Buch lesen: «Tarzan Maymun Adam»
Edgar Rice Burroughs, 1 Eylül 1875 tarihinde Chicago’da iş adamı bir baba ile ev hanımı bir annenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Pek çok okul değiştirdikten sonra 1895 yılında lise dengi bir okul olan Michigan Military Academy’den mezun oldu. Kariyerine askerî alanda devam etmek isteyen Burroughs, U.S. Military Academy’nin giriş sınavlarında başarıyı yakalayamadı. Bunun üzerine, Amerikan Bağımsızlık Savaşı öncesinde Kızılderililer ile Avrupalı yerleşimciler arasında patlak veren savaşta önemli rolü bulunan Yedinci Amerikan Süvari Birliği’ne er olarak katıldı ve Arizona Çölü’ndeki görevine başladı. Buradaki görevini kendi tabiriyle “Apaçi kovalamaca” olarak tanımlayan Burroughs, kısa sürede bu görevin kendisine uygun olmadığını anladı ve babasının nüfuzunu kullanarak erken terhis oldu.
Askerlik serüvenine nokta koyan Burroughs, 1900 yılında çocukluk aşkı Emma ile evlendi ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde sığır çobanlığı, tezgâhtarlık, demir yolu emniyeti, altın madenciliği ve hatta eğitimi olmamasına rağmen muhasebecilik gibi birçok farklı alanda çalıştı. Girişimde bulunduğu işlerde tutunamasa da biriktirmeyi başardığı bir miktar parayla kendi işini kurdu. Fakat kısa sürede iflas etti. Birkaç iş kurma girişimi daha başarısızlıkla sonuçlanan Burroughs, kendisiyle birlikte eşini de bir depresyon hâlinin içerisinde buldu ve bu vahim durumu kısmen de olsa unutabilmek adına karikatür çizmeye, fantastik hikâyeler kaleme almaya başladı.
Otuz beş yaşına geldiğinde işsiz, parasız ve evli olan Burroughs; biri yolda olan üç çocuğa sahipti. Yazdığı hikâyeler de artık teselli olmuyordu. Yiyecek ve kömür gibi temel ihtiyaçlarını alabilmek için saatini ve eşinin mücevherlerini rehin vermek zorunda kaldığında, içerisinde bulunduğu çaresizlik onu Çin ordusunda görev almak için başvuru yapmaya yöneltti ancak başvurusu reddedildi. Kalan son parasıyla kalem açacağı üreten bir firmanın satış acenteliğini üstlenen Burroughs, bu firma için reklam yazarlığı yapmaya başladı ancak reklamını yapmış olduğu kalem açacakları satmadı.
İlk bakışta yeni bir başarısızlık hikâyesi olarak görünen bu iş, aslında Edgar Rice Burroughs’un yazarlık kariyerinin başlamasına vesile olmuştu. Reklam yazarlığı yaparken işten arta kalan zamanlarında, daha sonra A Princess of Mars adıyla yayımlanacak olan ilk romanı Under the Moons of Mars’ı yazmaya başladı. “Dayanılmaz bir yazma isteği duyduğumdan veya yazmayı sevdiğimden değil; bakmam gereken bir karım ve iki bebeğim olduğu için yazıyordum.” diyen yazar, romanının ilk kısmını bir edebiyat dergisi olan All-Story Magazine’e gönderdi. Romanın ilk kısmını beğenen editör, yazarı romanın devamını da yazmaya teşvik etti ve böylece Burroughs, yazarlık kariyerinin ilk adımını atmış oldu.
Bugün birçok akademisyen tarafından yirminci yüzyılın bilim kurgu türü adına bir dönüm noktası olarak kabul edilen A Princess of Mars romanı, günümüzde tüm dünyada basılmaya devam ederken, yazarın ikinci roman denemesi aynı başarıyı yakalayamadı. Tarihî roman türünde yazdığı eseri, yayınevi tarafından reddedilince, Burroughs, yazarlık kariyerine veda etmeyi düşündü ancak yayıncısının ısrarı ve tavsiyesi üzerine yeniden popüler türlere yöneldi. Yazar, bu noktada kaderini değiştiren ikinci kitabı Tarzan of the Apes’i yazdı.
