Grimm Masalları

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Ak Sakallı

Bir zamanlar, kızı olan bir kral varmış. Kral camdan bir dağ inşa ettirmiş ve kim bu dağı kayıp düşmeden aşarsa kızıyla evlenebileceğini ilan etmiş. Gönlünü kıza kaptırmış bir delikanlı, kraldan kızını istetmiş. Kral da: “Şu dağı düşmeden aşabilirse kızımla evlenebilir.” diye haber yollamış.

Bunun üzerine kız, delikanlıyla beraber yürümek istediğini ve düşecek olursa ona yardım edeceğini söylemiş. Gerçekten de oğlanla birlikte yürümüş ama yolun yarısına geldiklerinde ayağı kaymış. Aynı anda buz dağı açılmış ve kız içine düşüvermiş. Buz dağı hemen kapandığı için damat, onun nerede olduğunu görememiş. Oğlan o kadar çok ağlayıp sızlanmış ki! Kral da çok üzülmüş ve dağı kırdırtarak kızını çıkartabileceğini ummuş ama içine düştüğü yeri bir türlü bulamamışlar.

Bu arada kralın kızı, çok derin bir uçurumdan düşerek koskoca bir mağaraya gelmiş. Orada karşısına çok uzun, ak sakallı, yaşlı bir adam çıkmış. Kıza, hayatta kalmak isterse kendi karısı olup emredeceği her şeyi yapması gerektiğini söylemiş. Aksi takdirde onu öldürecekmiş. Kız, kendine söylenenleri yapmış.

O sabah adam, cebinden merdivenini çıkararak dağa yaslamış ve tırmanarak dağdan dışarı çıkmış. Sonra merdiveni yukarı, yani kendine çekmiş. Adamın yemeğini pişirmek, yatağını yapmak ve evi toplamak gibi işler de kıza düşmüş. Adam eve döndüğünde her defasında bir yığın altın ve gümüş getiriyormuş.

Yıllarca onun yanında yaşayan kız, zamanla çok yaşlanmış. Adam ona, “Kart Hanım” diye sesleniyormuş. O da adama, “Ak Sakallı” adını takmış. Adam bir seferinde dağdan çıktığında kadın, onun yatağını yapıp bulaşığını yıkamış. Sonra tüm kapı ve pencereleri sımsıkı kapamış, sadece içeriye ışığın sızdığı sürgülü bir pencereyi açık bırakmış.

Ak Sakallı geri döndüğünde kapıya vurarak: “Hanım, bana kapıyı aç!” diye seslenmiş. “Hayır, sana kapıyı açmam Ak Sakallı.” demiş kadın. O zaman adam şöyle seslenmiş:

 
Ak Sakallı eve döndü,
Ama yorgunluktan öldü.
Bulaşıkları yıka Kart Hanım,
Zaten ağrıyor her yanım.
 

Kadın: “Bulaşıkları çoktan yıkadım.” demiş. Adam:

 
Ak Sakallı eve döndü,
Ama yorgunluktan öldü.
Yatağımı yap Kart Hanım,
 
 
Zaten ağrıyor her yanım, diye yakınmış.
 

“Yatağını yaptım bile.” demiş kadın. Adam diretmiş:

 
Ak Sakallı eve döndü,
Ama yorgunluktan öldü.
Aç kapıyı be Kart Hanım,
Zaten ağrıyor her yanım.
 

Adam, evin etrafında dolaşmış. Derken açık bir delik görmüş ve kendi kendine: “Bakalım şu kadın içeride ne yapıyor, neden kapıyı açmak istemiyor?” diye söylenmiş. O, delikten içeri bakmak istediyse de uzun sakalı buna izin vermemiş. Bunun üzerine önce sakalını delikten aşağı sarkıtmış. O anda Kart Hanım çıkagelmiş ve deliği bir bantla öyle kapamış ki adamın sakalı içeride kalmış. Adam, canı yandığı için sızlanarak bağırmaya başlamış. Kendisini serbest bırakması için kadına yalvarmış.

