Buch lesen: «Ey Dünya Ey»
TAKDİM
Yirminci yüzyılın başlarında ilk örneklerini görmeye başladığımız Çağdaş Kazak edebiyatının henüz yüzyılı devirmesine rağmen oldukça mesafe kat ettiğini söyleyebiliriz. Bu edebiyat içerisinde romanın özel bir yeri olduğunu belirtmek gerekir.
Bütün Türk dünyasında olduğu gibi Kazakların da her anı ve her kişisi adına roman yazılabilecek olaylarla doludur. Cedit dönemi, hemen ardından Alaş hareketi ve Bolşevik ihtilali, Sovyetlerin kurulması ve Özerk bir Kazakistan Cumhuriyetinin kabulü, 1930’lu yıllarda yaşanan Stalin’in aydın katliamı, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşananlar, Jeltoksan olayları milli bir romantizmin oluşması için çok önemli malzemelerdir. Bunlar düşünüldüğünde Kazakların bir milli romantizm oluşturabildikleri söylenemez. Ancak bunun oluşmamasında mazeret kabul edilebilecek sebepler vardır.
Bu sebepler, bütün Sovyetler sathında milli bir edebiyatın oluşmasının önüne geçmek adına yapılan sansürdür. Sovyetler bunu Sosyalist Realizm resmen devlet politikası olarak ilan edilene kadar gayri resmi olarak, sosyalist Realizmin ilanından sonra da resmi olarak yapmıştır.
Sovyetler Birliği Birinci Yazarlar Kurultayında edebiyat tanımlanmış ve amacı belirtilmiş, yazar tarif edilmiş ve tarifin dışına çıkana yaşama hakkı tanınmamıştır. Bu durum bütün sanat dalları için geçerlidir. Böyle olunca tek tip bir edebiyat meydana getirilmiş edebiyat bir rejim propagandası haline dönüşmüştür.
Sosyalist Realizmin ilanından önce verilen ve konulan standartlara uymayan eserlerin bile yayımlanması ve oynanması yasaklanmış, yazarlar takibe alınmış ve halktan özür dilemeye mecbur edilmişlerdir. Pek çok insan Sovyetlerin kuruluşundan önceki tavır ve davranışları ile verdikleri eserlerden dolayı yargılanarak mahkûm edilmiş, pek çok kişi hayatından olmuştur. Elbette bu şartlar altında milli bir edebiyatın oluşması ve milli romantizmin gelişmesi beklenemez.
Ancak her ne olursa olsun Sovyetlerin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen sürede bir Kazak edebiyatı oluşmuş, edebiyatın farklı alanlarında pek çok eser meydana getirilmiştir. Bunları yok saymak da mümkün değildir. Standartları belirlenmiş, belli amaca dönük eserlerin verildiği bu döneme Sovyet dönemi Kazak edebiyatı demek mümkündür.
Bir topluluk veya milletin milli bir edebiyat meydana getirebilmesinin temel şartı bağımsızlığı ve bağımsız düşünebilen aydınlarının olmasıdır. Bağımsız düşünebilen aydınların yetişmesi ise çok zaman ve emek isteyen bir iştir.
Kazakistan bağımsızlığını Kazanarak bu şartlardan ilkini gerçekleştirmiştir. İkinci şartın oluşması için şartların çok müsait olduğunu söylemek zordur, zamana ihtiyaç vardır.
İhtiyaç duyulan zaman Kazak aydınlarının kendilerini ve geçmişlerini gerçek anlamda tanımaları için gereklidir. Çünkü Kazakistan’ın bağımsızlığını kazandığı ilk yıllarda pek çok Kazak aydını tarihte yaşanmış pek çok elim olayı bilmiyordu, milleti ve vatanı için katledilmiş, sürülmüş, acı çekmiş pek çok Kazak aydınından haberdar değildi.
İlerleyen zamanda Kazak aydınları yanında yeni yetişen nesil tarihte yaşanan acı olayların farkına varmaya başladı ve bu durum edebiyata da aksetti.
Aydınlar kendilerini ve içinden çıktığı toplumu, toplumun değerlerini, çevresindekileri, tarihi sorgulamaya başladı. Böylece milli bir edebiyatın temelleri atıldı, milli edibiyatın ilk eserleri ortaya çıktı.
Elinizdeki eser, 1916 yılında Türkistan’da yaşanan acı olayların Kazaklar arasındaki bölümünü anlatarak başlar ve bağımsızlığa kadar olan dönemi işler. Bu dönem içersinde Sovyetlerin kurulması, İkinci Dünya Savaşı, Kazakistan’ın bağımsızlığı öncesinde yaşanan Jeltoksan olayarı da vardır. Çok geniş bir dönem çok hacimli olmayan bir eserde ne kadar işlenebilir sorusunun cevabı romanın kendisidir. Ancak romanın 1916 yılında yaşanan olayları ele alarak başlaması şahsi kanaatim olarak önemli bir gelişmedir. Yaşananlar kısmen yazarın hayali ve kurgusu olsa da eserin Kazak tarihi romancılığı içinde önemli bir yer işgal ettiğini söylemek mümkündür.
