor:

“Tu dıxwazi? Em te bızewicın?”

(Sen istiyor musun biz seni evlendirelim?)

“Wın dızânın daye, gele çı bıxere hûde e wi bıde. Qeder.”

(Siz bilirsiniz anne, hangisi hayırlı ise Allah onu versin. Kader…)

Kader, söylendiği gibi son noktayı koymuştu. Evlendiler. O zamanlar iş bulma olanağı pek olmadığı için doğudaki hemen hemen tüm gençler para kazanmak için, aileye kenetlenmek ve sahip çıkmak için batıya yol alır, aylarca dönmezdi. İlyas da evliliğinin ilk yılı eşiyle birlikte kalmak, ekmek bulmak için çok çaba sarf etse de, aldığı işleri yarı fiyatına yaparak dirense de nafile, kalamadı. İlk çocukları Ferdi’yi kollarının arasına almanın bahtiyarlığına kavuştuktan sonra, evliliklerinin ikinci yılında o da omuzlarına “ekmek davası” denilen bohçayı yüklenip gitti.

Gidip-gelme serüveni, ekmek için yapılan hicretler beş çocuğu olana dek dokuz yıl sürdü. Aylarca gelmiyor, geldiği vakit iki hafta kalıp tekrar gidiyordu. Kıt kanaattiler. Nüfus arttıkça geçimleri azalıyordu. Çalıştıkça tüketiyor, tükettikçe çalışıyordu. Bırak yastık altına atacak bir çeyrek altını, en küçük kız çocuğunun altını değiştirecek paraları olmadığından, evin kadını Neriman, marketten üçer beşer fazladan aldığı şeffaf poşetlerle altını değiştiriyordu kızının.

Dokuz yılı bu şekilde atlattılar. Son olarak Trabzon’un Beşikdüzü ilçesini Ardıçatak köyüne bağlayan karayolunda asfalt ve kaldırım yapımı işi için bir şirkete başvuruda bulunmuştu. Müteahhidin haberi ile çocuklarına ve eşine veda eden İlyas, çalıştığı esnada, yol kenarına üst üste dizilmiş kaldırım taşları kendisini gizlediği sırada, başının bütün bölümü süratle ilerleyen aracın lastikleri arasında ezilerek vahim bir şekilde dünyaya gözlerini yumdu.

İş güvenliğinin olmayışı, çarpan şoförün hız ihlali, sigortasız çalıştıran şirket, davalar, mahkemeler derken, İlyas’ın ailesine “iki yüz seksen altı bin” lira ödendi.

Varlığı ailesini doyurmaya bile yetmezken, yokluğu servet olmuştu. O acılar, o yokluk, aylarca gelmese bile odanın bir yerinde kendini hissettiren sıcaklığı, hiç masada olmasa bile daima başköşede dolu olarak duran tabağı, yerini sessizliğe ve kimsesizliğe bırakmıştı.

Ölen, arkada kalanı düşünmeden ölüyor. Ölen, ölümü bilmiyor.

Kalanlar, gidenler ile her gün ölüyor aslında.

Bu ölüm, masada başköşede duran tabak gibi, ayakkabılıkta başköşede duran ayakkabı gibi, duvarda orta yerde duran fotoğraf gibi dursun bir yerde. Bu hikâyenin sonrası var çünkü.

Babasının ölümünün ikinci yılına kadar sabreden Ferdi, artık tahammülünün kalmadığı bir duruma gelmiş ve o boşluktan çıkamamıştı. Bu boşluğu, teselli etmeye çalışan, sırtını sıvazlayan, cebine harçlık bırakan, yanında çalıştıran, kılık kıyafet aldıran mahallenin ağabeyleri doldurmaya çalışsa da nafile. Dolmamıştı ve dolamazdı da.

Babası ölen her çocuk, eksik bir çocuktur. Tamamlanamamış bir yaradılıştır. Noksandır, yarım pompalanan bir kalptir.

Bir de her şeyi unutturacak bir ilaç olduğunu düşünüp, acısını bir nebze olun unutturmaya çalışıp cigara içen ve içiren ağabeyler vardı. Hep var olsunlar, hep olsunlar, beter olsunlar, kahrolsunlar. İflah olmasınlar.

Bu ağabeylerden biri Ferdi’ye birkaç defa aşılamış ve kendisine cigara ikramında bulunmuştu. Ferdi, geç de olsa yapmış olduğu şeyin farkına vararak tövbe etmiş ve mahalledeki diğer ağabeylerin elini uzatarak onu getirdiği dergâha çöreklenmiş, orada demlenmişti. Yıllarca dergâha gidip ilim irfan sahibi olmaya çalıştı. Vakit namazlarını kaçırmadı. Öyle ki, günün herhangi bir vakit namazını kılmaya gittiğinde abartısız bir saatten önce döndüğü görülmemiştir. Teravih mi kılıyorsun diye gülünç duruma düşmesi de kanıt olsun buna. Dergâh okul, okul ev diye birkaç yıl rutin bir hayat sürdürdü. Okumanın başka türlü bir okumak olması gerektiğini anladığında ise lise hayatına son vererek bir işe girip çalışmaya başladı. Her şey güzeldi. Ama son zamanlarda Ferdi’nin dergâhtaki çevresi yerine torbacısı, cigaracısı, kenar mahallede elinde sustalı dolaşan cepçisi vardı. İlk zamanlarda bu çocukları içinde bulundukları bataklıktan kurtarmaya çalışıyor diye düşünsek de, gerçek çok geçmeden ortaya çıktı. Neriman abla bir öğle vakti evin balkonuna çıkıp “yetişin” diye bağırdı. Orada bulunan kim varsa, soluğu evlerinde aldık. Ferdi’nin akrabaları, tanıdıkları ve tanımadığı kim varsa salondaydı. Ferdi, kafası önüne eğik, eli ayağı titrek bir şekilde, gövdesini bir ileri bir geriye atarak gözlerini halının desenine iliştirmiş gidip geliyor. Gözlerinin içi kan kırmızısı mı demeliyim, gök kızılı mı demeliyim, evet kan kırmızı. Kan vardı orada. Doyamadığı, son kez konuşamadığı, öpemediği, sarılamadığı, bayram günlerinde ellerine gidemediği babasının kanıydı bu.