Kadın, dağa çıkacağı merdiveni vermedikçe ona yardım etmeyeceğini söylemiş. Adam ister istemez merdivenin bulunduğu yeri söylemek zorunda kalmış. Bunun üzerine kadın, merdiveni çok uzun bir bez parçasıyla sürgülü pencereye sıkıştırmış. Sonra dağa yaslayarak tırmanmış ve yukarıya vardığında merdiveni de yukarı çekmiş. Hemen babasının yanına giderek başına gelenleri anlatmış.

Babası, kızını görünce çok sevinmiş. Damat adayı da hâlâ yaşıyormuş. Hep birlikte giderek dağı kazmışlar, Ak Sakallı’yı bütün altın ve gümüşleriyle birlikte bulmuşlar. Kral, Ak Sakallı’yı öldürtüp altın ve gümüşlerini almış. Kızı da bir zamanlarki damat adayıyla evlenmiş. Hepsi mutlu, zengin ve sağlıklı bir hayat yaşamışlar.

Çıra, Kömür ve Bakla

Köyün birinde yaşayan fakir, yaşlı bir kadın; bir gün pişirmek üzere bir tomar bakla toplamış. Ocağı yakmış ve daha çabuk yansın diye ateşe bir avuç çıra atmış. Baklalar tencerede kaynamaya başladığında içlerinden biri fırlayıp daha önceden yere düşmüş olan bir çıranın yanına yuvarlanmış. Hemen ardından da kızgın, kor kırmızısı bir kömür sıçrayıp bu ikiliye katılmış.

İlk lafa çıra girmiş ve: “Sevgili arkadaşlarım, buraya nasıl geldiniz?” diye sormuş.

Kömür: “Büyük bir şans eseri ateşten atladım yoksa çoktan ölmüştüm. Yanıp kül olmuştum.” demiş.

Bakla: “Ben de ucuz atlattım. Eğer yaşlı kadın beni fark etmiş olsaydı ben de diğer arkadaşlarım gibi çoktan kaynayıp pişmiş olacaktım.” demiş.

Çıra: “Ben de pek şanssız sayılmam aslında. Yaşlı kadın diğer arkadaşlarımı yakıp küle çevirdi. Altmış tanesini birden, bir çırpıda alıp ateşe atıverdi. Ben de kaşla göz arasında, kadının ellerinden kayıverdim.”


Kömür: “Peki şimdi ne yapacağız?” diye sormuş.

Bakla: “Bana kalırsa sağ salim canımızı kurtarabilecek kadar şanslı olduğumuza göre, birbirimize kenetlenip burada başımıza daha kötü şeyler gelmeden başka diyarlara gitmeliyiz.” demiş.

Diğer ikisi bu fikri beğenmiş ve vakit kaybetmeden hep birlikte yola koyulmuşlar. Derken bir dereye gelmişler. Ne bir taş ne de köprü görebildiklerinden, derenin diğer tarafına nasıl geçeceklerini bilememişler. Çıranın aklına birden güzel bir fikir gelmiş: “Ben boylu boyunca karşı kıyıya bir köprü gibi uzanayım, siz de üzerimden yürüyüp karşıya geçin.” demiş.

Çıra, bir kıyıdan diğerine boylu boyunca uzanmış. Kömür, hevesle hemen bu yeni köprünün üzerine atlamış ve ortasına kadar gelip de altında suların akmakta olduğunu görünce panikle olduğu yerde kalakalmış. Çıra da hâlâ köz olan kömürün sıcaklığına dayanamayıp iki parçaya ayrılarak suya düşmüş. Kömür de o anda kayarak suya düşer düşmez can vermiş.

Kıyıda durup olanları izlemekte olan bakla; gördükleri karşısında kendisini tutamayıp öyle çok gülmüş, öyle çok gülmüş ki sonunda ağzı yırtılıvermiş. O sırada derenin yanından geçmekte olan bir terzi, şans eseri yorulup da dinlenmek için durmasaymış sonsuza kadar da ağzı yırtık dolaşacakmış. Merhametli terzi iğnesini, ipliğini çıkartıp baklanın ağzını dikmiş. Bakla ona nazikçe teşekkür etmiş. Ne var ki terzi baklanın ağzını dikerken siyah iplik kullandığından o gün bugündür, bütün baklaların kenarları siyahtır.

