Buch lesen: «Kursak Kramplari»
Cihan Aldık
1979 yılında İstanbul Fatih’te doğdu. Fotoğrafçılık ve Radyo TV Sinema okudu. Halihazırda editörlük ve fotoğraf eğitmenliği yapıyor. 19 yıldır reklam sektöründe çalışıyor. Birçok kurumsal firmanın kurum içi yayınını hazırladı. Sektörel dergilerde çalıştı. Reklam fotoğrafları çekti, çekmeye devam ediyor. Ulusal çapta birçok dergide deneme ve gezi yazıları yayımlandı. Yurtiçi fotoğraf sergilerinde yer aldı.
Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:
Kursak Krampları, Ekim 2019
Bir Varsın Bir Yoksun, Nisan 2017
Kursak Krampları
Sessizliğin ortasında, içine uzun uzun çektiği sigarasının tütününün küle dönüşürken attığı çığlıkları kendisinden başka duyan yoktu. Milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirdeki yalnızlığı, içine çektiği duman gibi ciğerlerine işlemişti. Yalnızlığın gürültüsü kulaklarını tırmalıyordu. Elindeki gazetenin “özel haber” sayfasındaki fotoğrafına bakıyor, yazıya göz gezdiriyordu. Hissettiklerini lisan-ı hal ile anlattığı ve gazetecinin son şeklini verdiği düşünceleri bir gazete haberi olarak ellerinin arasında duruyordu.
Her gün birkaç tane vadesini doldurmuş bedeni yıkayıp son yolculuğuna uğurluyordu. Kimisinin görmeye bile tahammül edemediği, hatta korktuğu şey onun mesleği olmuştu. “Ne iş yapıyorsun?” diye soranın, cevabı duyduktan sonra ikinci cümlesi, “Ağzından yel alsın”dı. Ağzından yel almıştı kelimeleri; suskunlara karışmıştı gassal Gazanfer. Onlarca defa selamsızca yanından geçip gidenlerin sessizce ve sadece avret yerlerini örten bir parça bezle önünde cansız yattığına şahit olmuştu.
Herkes onların ölülerden çekindiğini zannededursun, Gazanfer ölülerin yakını olan dirilerden çekiniyordu. Mezar kazanın bile öleceğini hatırlamadığı bir zamanda, ölümü hatırlamamasına imkân yoktu. Ne var ki guslünü aldırdığı mevtanın ailesi az sonra toprakla buluşturacağı andan sonra başka bir yakınlarını yine gasilhaneye getirene dek ölümü hatırlamayacaklardı. Bundan çekiniyordu Gazanfer. Bile isteye, gönül rızasıyla unutkanlık susturmuştu onu; yel almıştı ölümlü kelimeleri. Sormasalar söylemez, bilmeyenler, ölülerden korkup lâl oldu zannederdi.
İşin aslı bu değildi tabii. Gazanfer binlerce ölü bedeni ahiret intikaline hazırlamıştı. Tabii bu bir dini sorumluluğun yerine getirilmesi hazırlığıydı. Yoksa kimin öteye hazırlığı tamdır, belli değildi.
