Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Düş Kapanı»

Schriftart:
DÜŞ KAPANI
Şükrederek çaba harcamak en gizli hazinesiydi…
Büşra Tuğba Koç

BÜŞRA TUĞBA KOÇ

1990 yılında Almanya’da doğdu. İlkokul, ortaokul ve lise eğitimini Almanya’da tamamladı. 2009 yılında Belçika İslami İlimler Enstitüsünden mezun olup, bir yıl da Türkiye’de İhtisas eğitimi aldı. Bu süre zarfında edebiyata olan ilgisi oldukça derindi. Yazdığı denemelik şiir ve kısa romanları ile arkadaşlarından büyük ilgi ve destek gördü. Kendi yazdığı şiirleri ile üç sene peş peşe geleneksel şiir yarışmasına katıldı, üçünde de dereceyi kazandı. Hem yazıp, hem başrolünde oynadığı skeçler ve tiyatrolar da çevresi tarafından ses getirince, yazarlık onun için vazgeçilmez bir hayale dönüştü. En az yazarlık kadar çizerliğe olan merakını da merakta bırakmamış, dijital çizime yönelik çalışmalar ile kendisini geliştirmiş ve geliştirmeye devam etmektedir. 2010 yılından beri eğitmen olmakla beraber, eğitim üzerine proje danışmanı olarak görev almaktadır. Yanı sıra çocuk dergisi yayın kurulunda yer aldığı gibi, hem yazar ve hem çizer olarak dergiye katkı sağlamaktadır. Başka bir dergide ise köşe yazarlığına başlamış ve devam etmektedir. Evli ve iki çocuk annesidir.

Bu roman, gerçek bir hikâyeden esinlenilerek yazılmıştır.


Düş Kapanı

Koşuyordu. Küçücük bedeni ne kadar hızlı koşabilecekse o da o kadar hızlıydı. Birbiri ardına yere vuran ayaklarının sesi tüm benliğini kapladı. Nereye gittiğini, ne zaman duracağını bilmiyordu. Tek bildiği, kaçması gerektiğiydi. Aldığı her nefeste yanan ciğerinden ve yerinden fırlayacak kadar hızla atan kalbinden başka bir şey hissetmedi. Sendeledi ama düşmedi. Pes edecek gibi oldu. İşte o zaman içinden bir ses yükseldi:

“Durma, kaç!”

Durmadı.

Bu kadar dar bir dünyaya hapsolamazdı yaşayacakları. Hayatını onlara teslim etmek için daha çok küçüktü. Hayır, kabul edemezdi. Kaçacaktı. Kaçıp kurtulacaktı.

Gözünün önünü bir duman kapladı. Belli belirsiz bir hırıltıya dönen nefesi iyice zayıfladı. Gözlerinin feri söndü. Bacaklarının dermanı kesildi. Kaskatı olan küçük bedenine bu kadarı yetti. Son gücü de tükendi. Kendini daha fazla taşıyamadı. Yere yığıldı.

Başının kaldırıma vurmasıyla birlikte, kendini şiddetle çakan bir şimşeğin ortasında buldu. Sonra da zihni gitgide küçülen bu ışığın peşinde sürüklenerek karanlığın derinliklerine gömüldü. Yaşadıkları bir bir gözünün önünden aktı. Aynı anların içinden aynı duygularla yeniden geçti.

Ne kadar olduğunu kestiremediği bir müddet yerde kaldı. O an zaman da, düşünceleri de, hisleri de donmuştu. Teninde beliren ürpertiyle yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Oysa yolun sonu olarak gördüğü, zorla itildiği o hayatı yaşamaktansa her şeyin donduğu o anda sonsuza kadar kalmayı yeğlerdi.

“Ne olmuş bu çocuğa?”

“Ambulans çağırın.”

Yarı baygın halde işitiyordu sesleri. Kim olduğunu bilmediği bu insanlar imdadına yetişmişti. Yeniden bir umut doldu yüreğine:

“Bn… le… hn…”

“Durun, kendine geliyor.”

“Çocuğum, ne oldu sana? Aç gözlerini.”