Tavşanın Karısı

Güzel bir lahana bahçesinde kızıyla beraber yaşayan bir kadın varmış. Bir gün, tavşanın biri gelip bahçedeki bütün lahanaları yemiş. En sonunda kadın dayanamayıp kızına: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.

Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Ama kız kabul etmemiş.

Yine başka bir gün, tavşan bahçeye gelip de lahanaları yemeye başlayınca kadın tekrar kızına: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.

Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Ama kız kabul etmemiş. Tavşan bahçeye üçüncü kez gelip de yine lahanaları yemeye başlayınca kadın, kızına tekrar: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.

Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Bu sefer kız tavşanın kuyruğuna oturmuş ve tavşan, onu kulübesine götürmüş.

Tavşan, kıza: “Haydi işe koyul da biraz kepek ve lahana pişir. Ben de gidip düğün misafirlerini çağırayım.” demiş. Misafirlerin kim olduğunu bilmek ister misiniz? Ben de duyduklarımın yalancısıyım. Bütün tavşanlar gelmiş. Nikâhı kıyacak rahip rolünü karga üstlenmiş, tilki de zangoç olmuş, gökkuşağı da sunak yerine geçmiş. Ancak kız üzgünmüş çünkü yanında kimsesi yokmuş.

Tavşan: “Uyan uyan, düğün davetlileri o kadar neşeli ki!” demiş. Kız bir şey söylemeden ağladıkça ağlamış. Tavşan yine gelmiş: “Hadi kalk, misafirler acıktı.” demiş. Kız yine bir şey söylemeden ağlamaya devam etmiş. Tavşan çekip gitmiş. Sonra yine gelmiş: “Uyan uyan, misafirler seni bekliyor.” demiş. Kız yine bir şey demeyince tavşan tekrar gitmiş.

Sonra kız, samanlardan bir kukla yapmış ve ona kendi giysilerini giydirip kırmızı dudaklar çizmiş. Ardından onu kepek tenceresinin başına koyup eve, annesinin yanına gitmiş. Tavşan tekrar gelip: “Kalk! Kalk!” diyerek kuklanın kafasına vurmuş ki o anda kukla yere yığılmış. Tavşan, kızı öldürdüğünü sanarak çok üzülmüş ve oradan ayrılmış.

Tavşan ve Kirpi

Sevgili dostlarım, bu hikâye size uydurmaymış gibi gelebilir ama aslında gerçek. Büyükbabam onu anlatırken hep: “Oğlum eğer bu hikâye gerçek olmasaydı bunu sana anlatmazlardı.” derdi. Hikâye şöyleymiş:

Hasat zamanı, bir pazar sabahı; güneş gökyüzünde pırıl pırıl parıldarken, kara arpalar büyürken, doğu rüzgârı anız tarlasına doğru hafifçe eserken, arılar çiçeklerin arasında gezinirken, toygarlar gökyüzünde şarkılar söylerken, insanlar en güzel giysilerini giymiş ve mabetlerine gidiyorlarmış. Kâinattaki tüm yaratıklar mutluymuş. Kirpi de çok mutluymuş. Evinin kapısında, elleri belinde sabah esintisinin tadını çıkartırken diğer tüm kirpilerin böylesine güzel bir pazar sabahı yaptığı gibi bir yandan da bir şarkı mırıldanıyormuş.

Kendi kendine böyle şarkı söylerken, bir yandan da karısı çocuklarını yıkayıp kurularken, birden aklına tarlaya gidip turplarının ne durumda olduğuna bakmak gelmiş. Aslına bakılırsa turplar hemen evin yanında ekiliymiş. Ailece turp yemeye bayıldıkları için, onlara kendisininmiş gibi bakıyormuş. Söz ağızdan çıkar çıkmaz yapılmalıdır. Kirpi, evin kapısını kapatıp tarlaya gitmiş. Daha evden çok uzaklaşmadan turp tarlasının hemen dışındaki karaçalıyı döner dönmez, turplara bakmaya gelmiş olan bir tavşan görmüş.