Romanda çok fazla detaya girilmediğini, şahısların ve çevrenin çok fazla üzerinde durulmadığını söylemek mümkündür. Bunun, romanda daha çok olayların üzerinde durulmasından kaynaklandığını, yazarın daha çok olaylara odaklandığını söyleyebiliriz.
Prof. Dr. Hikmet KORAŞEditör
ÖN SÖZ
Çağdaş Kazak edebiyatında roman, 20. Yüzyıl başlarında yayımlanmaya başlamıştır. Romanlarda Kazakistan’ın siyasi seyrine uygun olarak genellikle farklı konular işlenmiştir. Kazakistan’da roman konusu üzerine yapılan araştırma ve incelemeler hâlâ yeterli değildir. Bu durum doktora tez konumu bir roman üzerinde dil ve üslup çalışması olarak belirleme sebeplerimden biridir.
Birkaç yıl önce yayınlanan B.Nurjekeulı’nın ‘Ey, Dünye-ey’ romanını incelemiştim. Eser en baştan beri beni kendisine çekti. B.Nurjekeulı’nın dili anlaşılır ve çağrışımlarla yüklüdür. Konuşma diline yakın bir dili yeğler. Cümlelerinde sık sık konuşma diline ait özelliklere rastlanır. B. Nurjekeulı’nın eserlerinde dil, sadece bir anlatım aracı değildir; geçmişten günümüze bir bağlantı, saklanması gereken değerleri muhafaza eden bir hazine ve en derin ıstırapları dile getiren özelliklere sahiptir. B. Nurjekeulı, bol miktarda deyim ve argo kelime de kullanır. Halk ağzından gelme kelimelere fazlasıyla yer verir ve eserlerinde ustaca kullanır. Bu gibi birçok özelliği sebebiyle bu eseri akademik bir çalışmaya konu olarak seçip Türk okurlara ulaştırabilmek amacıyla Türkiye Türkçesine çevirmeye karar verdim.
Tarihi konuları ele alan eserlerin kendine ait bazı özellikleri vardır. 1916 yılındaki olaylar, milli tarihin çok önemli konularından biridir. Bu olayla ilgili M. Avezov’dan başlayarak birçok yazar eserler kaleme almıştır. Fakat içinde bulundukları şartlar onların gerçekleri bütün çıplaklığıyla ortaya koymalarına engel olmuştur. Siyasi güç kimin elindeyse ona muhalif olunmadan eserler verilmeye özen gösterilmiştir. Yazar B. Nurjekeulı, Jetisu doğumludur. Çocukluğunda yaşadığı ve duyduğu olayları işlemesi, edebi esere konu etmesi takdir edilmelidir. Doğrusu Kazakların sıkıntılarını işleyen birçok eser yazılması gerekiyor. Bu konuda Avezov’un seviyesine ulaşmak zordur tabiî ki. O klasikleşmiş bir yazardır. Fakat çeşitli estetik zevkte okuyucuların da olduğunu unutmamak gerekir. B. Nurjekeulı’nın eserlerinin kendine has özellikleri vardır.
Kazak Edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan B.Nurjekeulı tarafından kaleme alınan ‘Ey, dünya-ey’ romanında 1916 olayları ile 1991 yılında Kazakistan’ın bağımsızlığını kazandığı döneme kadar olan olaylar konu edilmiştir. O dönemin toplumsal durumunu, Kazak topraklarında yaşanan tarihi olayları ve başka bir milletin hâkimiyeti altında sömürülmeye sabreden Kazak halkının kederi anlatılır.
Roman üç bölümden oluşur. İlk bölümü, Çarlık Hükümetinin, ikinci bölümü Sovyet Hükümetinin olduğu dönemi, son bölümü ise kahraman Şeyi’nin bakış acısıyla bu iki döneme ait değerlendirmeleri anlatır. Romanın kadın kahramanı Şeyi, Kazak toplumunun o dönemlerdeki durumunu en iyi şekilde yansıtan bir şahsiyettir. Yirmi dört yaşındayken kocası Tazabek Rusların kurşunuyla vefat eder, üç çocuğuyla dul kalan Şeyi 1932 yılının kıtlığını yaşar. 1941-1945 yıllarındaki Dünya savaşında oğulları Oralbek ile Kenesbek’i savaşta kaybeder. 1986 yılındaki Aralık olaylarında 16 yaşındaki torununun evladı vefat eder, Şeyi derin ıstıraplar çeker. Yazar, bir bunca olayları yaşayan Şeyi’nin kederini anlatırken bir yandan da tüm Kazak toplumunun kaderini, çektikleri sıkıntıları anlatır.