İlk kez 1912 yılında All-Story Magazine’de yayımlanan Tarzan of the Apes müthiş bir ilgi gördü. 1914 yılında kitap olarak ilk basımı yapılan roman, çok satan kitaplar listesine girdi. Yazarın ilk kitabını, yirmi üç adet devam kitabı takip etti ve serinin kitapları birçok çizgi roman, çizgi film, televizyon filmi ve sinema filmine uyarlandı. Yazar, başarılı yayın sürecine kaleme aldığı birçok roman ile devam etti. Finans durumunu güvenceye aldıktan sonra, 1919 yılında California’da satın aldığı ve “Tarzana Ranch” adını verdiği çiftliğine yerleşti. 1923 yılında Los Angeles şehrinin gelişmesiyle birlikte çiftlik, yerleşim yerinin ortasında kaldı ve Burroughs, arazisinin bir kısmını ev inşası için sattı. Kısa sürede büyüyen yerleşim yeri, bir mahalle hâline geldi ve mahalle sakinlerinin oyuyla, bu yere Leydi Alice’in “Tarzana” adını verdi.
Eşi Emma ile 1934 yılında boşanma kararı alan yazar, ertesi yıl eski aktris Florence Gilbert Dearholt ile evlendi. İkinci evliliği de uzun sürmeyerek 1942 yılında boşanma ile sonuçlandı. Japonya’nın, Pearl Harbor’a saldırı düzenlediği sırada Burroughs’un savaş muhabirliği başvurusu kabul edildi ve altmış yaşındaki yazar, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın en yaşlı savaş muhabiri oldu.
Savaş bittikten sonra California’ya dönen yazar, 1950 yılında geçirdiği kalp krizi nedeniyle vefat etti. Yaşama gözlerini yumduğunda seksene yakın eseri bulunan yazar, kendi yarattığı karakterin adını taşıyan Tarzana’ya defnedildi.
İnci Nazlı, 1986 yılında İstanbul’da doğdu. Çeviriye lise yıllarında hobi olarak, beğendiği hikâye ve şarkı sözlerini çevirerek başladı. 2008 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İngilizce Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Dört yıl öğretmenlik yaptı, bu arada bir internet sitesinde başladığı profesyonel çevirmenlik işini de sürdürdü. 2012 yılından bu yana hayatına çevirmen olarak devam ediyor.
Çevirierinden bazıları: Devrim 19 (G. Rosenblum), Kördüğüm (C. Read) Gölgeler (P. Weston), Sis (P. Weston), Işıltı (P. Weston).
1. BÖLÜM
DENİZE DOĞRU
Ben bu hikâyeyi, onu ne bana ne de bir başkasına anlatmaya hakkı olan birinden duydum. Anlatıcının bu tuhaf hikâyeyi anlatmaya başlamasını, o yıllanmış şarabın anlatıcı üzerindeki baştan çıkarıcı; sonraki günlerde devam etmesini ise bendenizin şüpheci tutumuna bağlayabilirim zannediyorum.
Çakırkeyif mihmandarım, bana çok fazla şey anlattığını; benim ise şüpheye meyilli olduğumu fark ettiğinde yıllanmış şarabın başlattığı işi, şahsının budalaca gururu devraldı ve böylece anlattığı fevkalade hikâyenin, çarpıcı özelliklerinin birçoğunu destekler nitelikteki küflenmiş bir el yazması ile İngiliz Kolonicilik Bürosunun yavan kayıtlarından oluşan yazılı kanıtları ortaya çıkardı.
Hikâye gerçek demiyorum; nihayetinde ben, hikâyede geçen olaylara gözlerimle şahit olmadım. Ama benim bu hikâyeyi size anlatırken başkarakterlere takma isimler vermiş olmam bile, bu hikâyenin gerçek olabileceğine dair şahsi inancımda ne denli samimi olduğumu kanıtlamaya yeterlidir.
Uzun zaman önce vefat etmiş bir adamın günlüğünün sararmış, küflenmiş sayfaları ile Kolonicilik Bürosunun kayıtları, çakırkeyif mihmandarımın anlattıklarıyla mükemmel bir şekilde örtüştüğü için; birkaç kaynaktan topladığım parçaları titizlikle birleştirerek oluşturduğum bu hikâyeyi size anlatıyorum.