Kirpi, tavşanı görünce içten bir selam vermiş. Kendisini saygıdeğer bir beyefendi sanan, son derece kendini beğenmiş tavşan, kirpinin selamına karşılık vermemiş ve ona küçümseyici bir tavırla: “Sabahın bu erken saatinde, bu tarlada ne diye dolaşıyorsun?” demiş.

 

Kirpi de: “Yürüyüş yapıyorum.” demiş. Tavşan gülerek: “Yürüyüş mü? Bence o bacaklarını daha faydalı işler için kullanabilirsin.” diye karşılık vermiş. En katlanamadığı şey, doğuştan çarpık olan bacaklarına birinin laf atması olan kirpi bu cevaba çok sinirlenmiş.

Bunun üzerine kirpi, tavşana: “Sen kendi bacaklarınla, benim bacaklarımla yaptığımdan daha çok şey mi yapabileceğini sanıyorsun?” demiş. Tavşan da: “Bu da benim düşüncem.” demiş.

Kirpi: “Bunu bir sınavla ölçebiliriz. Bahse girerim ki bir koşu yarışı yapsak ben seni geride bırakırım.” demiş.

Tavşan: “Bu çok komik! O kısacık bacaklarınla mı geçeceksin beni? Ama eğer gerçekten böylesine imkânsız bir hayalin varsa ben varım. Peki, neyine yarışıyoruz?” diye sormuş.

Kirpi: “Bir altın ve bir şişe büyülü içecek için yarışalım.” demiş. Bunun üzerine tavşan: “Kabul. Hemen başlayalım.” diye cevap vermiş. Kirpi de: “Hayır, olmaz; karnım çok aç, önce eve gidip kahvaltımı yapmalıyım. Yarım saat içinde yine burada buluşalım.” demiş.

Tavşan bu duruma çok memnun olmuş ve kirpi oradan ayrılmış. Yolda giderken kirpi: “Bu tavşan, uzun bacaklarına çok güveniyor ama ben ondan daha hızlı gidebilirim. Büyük olabilir ama çok aptal. Bana söylediklerini ona ödettireceğim.” diye düşünmüş.

Kirpi eve vardığında karısına: “Karıcığım, hemen giyinip benimle tarlaya gelmelisin.” demiş. Karısı, “Neler oluyor?” diye sorunca: “Tavşanla bir altın ve bir şişe büyülü içecek ödülüne bahse girdik. Onunla yarış yapacağım. Sen de yanımda olmalısın.” demiş. Karısı: “Aman Allah’ım, kocacığım. Sen aklını mı kaçırdın? Ne zorun vardı da tavşanla yarış yapmaya kalkıştın?” demiş. Kirpi: “Kapa çeneni, bu benim meselem. Sen bizim aramızdaki şeylere karışma. Git, giyin ve benimle gel.” diye çıkışmış.

Kirpinin karısı da ne yapsın, istese de istemese de kocasının dediklerini yerine getirmek zorunda kalmış. Yola çıktıklarında kirpi, karısına: “Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Bak şimdi, bu uzun araziyi yarış alanımız yapacağım. Tavşan bir çizgiden koşacak, ben diğerinden. Koşmaya yukarıdan başlayacağız. Bütün yapman gereken şu çizginin altında durmak ve tavşan diğer taraftaki çizginin sonuna geldiğinde ona: ‘Ben çoktan geldim!’ diye bağırmak.” demiş.

Tarlaya geldiklerinde kirpi, karısına duracağı yeri göstermiş ve yukarı doğru yürümüş. Yukarıya çıktığında tavşan zaten oradaymış. Kirpiyi görünce: “Başlayalım mı?” diye sormuş. Kirpi: “Elbette!” diye cevap vermiş.

Her biri kendi başlangıç çizgilerine geçmişler. Tavşan: “Bir, iki, üç, başla!” der demez bir anda tarladan aşağı şimşek hızıyla koşmaya başlamış. Ne var ki kirpi sadece üç adım atmış ve çizginin üzerine düşüp olduğu yerde kalakalmış. Tavşan, son hız arazinin sonuna vardığında kirpinin karısı onu: “Ben çoktan geldim!” diye bağırarak karşılamış. Tavşan hayrete düşmüş ve nasıl olduğunu da merak etmiş.