Yazar eserinde o zamandaki insanların konuşma dilini aksettirmek amacıyla bazı Rusça kelimeleri ve romandaki kahramanların isimlerini Kazak harfleriyle Kazakların telaffuzu ile yazmıştır. Bu duruma çoğunlukla diyaloglarda ya da kahramanın monoloğunda rastlanır.
Yazarın kendisinin bahsettiği bazı Rusça özel isimler ise orijinal halinde verilmiştir.
Bu durum bazı Kazakça özel isimler için de geçerlidir. Yazar bazı özel isimleri günlük hayattaki konuşma dilinde yapılan kısaltmalar veya yakın kişilerin yaptığı kısaltmaları olduğu gibi vermiştir.
Tarihi roman yazarlarından olan Beksultan Nurjekeulı gerek üslubu gerekse eserlerinde yer verdiği konular itibariyle kendinden sonraki nesillere, edebiyat dünyasına ufuk açan bir yazardır. Kendisi tüm eserleriyle Kazak dünya görüşünü yansıtan tam bir rol modeldir. Beksultan Nurjekeulı eserlerinde genel olarak Kazakların yaşadıkları zorluklar, Kazak kadınlarının kaderi, aşk, karı koca ilişkileri, evlilikteki başarısızlıklar gibi konuları işlemiştir.
Bu aktarma üzerinde çalışırken her türlü desteğini benden esirgemeyen, hatalarımı hoşgörü ile karşılayıp düzeltmek için değerli vaktini benim için ayıran her zaman gurur ve mutluluk duyduğum saygıdeğer hocam Prof. Dr. Hikmet KORAŞ’a sonsuz şükranlarımı bir borç bilirim.
ROMAN HAKKINDA
Beksultan Nurjekeulı’nın ‘Ey, Dünya Ey’ adlı eseri yüzyılı aşkın bir süreyi kapsayan, Kazak halkının başından geçen zor günleri anlattığı bir romandır. Roman konusunu tarihi gerçeklerden almıştır.
Romandaki olaylar 75 yıllık bir zaman dilimini kapsamaktadır. 1916 yılındaki katliamlar ve 1986 yılındaki Aralık olayları, roman kahramanı Şeyi’nin yaşadığı ve şahidi olduğu olaylardır. Zamanında alımlı ve güzel bir kız olan Şeyi ile ihtiyarlamış bir kadın olan Şeyi arasındaki zaman diliminde Kazakların bir asır boyunca yaşadığı zorluklar görülebilir. Kurtuluş Savaşının bayrağını göndere çeken Karkara, Kazakların şerefini kurtarmıştır. ‘Ey, Dünye Ey’ eserinde ölen Kazakların yaşadığı zorluklar, 1916 yılındaki olaylar, Alban kabilesinin hayatı üzerinden anlatılmıştır. ‘Ey, Dünye ey’ eseri, Kazakların bağımsızlığının 25. yılı ve Kurtuluş Savaşının 100. yılı anısına yazılmış sıradan bir eser değil cesur halkın yüreğinde ölümsüz bir iz bırakan, tarihte unutulmayan; işkence görmüş ve kendisi ile alay edilen Kazakların bağımsızlığını elde ettiği güne kadarki zamanı kapsayan tarihi bir edebi eserdir.
Roman, edebi bir dille nakış gibi işlenerek gerçekleri anlatan bir eserdir. Karkara, Mınjılkı ve Jarkent bölgelerindeki yaylaları iyi bilen yazar, tabiatı kısaca tasvir ederek, halkın kaygılarından dertlerinden bolca bahsetmeye gayret göstermiştir. ‘Ey, Dünya-ey’ romanındaki her bölüm, her epizot Kazak halkının mücadelesini anlatır. Adı geçen romanda iyi ve kötü insanlar, sevgi, nefret ve intikam, vatan, Kazak dağları ile bozkırı, milli birlik ve bağımsızlık hakkında düşünceler vs. hepsi bulunmaktadır.
Ben gördüm dünyanın zorluğunu,
Birinin yediğini çok kişinin etini,
Düşünen insana bir güzellik yok hayatta,
Çoğunun görünüşü tamam da, karanlık içi
(Abay, V. A. Krylov)
GEÇMİŞ
On altı yaşına gelen Kazak kızının olgunlaşmış meyveye benzediğini, Şeyi iyi biliyordu. O yüzden mi yoksa gerçekten öyle mi bu sene on altısına gireli vücudunda bir değişiklik olduğunu kendisi de vücudu da hissediyor gibiydi. Karkara pazarındaki curcunalı ortamda bulunmayı çok seviyordu. Aynaya baktığında yaşından dolayı yüzündeki değişiklikleri kendisi de fark ediyordu. Yine de dikkatle baktığında önceki gibi düz sivri burunlu, güzel yüzlü bir genç kızdı. Neden tekrar tekrar aynaya bakıyorsun der gibi aynaya bakarak gülümsüyordu. Boyu da biraz eskisinden uzun gibiydi. Kendisi de farkındaydı, özellikle geniş alnı, kendini yaşından biraz yetişkin gösterdiği için etrafındakiler yaşı konusunda yanılıyordu. Yengesi Jüzük ile beraber pazar açıldıktan sonra birçok defa alış veriş için gitmelerine rağmen gözleri daha çok eğlencelerdeydi. Şeyi için insanların giydiği kıyafetler, konuşmalar ve tavırlar hepsi ilgi çekiciydi. Ara sıra delikanlılara göz diker, bazılarına hal hatır sorar, kimileriyle de dile düşerdi. Fakat henüz gönlünü çalan kimseyle karşılaşmadı, yakışıklı diye gördükleri kendilerini gökten zembille inmiş zannediyor, zeki diye gördükleri daha çok çekingen, diğerleri ise üzerlerine su dökülmüş gibi çirkindi.