Gökyüzünü tüm kızgınlığıyla kaplayan güneş, açmaya çalıştığı gözünü acımasızca yakıyordu. Göz kapakları iyice ağırlaştı:

“E… nk… se…”

“Sanki bir şey anlatmak istiyor bize.”

“Kızım toparla kendini.”

Küçük kızın etrafına toplanan kalabalıktan iki kişi onu kollarından tutup doğrulttu. Hafifçe araladı gözlerini. Biri su şişesi uzattı. Şişenin ucunu kurumuş dudaklarına değdirdi ve dermansızca bir yudum aldı.

“Söyle şimdi bakalım, nedir bu halin?”

“Beni…”

Herkes suspus olup söyleyeceklerine dikkat kesildi. Küçük kız titreyen dudaklarını ağlamamak için sıktı ve cesaretini topladı.

“Beni ev…”

“Zeyneeeeep!”

Yerde duran kızın ismini telaffuz eden bu kalın ses, bütün dikkatleri üzerine çekti. Uzun boylu, geniş omuzlu, kalın bıyıklı, sakallı bir adamdı sesin sahibi. Bakışları birer alev topuydu. Alnının ortasında ve göz çevresinde yer edinen derin çizgiler bu bakışların anlık olmadığının kanıtıydı.

Bir anda kızın başında biten bu adam, onun özbeöz amcasıydı. Zeynep onu görünce, kendini korumak isteyerek başını kollarının arasına gömdü. Şimdi küçük bir çocuk gibi gözlerini kapatırsa ondan saklanabileceğine inanıyordu.

“Her yerde seni aradık. Kayboldun diye çok korktuk.”

Sesi yumuşamıştı adamın. Zeynep bu sahte şefkate inanmadı.

“Ambulans çağırmıştık beyefendi,” dedi bir kadın.

“Gerek yoktu bacım. Biz de zaten hastaneden geliyoruz. İğneden çok korkuyor, kaçmış. Çocuk işte.”

“Pardon, siz nesi oluyorsunuz?”

Adam sert bakışlarını kadının üzerine dikerek ona doğru birkaç adım attı:

“Amcası oluyorum. Peki, siz nesi oluyorsunuz?”

Kadın konuşamadı. İnsanların kafasında adamın iyi niyetine karşı şüpheler vardı. Birbirlerine bu güvensizliklerini açık eden kaçamak bakışlar attılar ve birinin bu adama karşı durmasını beklediler ama herkes sustu.

Kalabalık, adamın umurunda değildi. O Zeynep’i bulmuş ve amacına ulaşmıştı. Küçük kızı kolundan tutup kaldırdı:

“Yürü, gidiyoruz.”

Zeynep çaresiz, düştüğü yerden kalktı. Neredeyse insanlara duyuracaktı başına geleni. Sadece iki kelimeydi söyleyeceği. Söyleyecek ve kurtulacaktı. “Beni evlendirecekler,” diye haykıracaktı. Haykırabilseydi, belki de bu kâbus burada bitecekti. Başını arkasına çevirdi. Korku dolu gözlerini insanlara dikti. Diliyle söyleyemediklerini bakışlarıyla anlatmaya çalıştı. Fakat olmadı. İnsanlar gidişini seyrettiler. Sert bir el, Zeynep’i tuttuğu gibi bu kâbusun başrolü olmaya mahkûm etti.

Yıllar Önce

Zeynep ve ailesinin çok sakin bir yerde oturdukları söylenemezdi. Almanya’nın en kalabalık şehirlerinden biriydi Hamburg. Oturdukları sokak da kalabalık ve gürültülüydü. Özellikle cuma ve cumartesi geceleri evlerinin karşısındaki eğlence mekânına alkollü gençler girip çıkardı. Sokakta sabaha kadar onların kahkahaları yankılanırdı. Bazen kavga eder, nara atarlardı. Bazı gecelerin sessizliği de polis sirenleriyle bölünürdü.

Annesi Zeynep’i yatağına yatırıp çıktı ama o bu ânı sevmiyordu. Gece odada yalnız kalmaya tahammülü yoktu. Evleri anayolun hemen bitişindeydi. Caddeden arabalar dur durak bilmeden geçtikçe ışıklar odasına sızıyor, duvarda gölgeler büyüyor, büyüyor, sonra yeniden küçülüyordu. Zeynep her gece uyuyana kadar karanlığın defalarca delinişini izliyordu.