Kirpinin karısı da tıpkı eşine benzediğinden tavşan, kendisine seslenenin yarıştığı kirpi olduğunu sanmış. Ancak tavşan, “Bu işte bir haksızlık var.” diye düşünerek kirpiye: “Tekrar koşmamız gerek. Baştan yarışalım.” diye seslenmiş. Tavşan yine uçarcasına fırtına gibi fırlamış. Ama kirpinin karısı sessizce olduğu yerde kalmış. Tavşan, arazinin yukarısına vardığında bu sefer kirpinin kendisi: “Ben çoktan geldim!” diye seslenmiş. Hemen gerisinden gelen tavşan, sinirle: “Tekrar yarışmalıyız, tekrar koşmalıyız.” diye bağırmış.

Kirpi: “Tamam, istediğin kadar koşalım. Benim için fark etmez.” diye karşılık vermiş.

Bunun üzerine tavşanla kirpi yetmiş üç kez daha yarışmışlar ama her seferinde de kirpi onu yenmiş. Tavşan bir baştan diğer başa her vardığında ya kirpi ya da karısı: “Ben çoktan vardım!” diye sesleniyormuş.

Ne var ki yetmiş dördüncü seferde tavşan bitişe varamamış. Yolun ortasında yere yığılıvermiş. Ağzından burnundan kanlar gelmiş ve olduğu yere düşüp ölmüş.

Kirpi de yarışta kazandığı altını ve büyülü içeceğini alıp karısını da beklemekte olduğu yerden çağırarak mutluluk içinde evinin yolunu tutmuş. Eğer yaşıyorlarsa hâlâ oradalardır. İşte kirpinin tavşanla yarış yaparak onu Buxhetude Çalılığı’nda, ölünceye kadar koşturmasının hikâyesi böyledir. O gün bugündür hiçbir tavşan, bir Buxtehude kirpisiyle koşu yarışı yapmamıştır.

Bu hikâyeden alınacak ilk ders şudur ki: Bir kimse ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun, kendisinden daha güçsüz bir kimseyle dalga geçmemelidir. Bu bir kirpi bile olsa. İkinci derse gelince: Bir erkek, evlenmek için kendisine tıpatıp benzeyen bir eş seçmelidir. Yani kim kirpiyse eşinin de kirpi olmasına dikkat etsin.

Köpek ve Serçe

Bir zamanlar bir çoban köpeği varmış. Sahibi, köpeğe öyle kötü davranırmış ki ona yeterli yiyecek bile vermezmiş. Köpek artık açlığa dayanamaz hâle geldiğinde üzülerek sahibini terk etmiş.

Yolda, bir serçeyle karşılaşmış. Serçe, ona: “Köpek kardeş, neyin var?” diye sormuş. Köpek de: “Çok açım ve yiyecek hiçbir şey bulamıyorum.” diye cevap vermiş. Bunun üzerine serçe, ona: “Benimle kasabaya gel. Sana bir sürü yiyecek bulacağım.” demiş.

İkisi beraber kasabaya gitmişler. Bir kasap dükkânına geldiklerinde serçe, köpeğe: “Sen burada kal, ben sana bir parça et getireceğim.” demiş. Serçe önce tabureyi gagalamış, sonra etrafına bakıp da kimsenin kendisini fark etmediğini görünce kancada asılı eti zar zor çekiştirip tezgâha düşürerek kenardan köpeğe doğru itivermiş. Köpek, eti kapıp bir köşeye götürmüş ve orada yemiş.

Sonra serçe, ona: “Şimdi benimle başka bir dükkâna gel, oradan da bir parça et alırsak belki açlığın biraz geçer.” demiş.

Köpek ikinci parça eti de yedikten sonra serçe: “Köpek kardeş, şimdi mutlu musun?” diye sormuş. Köpek: “Evet, ete yeterince doydum ama hiç ekmek yemedim.” diye cevap vermiş.