– Jibekcan1, hadi yürü! diyen yengesi Jüzük’ün sesini işitip Şeyi aniden baktığında yine birisi arkasından ‘Ey, Şeyi!’ diye seslendi. Tekrar dönüp baktığında kulağına bir şarkı sesi geldi. Söyleyen bayan mı erkek mi belli olmasa da Karkara’nın geniş ovası güzel sesiyle çınlıyordu.
Çağıran kişi pazardan tanıdığı Jameş’ti. ‘Hadi çabuk yürü! Orada Rus kızı Sopıya şarkı söylüyor!’ dedi sabırsızlanarak. Bunlara yengesi de katılarak üçü şarkı sesi yayılan beyaz çadıra doğru koştular. Fakat çadıra girmek mümkün değildi, etrafta o kadar insan vardı ki iğne atsan yere düşmezdi. Onlar tam girmek üzereyken maalesef şarkı da bitmişti. Şarkıyı sessizce dinleyen herkeste fısıldamalar başladı.
– Ne, güzel söylüyor!
– Evet, Kazaktan daha güzel!
– Sakin olun! dedi kara sakallı çatık kaşlı bir adam.
Biraz önceki ses tekrar şarkı söylemeye başladı. Milletin alkışından mı etkilendi bilinmez ama hemen ustaca çalıp şarkı söylemeye başladı.
Bir düşünsen bu dünya hayal dünya,
Evvelki dedelerden kalan dünya.
Varken oyna ve eğlen,
Bizden de geçer bu yalan dünya.
Yüzün görkemli hey,
Her gün görsem hey,
Aha-hey,
Küpeli nazlım hey!
– Vaay! dedi eski başörtülü, yaşlı bir kadın başını hayran hayran sallayarak.
– Sesin ne güzel, nazlı nazlı!
– Sakin olun! dedi az önceki kara sakallı yine sinirlenerek. Yaşlı kadın ona sert gözlerle bakarak dudaklarını kıpırdattı. Kara sakallı ona gülümseyerek göz kırptı. İki ihtiyarın davranışlarına Şeyi dayanamayarak güldü.
Şarkı bitince de halk dağılmadı. Belki de şarkı söyleyen Rus kızını kendi gözleriyle görmek istiyorlardı. Şeyi de beyaz çadırdan uzaklaşamadı. Kendi kulaklarıyla duyduğunu kendi gözleriyle görünceye kadar bu güzel şarkıyı bu kadar harika bir sesle bir Rus’un söylediğine inanamadı. ‘Bir Kazak şarkısının nakaratının, sözün anlamına göre ezgiyi değiştirmeden bir Rus nasıl bu kadar güzel söyleyebilirdi? Rus kızı dedikleri belki de Rus’a benzeyen bir sarışın Kazak kızı olabilir, kim bilir?’ diye şüphelendi.
O anda beyaz çadırdan dombırayla uzun boylu, sarışın, olgun tavırlı, yakışıklı bir delikanlı çıkmıştı. Şeyi’nin sağ tarafındaki kara zayıfça bir adam, ‘Bu Ködek ya’ diye fısıldadı. Şair Ködek’i, Alban halkı iyi tanırdı, Şeyi de ismini birkaç kere duymuştu, şimdi de kendisini görüyordu. Ködek’in arkasından dombırayı çalar vaziyette tutan, beyaz ipek elbise üzerine kırmızı kadifeyle yelek giymiş orta boylu, sarı saçlı, sarı renkli tam bir Rus kızı çıktı.
– Sopıya! Sopıya! diye halk tezahürat yaptı.
Sarışın kız, dombırasının üstünden başını kaldırarak gülümsedi, halk yine hep bir ağızdan,
– So-pı-ya! Tek-rar iste-riz! diye ortalığı inletti.
–‘Beş Karaker’i söyleyin! dedi az önceki kara sakallı; cırtlak, yüksek bir sesle.
– Evet, ‘Beş Karaker! Beş Karaker!’ diye kalabalık gürültüyle bağırdı.