Hikâyeyi inandırıcı bulmazsanız da en azından eşsiz, fevkalade ve ilginç bir hikâye olduğu konusunda benimle hemfikir olacağınıza eminim.
Kolonicilik Bürosunun kayıtları ile merhumun günlüğünden öğrendiğimize göre, bu hikâyede Greystoke Lordu John Clayton olarak bahsedeceğim genç İngiliz asilzadesi; Britanya’nın Batı Afrika kıyısı kolonilerinden birindeki vaziyeti, özellikle titiz bir şekilde teftiş etmekle vazifelendirilmişti. Avrupa’nın başka bir güçlü devletinin, bu koloninin basit yerli halkından kendi yerli ordusuna asker devşirdiği ve bu orduyu sırf, Kongo ve Aruwimi’nin vahşi kabilelerinden zorla kauçuk ve fil dişi toplattırmak için kullandığı biliniyordu. Britanya Kolonisi’nin yerlileri, delikanlılarının çekici ve parlak vaatlerle kandırılıp götürüldüğünden ancak çok azının ailelerine döndüğünden yakınıyordu.
Afrika’daki İngilizler daha da ileri giderek bu zavallı siyahilerin cahilliklerinden yararlanan beyaz subayların, onlara askerlik süreleri bittikten sonra bile daha birkaç yıllık hizmet sürelerinin olduğunu söyleyip onları gayriresmî köleler olarak zapt ettiklerini söylüyorlardı.
İşte bu nedenle Kolonicilik Bürosu, John Clayton’ı Britanya Batı Afrikası’nda yeni bir göreve atamıştı ancak aldığı gizli talimatlar, Britanya’nın dostu olan güçlü bir Avrupa ülkesi subaylarının, siyahi İngilizlere uyguladığı kötü muamele hakkındaydı. Gerçi, gönderilme nedeninin bu hikâyede pek bir önemi yok çünkü kendisi, bu teftişi gerçekleştirmedi; hatta varış noktasına bile ulaşamadı.
Clayton, insana en çok binlerce savaş meydanında kazanılmış zaferlerle elde edilen tarihî bir başarıya ithaf edilmiş en asil abideleri anımsatan türden bir adamdı; güçlü, yiğit bir adam; hem zihnen hem ahlaken hem de bedenen.
Boyu ortalamanın üzerindeydi; gözleri gri, yüz hatları muntazam ve güçlüydü; yıllarca askerî eğitim almış olmasının etkisiyle sağlığı mükemmel, bedeni zindeydi.
Siyasete olan düşkünlüğü onu, ordudan Kolonicilik Bürosuna naklini istemeye sevk etmişti. Biz de böylece onu bu genç yaşında, Kraliçe’nin hizmetinde, hassas ve önemli bir görevi üstlenmiş hâlde bulduk.
Bu göreve tayin edildiğini öğrendiğinde hem çok sevinmiş hem de dehşete kapılmıştı. Ona göre bu tayin hem titiz ve maharetli hizmetleri sonucunda fazlasıyla hak ettiği bir ödül niteliğindeydi hem de onu, önem ve sorumluluk açısından daha büyük vazifelere taşıyacak bir basamaktı. Fakat diğer yandan da İngiliz asilzadelerinden Alice Rutherford ile evleneli henüz üç ay olmuştu ve bu narin genç kızı tropik Afrika’nın tehlikeli ve ıssız topraklarına götürme düşüncesi onu korkutuyordu.
Genç kızın hatırına bu görevi geri çevirmeye hazırdı ama o bunu kabul etmedi. Aksine, görevi kabul etmesi ve onu da yanında götürmesi için ısrar etti.
Tabii ki anneler, kardeşler, teyzeler, halalar ve kuzenler bu konu üzerine çeşitli fikirlerini beyan etmekten geri durmadılar. Hepsi tek tek ne tavsiye vermişti; orasını tarih yazmamış.