Gazanfer konuşkandı aslında. Herkes kadar konuşur, uçan sözlerden eder, yazı gibi kalan, kalpte yer eden sözler nelerdir çok bakmazdı. Bir gün baktı ki ne kadar söz söylersen söyle, teneşire yattığında sözler kifayetsiz, o da sustu…
Gassallık hem korkulan hem de merak uyandıran bir meslekti. Gazeteler, dergiler ve bilumum özgün habercilerin en gözde konularından biriydi gassal röportajları. Hem korkar hem de acar muhabirlik yapıp kendi halinde bir ölü yıkayıcısı bulup konuştururlardı. Sonra da kalemlerini konuştururlar, bire bin katıp kalemşörluk yaparlardı. Günlerden bir gün -tevatür bu ya- “ölülerden korkup dilini yutmuş bir gassal varmış; adı Gazanfer. Filanca gasilhanede çalışır” diye haber uçurdular, habercilikte iddialı bir yeni yetmeye. Baştan biraz çekindi, sonra kariyer hırsıyla kararttı gözünü… “Ne yapacak sanki, teneşire yatırıp bize de mi kese atacak” dedi. İkna etti kendisini. “N’olcak oğlum, ne tırsıyorsun? Bu senin için iyi bir fırsat. Hem baksana adam hem gassal hem de korkudan dilini yutmuş. Bomba haber. Yazı işleri müdürüne verdin mi dosyayı sayfa şefi bile olursun” diye telkinler verdi korkak benliğine. Gazanfer de boş değil hani, biri sorsa söyleyecek cinsten. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş vesselam…
Aldı kayıt cihazını, fotoğraf makinesini, düştü yola gazeteci. Çaldı Gazanfer’in gasilhanesinin kapısını. Dediler ki, “Gazanfer ölü yıkamakta, az bekle, biter birazdan işi.” Ölü soğuğu esiyordu ortamda. Esintiden ürperdi genç gazeteci. Beklemek hiç hoşuna gitmedi. Başladı dizlerini sallamaya. Onu gören diğer gassallar anladı durumu. “İlk defa mı girdin bir gasilhaneye?” diye sordular. İrkildi ilkin gazeteci. “Ölüler dile geldi sanki” diye geçirdi içinden. “Evet,” dedi ama diğer yandan da korkusunu belli etmemek için cevabını önemsemediği sorular sordu gassallara: “Kaç ölü gelir günde buraya? Hiç korkmaz mısınız?” vs. Diğerinden daha yaşlı olan gassal girdi araya “Ölüler gelemez evlat, onları mecburen getirirler. Hepimizin eninde sonunda geleceği yer burasıdır.” Toy gazeteci nasıl kıvıracağını bilemedi. “Nasıl da düştüm tongaya. Ölü nasıl gelsin hakikaten” dedi sessizce. Bir gazeteci olarak yapılmayacak hata… “Bunu bir de yazarken yapsaydım…” diye hayıflandı.
Derken, sessizliğinden geldiğini bile fark edemediği Gazanfer’e seslendi, yaşlı olanın yanındaki Maraşlı gassal: “Gazanfer, misafirin var.” Gazanfer şaşırdı baştan. Sessiz sedasız bir Gazanfer’di o, misafiri nasıl olsundu. Gazanfer’in adını duyan yeni yetme gazeteci, kırdığı potun verdiği ağırlığın ve gasilhane korkusunun heyecanıyla birden oturduğu yerden fırladı. Bakışları Gazanfer’e kilitlenerek kendisine doğru yöneldi. Bu sırada az önce yıkadığı mevtanın gözü yaşlı yakınları tabutu yüklenmiş cenaze arabasına doğru götürüyorlardı. Manzara karşısında nutku tutulan genç, biraz tekleyerek de olsa nerede çalıştığını, neden kendisini ziyaret ettiğini söylemeye çalıştı. Bu arada az evvel yanı başından geçen tabutun içindeki müteveffanın soluksuz bedenine değen elleri sıkıp selamlayamadı. İrkildi, korktu, çekindi, belki de -kendinden utansa da- iğrendi. “Ölüye değmiş bir eli nasıl sıkayım?” diye düşündü. Kollarının kıvrımını düzeltirken dinledi Gazanfer, ses etmedi. Gazetecinin röportaja geldiğini duyan diğer gassallar da dikkat kesildi. Konuştuğuna çok az şahit oldukları Gazanfer’e sorular sorulacak, Gazanfer de bunları cevaplayacaktı yani öyle mi? Şaşırdılar. Bir çift göz takip ederken Gazanfer’i, üç çift göz merakla bakmaya başladı. Gazanfer’in ağzından çıkacak ilk sözü duymak için bir hayli beklediler. Sessizliğini bozacak mı acaba diye düşündüler. Gazanfer de sanki bu ânı beklermiş de kendisinin bile haberi yokmuşçasına hafif bir tebessümle, “Burada oturacak yer yok, sadece yatılacak bir yerimiz var. O da teneşir. Buyur geç, ne soracaksan sor teneşir başında,” dedi.
Hınzır gazeteci röportajlara giderken soracağı soruları önceden kâğıda yazmaz, aklına kazırdı. Dersine iyi çalışır, yazacağı yazının taslağını çıkarır, başlığını az çok belirler, konuşturduğu kişiden istediği sözleri almasını bilirdi. Buraya da bomba etkisi yaratacak bir röportaj için gelmiş, büyük etki bırakacak bir işle geri dönmeyi planlıyordu. Ne var ki teneşir başında bir röportaj hiç hayal etmemişti. Ne sorular kaldı aklında ne de başka bir şey. Korkudan izin isteyip kaçmayı bile geçirdi aklından. Ahvali yüzüne vuran gazetecinin halinden anlayan Gazanfer, gazetecinin niyetini bilirmişçesine, “Buradan çıkarken buraya geldiğinden çok daha fazlasıyla çıkacaksın, korkma, buyur,” dedi. Çaresiz, uzun bir soluktan sonra içeri girdi acar gazeteci.