Rus kızı dönerek kendisini süzen Ködek’e yan gözlerle bakarken Ködek de sessizce başını sallayarak ona selam verdi. Kız dombırasının gövdesini sıkıştırdığı halde kalabalığa bakarak başını eğmişti halk sessizce bekliyordu. Sopıya yüksek sesle şarkısını söylemeye başladı.
Önümde götürdüğüm beş Karaker2 at,
Beş yüzük, beş dana ver,
Vereceksen ver, vermek istemezsen onları,
Unutma, nerede olsan da hatırlarsın!
Şeyi, şarkı değil sanki herhangi bir Evliya’nın sesini dinler gibi can kulağı ile dinledi. Sarışın kızın yüzüne, sen gerçekten aldatmıyor musun, dercesine şaşkınlıkla bakıyordu. Kızın Rus olduğunu düşündüren sadece yüzüydü. Giydiği kıyafeti, sesi, hatta hareketleri hepsi bir Kazak’ı andırıyordu. Tanıdıklarından birisi Rus bir kızın Kazak şarkısını böyle güzel söyleyebileceğini söyleseydi asla inanmazdı, ancak şimdi bunu kendi gözleriyle görüyordu. Şeyi, böyle bir olaya şahit olduğu için kendisini olgun tecrübeli biri gibi hissediyordu. Çünkü bir Rus kızının bir Kazak şarkısını bu kadar güzel ve içten söyleyebileceğine bu topraklarda şahit olmak neredeyse imkânsızdı. Sopıya’nın şarkısından Karkara yaylası bile canlanır gibi oldu, at ve koyun pazarının Mınjılkı tarafındaki yamaçları da hareketleriyle şarkıya eşlik eder gibiydi. Yemyeşil yaylalar bile şarkıyı duyduktan sonra daha da güzelleşmiş gibiydi.
– Jibekcan! dedi yengesi yanındaki üç Kalmuk erkeğinin kötü kokusundan burnunu kapatıp.
– Buradan biraz uzaklaşalım, şunlar rüzgârın estiği tarafa durmuşlar.
Şarkının etkisinden henüz kurtulamayan Şeyi yengesinin arkasından sessizce yürüdü. Yengesinin peşinden giderken ortada çok iri bir Kalmuk’un kendisine baktığını gördü. Adam, deve gibi çok uzun boylu, geniş omuzlu, iri kemikli, kara bıyıklı, geniş yüzlü ve sert bir adamdı. Geniş yüzü bir kazana kapak olacak kadardı. Çok yemek yemekten çatlayan yüzüne baktığında haksız kazanç sağlamaya alışmış bir tüccarı andırıyordu.
Yaylada temmuz ayının başında güneş çok yakıyordu. Yüzünün terlediğini, susadığını, güneşin en tepeye çıktığını ancak şimdi fark etmişti. Biraz önceki, gerçekten adam mı yoksa dev mi, diye tereddüt ettiği iri Kalmuk’a şaşırarak yine göz attı. Onun da boynunu uzatarak peşinden ona dönüp baktığını fark etmişti ki kaş göz ederek, ‘Ne istiyorsun?’ demişti. ‘Tüh, ayıp oldu ya!’ diye baktığının hata olduğunu o zaman fark etti.
– Oooof! Çay içmeye gidelim ya! dedi sanki susuzluğunun suçlusu yengesiymiş gibi.
– Kanım çekildi çok sinirlendim galiba.
Susuzluğunu bastırdıktan sonra Jameş ile beraber köye gitmek üzereydi. Yanlarına güçlü, başı iri, çene kemikleri yana taşmış, kırmızı yüzlü, kara sık bıyığı yüzüne yakışan esmer bir delikanlı geldi ve eskiden tanıyormuş gibi,
– Nasılsınız? diye kibarca onları selamladı.
– İyiyiz! diye Jüzük ağzının içinden cevap verirken tükürüğü genzine kaçtığı için neredeyse boğuluyordu.
– Helal olsun Jüzük abla! Ne oldu gidecek misiniz?
Şeyi, ikisinin selamlaşmasından birbirlerini tanıdıklarını anladı. Jameş, onun yanına yaklaşarak omuzuna elini koyup, – Bize Mınjılkı’nın eteğine kadar eşlik etseydin! dedi.
Sanki kendisi de öyle yapacakmış gibi adam hemen kabul etti. O esnada iki sarışın delikanlı aniden gelip adamla konuşmaya başladı.
– Bizi yüzüstü bırakıp geldiğin yere bak!
– Evet, biz onu pazarda her yerde ararken o gelmiş kızlarla vakit geçiriyor.
Şeyi, bu davranış ve konuşmalara ayıplayarak bakıyordu. Esmer adam bu konuşmalardan utandığından bir arkadaşlarına bir de kadınlara bakıp ne yapacağını bilemedi. O kadar canı sıkılmıştı ki bu konuşmalardan dolayı bıyıklarıyla oynayıp ensesini kaşıyordu.