Tek bildiğimiz şu ki: 1888 yılının aydınlık bir Mayıs sabahında, Greystoke Lordu John ile Leydi Alice, yelkenli gemiyle Dover’dan Afrika’ya doğru yola çıktılar.
Bir ay sonra Freetown’a varıp oradan, onları nihai varış yerlerine taşıyacak olan Fuwalda adındaki küçük yelkenli gemiyi kiraladılar.
İşte tam orada Greystoke Lordu John ile eşi Leydi Alice; gözden kaybolup bilinmezlikte yitip gittiler.
Freetown Limanı’ndan demir alıp ayrıldıktan iki ay sonra, yarım düzine kadar İngiliz savaş gemisi; onların izini bulmak amacıyla Güney Atlantik’i taramaya başladı ve çok geçmeden küçük geminin enkazı, St. Helena kıyılarında bulundu. Bu da dünyayı, Fuwalda’nın tüm yolcularıyla birlikte battığına ikna etmeye yetti ve böylece arama çalışmaları başladığı gibi durduruldu. Fakat onları özleyenlerin yüreğindeki umut ışığı yıllarca sönmedi.
Yaklaşık yüz tonluk bir barkentin olan Fuwalda, Atlantik Okyanusu’nun uzak güneyinde sıkça görülen türden bir kıyı gemisiydi. Bu tür gemilerin mürettebatı, denizin çer çöpünden; yani asılmaktan kurtulmuş, her ırk ve milletten katil ve haydutlardan oluşurdu.
Fuwalda da istisna değildi. Zabitleri, hem mürettebattan nefret eden hem de mürettebatın nefret ettiği, yanık tenli zorbalardı. Kaptan, her ne kadar işinin ehli bir deniz adamı olsa da adamlarına uyguladığı muamele açısından gaddardı. Onları idare etmekte bildiği ya da en azından kullandığı, yalnızca iki yöntem vardı: bağlama direği ve tabanca. İşe aldığı bu soytarı topluluğu da başka bir şeyden anlayacak gibi değildi zaten.
Freetown’dan ayrılışın ikinci gününde John Clayton ve genç karısı, Fuwalda’nın güvertesinde öyle sahnelere tanık olmuşlardı ki böyle şeylerin yalnızca deniz hikâyeleri anlatan kitapların kapaklarında resmedildiğini zannederlerdi.
İkinci günün sabahında, olaylar zincirinin ilk halkası dövülecek; o vakitte henüz doğmamış olan birinin, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş yaşam öyküsünü başlatacaktı.
İki denizci Fuwalda’nın güvertelerini yıkamakla meşgullerdi; birinci güverte zabiti dümeni devralmış, kaptan ise John Clayton ve Leydi Alice ile konuşmak üzere ara vermişti.
Denizciler, geri geri giderek güverteyi silerken sırtları onlara dönük şekilde konuşmakta olan üçlüye doğru yaklaşıyorlardı. Yaklaştılar, yaklaştılar ve nihayetinde bir tanesi kaptanın hemen dibine kadar geldi. Başka bir zamanda, adam oradan geçip gidebilir; bu tuhaf hikâye hiç yaşanmamış olabilirdi.
Ancak tam o sırada kaptan, Greystoke Lordu ve Leydisi’nin yanından ayrılmak üzere arkasına dönerken yerleri silmekte olan denizciye takılıp güverteye yüzükoyun serildi ve serilirken de su kovasını devirince üstü başı pis suyla sırılsıklam oldu.
Bir an için sahne oldukça gülünçtü ama yalnızca bir an için. Yüzü utançtan ve öfkeden kıpkırmızı olan kaptan, ağız dolusu korkunç küfürler ederek yeniden ayağa kalktı ve dehşet verici bir yumrukla denizciyi güverteye serdi.
Adam ufak tefek ve görece yaşlıydı, bu da kaptanın eyleminin gaddarlığını artırıyordu. Fakat diğer denizci ne yaşlıydı ne de ufak tefek; hırpani kara bıyıkları ve heybetli omuzları arasında bir boğanınkini andıran kalın boynu ile ayı gibi bir adamdı.