Bunun üzerine serçe: “Onu da yiyeceksin, şimdi gel benimle.” dedikten sonra onu bir fırıncı dükkânına götürüp birkaç somun ekmeği yere düşürene kadar gagalamış. Köpek daha fazla ekmek yemek istediği için, biraz daha ekmek alabilmek adına başka bir dükkâna gitmişler. Sonra serçe yine sormuş: “Köpek kardeş ya şimdi hâlinden memnun musun?”

“Evet, memnunum. Şimdi biraz kasabanın dışına yürüyelim.” diye cevap vermiş köpek.

Beraberce yürümeye başlamışlar. Hava sıcak olduğundan biraz yürüdükten sonra köpek: “Ben yoruldum ve biraz uyumak istiyorum.” demiş. Serçe de ona: “Tamam, uyu o zaman, ben de yanındaki dalda otururum.” demiş.

Köpek yolun kenarına kıvrılıp hemen uykuya dalmış. O sırada yoldan iki dolu fıçı taşıyan, üç atlı bir at arabası geçiyormuş. Arabanın, yolunu değiştirmeyip köpeğe çarpacağından korkan serçe: “Arabacı, dikkat et! Yoksa seni pişman ederim.” diye seslenmiş.

Arabacı: “Sen bana ne zarar verebilirsin ki?” diye söylenerek arabasını daha da hızlı bir şekilde köpeğin üstüne doğru sürmeye başlamış ve köpek, arabanın tekerlekleri altında kalıp ölmüş.

Bunun üzerine serçe: “Sen benim arkadaşımı öldürdün, bunun bedelini atların ve arabanla ödeyeceksin.” diye bağırmış.

Arabacı: “Atlarım ve arabam demek ha! Sen bana ne zarar verebilirsin, gerçekten merak ediyorum.” diyerek yoluna devam etmiş.

Serçe, arabanın örtüsünün içine süzülmüş ve fıçılardan birini kapağını düşürünceye kadar gagalamış. Arabacı farkına bile varmadan fıçıların içindeki pahalı içecekler yollara dökülmüş. Kısa bir süre sonra arkasına bakan arabacı, arabadan bir şeylerin damladığını görmüş ve kontrol edince fıçılardan birinin tamamen boşalmış olduğunu fark edip: “Eyvah, mahvoldum ben!” diye haykırmış.

Serçe: “Daha tam olarak mahvolmuş sayılmazsın.” diyerek uçup atlardan birinin kafasını ve gözünü gagalamış. Arabacı bunu görünce baltasını çıkartıp serçeye vurmaya çalışmış. Serçe tam o sırada havalanınca balta yanlışlıkla atın sırtına isabet etmiş. At, cansız bir hâlde yere düşünce adam: “Eyvah, işte şimdi mahvoldum!” diye haykırmış.

Serçe: “Yeterince mahvolmuş sayılmazsın daha.” dedikten sonra, geriye kalan iki atla yola devam eden arabanın örtüsünün altından süzülerek diğer fıçının kapağını çıkartmış ve kalan pahalı içecekler de yola akıp gitmiş. Arabacı bunu fark edince: “Eyvah, şimdi tam anlamıyla mahvoldum!” diye haykırmış.

Ama serçe: “Daha tam olarak mahvolmadın!” diyerek ikinci atın da kafasını ve gözlerini gagalamaya başlamış. Arabacı arkaya koşup da baltasını kaparak serçeye vurmak isterken serçe yine havalanmış ve balta yine atı öldürmüş. Arabacı, “Eyvah! Mahvoldum, bittim ben!” diye haykırdığında serçe yine: “Daha başına gelecekler bitmedi! Evde görüşürüz!” dedikten sonra uçmuş. Arabacı, arabasını öylece yolda bırakıp öfke içinde evine gitmiş. Karısına: “Ben ne kadar bahtsız bir adamım! Taşıdığım bütün pahalı içecekler yola döküldü, atlarımdan ikisi öldü.” demiş.