Büzülüp yorganın içine iyice sokuldu. Babasından çekinmese biraz daha ayakta kalabilirdi. Babası kötü biri değildi. Fakat annesiyle sürekli tartışıyorlardı. Yatmak istemeyip yeni bir tartışmaya sebebiyet vermenin korkusuyla ses etmedi. Odanın kapısını açmaya karar verdi. Koridorun ışığıyla belki biraz daha rahat uyurdu. Kalkıp kapıyı araladı. Tam yatağına dönecekti ki annesinin sesini duydu.

“Sen ne biçim bir insansın?”

Yine mi tartışıyorlar diye geçirdi içinden. Kapıya yanaşıp konuşulanlara kulak verdi.

“Sen adam mısın be!”

“Özür diledik işte, uzatma.”

“Ağabeyinin seni köşeye çekip beni dövmeni istediğini duymadığımı mı sandın? Yok, madem dövdün, neden özür diliyorsun ki? Vur kır, nasıl olsa affederim değil mi. Ama yok, bu kaçıncı. Artık canıma yetti.”

“Ülfet, ağabeyim geldiğinde titiz davranmanı istediğimi kaç kere daha tekrar etmem gerekiyor?”

“Al işte, çok merak ediyorum, neydi bu geceki kabahatim Ekrem Bey?”

“Yemek aşırı tuzluydu. Salataya sevmediğini bildiğin halde yeşil soğan doğramışsın. Masaya bakıyorum ne peçete var, ne su. Mutfakta laflamaktan seni çağırdığımı iki saat duymuyorsun. Sinirli adamdır ağabeyim işte, eksiği kusuru sevmez. Bir de yetmiyor gibi komşudan kahve için süt istemeye gitmişsin. Ablam söyledi uluorta. Nasıl mahcup oldum. Senin kadın başına ne işin var komşunun kapısında? Sen bunları bilmiyorsan, ben mi öğreteyim?”

“Ne var bunda Allah aşkına? Sizin derdiniz ne ailecek? Ağabeyin karını öldür dese öldürecek misin?”

“Yine abarttın. Neyse seninle konuşulmuyor. Unutalım.”

“Unutalım mı? Yanağıma bakar mısın, nasıl kızardı. Sen ailenin kuklası olmuşsun. Onlar ne derlerse haklılar, tek günah keçisi benim. Şu saydıklarına bir bak. İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler.”

Ekrem’in sesi iyice yükseldi:

“Sen hassasiyet nedir bilmez misin be kadın?”

Ülfet durgunlaştı:

“Ben sana hassasiyet nedir söyleyeyim mi? Kadındır hassas olan, incinecek kalbidir. Evlendiğimiz geceyi bir düşün. Birlikte geçecek ömrümüzün sevinci değil mi hatırlamamız gereken? Ama benim hatırladığım ne? İlk gecenin dayağı.”

“O bir gelenekti. Kabul ediyorum, yapmamalıydım. İsteyerek de yapmadım zaten.”

Ülfet alaycı bir ses tonuyla, “Gelenek,” diye tekrarladı. “Yani geline vur ki yerini bilsin. Kocasına itaatte kusur etmesin.”

Ekrem kendini koltuğa bırakıp sigarasını yaktı ve isteksizce mırıldandı:

“Bu konuyu yıllar önce konuşup kapattık sanıyordum.”

“Sen kanayan yarama her defasında tuz basarsan, sürekli evimizi, ailemizi, her işimizi başkalarının yönetmesine izin verirsen nasıl kapanır bu konu, söyler misin?”

“Başkası dediğin benim ailem. Bana onca emekleri geçti. Büyüklerime saygısızlık edemem. Kendine çekidüzen versen iyi olur. Senin yaptıkların yüzünden ailemin karşısında küçük düşmek istemiyorum artık.”