Arkadaşının yere düştüğünü gördüğünde çömeldi ve boğuk bir hırlama eşliğinde kaptanın üzerine atlayıp tek bir kuvvetli yumrukla onu dizlerinin üzerine düşürdü.
Kaptanın yüzü kırmızıyken solup kireç gibi oldu çünkü bu bir isyandı amansız kariyeri boyunca daha önce de isyanlarla karşılaşmış ve onları bastırmıştı. Ayağa kalkmayı bile beklemeden cebinden tabancasını çıkardı ve doğrudan, önünde dağ gibi dikilen kas yığını adama ateş etti. Ama kaptan ne kadar hızlıysa John Clayton da en az onun kadar hızlı davranmış ve güneşin ışığı altında parlayan tabancayı görür görmez kaptanın koluna vurup aşağı indirmiş; böylece denizcinin kalbine nişan alınan kurşun, kalbi yerine bacağına saplanmıştı.
Clayton ve kaptan arasında bir ağız dalaşı yaşanırken Clayton, kaptanın mürettebata karşı sergilediği gaddarlıktan tiksindiğini ve kendisi ile Leydi Greystoke teknede yolcu oldukları sürece bir daha böyle bir şeye göz yummayacağını açıkça belirtti.
Kaptan, öfkeyle karşılık vermek üzereyken fikrini değiştirip arkasına döndüğü gibi suratı mosmor ve kaşları çatık bir hâlde hızla yürüyüp uzaklaştı.
Bir İngiliz subayını düşman edinmek istemezdi çünkü Kraliçe’nin güçlü ellerinde, her yere ulaşan İngiliz donanması gibi hem takdir ettiği hem de korktuğu bir cezalandırma aracı bulunduğunu bilirdi.
Yaşlı adam ayağa kalkıp yaralı yoldaşının da kalkmasına yardım etti. Dostları arasında Kara Michael adıyla bilinen iri adam, bacağını dikkatle yokladı ve ağırlığını taşıyabildiğini görünce Clayton’a dönüp kaba bir sesle teşekkür etti.
Adamın ses tonu sert olsa da sözlerinin iyi niyetli olduğu aşikârdı. Kısa konuşmasını bitirir bitirmez sohbetin daha fazla uzamasını istemediğini belli ederek arkasına dönüp topallaya topallaya baş kasaraya doğru gitti.
Sonraki birkaç gün onu tekrar görmediler. Kaptan ise konuşmak mecburiyetinde kaldığı zamanlardaki huysuzca homurdanması haricinde onlarla ilgilenmedi.
Yemeklerini, bu talihsiz olayın öncesinde olduğu gibi kaptanın kabininde yemeye devam ediyorlardı ancak kaptan, yemek saati onlarınkiyle aynı zamana denk gelmesin diye işlerini dikkatlice ayarlıyordu.
Diğer zabitler, zorbalık yaptıkları adi mürettebattan hallice olsalar da kaba saba, cahil adamlardı; kibar İngiliz asilzadesi ve onun eşiyle muaşeretten kaçınmak işlerine gelmişti. Böylece, Claytonlar kendi başlarına kalmıştı.
Bu, onların da tercih ettiği bir durumdu ancak aynı zamanda küçük gemideki hayattan soyutlanmalarına neden olmuştu; bu nedenle de çok yakında kanlı bir trajediyle sonuçlanacak olan günlük olaylardan bihaberdiler.
Tüm gemiyi; bir felaketin yaklaştığı hissi veren, tarifi imkânsız bir hava sarmıştı. Dışarıdan bakıldığında, Claytonların bildiği kadarıyla, küçük gemide her şey olağan bir şekilde devam ediyordu ama onları meçhul bir tehlikeye doğru sürükleyen bir ters akıntı vardı ki ikisi de hissettiği hâlde, birbirlerine bundan bahsetmiyorlardı.
Kara Michael’ın yaralanmasından sonraki ikinci gün, Clayton güverteye çıktığında dört denizcinin başka bir arkadaşlarının hareketsiz bedenini aşağıya taşımakta olduklarını; güverte zabitinin ise bir kenarda durmuş, elinde ağır bir bağlama demiri olduğu hâlde asık suratlı denizcilere dik dik baktığını gördü.