– Bırakın ya! Görüyorsunuz ki kardeşime geldim, dedi işaretle Jameş’i göstererek.
– Evet, görüyoruz! dedi iri yarı birisi dalga geçerek,
– Sen kardeşinle sohbetine devam et, biz de kardeşinin yanındaki kızla konuşsak yeter! Bu kızın ağabeyi Ağıntay, benim ablam Jüzük’i zayıflatmış. Onun hesabını kız kardeşinden alsam mı diyorum! dedi Şeyi’yi gözleriyle süzerek.
– Eee, yeter çocuk öyle davranma! dedi sarışın ve iriyarı olanına Jüzük surat asarak,
– Ablasına saygı gösterenin ablasının görümcesine de saygı göstermesi gerekmez mi?
– Ablacığım, görümcene bakmaktan gözlerimi alamıyorum, lüzumsuz bir şeyler dersem kusuruma bakmayın! Tazabek’i kıskandım vallahi.
– Tazabek’i kıskandıysan ne yapalım? Sen nasıl konuşuyorsun evlat?
– Jomart ağabey! ‘Altın görüp yolunu şaşıran melek’gibi Şeyi’yi görünce ağabeyimi kötülemek olur mu? Arkadaşını kötüleyen adam hakkında hangi kız iyi düşünür? diye Jameş ona bir ahlak dersi verdi.
– Eyvah, baldız! Görüyor musun kavga arasında kaldım, senin için bunlardan neler duymadım? Kendine koca seçerken bu halimi unutma!
– Dikkate alırız, dedi Şeyi şaka ile gülümseyerek.
İki delikanlı yollarına gittikten sonra her şey anlaşıldı. Tazabek Jameş’in öz ağabeyiymiş. Az önce şarkı söyleyen Sopıya Taldıbulak’ta değirmen ustası, meşhur tüccar Vasily’nin kızıymış, Tazabek ise onların at bakıcısıymış. Sopıya, Taldıbulak’ta Kazaklar arasında yetişip küçükken Kazak çocuklarıyla oynamış, Kazakçayı su gibi konuşması ondanmış. Kışın da Almatı’da eğitim alıp tüm yazı Kazaklar arasında yaylada geçiriyormuş. ‘Beş Karaker’ şarkısını Almatı’daki Kazaklardan öğrenmiş. Tazabek’in hayatı yıl boyu Vasily’nin köyünde geçiyormuş.
Şeyi ondan dolayı iyi tanımıyordu, ‘Ne zaman görmüştüm?’ diye düşünmüştü. Sonra bir iki defa kalabalık arasında gözüne çarptığını hatırlar gibi oldu. Belki çocuk gibi görmüş, ondan dolayı da Şeyi’yi fazla ilgilendirmemiş olabilirdi.
Pazardan uzaklaşınca Şeyi Tazabek’le sohbet etmek istedi. Bir şey sormak istediğini belli ederek atının dizginini Tazabek’e doğru çekti.
– İsmin neden Tazabek? Bey mi hatip mi olmayı istersin? diye laf attı.
– Yok ya! ‘Temiz’ kelimesinin anlamı bey ile hatipten güzeldir! Bundan otuz kırk sene önce, Almerek’te, Tazabek Pusırmanoğlu adında bir atamız yaşamış. Zamanında bey imiş, saygın, halkın itibar ettiği güçlü bir kişiymiş. Çin’e araştırmaya giderken evinde konakladığı adamla sohbet ediyormuş ve Şokan adında bir hâkim atamızdan çok şeyler derlemiş. Sonra bu atamız Ruslara bağlı kalmamak için Albanların hepsini yanına alarak Doğu Türkistan’a geçmişler. Geçişi de öyle kolay olmamış, Rus ordularıyla savaşmış. Onlara şimdiki Uzak atamızın babası Savrık ile onun Şaltabay adındaki mert kardeşi katılmış. ‘Benim ismim Şaltabay, çok değerli balta gibi’ ismini aldığı kişi o Şaltabay idi. Fakat Ruslar rahat bırakır mı Çin’den tutuklayarak getirdikleri Tazabek ile Savrık’ı ‘Hapishanede öldü’ diye yayıp Şaltabay’ı sürgüne göndermişler. Genelde Tazabek atamızın sülalesi önemli kişilerden oluşuyordu. Tezek, Sultanbek, Dambay adında oğulları vardı. Şimdiki Avbakir, Sadıkbek, Abilgazı, Jakıpberdi, Vakas, Şokpar abilerimiz o kişinin, Sultanbek’in oğullarıdır. Bütün çocukları üst seviyeye gelmiş. Avbakir ağabey yönetici olmuş, Jakıpberdi ağabey ise keskin nişancı olmuş. Babam ismimi verirken o Tazabek atamıza benzesin, kahraman olsun, halkı için gayret göstersin diye düşünmüş olabilir.
