Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Fülfül büyüsü»

Schriftart:

Teşekkür

Bu romanı yazarken benden desteğini esirgemeyen çok sevgili aileme, her an yanımda olan ablam Filiz’e, can arkadaşım Esra’ya ve varlığıyla beni yazmaya teşvik eden Ozan’a çok teşekkür ederim.

1. Bölüm
ESMA

İçimiz, hep bir hoşça kal ülkesi…

Cahit Zarifoğlu

Sepetçi Perihan ile Yeğenlerinin Çizik Bir Plağın Sesine Benzeyen Cızırtılı Hayatları

Balat, İstanbul 1949

Antik Yunan yazarları tarafından “boynuz” adıyla anılan; dar geçişli, yılankavi sokaklarında yüzyıllık sırların kol gezdiği, çerden çöpten yapılma evlerinin kapı eşiklerinde acuze cinlerin çiğ kırmızı rengindeki bacaklarını ağdaladıkları, şirret Çingene kadınlarının gecenin aymazında ciyak ciyak kavgaya tutuştukları Haliç semtinin yangınları İstanbul’un diğer bölgelerinde çıkan yangınlara hiç mi hiç benzemez. Bilhassa da Balat civarında meydana gelen yangınların kendine has bir tarihi bile vardır. Mahalleli tarafından titizlikle tutulan bu tarihi kayıtlar İstanbul’un fethinden çok daha öncesine, bin üç yüz üç yılında Balat’ın külliyen yandığı zamana dek uzanırlar.

Haliç’in yangınlarını İstanbul’un diğer semtlerindeki yangınlardan ayırmaya yarayan üç belirgin özellik vardır ve bunlar sırasıyla şöyledir;

1- Her yangın sonrası daha evvel kimse tarafından işitilmemiş bir sır ifşa olur ve bu sır, yangından sağ salim kurtulmayı başarmış birinin ruhunu mutlak suretle öldürür.

2- Hiçbir yangın bir diğeriyle benzerlik göstermez ve kimse kendi can evine düşmemiş bir yangına istese dahi müdahale edemez.

3- Gelmiş, geçmiş ve gelecek olan bütün yangınlar, geride aklını kaçırmış en az bir kadın bırakmadan sönmeyeceklerine dair kendi aralarında gizlice sözleşmişlerdir. Bu yüzden de her yangın ertesinde Haliç’te yaşayan bir kadın mutlaka aklını yitirir.

Bu meşhur yangınlardan bir tanesi de 1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi, saat sabahın üçünü otuz yedi dakika on bir saniye geçe, Balat’a inen Draman Yokuşu’ndaki bir terzi dükkânının alt katındaki mahzende meydana geldi. Dükkânın sahibi, Fındık Hatice’nin kocası Terzi Kani idi. Draman Yokuşu sakinleri, üzerinde kavuniçi renkli pazen geceliği ve ayağında ayçiçekli yeşil yün patikleriyle sokağın başındaki lambanın altında göğsünü döve döve ağlayan Fındık Hatice’nin o canfeza çığlığını işittikleri anda yataklarından kalkıp telaşla sokağa fırladılar. Başlangıçta yangını fark etmeden cümbür cemaat Hatice’nin yanına koşan mahallelinin ağzı, Kani’nin dükkânının alt katındaki mahzende çıkan yangını işitince şaşkınlıktan bir karış açık kaldı. Zira o güne dek kimsenin böyle bir mahzenin varlığından bile haberi olmamıştı. Fındık Hatice, delice bir kuvvetle kendini yerden yere atıyor, etlerini çimdire çimdire dövünüyor, dudaklarını kanatasıya dek dişliyor, üzerindeki geceliğin ince, pazen kumaşını hınçla parçalıyor ve mahallenin kadınları da el birliğiyle Hatice’nin alelade ortaya saçılan koca memelerini sağlam kalan bir parça kumaşın ardına saklamaya uğraşıyor, göz göre göre deliren kadını teskin etmenin bir yolunu arıyorlardı. Çok geçmeden Fındık Hatice’in geçirdiği bu korkunç sinir krizinin gerçekte kocasının dükkânında çıkan yangınla bir ilgisi olmadığı anlaşıldı. Öyle ki alevler söndürüldüğünde geride küle dönen dükkânla birlikte Terzi Kani ile Kumru Züleyha’nın kömür karasına bulanmış çırçıplak cesetleri kalmıştı. Böylelikle Draman Yokuşu sakinleri o gecenin ikinci büyük şokunu da yaşamış oldular. Yangından birkaç saat evvel yetmiş üç yaşına basmış olan Kani, Balat’ın meşhur çengisi Kumru Züleyha ile yerin altındaki mahzeninde sevişirken karısına yakalanmıştı. İki âşık panik hâlinde toparlanmaya çalışırken Kani’nin henüz çiçeklenmiş bir bahar dalını andıran yeşil damarlı eli, mahzende yanan kandillerden birine çarpmış ve yere devrilen kandilden hızla etrafa yayılmaya başlayan alevler mahzendeki top top kumaşlarla beraber iki sevgilinin bedenlerini de içine alarak adeta ölümcül bir şerâyin ateşine dönüşmüştü. Zavallı Hatice ise gördükleri karşısında ne yapacağını bilememiş, kolu kanadı kırık bir kuş misali kendini can havliyle sokağa atarak avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı.