Clayton hiçbir şey sormadı; sormasına da gerek yoktu zaten. Sonraki gün, ufukta bir İngiliz savaş gemisinin suyun üzerinde bıraktığı devasa izler görününce kendisinin ve Leydi Alice’in o gemiye bindirilmesini talep etmeye karar verir gibi oldu çünkü kasvetli Fuwalda’da kalmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğine dair korkusu gitgide artıyordu.
Öğlene doğru İngiliz gemisi ile iletişim menziline girdiklerinde Clayton, kaptana gidip kendilerini o gemiye bindirmesini istemeye tam karar vermişti ki; birdenbire bu isteğin ne kadar saçma olduğunu fark etti. Kraliçe’nin gemisini komuta eden kaptana, gemiyi daha şimdi geldiği tarafa döndürmesini sağlayacak ne tür bir sebep verebilirdi ki!
İki isyankâr denizciye, zabitlerince kötü muamele edildiğini mi söyleyecekti? Ona bıyık altından gülüp gemiden ayrılma isteğini sadece tek bir nedene yorarlardı: korkaklığına.
Greystoke Lordu John Clayton, İngiliz savaş gemisine nakledilme isteğini dile getirmedi. Akşamüstünün sonlarına doğru, geminin üst kısımlarının da ufuktan silindiğini gördü. Gördü görmesine ama o sırada, en büyük korkularını haklı çıkaran bir şey de öğrenmiş ve daha birkaç saat önce emniyet, ulaşabilecekleri kadar yakındayken genç karısının güvenliğini sağlamasına mâni olan aptalca gururuna lanet etmişti. Ama nafileydi; o emniyet çoktan gitmişti ve geri gelmeyecekti.
Akşamüstünün ortalarıydı; Clayton ve karısı geminin yan tarafında durmuş, büyük savaş gemisinin ardında bıraktığı izlerin yavaş yavaş silinişini seyrederlerken geçen gün kaptanın yere düşürdüğü ufak tefek, yaşlı denizci geldi. Yaşlı adam pirinç kaplamaları cilalıyordu ve yavaş yavaş Clayton’ın yanına kadar gelip kısık bir sesle şöyle dedi:
“Kıyamet kopacak efendim bu gemide, bakın buraya yazıyorum. Kıyamet kopacak!”
“Ne demek istiyorsun, azizim?” diye sordu Clayton.
“Nasıl, olanları duymadınız mı? O kaptan denilen şeytan tohumuyla onun zabitlerinin, mürettebatın yarısının kafasını gözünü dağıttığını duymadınız mı? Dün iki kafa patladı, bugün de üç. Kara Michael kendine geldi, o buna asla katlanmaz, asla, işte buraya yazıyorum, efendim.”
“Yani diyorsun ki mürettebat isyan başlatmayı düşünüyor?” diye sordu Clayton.
“İsyan!” dedi yaşlı adam. “İsyanmış! Niyetleri cinayet, efendim, işte buraya yazıyorum.”
“Ne zaman?”
“Yakında efendim; yakında ama zamanını söyleyemem, zaten fazla konuştum. Ama siz geçen gün kıyak adam olduğunuzu gösterdiniz, ben de sizi şimdiden uyarayım dedim. Ama ağzınızı sıkı tutun, silah sesi duyduğunuz zaman da aşağı inin ve oradan çıkmayın.”
“Hepsi bu, siz ağzınızı açmayın yeter; yoksa kaburgalarınıza sıkarlar, demedi demeyin efendim.” dedi yaşlı adam ve cilalama işine dönerek Claytonların yanından uzaklaştı.
“Aman ne keyifli bir vaziyet, Alice!” dedi Clayton.
“Kaptanı derhâl uyarmalısın John. Bela çıkmadan önü alınabilir belki.” dedi Alice.
“Sanırım uyarmam lazım ama yine de bana ‘ağzımı sıkı tutmamı’ söylemelerinin tamamen bencilce de olsa bir nedeni var. Şimdi, ne yaparlarsa yapsınlar, şu Kara Michael denen adama arka çıkmama hürmeten bize dokunmayacaklar. Ama onlara ihanet ettiğimi öğrenirlerse bize merhamet etmezler Alice.”