Ülfet manidar bakışlarını Ekrem’in gözlerinin içine dikti:

“Sen benim âşık olduğum, severek evlendiğim adam değilsin. Seni artık tanıyamıyorum. Ailen için bizi bitirdin. Ama artık yeter. Eğer bir daha herhangi bir sebepten dolayı bana tokat atacak olursan, Allah şahidim olsun, seni boşayacağım.”

“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, neler söylüyorsun böyle?”

“Gayet ciddiyim.”

“Öfkelisin, ondan böyle konuşuyorsun.”

“Hayır, ne zamandır aklımdan geçeni söylüyorum.”

“Karıcığım, gel yanıma otur. Gönlünü almama izin ver. Bu çirkin muhabbeti de kapatalım artık.”

Ekrem’in sesi yumuşamış, alttan almaya başlamıştı ama kavganın hararetini düşürme çabası bir gürültüyle bölündü. Yere bir şey düşüp dağılmıştı. Ülfet irkildi:

“O neydi?”

Ekrem elindeki sigarayı kül tablasına bastırıp ayaklandı. Ülfet, olduğu yerden kımıldamıyordu. Kısa zaman evvel, izne gittiklerinde evlerine hırsız girmişti. Döndüklerinde her yeri darmaduman halde buldular. Ülfet üzerinden o korkuyu hâlâ atamıyor, duyduğu her sesle yüreği ağzına geliyordu. Sıkıca kapattığı gözlerini açıp başını kapıya doğru uzattı. Pembe terlikli ayakları görünce de derin bir nefes aldı, “Zeynep’miş,” dedi korkudan iyice kısılan sesiyle.

Zeynep mahcuptu. Önüne eğdiği başını kaldıramadı. “Yanlışlıkla oldu. Özür dilerim,” diye mırıldandı.

Ülfetin aklı hâlâ yarım kalan tartışmadaydı. İsteksizce konuştu:

“Kenara çekil kızım. Ayağına batacak.”

O süpürgeyi almaya giderken Ekrem kızına seslendi:

“Zeynep!”

Zeynep çekingen adımlarla içeri girdi.

“Sen hâlâ neden uyumadın kızım?”

“Şey… Biraz ayakta dursam…”

“Hiç öyle şey olur mu? Saat kaç olmuş. Hadi, hemen yatağına.”

Zeynep kıpırdamadı. Söylemek istediği başka bir şey varmış gibi kaldı olduğu yerde.

“Bir şey mi diyeceksin?”

“İyi geceler diyecektim.”

“Tamam, iyi geceler. Tatlı rüyalar sana.”

Ekrem eline kumandayı alıp koltuğa uzandı. Tam televizyona dalacaktı ki, kızının hâlâ yerinden kımıldamadığını fark etti:

“Başka bir şey mi var kızım?”

“Şey baba… Annemle kavga mı ediyordunuz?”

Ekrem beklemediği bu soru karşısında ne söyleyeceğini şaşırdı. “Gel bakalım yanıma,” dedi yumuşak bir sesle.

Zeynep bu fırsatı bekliyor gibi hızla babasına koştu ve sarıldı.

“Bazen bazı konularda büyükler anlaşamayabilir. Bu kötü bir şey değil. Herkes kendi fikrini karşıya kabul ettirmek ister. Aksi halde anlaşılmadığını düşünür. Bundan dolayı zaman zaman kontrolü kaybedip sesimizi yükseltebiliyoruz. Bu seni korkutmasın.”

Kızının alnına bir öpücük kondurdu:

“Sen daha çok küçüksün. Böyle şeylere kafanı yorma.”

Zeynep babasının göğsünde çok huzurlu hissetti.

“Hadi, şimdi beni ve anneni üzmeden doğruca yatağına git.”

Ülfet kapıda belirdi. Gerginliği yüzünden okunuyordu.

“Anne sana yardım edeyim mi?”

Ülfet elini belinden indirip Zeynep’in yanına çömeldi:

“Ben hallederim tatlım. Gel bakalım, yatmadan bir öpücük ver annene.”

Zeynep, annesinin kucağına koştu.

Ülfet, görümcesinin hediye ettiği kırık vazoya baktı son kez:

“Merak etme. Bu vazoyu beğenmiyordum zaten, iyi oldu.”