Yazık ki 1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi meydana gelen bu talihsiz olayın ardından yaşanan hiçbir güzellik, Hatice’nin gönlüne düşen semâcetin izlerini silmeye yetmedi. Kaderine boyun eğmeyi öğrenip usulca köşesine çekildi Hatice ve sustu. Öyle bir suskunluktu ki bu, zaman içinde insanlar onun evvelden bir sesi olduğunu bile unuttular. Fındık Hatice, artık bambaşka biriydi. Omuzlarına dökülen iri dalgalı, kar beyazı saçlarını kökünden keserek kocasının senelerce baş koyduğu yastığın içine doldurdu. Bir tek gün dahi ayağından eksik etmediği pembe ponponlu terliklerini lime lime edip, Haliç’in çamurlu sularına bıraktı. İlkbaharda evine giren sivrisinekleri usta bir avcı edasıyla yakalayarak mutfak rafında dizili duran rengârenk reçel kavanozlarının içine attı. Ayak parmaklarına siklamen rengi ojeler sürüp, üzerine de damla damla tutkal akıttı. Bir süre sonra ise evinden dışarı adımını atmaz oldu ve en nihayetinde yeşil saplı bir kahvaltı bıçağı ile şah damarını keserek canına kıydı.

Öte yandan Kani ile Züleyha, olayın yaşandığı gecenin sabahında alelacele toprağa verilirken, Züleyha’nın geride kalan iki kızı ise teyzeleri Sepetçi Perihan’a teslim edildi.

Balat semtinde meydana gelen bu dehşetengiz yangının devrisinde bütün mahalleli tuhaf bir suçluluk hissine kapılmıştı. Bir zamanların dillere destan kantocusu Fındık Hatice, ömrünü kocası uğruna kuruş kuruş harcamış ve Kani’nin omuzlarına binen yaşamak yükünü az da olsa hafifletebilme meramıyla gecesini gündüzüne teyelleyerek çalışmış bir kadındı. Her daim kendinden evvel kocasını düşünür; Kani’nin yemeği, Kani’nin suyu, Kani’nin uykusu diye paralanır dururdu. Toz kondurmazdı kocasına. Ne ki Draman Yokuşu’nun mihenk taşı olarak kabul edilen ve neredeyse seksenli yaşlara merdiven dayamış remmâl acuzeler, onun bu perişan hâline baktıkça kırışmış dudaklarının kenarına iliştirdikleri buruk bir tebessümle “Keşke…” diye söyleniyorlardı içlerinden,

“Keşke daha az sevmesi gerektiğini öğrenebilseydi…”

Öyle ki bir kadın ne kadar çok severse, aklını da o denli çabuk yitirecektir demekti. Yazık ki Fındık Hatice, hayatındaki tüm renklerin solduğu ve zamanın temelli akmaz olduğu o yangın gecesine dek bu gerçeği bilmiyordu. Acaba bilseydi, her şey daha başka türlü olur muydu? Sahi, daha az severek kendini delirmekten kurtarabilir miydi insan? Seksenlik acuzelere göreyse bu sorunun yanıtı “evet” idi. İnsanın daha az severek kendini her türlü acıdan koruması mümkündü. Oysa diğer yandan da şöyle denirdi:

Aşktan kaçılsa bile kaderden kaçılmaz…

Antik Yunan yazarları tarafından “boynuz” adıyla anılan; dar geçişli, yılankavi sokaklarında yüzyıllık sırların kol gezdiği, çerden çöpten yapılma evlerinin kapı eşiklerinde acuze cinlerin çiğ kırmızısı rengindeki bacaklarını ağdaladıkları, şirret Çingene kadınlarının gecenin aymazında ciyak ciyak kavgaya tutuştukları Haliç semtinin yangınları, İstanbul’un diğer bölgelerinde çıkan yangınlara hiç mi hiç benzemez. Bilhassa da Balat civarında meydana gelen yangınlar, kendilerine kurban olarak seçtikleri bir kadının gönlüne kül kokulu bir düşkıran çiçeği kondurmadan sönmeyeceklerine dair yeminlidirler.


Evden çıkarken yine ayakkabılarını giymeyi unutmuş ve sokağa iner inmez de ayağında yalnızca kuş desenli yün çoraplarının olduğunu fark ederek utancından kıpkırmızı kesilmişti Esma. Eğer ayakkabıları, teyzesinin anlattığı masallardaki peri kızlarının giydiği o büyülü pabuçlar gibi çikolata ya da dondurmadan yapılmış olsalardı onları giymeyi asla unutmazdı. Ne var ki onun ayakkabıları üzeri kaymak ve karamelle çevrili bir dondurmadan çok, kanatları yırtılmış, pulları dökülmüş, antenleri kopmuş bir kelebeği andırıyordu. Bu yüzden de sürekli unutuyordu onların varlığını. Bir an için eve geri dönüp ayakkabılarını giymekle kuş desenli çoraplarının ucunda seke seke yoluna devam etmek arasında tereddüt etti ve birkaç saniye düşündükten sonra kararını vererek Giritli Necati’nin Şerbetçi Dükkânı’na doğru yürümeye başladı.

Sepetçi Perihan, sepet örmeyi bıraktığından beri Giritli Necati’nin dükkânında çalışıyordu. Şüphesiz ki burada, ördüğü sepetlerin karşılığında aldığı paradan çok daha fazlasını kazanıyordu çünkü insanlar cebindeki üç kuruş parayla kendilerine hasır bir sepet satın almaktansa, ağızlarını tatlandırıp midelerini bayram ettirecek bir kap şerbet içmeyi yeğliyorlardı. Kendinden üç yaş büyük olan ablası Züleyha’nın ölümünden sonra ortada kalan yeğenlerini sahici bir anne şefkatiyle bağrına basan Perihan için hayat, gitgide dikleşen bir yola benziyordu. Öyle ki ablasının geride bıraktığı o melun hikâye Balat’ın kara kaplı dedikodu defterine koca koca harflerle işlenmiş ve Züleyha’nın taşımaya fırsat bulamadığı vebali de seve seve kardeşinin üstüne yüklenmişti. Yâis bir hayatın içinden çıkıp gelen bütün kadınlar gibi kendi hüznünde, sessiz sakin bir kadındı Perihan. Temiz ve cevâd bir yüreğe sahipti. Balat’ta doğup büyümüştü. Oldum olası da sevmişti bu semti. İstanbullu Çingenelerin merkezi, hatta kalbiydi Balat. Sanki köşe bucak saklardı onları, boğazın ürkünç dalgalarından koruyup kollamak isterdi. Bunca yılın ezilmişliğini, itilmişliğini görmezden gelir ve kati suretle kin yahut kir tutmazdı. Bu hâliyle İstanbul’un öteki semtlerinden daha başka bir kumaşa sahip olduğu kesindi. Nem çekme oranı yüksek bir semtti mesela, yıpranmaya karşı dayanıklı bir yapısı vardı. Öyle kolay kolay da bozulmazdı dokusu, hele kırışma özelliği hiç yoktu. Sık sık ütü istemezdi. Belki pürüzsüz bir yüzeye ve ipeğe yakın bir görünüme sahip değildi ancak yıkanma sonrası kolayca eski hâline geliverirdi. Uzun ömürlüydü, sağlamdı. Perihan gayet iyi biliyordu ki son nefesini verene dek sızlanmadan, gocunmadan bu semtin sokaklarında yaşayacak ve günü geldiğindeyse bu dünyadan Balatlı bir Çingene olarak ayrılacaktı.