“Senin tek bir vazifen var John; o da otoritenin menfaatini korumaktan geçiyor. Kaptanı uyarmazsan sanki bu planı yapmaya ve uygulamaya kendi ellerinle yardım etmişsin gibi sonuçlarına da ortak olursun.”
“Anlamıyorsun canım.” diye karşılık verdi Clayton. “Ben seni düşünüyorum; benim birinci vazifem bu. Kaptan bu belayı başına kendisi açtı; ben neden onu kendi gaddarca aptallığının sonuçlarından kurtarmak için, muhtemelen nafile olacak bir çaba içine girip de kendi karımın akıl almaz dehşetlere maruz kalmasını göze alayım? Bu haydutlar sürüsü Fuwalda’nın kontrolünü ele geçirirse neler olacağını anlamıyorsun canım.”
“Vazife vazifedir John; ne kadar laf cambazlığı yaparsan yap, yine de bu gerçek değişmeyecek. Bir İngiliz lordunun basit bir vazifeden kaytarmasına bahane olursam ne sefil bir lord eşi olurum ben? Tehlikenin farkındayım ama seninle birlikte bu tehlikeye göğüs gerebilirim.”
“Peki öyleyse, dediğin gibi olsun Alice.” dedi gülümseyerek. “Belki de boş yere vesvese yapıyoruzdur. Bu gemideki işlerin gidişatını beğenmesem de belki de o kadar vahim değildir. Muhtemeldir ki “Asırlık Denizci” olayların aslını değil de; kendi hınzır, yaşlı gönlünden geçenleri dile getiriyordu sadece.
“Açık denizlerde isyan, yüz yıl önce yaygın bir durum olmuş olabilir ancak artık 1888 yılındayız, böyle bir şeyin olma ihtimali çok düşük.”
“İşte bak, kaptan kabinine giriyor. Onu uyaracaksam bu nahoş işi hemen yapsam fena olmaz çünkü bu hödükle konuşmayı içim kaldırmıyor.”
Ve böyle diyerek kaptanın girdiği güverte kapısına doğru rahat adımlarla yürüdü. Kısa bir süre sonra kaptanın kapısını çalıyordu:“Girin!” dedi huysuz kaptan, kalın sesiyle hırlar gibi.
Clayton içeri girip kapıyı arkasından kapatınca kaptan:
“Evet?”
“Bugün kulak misafiri olduğum bir konuşmanın özünü bildirmeye geldim çünkü zannımca, önemli bir şey olmasa bile hazırlıklı olmanızda yarar olabilir. Özetle, adamlar isyan ve cinayet planlıyor.”
“Yalan!” diye kükredi kaptan. “Yine bu geminin disiplinine müdahale ettiyseniz ya da sizi ilgilendirmeyen işlere karıştıysanız sonuçlarına da katlanın, canınız cehenneme. İngiliz lordu olup olmamanız umurumda değil. Bu geminin kaptanı benim, bundan sonra burnunuzu benim işlerime sokmayın.”
Kaptan öfkeden öylesine deliye dönmüştü ki yüzü mosmor kesilmişti. Son kelimelerini avazı çıktığınca bağırarak söylerken söylediklerini vurgulamak için de koca yumruklarından birini masaya güm diye indirmiş, diğerini de Clayton’ın suratının önünde sallamıştı.
Bunların karşısında Greystoke kılını bile kıpırdatmamış, olduğu yerde dikilip hırslanan adamı sakin bakışlarıyla izlemişti.
“Kaptan Billings!” dedi sonunda, ağır ağır konuşarak: “Açık sözlülüğümü bağışlayın ancak şunu belirtmek isterim ki pisliğin tekisiniz.”
Bunu demesiyle birlikte arkasına dönüp gelirken de sergilediği, o kendine has aynı rahat tavırlarıyla kaptanın yanından ayrıldı. Bu rahat tavırlarının, Billings gibi bir adamı bir hakaret yağmurundan çok daha fazla öfkelendireceğini elbette tahmin etmişti.