Her gittiği röportajda, deplasmanda da olsa ev sahibi rahatlığında davranarak sorularıyla muhatabını sıkıştıran gazeteci genç bu sefer maça 1-0 geride başlamıştı. Rakip güçlüydü. Sessizliğinin kattığı gizem, daha önce hiç karşılaşmadığı taktiklerle karışılacağını düşündürmüştü kendisine. İlk defa mağlup ayrılabilirdi bir karşılaşmadan. Gazanfer’se sustuğu günden beri tüm mağlubiyetlere kapatmıştı kalesini. Dünyevi beklentileri olmadığından, fani olanla da işi yoktu. Gazetecinin uzun soluklarının kesilmesini bekledi. Her zaman cansız bedenlerle karşı karşıya olduğu bu odada bu sefer kanlı canlı ve oldukça heyecanlı bir gençle bulunuyordu. Korkusu daha da artmasın diye gasilhanenin kapısını aralık bırakmıştı. Diğer iki gassal da içeride olup biteni anlamak için dikkat kesilmişlerdi. Aralık kapıdan dışarı çıkacak her cümleyi duyabilmek için kendi aralarında fısıldaşarak konuşuyorlardı.
Maraşlı olan: “Dilsiz Gazanfer’e bak hele. Dile gelmiş de haberimiz yok. Gastecilere poz veriyor ellâm” dedi. Fotoğrafının çekilecek olmasına ve onunla röportaj yapılmasına içerlemişlerdi. Biraz da hasetlik durumlar oluşmuştu haliyle. Gazetecinin henüz söze girmemesinden dolayı oluşan sessizlik de iyice merakta bırakmıştı iki kafadarı.
Gazeteci ilk sorusunu sormaya hazırlanırken, düşen tansiyonu ve hazırlıksız yakalanmasının etkisiyle, “Ne arıyorum ben burada,” dedi fısıltıyla. Sessizliğin içinde bu fısıltı bir çığlık gibi yankılandı. “Doğru sorudan başladın bence,” dediğinde Gazanfer, kendine gelir gibi oldu. Tam “Nasıl yani?” demeye hazırlanırken Gazanfer ilk sorunun cevabını verdi:
“Kendini arıyorsun.”
“Yok yok, sen yanlış anladın beni abi. Benim aradığım bir şey falan yok. Lafın gelişi öyle söyledim,” deyip kontrolün kendinde olduğunu göstermeye çalıştıysa da başarılı olamadı.
“Her insan bir arayıştır evlat. Kimi huzuru arar, kimi mutluluğu. Bazıları vardır dünya malının peşinden gider. Bazıları da hırslarının… Her insan arar nefes alıp verdiği kadar. Aslında ne aradığını bilmez. Kendini aramaktadır beşer.”
Gazanfer, gazeteci genç avcıyken av oluvermişti. Soruları soracak, dilsiz gassalı dile getirecekti, ölülerle korku filmi kıvamında geçen bir kaç anıyı da söyletti mi, tamamdı ama işler hiç de istediği gibi gitmiyordu. İyice kafası karışan gencin yardımına yine Gazanfer yetişti:
“Sessiz gassalın sır dolu anıları…”
Bu söylediği çok dikkatini çekmişti gazetecinin ama konuya nasıl gireceğini hâlâ bilemiyordu. Oysa Gazanfer maça başlamıştı bile:
“Nasıl başlık? Yazacağın yazı için ideal değil mi?”
Niyetini çok mu belli etmişti de Gazanfer kendisinin aklını okurcasına böyle konuşuyordu. Hem de kendisi daha hiçbir şey söyleyememişken. Gazanfer almıştı sazı eline bir kere:
“Bak oğul, bilirim buraya niye geldiğini. Hak da veririm hani. Gençsin, kanın hızlı akar, halinden de bellidir işini çok sevdiğin; aradığın başarıdır senin de ama bak ne demiş üstat:
Gençlik… Gelip geçti… Bir günlük süstü;
Nefsim doymamaktan dünyaya küstü.