Züleyha ise kardeşinin gönlünde yatan bu Balat sevdasına bir türlü akıl sır erdiremez, onu daima azla yetinip çoğu hayal edemeyecek denli aciz bir kadın olmakla yargılardı. Hâlbuki Perihan memnundu hâlinden. Elinde olandan daha fazlasını hayal etmediği, edemediği için küçümsemezdi kendini. Atlasına bürünmüş bir böcek misali, doğuştan gözden çıkarmıştı kozasındaki ipeği. Hem adına hayal denen o şey neydi ki, ardında nilfam izler bırakarak gecenin karanlığında sinsice gezinen bir hayaletten başka… Varlığı hissedilebiliyordu belki ama çıplak gözle görülmüyor, elle tutulamıyordu. Hayalin hayaline kapılıp gitmekti asıl saçmalık. Üstelik Perihan, oldum olası sahip olduklarından daha fazlasını arzulayan bir kadın da değildi. On üç yaşına bastığı günün sabahında aynadaki aksine dikkatle bakmış, gördüğü yüz karşısında olduğundan daha başka birine dönüşmesinin ihtimal olmadığına karar vermiş ve o gün bugündür de hâli hazırda sahip olduklarıyla yetinmesini bilmişti. Züleyha kadar güzel ve alımlı bir kız olmadığı su götürmez bir gerçekti. Hâl böyle olunca ablası gibi allı morlu yaşmaklar giyerek çengilik etmeye heveslenmemiş, bunun yerine özel bir yetenek gerektirmeyen sepet örme işine yönelmişti. Hasırlarla, ipliklerle, tellerle haşır neşir olmak iyi gelmişti ona. Ne ki kocası Klarnet İbrahim’i nikâhlandıktan altı ay sonra toprağa verdiğinde de yine ruhundaki zehri söküp alsınlar diye kendini sepetlerinin şifalı ellerine bırakmış, akşamdan sabaha, avuçları morarıp parmakları su toplayıncaya dek ördükçe örmüştü. Şimdiyse gün boyu Giritli Necati’nin dükkânındaki ocağın başında durup kazan kazan şerbet kaynatıyor ve gelen müşterilere yüzüne iliştirdiği sevimli bir tebessümün yanı sıra kaplar dolusunca şerbet ikram ediyordu. Akşam ezanından sonra Draman Yokuşu’nun tepesindeki bozulmuş domates renkli evin eksilmiş merdivenlerini birer ikişer atlayarak çıkarken içine dolan sevincin yegâne sebebiyse ablasından yadigâr yeğenleriydi. Hayat, bağrına mühürlediği kardeş hasretinin yanı sıra acısını bir nebze hafifletsin diye de bu iki küçük kızı sunmuştu onun ömrüne.

Sekiz yaşına henüz basmış olan Şuara, küçük kardeşi Esma’ya nazaran daha sakin bir mizaçla yaratılmıştı. Perihan, teninin kokusunu incir ve limon ağaçlarının baharda birbirine bulanan kokularına benzettiği Şuara’yı oldum olası kendine daha bir yakın hissederdi. Gün boyu üzerinde oturduğu minderde, çöplerin arasından bulup topladığı rengârenk kumaşları birbirine ekleyerek oyunlar oynayan Şuara, şayet bir parça tükürükle parmağının ucuna yapıştırdığı ipliği diğer elinde tuttuğu iğnenin gözünden tek seferde geçirmeyi başarabilirse büyüdüğünde camdan pabuçlar giyen bir prenses olacağına inanırdı. Bu oyunu ona annesi öğretmişti. Kızının kumaşlara olan merakını iyi bilen Züleyha, çengilik etmeye gittiği zamanlarda onun eline bir iğne ile iplik tutuşturur ve sevinçle “Hadi bakalım benim minik Şuara’m,” derdi, “eğer ipliği iğnenin gözünden tek seferde geçirmeyi becerebilirsen büyüdüğünde dillere destan bir prenses olacaksın demektir.”

Şuara ise çocuksu bir heyecanla oynardı bu tuhaf ama mutluluk verici oyunu. Sıradan bir Çingene kızının kaderinde prenses olmak var mıdır diye sual etmeyi aklından bile geçirmezdi. Züleyha da bir Çingene kızından prenses olmayacağını bilirdi bilmesine ama Şuara’nın gözlerindeki sevinci gördükçe de yalnız annelere özgü bir inat ve ısrarla sürdürürdü bu oyunu. Kim bilir belki de kızının buğday sarısı saçları ile camgöbeği rengindeki hareli gözlerine baktıkça prenseslerden bile güzel bir evlât doğurduğunu düşünüp gururlanır ve safça bir merakla, “Neden olmasın?” diye sorardı kendi kendine.