– Ama Tazabek atan halkı düşünüp Ruslara kaşı çıkmış, sen ise kendi rahatın için Ruslara hizmet ediyorsun!
Böyle azarlanmayı beklemeyen adam ilk önce susarak yavaşça iç çekti. Sonra,
– Ekmeğimi kazanıyorum, dedi yanlışı ortaya çıktığından utanarak düşük bir sesle.
– Sopıya’yı ekmeğini kazanmak için mi övüyorsun o zaman?
– Yok ya! Sopıya farklı! Onun tüm hayatı Kazakça, bizim için endişeleniyor ve bize destek veriyordu. Bana ve Kocaş’a Rusça okuma, yazmayı öğreten o idi. Sonunda bu kız bir Kazak’la evlenir.
‘Senle mi, Kocaş’la mı?’ diyecekti ama bunu söylememek için Şeyi dilini ısırdı. Fazla soruşturmayı ayıp saydı. Hâlbuki Ruslara baş eğmek istemeyen Tazabek atalarının hareketine bir türlü anlam veremedi. Ruslar Kazaklar için iyi düşünse, Kazakların Ruslara karşı ne tavrı var ki? Eğer Rusların niyeti iyiyse Çin’e geçerken Tazabek’i neden tutuklamıştı? Bunların hepsi Şeyi’nin bilmek isteyip de anlayamadığı kafasındaki sorulardı. Hâlbuki bu gördüğü insandan her şeyi detaylıca soruşturmak hem uygunsuz hem de edepsizce olurdu. Nezaket göstererek çok soru sormayı bıraktı.
Pazarın Tuzköl tarafından yukarı çıkıp Karkara nehrinden geçtikten sonra Tazabek bunlarla vedalaşarak geri döndü. Şeyi’ye bu adamda kimsede olmayan bir şey var gibi geldi ama onun ne olduğunu çözemedi. Düzgün konuşuyor, kendisini övmüyor; belki onun için mi hoşuna gitti yoksa çok iri fiziği mi? Ama Kalmukların da öyle çok iri fiziği olduğunu az önce görmüştü.
Jameş, Taldıbulak’a döndükten sonra Jüzük ile Şeyi, Karkara nehrinin kıyısından yürüdüler. Yengesiyle beraber dereden tepeden sohbet ederek Şokanaskan’a geçtiler. Şeyi, Tazabek hakkında bir şeyler öğrenmeye çalıştı.
– Sopıya’yla evlenmek mi istiyor, onu çok övüyor?
– Kimi alacağını sadece Allah bilir ama kimi istediğini ben bilirim, Jibekcan.
– Kimi?
– Geçen gün pazara geldiğinde seni dışarıdan görmüş ve ‘Kara küçük bir kız idi, ne kadar da güzelleşmiş?’ diyerek şaşırmış.
– Eee, ondan sonra Sopıya’dan vaz mı geçmiş?
– Yaa, Jibekcan! Sopıya’nın bununla ne ilgisi var?
– Kendisi söylemedi mi az önce, bir Kazak’la da evlenir diye.
– Eee, Kazak’la evlense bile bu Tazabek mi olacak? Birçok Kazak dururken.
– Peki, sonra?
– Öyle, senden hoşlanmış. O yüzden yanından ayrılamıyor, seninle konuşmak, seni görmek istiyor.
– Gördü, konuştu, başka ne istiyor?
– Bundan sonrasını o değil sen bilirsin.
– Neyi bilecekmişim?
– Beğenirsen evlenirsin, beğenmezsen evlenmem dersin.
– Hiç de beğenmedim, onunla evlenmek istemiyorum.
– Öyle yalan söyleme, Jibek! O, senin hoşuna gitti. Hoşuna gittiği için de Sopıya’dan kıskanıyorsun.
Şeyi’nin yüzü hemen kızardı. Kızardığını hissederek Jüzük görmesin diye yüzünü çevirdi.
– Sen çok kötüsün! Sen bilerek beni onun yanına getirdin, dedi kız sinirlenerek.
–O benim yengelik borcum canım! Çünkü sen mutlu olmadan bizler, baban, annen, ağabeyin, yengen mutlu olamayız. Jibekcan, bunu en iyi senin anlaman gerekiyor, çünkü akıllı kızsın.
Sonra Sırt’ın kıyısındaki evlere yaklaştığında Jüzük attan inip yavaşça Şeyi’yi omzundan tutarak,
– Canım, Jibek’im! dedi şımartıp şefkat göstererek. Kazaklar erkek çocukları için o kadar kaygılanmıyor, çünkü onlar hayatlarını kendi memleketinde geçirir, kız çocukları için ise beyaz sakallı dededen tut da oyun oynayan çocuğa kadar herkes endişelenir, çünkü kızın mutluluğu ailesinin dışında, öteki yuvaya bağlıdır.