Eser darmadağın, emek yüzüstü;
Toplayın eşyamı, işim acele!1
Ya sen… Sen de acelesi olanlardan mısın?”
Duydukları gence ağır gelmiş olsa gerek ki, anlamsızca göz süzmeye devam etti. Dışarıdakiler de olan bitene bir anlam veremedikten birbirlerine boş gözlerle bakıyorlardı. “Sessiz Gazanfer’in söyleyecek sözleri varmış da içinde saklarmış,” dedi Maraşlı gassal, “Sustu sustu da tam konuşacağı adamı buldu godduş2.”
“Valla Gazanfer Abi, ilk dakikada nakavt olmuş boksöre döndüm. Ne sorularım kaldı aklımda, ne de başka bir şey… İlk defa böyle bir söyleşinin içindeyim. Nereden başlayacağımı da bilmiyorum,” diyen gazetecinin hali vahimdi.
Gazanfer, “Aklına ilk gelen nedir şu an?” diye sordu. Roller tersine dönmüştü. Soruları Gazanfer soruyor, genç gazeteci terapiye gelmiş bir hasta gibi düşünüp cevaplar veriyordu. Biraz toparlanınca sıra gazeteciye geldi:
“Abi ‘gassalım’ dediğinde insanlar senden korkuyormuş, bir de sen hiç konuşmazmışsın.”
“Münker nekirle uzaktan akraba sayarlar beni de durmazlar pek yanımda. Köprüden önceki son çıkıştaki Azrail’in asistanı… Oysa kaç yıl kirlettilerse, onları ve ruhlarını temizlemektir benim işim. Ölüm denince akla gelenlerdenim, Azrail’den ve sorgu meleklerinden sonra da olsa. Kaçabileceklerini zannedeler gasilhaneden çıkıp gidince. Bilseler dönüp dolaşıp gelecekleri yerin yine benim teneşirim olduğunu… Bilseler anlamsızlıklarına koşup gittiklerinde daha çok kaybolduklarını… Anlasalar yelin alıp götürdüğü ve ağızlarına almak istemedikleri sözlerin boşluğunu…”
“Bundan mı sustun, hiç konuşmadın?”
“Toprağın rahmine düşüyoruz bir bir. İlk Habil düştüğünde başladı; Sûr üflendiğinde bitecek hayat denen doğum sancısı. Sancı bittiğinde meâd’a3 yolculuk başlayacak… İşte o zaman ben de onlar gibi doğacağım. Bilseler bunu, neden lâlim, nedir bu pürmelalim, bilecekler. Kendini arar insan halbuki, bundan mütevellit hayata gelir. Sonra da kendinden kaçıp gider. Dönüp de geleceği yerin o soğuk teneşir olduğunu bile bile. Bundandır suskunluğum. Konuşsam, desem ki şimdi doğdu anan, bacın, baban, kardeşin. Desem ki sensin uykuda olan. Gel uyan sen de, aç gözlerini. Kaçıp gideceğine koşarak gel de kucak aç doğacağın güne. Şeb-i aruz’un olsun senin de.
Bir daha hiç teneşire, teneşirden musallaya, oradan toprağa uğraşıp durma. Gelmedik mi gitmek için… Yaşamıyor muyuz ölmek için. Aramızı niye açıyoruz sessiz bedenlerle. Her gün ölüyoruz bir gün doğmaktansa. ‘Allâhʼa ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun’ derken Peygamber, ne konuşayım ve nasıl konuşayım ben?”
“Abi, bıraksalar ölüme koşacak gibi konuşuyorsun…”
“Sen ne yapıyorsun ya, ölüme koşmuyor musun? ‘De ki, doğrusu kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, sizi mutlaka yakalayacaktır. Sonra gizliyi de âşikârı da bilen (Allah’a) döndürüleceksiniz. O size neler yaptığınızı tek tek haber verecektir.’ (Cum’a, 8) ayetini bildiğimizden mi korkumuz. Yoksa bilip de bilmezliğimizden mi? Seni var edenin daveti değil mi vuslatın hayat bulması. Niyedir ürkekliğimiz? Ölümden mi çekiniriz, ölüden mi? Korkumuz ne ölüden ne ölümden aslında; kendimizden korkarız biz. Teneşirde yatandan içre bir resim görürüz alev alev. Sıcak, kaynar bir memlekete yolculuktan kaçarız. ‘Her canlı ölümü tadacak’sa madem, bu yaşam düşkünlüğü de ne ola? Sevincimiz ebedi olana yaptıklarımızdan olmamalı mı? Tefekkür-i mevt şuuru olmadığından mıdır ötelere intikalimizden ürpermek?”