Zeynep, huzur dolu adımlarla odasına geri döndü. İyi ki kırılmıştı vazo. Hayır, annesi beğenmediği için değil, kavgaya son noktayı koyduğu için.

Kardeşlik

Zeynep dolaptan kâğıt, kalem çıkardı. Anne ve babasına güzel bir resim yapmak istiyordu. Böylelikle geceki tartışmadan sonra aralarında bir küslük kalmışsa onu çözebileceğini düşündü. Dakikalarca, özenerek çizdi resmini. Çok güzel olmasını istiyordu. Nihayet bitirdi. Rengârenk kalemlerle elinden geldiğince süslediği kâğıdı masanın üstüne bırakıp annesini çağırmaya gitti. “Anne, sana bir sürprizim var,” dedi heyecanla.

“Öyle mi, neymiş bakalım?”

“Odama gelebilir misin?”

“Şu iki bulaşığı da kaldırayım, geliyorum hemen.”

Zeynep’e göz kırptı:

“Yakında doğum günün var. Seviniyor musun? Bir ay sonra beş yaşına gireceksin. Büyük abla olacaksın yani.”

“Ben zaten büyük ablayım. Hep kardeşlerimle ilgileniyorum anneciğim.”

“Hadi göster bakalım. Neymiş sürprizin?”

Zeynep, annesini elinden tutup odasına götürdü. İçeri girdiğinde annesinin sevineceğini ümit ettiği resmi masanın üstünde bulamadı. Şaşkındı. İlk aklına gelen kardeşleri oldu. Kasım iki, İsmail ise üç yaşındaydı. Zeynep’e göre İsmail böyle bir şey yapmayacak kadar büyümüştü. Alsa alsa Kasım alır diye düşündü. Koşarak odasına gitti:

“Kasım, resmimi sen mi…”

Zeynep yanılmamıştı. Kasım elinde yırtık resimle, yaptığı fenalıktan habersiz gülümseyerek ablasına bakıyordu. Zeynep sinirlendi:

“Ne yaptın sen? O benim güzel annemin resmiydi.”

Kâğıdı hışımla elinden çekti. Kasım ağlamaya başladı. Ülfet, oğlunu merhametle kucağına oturttu:

“Bir şey olmaz, bağırma kardeşine.”

“Ama ben senin için yapmıştım.”

“Olsun, yapıştırırız. Üzülme.”

Gülerek parmağının ucuyla kızının burnuna dokundu:

“Sen ufakken benim dosyalarımı az mı karıştırdın minik abla? Hem ben çok sevdim bu resmi. Neler çizdin burada bakalım?”

“Seni ve babamı çizdim. Bunlar da kardeşlerim Kasım’la, İsmail.”

“Çok güzel, peki babanla ağzımızı neden böyle karaladın?”

Zeynep boncuk boncuk gözlerini annesine dikti:

“Bir daha kavga etmeyin diye anneciğim.”

Ülfet’in içi acıdı, yutkundu. Tam kızının içini rahatlatacak bir şeyler söyleyecekti ki, İsmail pencereyi göstererek sevinçle bağırdı:

“Abla bak. Dışarısı bembeyaz.”

Zeynep’in gözleri sevinçten kocaman oldu:

“Anne bak, kar yağmış. Kar o kardeşim, kar. Kar yağıyor.”

Zeynep, Kasım’la İsmail’in elini tuttu ve sevinçle zıplamaya başladılar. “Kar yağıyor, kar yağıyor, kar yağıyor, kar yağıyor…” diye kendilerince bir şarkı tutturdular.

Biraz önce Ülfet’in üzerini kaplamış olan buruk hava dağılmıştı. Çocuklarına bakıp güldü:

“Durun, sakin olun kızım.”

“Anne dışarı çıkabilir miyiz? Lütfen, lütfen!”

“Kızım, beni dinle. Bugün babanızla işimiz var. Biz gelene kadar evde akıllı uslu durursanız, yarın hep birlikte dışarı çıkabiliriz. Hem kardan adam da yaparız.”

Zeynep’in de kardeşlerinin de hevesleri kursaklarında kalmıştı. Tutturdukları şarkıyı kesip sessizce pencerenin önüne çöktüler. “Ama biz şimdi çıkmak istiyorduk,” diye ısrar etti Zeynep.