Biz unuttular, unutulmaz da, unutamamaya alıştılar diye düşünmüştük. Yanıldık. Unutulmamış. Unutmaya alışamamış Ferdi. O gün hangi saatte, nerede, kiminle bilinmiyor ama ardı ardına üç tane sentetik hap yutmuş ve soluğu evde almıştı. Annesi feryat ediyordu. O feryat hiç yabancı gelmiyordu bana. O feryat yıllar önce rutubetli, sıvaları dökülen bir evdeyken de yükselmişti kocası için. Neriman ablanın feryadı, en az Ferdi’nin yutmuş olduğu hapların kalbini ve midesini yaktığı kadar yakıyordu içimizi. İvedi bir şekilde alıp hastaneye götürdük. Midesini yıkadılar, rahatlamaya başladı.

Mideye dokunan bir şeyin yıkanınca giderildiği gibi kalbe dokunan şeylerin de yıkanınca giderilmesi için uzun uzun yalvardım Allah’a. Olmadı.

Ferdi, kalbine dokunan acıdan, midesine dokunan acıyı hissetmedi bile. Devam etti. Israrla üstüne gitti, uyuşarak unutmayı denedi. Tüm akrabalar seferber oldu, nerede cigaracı varsa ikaz edildi, kim ona sattıysa bacaklarını kırdılar. Eve bağladılar kaçtı. Hastaneye yatırdılar, durdurulamadı. Kimseyi yanında istemedi. O eski Ferdi, eskimişti. Güzelliği artık kafasından geliyordu. Ayık gezmedi. Bir zaman sonra ailesine de zarar vermeye başlayınca, evde tek kalmak istedi. Her istediği yapıldı, o da olmadı. Bir türlü vazgeçiremediler Ferdi’yi.

Polis zoruyla, elleri kelepçelenerek Elazığ Ruh ve Sinir Hastanesi’nde tedavi gördü altı ay. İlaçlar, kan vermeler, iki öğün yemek, egzersizlerin tamamı beynini eskisi gibi stabilize bir hale getirmeyi başarmıştı. Altı ay sonra eve getirildiğinde, bu son yıllarda atlatmış olduğu badirelerden tek bir iz yoktu. Eskisi gibi olmayı başarmıştı. Kaldığı yerden devam etti hayatına. Yapmış olduğu ve yaşamış olduğu hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Tekrar dergâha yöneldi. Okuduğu kitaplar, dinlediği sohbetler, rabıtalar, çekmiş olduğu virtler, Mushaf’ın keskin sayfaları, geceleri başından aşağıya doğru indirdiği örtünün altında ter dökerken okudukları ve bütün bunları yaparken gizliden gizliye içtiği cigaralar sonunda tekrar patlak vermişti. Ferdi, yine eskiye dönmüştü. Aynı hadiseler, aynı badireler. Tıptan vazgeçen aile, adaklar adadı, yetimler doyurdu, sadakalar verdi. “Çok kerameti var” denilen her insanın kapısını çaldı. Âlimler, tekkeler, medreseler, hacılar, hocalar, şeyhler, türbeler, hiçbiri fayda etmedi. “Buna cin musallat olmuş” dediler, “Dini konularda çok teferruata inmiş ve ayrıntılarda boğulmuş” dediler, “meczup” dediler, “deli” dediler, “veli” dediler. Herkes bir şey dedi. Ama Ferdi ağzını açıp tek bir söz demedi. Sustu.

Dört yıl boyunca aynı şeyleri yaptılar Ferdi için. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki tedaviler, aynı türbeler, aynı hocalar, aynı yerler dört yıl boyunca tekrar etti. Boynundaki muskalar dilek ağacına döndü. Kâğıtlar yaktılar, evin içi ve dışının tamamını ne yazıldığını hiçbirimizin anlamadığı, anlamının sadece yazan ve Allah arasında bir sır olan kâğıtlarla doldurdular.

Hiçbiri fayda etmedi. Çevresindeki herkes Ferdi’yi bu şekilde kabul etmeye başladı. Daha doğrusu Ferdi bunu kabul ettirmeyi başardı. Şu an hâlâ aynı illetin peşinden gidiyor, daha doğrusu gitmiyor, aynı illeti ayağına getiriyor ve kaldığı yerden içmeye evinde devam ediyor.

Yaşarken bir sermaye bırakmaya çalışan baba, öldükten sonra bir servet bıraktı.

Öldükten sonra bırakılan bir sermayeden ise böyle dokunaklı bir evlat kaldı.

1.İsmet Özel

Der kostenlose Auszug ist beendet.