Tabii, eğer Clayton onu yatıştırmaya çalışmış olsaydı kaptan bu pervasız sözlerinden pişman olacak kıvama kolaylıkla getirilebilirdi fakat şimdi durum böyleyken kaptanın öfkesi, Clayton’ın soktuğu kalıba öyle bir oturmuştu ki düzelmesi mümkün değildi. Ve böylelikle kendi ortak menfaatleri uğruna birlikte hareket edebilmeleri için son fırsatı da kaçırmışlardı.
“Evet, Alice.” dedi Clayton. Karısının yanına döndüğünde: “Nefesimi harcamasam da olurmuş. Bu herif tam bir nankör çıktı. Kuduz köpek gibi üzerime atlayacaktı neredeyse. Onun da lanet olası köhne gemisinin de adı batsın, benden bu kadar! Bundan sonra, biz bu şeyden sağ salim inene kadar, tüm enerjimi kendi selametimizi sağlamaya sarf edeceğim. Ve zannımca bunun ilk adımı da kamaramıza gidip tabancalarımı yoklamak olacak. Büyük silahlarla mermileri aşağıya koyduğumuza pişman oldum şimdi.”
Kamaralarını darmadağın bir hâlde buldular. Açılmış kutularından ve çantalarından çıkarılan kıyafetler küçük odanın her yerine saçılmış, hatta yatakları bile parça pinçik edilmişti.
“Görünüşe göre, birileri eşyalarımızı bizden daha fazla dert edinmiş.” dedi Clayton. “Etrafa bir bakalım Alice, eksik bir şey var mı diye.”
Sıkı bir incelemenin ardından, kaybolanların sadece Clayton’ın kendileri için sakladığı iki tabancası ve az sayıdaki mermileri olduğunu gördüler.
“Keşke her şeyi alsalardı da onları bıraksalardı.” dedi Clayton. “Aldıkları tek şeyin onlar olması da hiç iyiye işaret değil.”
“Ne yapacağız, John?” diye sordu karısı. “Tarafsız kalmamızın bizim için en iyisi olduğunu söylerken haklıymışsın galiba.”
“Zabitler isyana mâni olabilirse korkacak bir şeyimiz kalmaz ancak, isyancılar galip gelirse ufak da olsa tek şansımız, onların önüne çıkmamak ya da onları kızdırmamak olacaktır.”
“Haklısın, Alice. Orta yoldan ayrılmayacağız.”
Kamaralarını toplamaya başlamışlardı ki Clayton ve karısı aynı anda, kapının altından ucu görünen bir kâğıt parçasını fark ettiler. Clayton kâğıdı almak için eğildiğinde, kâğıdın odanın içine doğru hareket ettiğini görüp şaşırdı; ve anladı ki kâğıt, dışarıdaki biri tarafından içeriye doğru itiliyordu.
Hızlı ve sessiz bir şekilde kapıya doğru adım attı; tam kapı kolunu çevirmek üzereyken karısının eli, bileğini kavradı: “Yapma, John.” diye fısıldadı. “Her kimse görülmek istemiyor, görmememiz bizim için daha hayırlı olabilir. Orta yoldan ayrılmayacağımızı unutma.”
Clayton gülümsedi ve elini indirdi. Böylece, orada durup küçük beyaz kâğıdın tamamen içeriye girişini ve zeminin üzerinde hareketsiz kalana kadar kapının altından itilişini izlediler.
Sonra Clayton eğilip kâğıdı aldı. Kare şeklinde kabaca katlanmış; biraz kirli, beyaz bir kâğıttı. Açtıklarında içerisinde, neredeyse okunaksız bir yazıyla yazılmış ve bunun, alışkın olmadıkları bir iş olduğunu gösteren kaba saba bir mesaj buldular.
Tercüme etmek gerekirse Claytonlara, tabancalarının kaybolduğunu bildirmemeleri ve yaşlı denizcinin ona anlattıklarını kimseye anlatmamalarına dair bir ikazdı. Aksi hâlde sonucu acılı bir ölüm olacaktı.
“Zannediyorum ki bize bir şey olmayacak.” dedi Clayton, hüzünlü bir gülümsemeyle. “Yapabileceğimiz tek şey oturup olacakları sabırla beklemek.”