Esma’ya gelince; Draman Yokuşu sakinlerine göre o tam manasıyla bir şeytandı. Başlangıçta yaşanan o tüyler ürpertici yangın felaketinden dolayı kızların hâline acıyan mahalleli kimi zaman içten, kimi zaman lütfen göz yumardı Esma’nın boyundan büyük haylazlıklarına. Fakat zamanla kimsenin zerre kadar tahammülü kalmamıştı. “Allahım, ne günah işledik de bu canavarı verdin başımıza!” diye veryansın eden mahalleli Esma’nın yaramazlıklarından çok, erken yaşta şirazesi kayan dilinden yana dert yanardı. Öyle ki henüz beş yaşında olan bu küçücük kız çocuğu, Balat’ın yüzyıllık sır tarihine baş kaldıran bir edayla gizli kalması gereken her ne varsa bir şekilde öğrenir ve dakikasında da bütün ahaliye ifşa ederdi. Esma dile geldi geleli Balatlılar birbirine girmişti. Adeta ardı arkası kesilmeyen bir kaos yaşanıyordu her evin çatısı altında. Kim kiminle karısını boynuzluyor, kim kiminle nerede düzüşüyor, kim kimin cebinden ne araklıyor… Hepsini ama hepsini herkesten evvel bu bacak kadar çocuk öğreniyor ve önüne gelene de büyük bir iştahla anlatıyordu. İşin tuhaf yanı, söylediği her şey tek tek çıkıyordu. Başlarda Esma’nın söylediklerine aldırış etmeyen mahalleli, zamanla Balat’ın yüreğine bir şarapnel gibi saplanan bu kız çocuğunun ağzından çıkacak olan her kelimeyi merakla bekler olmuştu. Bu kadar çok şey biliyor olmasının sebebini ise iki şekilde açıklıyorlardı;

Ya bu kız çocuğu, âlemlerin Rabbine şirk koşan ateş soylu iblis tarafından ortalığı velveleye vermek ve insanların yüreğine binbir çeşit şüphe zerk etmekle görevlendirilmiş bir emir kuluydu. Ya da aksine, Rabbin bir “ol” emri ile hamuruna ilahi bir kuvvet eklenmiş olan, Çingenelerce adına “yedinci kadın” denilen bir büyücü soyuna mensuptu ve ki yazılanları daha yeryüzüne düşmeden evvel okuyordu.

Kısacası Draman Yokuşu’nun seksenlik remmâl acuzelerine göre Esma, ya karanlıktı ya aydınlık. Ya bir meleğin kanadından yaratılmıştı ya da ateş soylu iblisin sırtındaki kamburun yer âlemi üzerindeki yansımasıydı. Gerçekte kim olduğunu ise zaman gösterecekti.

Esma, Giritli Necati’nin Şerbetçi Dükkânı’nın kapısından içeri adımını attığı sırada dışarıda kızılca bir kıyamet koptu. Perihan, müşterilere vermek üzere hazırladığı şerbet kaplarını elinden bırakıp da başını dükkânın camekânlı vitrininden tarafa çevirdiği anda havada uçuşan ceketler, kazaklar, çoraplar, gömlekler ve hemen sonra da kiraz ağacından yapılma zeytunî bir keman gördü.

“Mürüvvet! Gözümün nuru, karıcım! Allahın aşkına yapma!” diye inliyordu sokağın başında dikilmiş duran gözü yaşlı, kılıbık tipli bir adam. Sesi, yağmakla yağmamak arasında kalan bir bahar yağmuru misali incecik ve tedirgindi.

“Bacak kadar veletin lafıyla olacak iş mi şu yaptığın!”