“Şimdi sizi çıkarmak için vaktim yok bir tanem. Hazırlanıp çıkmam lazım. Babanız birazdan gelir.”

İsmail, annesinin elini tuttu:

“Biz de gelebilir miyiz anne?”

“Olmaz yavrum, gideceğimiz yerde çocuk yok. Sizi götüremem. Ablanızla uslu uslu oynayın. Yemeğinizi de yediniz zaten.”

Ülfet, durgunlaşan çocuklarına aldırış etmeden odadan çıktı. Zeynep pencerenin kenarına yaklaşıp kar tanelerinin lapa lapa yağışını seyretti. Bu muhteşem bir şeydi. Keşke hep kar yağsaydı da her gün kardan adam yapsalardı.

Bir müddet sonra annesi kapıda belirdi. Diz boyu eteğin üzerine kürk yakalı açık kahverengi mantosunu giymişti. Kolunda siyah bir çanta vardı. Çocuklarına el sallarken bir taraftan da tembihlerini sürdürdü:

“Zeynep’im, bizim gelmemiz geceyi bulur. Siz hava kararınca dişlerinizi fırçalayın, pijamalarınızı giyin, sonra hemen yatın, uyuyun. Siz uyanmadan biz zaten dönmüş oluruz.” Çalan cep telefonunu kulağına tuttu, bir yandan da kendini son kez aynada süzdü:

“Hazırım, iniyorum.”

Kapıyı çekip gitti. Kasım dış kapıya kadar gelip annesinin kapıyı açmasını bekledi. Arada bir kapıya vurup seslendi. Kapı uzun müddet açılmayınca ağlamaya başladı. İsmail şaşkın bir halde kardeşini seyretti. Zeynep ne dese Kasım’ı susturamıyordu. Onu oyalayacak bir şey bulmak için çocuk odasına döndü. Bir müddet, onu nasıl teselli edebileceğini düşündü. Tam topa uzanacakken gözü pencereye ilişti. “Kar,” dedi, “evet ya kar!”

Annesinin onları dışarı çıkarmaya vakti yoktu ama kendisi kardeşlerini çıkarabilirdi. Ne de olsa artık kocaman bir abla sayılırdı. Heyecanla kardeşlerinin yanına döndü:

“Hadi dışarı çıkalım.”

Ablalarının teklifini sevinçle karşıladılar. Ağlama sesi, yerini hazırlık telaşına bıraktı. Hemen montlarını ve çizmelerini giydiler. Şapkalarını da güzelce başlarına geçirip çıktılar. Karın içinde yuvarlandılar. Birbirlerine kartopu fırlattılar. Ufacık, yamuk bir kardan adam da yaptılar.

“Hadi, şimdi de kar kelebeği yapalım,” dedi Zeynep. Üçü de yere yatıp kollarını açıp kapattı.

Karda oynarken o kadar çok eğleniyorlardı ki, zamanın nasıl hızla akıp gittiğinin farkına varamadılar. Burunları akıp parmak uçları uyuşmaya başlayınca, Zeynep yavaş yavaş eve dönme vaktinin geldiğini hissetti. Kardeşlerinin elini tutup kapının önüne geldi. Fakat kapının önünde kalakaldı. Buz kesmiş vücudundan aşağı kaynar sular döküldü. Zeynep kardeşlerini eğlendirmeyi düşünmüş, ancak çıkarken anahtarı almayı akıl edememişti. İlk önce ne yapacağını bilemeyen gözlerle etrafına bakındı. Binanın zillerine baktı. “Kasım, seni kucağıma alacağım. Zillerden birine bas,” dedi.

Zeynep, Kasım’ı kucaklayıp güç bela kaldırdı. Kasım rasgele birinin ziline bastı. Hoparlörden gelen cırtlak bir kadın sesiydi.

“Kim o?”

“Teyze kapıyı açar mısınız?”

“Yine şu sokak çocukları… Basmayın bir daha zile, basmayın.”