“Gazanfer Abi, beni cevaplarınla aydınlatacağın yerde sorularınla sarsıyorsun. Bir gassal ile değil de bir İslâm âlimi ile konuşuyor gibiyim. Senin için ölüm bir bahane sanki. Hakikate ulaşmaktan yana bütün derdin…”
“Ölümü düşünmeden yaşamaktan değil midir bu telaş? Yıllar sonrasının hesaplarını yaptıklarından, sonra da hesapta olmayan ve reddedilemeyecek bir davet aldıklarından benden korkmaları. Oysa dünyaya nasıl geldilerse öylece göndermektir benim işim. Bedenen tabii, ruhunu üfleyen bilir. Yine de çok akıllı sayarız kendimizi değil mi? Kaçarız ve kurtuluruz ölümden… Vefasız dünyanın kollarına bırakırız kendimizi. Oysa Peygamber, ‘Ölümü sıkça hatırlayıp ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir. İşte gerçek akıllı insanlar onlardır’ demişken. Ölüm sessizliğine bürünmüş her teneşir, lisan-ı hal ile konuşan geveze bir nasihatçidir. Cevap bekler nasihatçi, ağlamak, kaçmak neden?”
“Gassallık yapmaktan pişmanlık duyduğun oldu mu hiç?”
“Pişmanlığını değil de şükrünü çok yaşadım. Adı üzerimizde, gusül aldırmaktır işimiz. Dünyadaki uykusu başladığında nasılsa öyle yollamaktır gerçek doğumuna. Geldiğin toprağa emaneti verdiği gibi teslim etmek… Yoksa teneşir paklamaz insanı, sen insan olamadıysan. Nankör olmayacaksın hayatta. Benim gözümü de şu teneşir açtı. Umulur ki kapanan gözlerle buraya gelmeden açılsın kalp gözleri. Gasilhaneye girdiğinde bir nebze de olsa hatırlar unutmak istediklerini de ondan kaçıp gitmez mi üzüntüyü bahane ederek. Oysa bir garip gassalım ben, maşrapam, sabunum ve süngerim… Beni görünce ölümü hatırlarlar, oysa aynaya baktığında görürsün ölümü. En memnun olunan amme hizmetinin gassallık olmasına ne demeli? Korkular hayranlıklara karışmış. Ölü yıkayıcısı olmak, korkulan olmanın diğer adı. Sessizliğim daha da korkutuyor insanları. Kimisi benim de korkudan dilimi yuttuğumu düşünüyor. Ben oysa insanlara olan hayretimden dilimi yuttum.”
“Biz ne diye korkarız o zaman ölümden, ölüden, ölüyü görüp de korkmayandan, hatta senden?”
“Ölüden niye korkar ki insan, dirisinden korksa anlarım hani. Gasilhane kapısını sırat köprüsü sanmak nedendir? Gerçek ve kesin olan şu ki, bu sahte dünyada gerçekliğin giriş kapısıdır ölüm. Kalbin her bir vuruşu, sonsuzluğa yürüyen ayak seslerimiz… ‘Yarın görüşürüz’ derken bile yalan söylediğimizi, kendimizi inandırdığımız aldatmacalarımız olduğunu unut-tuk mu? Hiç unutmam, bir keresinde havlinden bîhaber bir mevtanın göçmekte tembel davranan hücreleri harekete geçmiş, yıkadığım eli bir saniye için kasılıp da benim elimi sıkmıştı. Bunu gören meyyitin oğlu korkup kaçtı. Çokça gelir başımıza böyle şeyler. Türlü türlü efsaneler üretir, ilgi çekmeye çalışır insanlar. Oysa mevtanın mora çalmış dudaklarında düğümlenen çözülmez sükût ne de çok şey söyler. Hamuşa dönmüş bedeni de eşlik eder mor dudaklara. Pir-u pak yapsam da duyarsınız morun çığlığını. Kendi mezarı başında ağlamaktır esas olan. Toprağı gözyaşları ile sulamak… Günahları damla damla arıtmak… O halde insan, vakit kaybetmeden ‘Allah’a koşun…’ (Zariyat, 50).”