Perihan, bacak kadar velet lafını işittiği gibi bakışlarını dükkânın kapısında dikilip duran Esma’ya doğru hınçla çevirdi. İçerideki müşteriler de şaşkındı, gerçekten de kıyafet yağıyordu havadan. Hâlbuki Draman Yokuşu sakinleri bu gibi hadiselere pek aşina olduklarından, adamla kadının mahalleyi inleten kavgasını kale bile almadılar. Çünkü Çingenelerin barındığı her semtte yaşanan günlük bir rutinden ibaretti bu gümbürtü. Ne var ki dükkândaki soluk benizli, beyaz turistler için olağanüstü bir durum yaşanıyordu o anda. Omuzlarını kısıp boyunlarında asılı duran fotoğraf makinelerine saldırdılar ve başlarını merakla yukarıya kaldırarak kıyafetleri atan kadını görmeye çalıştılar. Giritli Necati, oturduğu taburenin üstünde istifini hiç bozmadan, “Perihan,” diye seslendi alaycı bir ses tonuyla. “Senin bacaksızın geldiği nasıl da belli oluyor baksana, peşi sıra rüzgârını da sürüklüyor y’puli!1

Perihan, ani bir feveranla yerinden fırladığı gibi Esma’yı kolundan yakaladı ve kendine doğru çekerek,

“Gene ne halt ettin Esma?” diye öfkeyle söylendi, “Bu defa kimin kuyruğuna bastın?”

Esma, tahammülfersa bakışlarla kendisini süzen teyzesine verecek bir cevap bulup buluşturmaya çalıştığı sırada kafasına inen sert bir terlik darbesiyle olduğu yerde sarsıldı. Şayet Perihan, kolunu sıkı sıkıya tutuyor olmasaydı bir hızla yere devrilivermesi an meselesiydi. Terlik, hiç beklenmedik bir taraftan gelmişti. Mahallenin meşhur şehvetperesti Gülendam, dükkânın yarı aralık kapısının önüne dikilmiş ve adeta ağzından lavlar püskürten bir ejderha misali avazı çıktığı kadar böğürüyordu.

“Seni küçük orospu seni! Demek ocağıma incir ağacı dikmeye niyetlendin ha! Amma saçını başını yolmazsam şimdi senin! Geberesice, soysuz köpek! Göstereceğim ben sana gününü! O dilini kökünden koparayım da ne halt ettiğini iyice belle!”

Perihan, ani bir refleksle Esma’yı arkasına alıp, ihtimal bir terlik atışı için kendini siper ederken Giritli Necati de yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle oturduğu tabureden ok gibi fırlayarak saniyeler içinde yanlarına geldi.

“Ayıp Hanım, ayıp!” diye seslendi, içtiği sigaralar yüzünden iyice kalınlaşan sesiyle. “Hiç mi arlanman yok senin! Şuncacık çocuktan ne istersin!”

Draman Yokuşu sakinleri ile mukayese edildiğinde cümlesi pürtuvalet kalan müşteriler olan biteni şaşkınlıkla seyrededursunlar, Gülendam gözlerinde öfke dolu parıltılarla bağırmaya devam etti.

“Şuncacık çocuk mu diyorsun sen o iblisin dölüne? Allahın cezası bir sıçan o! Ne bok yediğinden haberin var mı ki? Yoo, teyzesi dururken sana ne oluyor, öyle ya tam bir kaltak sülalesi bunlar ayol, anası neydi ki piçi ne olsun?”