Ses gitti. İsmail oynamaya doyamamıştı. Ablasına kartopu fırlattı. “İsmail yapma. Oyun bitti. Buraya gel,” dedi Zeynep ağlamaklı bir sesle.

Başkasının ziline bastılar. Bu defa kimse soru sormadı. Kapı açıldı. Üç kardeş apartmana girmeyi başardılar. Merdivenleri ne yapacaklarını bilemeden çıktılar. Üçüncü kata geldiklerinde, Zeynep bir ümit eve anahtarsız girmeyi denedi. Kapıyı zorladı. Kulpunu itti, geri çekti. Ne yaptıysa başaramadı. Kapıda kaldıklarını kabul etmek zorunda kaldı.

“Abla eve girelim, üşüdüm,” dedi İsmail.

“İçeri giremiyoruz. Annemi beklemek zorundayız.”

“Ben beklemek istemiyorum,” diye huysuzlandı.

Zeynep sırtını kapıya yaslayacak şekilde yere oturup kardeşlerini yanına aldı. Birbirlerine sarılıp ısınmaya çalıştılar. Birkaç dakika sonra ışık söndü. Zeynep karanlıkta kalmamak için ışığı yakmaya yeltendi fakat ayaklarının ucunda durunca bile düğmeye uzanamıyordu. Yine Kasım’ı kucağına alıp kaldırdı. Böylelikle ışığı yakmasını sağladı. Tekrar oturdular.

“Çişim geldi abla.”

“Benim de çişim geldi.”

Zeynep kardeşlerine baktı. Ne yapacağını bilemedi. Kimsenin gelip geçmemesinden cesaret alıp merdiveni gösterdi. “Buraya mı?” dedi ikisi de bir ağızdan. Çaresizce başını salladı kardeşlerine.

Aradan bir hayli zaman geçmişti. Işık tekrar tekrar sönüyor, Zeynep her defasında kardeşini kucağına alarak ışığı yakıp yerine geçiyordu. Ne zamandır oturuyorlar, ne zamana kadar oturacaklar hiçbir şey bilmiyordu. Üşümekten dudakları çatlamıştı Zeynep’in. Kardeşleri de üşüdüğü için bir elini İsmail’in, diğer elini Kasım’ın bacağına koydu. Isınmaları için kendince çaba sarf ediyordu. “Anne neredesin,” diye fısıldadı.

Işık yine söndü.

“Kasım,” dedi. Ses yoktu. “Uyudun mu kardeşim?”

Önce Kasım’ı kontrol etti, sonra İsmail’i. İkisi de başlarını omzuna yaslayıp uyuyakalmıştı. Zeynep küçük olmasına rağmen üzerindeki sorumluluğun altında ezildiğini hissetti. Annesinin sözünü dinlemediği için kendine kızdı. Gözleri doldu. “Annem gelecek, az kaldı, annem gelecek,” diye sayıklayarak kendine teselli vermeye çalıştı. Vakit ilerledikçe, üşümenin tesiriyle onun da gözleri kapandı. Oracıkta uyuyakaldı.

Saatler sonra Ülfet ve Ekrem geldi. Hiç beklenmedikleri bu vaziyet karşısında dehşete kapıldılar.

“Ne olmuş böyle?”

“Ülfet, çocukların kapıda ne işi var?”

“Belli ki dışarı çıkmışlar. Oysa çıkmayın diye o kadar tembihlemiştim.”

Panikle buz kesilmiş ellerini, yüzlerini okşadı çocuklarının.

“İnsan kapıyı kilitlemez mi be kadın?”

“Nerden bileyim? Hiç böyle yapmazlardı.”

“Ben sana dedim çocukları yalnız bırakmayalım diye. Şu hale bak. Allah bilir ne zamandan beri kapıdalar.”

“Bu durumun tek sorumlusu ben miyim şimdi Ekrem? Ne yapsaydık yani? Onları da mı götürseydik gece buluşmasına?”

“Neyse, olan oldu. Hemen içeri geçelim de daha fazla üşümesinler.”

Söylene söylene eve girip kapıyı kapattılar. Yavrularının buz kesilmiş vücutlarını bir an önce ısıtmak için ıslak giysilerini değiştirip sıcacık yataklarına yerleştirdiler.

€1,31