Kadın: “Ah kocacığım, buraya öyle korkunç bir kuş geldi ki! Yanında getirdiği binlerce kuşla beraber şimdi tarlamızdaki buğdaylarımızı talan ediyorlar.” demiş. Adam dışarı baktığında binlerce kuşun bütün buğdaylarını yemekte olduğunu görmüş. Ortalarında da serçe duruyormuş. Arabacı yine, “Ben mahvoldum, bittim!” diye haykırınca serçe tekrar: “Daha başına gelecekler bitmedi! Yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin.” demiş.

Sahip olduğu her şeyi kaybeden arabacı, içeri girip sefil ve öfke dolu bir hâlde sobanın arkasına oturmuş. Serçe, pencerenin pervazında durup içeri seslenmiş: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!”

Arabacı baltasını kaptığı gibi serçeye fırlatmış. Pencere ikiye ayrılmış ama balta, serçeye değmemiş bile. Serçe içeri girmiş, sobayı gagalayarak: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!” demiş.

Öfkeden deliye dönen adam baltayı önce sobaya, sonra da karşısına çıkan her şeye savurmaya başlamış. Balta, serçeye hiç dokunamamış ama evde ne var ne yoksa her şey paramparça olmuş. En sonunda adam serçeyi yakalayıp elinde tutmuş.

Karısı, “Onu öldürmeyecek misin?” diye sorunca adam: “Hayır, bu onun için çok kolay bir ölüm olur. Onu canlı canlı yutacağım.” demiş. Serçe, adamın burnunun dibinde çırpınırken dahi: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!” diye bağırıyormuş.

Sinirlenen arabacı, karısına: “Şu kuşa baltayla vur, öldür onu!” diye seslenmiş. Kadın baltayla vurmuş ama balta, kuşu ıskalayıp adamın kafasına denk gelmiş ve ölen, adam olmuş. Serçe ise çoktan uçup uzaklara gitmiş.

Bay Korbes

Bir horozla bir tavuk, bir gün beraberce geziye çıkmak istemişler. Horoz, dört kırmızı tekerleği olan güzel bir araba yapmış ve dört küçük fareyi de arabayı çekmeleri için dizginlemiş. Tavukla beraber arabaya binmiş ve yola çıkmışlar. Kısa bir süre sonra bir kediyle karşılaşmışlar. Kedi, onlara nereye gittiklerini sormuş. Horoz da: “Bay Korbes aradı. Oraya gidiyoruz.” diye cevaplamış.

Kedi: “Beni de götürün.” demiş.

Horoz da: “Tamam ama arkada oturman şartıyla.” demiş. Ardından şöyle dua etmiş:

 
Dönsün kırmızı tekerlekler,
Çeksin bizi fareler.
Arabamız doğruca gitsin,
Evine Bay Korbes’in.
 

Sonra bir değirmen taşı, bir yumurta, bir ördek, bir raptiye ve en sonunda da bir iğne onlara katılmış; hep birlikte yola devam etmişler.

Bay Korbes’ın evine geldiklerinde onu evde bulamamışlar. Fareler de arabayı ahıra sürmüşler. Horoz ve tavuk kirişe, kedi ise şöminenin yanına yayılmış; ördek suya girmiş; yumurta kendisini havluya sarmış; raptiye kendisini sandalyenin yastığına yerleştirmiş; iğne, yastıkların arasından yatağa atlamış ve değirmen taşı da kapının ağzına yerleşivermiş.

Sonra Bay Korbes eve gelmiş ve ateş yakmak için şömineye gitmiş ama kedi, adamın gözlerine kül fırlatmış. Koşarak yüzünü yıkamak için mutfağa gittiğinde ördek, yüzüne su atmış. Yüzünü tam havluyla kurulayacakmış ki yumurta kırılıp göz kapaklarını yapıştırmış.

Biraz dinlenmek için sandalyeye oturduğunda raptiye ona batmış, acısından yerinden fırlayarak kendisini yatağa attığı sırada yüzüne batan iğnenin acısıyla deli gibi koşturmaya başlamış. Evin kapısına geldiğinde değirmen taşı zıplayıp onu sıkıştırarak öldürmüş. Şu Bay Korbes da ne fena bir adammış meğer!