O ana kadar başını teyzesinin geniş kalçaları arasına gömmüş hâlde Gülendam’ın ağzından çıkan her kelimeyi sinsi bir tebessümle dinleyen Esma, “kaltak sülalesi”, “anası” ve “piç” sözcüklerini işittiği sırada taş kesmiş bir bez parçası gibi olduğu yerde kalakaldı. Yüzündeki sinsi tebessüm yerini belli belirsiz bir korkuya ve devamında da kulaklarından kalbine doğru süzülen meneviş renkli bir hüzne bıraktı. Yaşıtlarına göre fazla zeki bir çocuktu Esma ve nitekim mahalleli arasında dilden dile dolaşan fısıltı gazetesinden işitip öğrenmişti annesinin kabahatini. Fakat o güne dek hiç kimse annesinin işlediği günahın cezasını Esma’ya kesmemiş, olan biteni bir defa olsun yüzüne vurmamıştı. Şimdiyse birdenbire adına hakikat denen o ısırgan otlu tarlanın tam ortasına düşüvermişti işte. Canı yanıyor, kalbi acıyordu. Sanki her Nisan başı mahallenin çocuklarıyla topyekûn daldıkları Hüsrev Efendi’nin bahçesindeki ağaçlardan aşırdıkları iri çekirdekli, yeşil, sulu eriklerden bir tanesi tam boğazına mevzilenivermişti. Yutkunmaya çalıştıkça daha da beter kesiliyordu nefesi. Kendi kendine kusar gibi “Piç” diye söylendi. Ne Perihan duydu bu belli belirsiz sesi, ne de Gülendam. Lâkin İstanbul; İstanbul bir anda duyuvermişti Esma’nın sesini. Yüzyıllardır eteklerinde olup biten her şeyden haberdar, kavi bir sırdaştı o. Her türlü rezilliğe alışkın sebatkâr bir dağ gibiydi. Ne var ki bu defa onun da canı yanmış, içi bulanmış ve boğazına iri çekirdekli, yeşil, sulu bir erik tanesi olmasa da sarı bacalı, küpeştesi beyaza boyalı bir vapur oturuvermişti aynı anda. Yutmaya çalıştıkça inatla mevzileniyordu vapur olduğu yerde. İstanbul’un hırçın, mavi suları serâser dalgalandı, yükseldi ve “Ey Settar!” diye haykırarak büyük bir gürültüyle öğürüverdi şehir. İçinde ne varsa boğazına oturan vapurla beraber kusmuştu sanki. Olan bitene feci hâlde sinirleri bozulan şehir, kendini daha fazla tutamayarak iri katreli gözyaşlarını hızla koyuverdi. Ansızın hantal, kurşuni bulutlar sardı gökyüzünü ve Esma, yere düşen ilk yağmur damlasıyla beraber belki de ömründe ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.


Yangınların hakkaniyetsizliği kadar, yağmurların da insafı yoktu Balatlılara. Bir yağdı mı dur durak bilmez; caddeleri, sokakları sele boğmadan geçip gitmezdi yağmur. Draman Yokuşu’nu çamur renkli çirkâb sular basarken mahalleli de açık kalan kapı ve pencerelerini hızla kapamanın telaşına düştü. Öyle ki Gülendam bile Esma’nın kabahatini unutup, terliklerini ayağına geçirdiği gibi doğruca evine koştu.Kocasının mahallenin çirkin sefihi Gülendam ile oynaştığını işitip de sinir krizleri geçiren Civelek Ayla, elinde kalan son ceket ile pantolon takımını da aşağıya fırlattığı gibi içeri girdi ve ardından da pencereyi sıkı sıkıya menteşeledi. Bir tek Esma, Perihan ve Giritli Necati oldukları yerde kalakalmış, yağmura aldırış etmeksizin kıpırtısızca duruyorlardı. Esma avazı çıktığı kadar ağlıyor, Perihan tek kelime etmeden yeğeninin çağlayan bir nehir misali akan gözyaşlarına bakıyor ve Giritli Necati ise bu yaralayıcı tabloyu hüzün dolu bakışlarla temaşa etmenin yanı sıra gördükleri karşısında insanlığın usaresine ağız dolusunda tükürmek istiyordu. Öte yandan dükkândaki turistlerse ellerinde soğumuş şerbet kapları, içine düştükleri bu gayya kuyusundan nasıl kurtulacaklarını düşünüyor, bir an evvel geldikleri yere geri dönmenin hayalini kuruyorlardı. Bu turistik gezi sonunda öğrendikleri tek bir şey vardı; Balat, tam manasıyla bir deliler âlemiydi.



Sepetçi Perihan, otuz üç yaşında hayata gözlerini yumduğunda Draman Yokuşu sakinlerinden bir teki bile bu ani ölümün nedenini sual etmedi, zira onlara göre ölüm Allahın emriydi ve Allahın emirlerini sorgulamaksa iblisin işi. Oysa onlar ne âlemlerin Rabbine şirk koşan şeytanın soyundan geliyorlardı, ne de kendi hâlinde bir kadının ölümüyle ilgili sır perdesini aralayacak mecale sahiplerdi. Hâl böyle olunca ölüyü vakitlice gömerek hayata kaldıkları yerden devam etmek herkese daha doğru gelmişti. Diğer yandan Perihan’ın ölümünün ardında yatan nedeni merak edip de öğrenmek isteseler dahi hakikati bilebilmeleri olanaksızdı çünkü Perihan’ı gencecik yaşında ölüme götüren şey, uykuya daldığı sırada kanına karışarak ciğerlerine inen ve ölüme sebebiyet verdiği handiyse binde bir görülen sinsi bir diş bakterisiydi. Şayet Perihan, horlayan bir kadın olsaydı örneğin, böyle bir hastalık yüzünden hayata veda etmek durumunda kalmayacaktı ve bakteri, horlama esnasında açılıp kapanan ağzından usulca dışarı sızabilecek ve havayla temas ederek yok olup gidecekti. Ne var ki Perihan, uykuya daldığı anda dişlerini birbirine sıkı sıkıya kenetleyip, nefesini ağzından değil de burnundan alıp verdiğinden bakteri de doğrudan ciğerlerine inmiş ve sebebiyet verdiği ödemle beraber onu yalnızca birkaç dakika kadar kısa bir sürede canından etmişti. Balatlılar bir yana, 1959 senesinin Türkiye’sinde tıp bile henüz bu ölümün ardındaki gizemi çözebilecek kadar ilerlememişti.