“Şeb’i aruz dedin demin. Bildiğimiz anlamı ‘düğün günü’. Bu nasıl düğün ki geride kalanlar hüzünlenirken ölüp giden düğün yapıyor?”
“Güzel kardeşim, hazret bak ne demiş:
Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma…
Benim için ağlama, yazık, vah vah deme;
Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman eyvah demenin sırasıdır,
Cenâzemi gördüğün zaman firâk, ayrılık deme,
Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır,
Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma,
Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf’u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zîrâ senin Hayy u Hû’yun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır.4
Biz şimdi hamız, pişmek lazım evvela, sonra da yanmak… Yanarsan Rabb’in için, bütün ölümler düğün günüdür. Seni var edenin huzuruna varacaksın, bir düşünsene. Gerçekliğe gideceksin. Dünyadan üzerine yapışanları yakıp gitmişsin bir düşünsene. Nasıl başladıysan hayat uykusuna, öylece varacaksın huzura, tertemiz… Düğün değil de nedir bu sorarım sana…”
“Senin gibi düşünen kaç insan vardır ki şu hayatta?”
“Kaç kişi vardır onu bilemem evlat ama şunu bilirim ki, beş dakika sonrası için garantinin olmadığı şu hayatta ölümün varlığını bilmekten güzel şey yoktur. Belki bir daha geldiğinde buraya beni göremeyeceksin. Şu dışarıda dikkat kesilmiş bizi dinleyen meslektaşlarımdan biri yıkayıp paklayıp çoktan uğurlamış olacak beni. Düşün bir kere, irade sahibi bir varlık olarak ne zaman öleceğini bilsen ne yapardın? Ee, öleceğini biliyorsun ya ne fark eder ne zaman gerçekleşeceği. Er ya da geç doğacaksak tekrar ve uyanacaksak beşer uykusundan, koca bir yalanın içinde sayılmaz mıyız? Bunları bilen kaç kişi varsa, inan bana kârda sayarım onları.”
“Kursağımda bir kramp var abi şu anda biliyor musun? Çıkıp gitmeye mi çalışıyor benden yoksa yutkunup yok mu saysam bilemedim.”
“Sevindim senin adına. Bırak kalsın orada. Ne zaman kap-tırsan kendini dünyanın heyulasına, aklına gelir, duraksarsın. Katran gecelerin nurlu sabahlarına döner. Korkmazsın daha da kara topraktan. Altının üstünden daha hayırlı olduğunu anlarsın. ‘Allah’ın sana verdiği servet ile ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma; Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et.’ (Kasas, 77) ayeti aklına gelir. Dünyadan nasibini unutma dediği Rabb’in, helal olandan, hayırlı olandan nasiptir. Bunu da unutmayasın. Nasıl yaşarsan öyle ölürsün, nasıl ölürsen de öylece dirilirsin. O gün buruşan değil parlayan yüzlerden olasın inşallah.”
“Gönlümüzü gafletten koruyalım diyorsun yani…”
“İnsan inandığıdır güzel kardeşim. Gönlün malayani olanı arzu ediyor ve ona meylediyorsa bil ki o zaman sıkıntı vardır. Sen nefsine zulmediyorsundur. Senin inandığının sana bir faydası yoksa, o zaman başlarsın ölümden korkmaya. Tercihini ukbadan yana kullananların sükûtu konuşmasından çok olur. Yok derdin bu tarafsa gafletin de zikrinden çok olur.”
Gazeteci, Gazanfer’in dediği gibi, oradan geldiğinden çok farklı şekilde ayrılmak üzereydi. O anda konuşmanın başından beri kayıt cihazının kapalı olduğunu fark etti. Bunu da çok fazla önemsememişti hani. Söylenenler bir cihaza değil içine işlenmişti adeta. Bir kare fotoğrafını çekti Gazanfer’in. Gazanfer bir fotoğraf makinesine bakalı yıllar oluyordu. Gassal olacakken çektirdiği bir vesikalıktı son fotoğrafı. Gazetecinin çektiği bu fotoğraf da âdet yerini bulsun diye idi. Yazılacak yazıdan, basılacak fotoğraftan çok daha önemli başlıklar vardı artık genç adamın hayatında. Oysa acar muhabir ne planlarla gelmişti Gazanfer’in yanına. Sustu ilk önce… Sonra, kursağında kramplarla uzaklaştı.
Der kostenlose Auszug ist beendet.