Perihan öldüğünde Şuara on beş, Esma ise on ikisindeydi ve iki kız kardeş biteviye dökülen gözyaşları dindiğinde Tanrı’nın onlardan temelli yüz çevirmiş olduğuna kanaat getirdiler. Teyzelerinin ölümünün ardından şu koca dünyada yapayalnız kalmışlardı ve bu gerçek beraberinde daha acı bir gerçeği de getirmişti; öyle ki acilen hayatla başa çıkmanın bir yolunu bulmalıydılar! Sırtındaki yaralardan kanatlar çıkarabilen mitolojik bir tanrıça edasıyla evvela Şuara topladı kendini, silkelendi, üzerinde ne kadar korku varsa hepsini kökünden kurutup sonbahar yaprakları misali bir bir döktü ve çocukluğundan bu yana aşina olduğu kumaşların, ipliklerin rengârenk dünyasında kendine bir iş buldu. Galata civarında bulunan ufak bir terzi dükkânında çalışacak, haftalık olarak alacağı yevmiyesiyle kardeşine bakacak, evin geçimini sağlayacaktı. Nitekim Şuara’nın tek başına tüm dünyanın karşısında duramayacağını anlaması zor olmadı, zira eline geçen parayla geçinebilmeleri pek mümkün görünmüyordu. Kazandığı para ancak ve ancak iki haftalık yeme içme masraflarını karşılayabilecek kadardı, keza yiyip içebilecekleri gıdalarsa zaten sınırlıydı. İşte tam da bu noktada Esma, yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla hayat yolundaki ilk adımını atmaya karar verdi ve geleceğe dair beslediği tüm hayallerini onlarca yerinden bıçaklamak suretiyle öldürerek kendini fallar âleminin yeni ecesi ilân etti. Bundan böyle hoyratlığını gizlemeye lüzum görmeyen şirazesiz dili yalnız para karşılığında konuşacak, efsunlu dualar okuyacak ve onlarca büyüye can verecekti. Esma, Tanrı’nın bir “ol” emriyle hamuruna lahuti bir kuvvet zerk olan, Çingenelerce adına “yedinci kadın” denilen ve sadece yüzyılda bir yeryüzüne geldiğine inanılan özel bir büyücü soyuna mensuptu ve ki yazılanları daha yer âlemine düşmeden evvel okuyordu. O, tam manasıyla doğuştan büyücüydü. Fakat kendisine sorulacak olsa yapmayı dilediği tek şey, ömrü hayatı boyunca tıpkı annesi gibi allı morlu yaşmaklar giyerek düğünlerde, eğlencelerde çengilik etmek ve dahi kendini falların aksine müziğin büyüsü içinde pişirmekti. Yazık ki kader çoktan yazılmış, iki kardeşin geçeceği yollar, uğrayacağı menzilgâhlar belirlenmiş ve olacak olan her şey, Tanrı’nın elinden çıkma bir perniyân üzerine özenle işlenmişti. Kader, kapanması mümkün olmayan bir yara gibi açıldıkça açılıyor ve hayatsa bu yaraya iri taneli tuzlar basmaya devam ediyordu.

Öte yandan Draman Yokuşu’nda yaşayan remmâl acuzelere göreyse insan, Tanrı’nın kader bergâhında boynu bükük bir lâl kuşu kadar çaresizdi. Kanatlarını ne kadar çabuk kaldırıp da uçabilirse, kendisi için o kadar iyiydi.

1.Y’puli: Rumca’da yavru kuş, sevgili manasına gelen bir sözcük.
1,53 €