Öyle olacağını Şeyi de biliyordu, o yüzden cevap vermeden yengesine hiçbir şey söylemeden sarıldı.
* * *
Tazabek’e göre Şeyi’nin güzelliği ile hareketleri, ağaçta oturan tüyleri yumuşacık, etrafına ürkek ürkek bakan serçe gibiydi. Minicik, çok sevimli kızın hemen, ‘Bey mi hâkim mi olmayı istersin? diyerek takılmasına çok şaşırmıştı. Öyle konuşması bile hem şımarıklığını hem de cesurluğunu gösteriyordu. ‘Böyle bir kızın gönlünü çelmek için ilk önce o görüştüğüm kadınla ilişkiyi kesmem gerekiyor’ diye karar verdi. Zavallı üç senedir iyice alışmışttı, ayrılmak nasıl olacaktı? Fakat ‘Elin eşi ele eş olmaz’ demişti atalar.
Daneker ile yirmili yaşlarında karşılaşmıştı. Buralarda at bakıcılarının hayatı çoğu zaman doğduğu yerin dışında geçerdi. Temmuzun sıcağı tepesine vurduğu için büyük çam ağacının altına sığınarak uzanmıştı. Atları da çam ağacı gölgesinin bir parçasında yayılıyordu. Budak’ın kulağına gelen çıtır çıtır seslere baktığında atlı bir kadının yanına yaklaştığını görmüştü. Hemen üzerini düzelterek yerinden kalktı. Kadın sağ eliyle atın eyerini tutup sol eliyle arkasında oturan çocuğu destekler vaziyette atın yuları yerde sürüklene sürüklene ve dizgini de düşecek gibi üzerinde oturana rahatsızlık verecek şekilde geliyordu.
– Ağabey tutar mısın? dedi ağlamaklı sesle yalvararak.
Sarışın kadını hemen tanımıştı. Taldıbulak’ın eteğinde oturan Kemelbay adında birinin karısıydı. Sürüklenen yulara at bastıkça yular atın başını ileri geri hareket ettirdiği için at da çok yorulmuştu, Tazabek atın yanına yaklaşarak ‘Dırrr’ deyince at hemen durdu.
Tazabek ilk önce sürüklenen yuları toplayarak kadının eline verdi. Ondan sonra atın boynundan düşen dizgini verip heybenin üzerinde uyuyan çocuğu da kucağına aldıktan sonra yolun kenarına yerleştirdi. Uyandı mı diye yüzüne bakmıştı ama çocuk ses vermedi, uykusu çok derinmiş zavallının. Kadın at üstünde yorgunluktan hareketsiz oturduğu halde hiçbir ses vermedi.
– Haaa, Senide mi kaldırmam gerekiyor? dedi dalga geçerek.
– Kaldırabilirsen kaldır! Attan inecek halim de kalmadı zaten.
– Gel! Nerden geliyorsun?
– Akrabalarıma gitmiştim.
Kadın sağ ayağını üzengiden çıkarıp, eğilerek inecekti ki sol eliyle atın dizininden tutarak Tazabek kadını kaldırdığında düşmesin diye önce bir elini sırtına dayayıp sonra bir eliyle de bacaklarına destek yaparak kucağına aldı.
– Ben seni tanıyorum, hep görüyordum dışarıdan! dedi kadın, herifin kucağındayken,
– Sen Tazabek’sin.
– Ben de tanıyorum seni, Daneker’sin. Seni her gördüğümde ‘Güzelliğine bak!’ diyordum.
– Ben de seni, ‘Çok yapılıymış!’ diye…
– Hım? ‘Çok yapılıyım’ diye hoşuna mı gitti?
Kadın onaylar gibi gülümseyerek gözünü kapattı sonra da başını salladı.
– Hayır, sadece hoşuma gitti.
– Neden?
– ‘Nasıl iri yarı biriymiş?’ diye.
– Nasıl olduğumu bilmek istiyorsan şöyle bir yanıma otur da bak ama beni boğacaksın, önce elini boynumdan çeker misin?
– Çekmesem ne yaparsın?
– Ne yapayım? Etrafımı göremiyorum düşeceğiz şimdi.
– Düşelim mi? Seninle karşılaşmasaydım zaten nerede düşeceğim acaba diye korkarak geliyordum. Allah’ım, şu çocuğun ağır uykusuna bir bak! Bir iki kere dokunduysam da hiç hissetmedi. Uykuculuğu tam babasına çekmiş, hatta babasını bile geçti. Ahıra kurt saldırsa bile uyanmaz. Seninle karşılaştıran Allah’ıma şükürler olsun! ‘Düşersem de orman da düşeyim ki en azından bir ağacın dalından tutarsam ölmem’ diye düşünüp duruyordum.
– Ölmediğine şimdi inandın mı? dedi Tazabek kadınla yüz yüze gelerek.
– Ayaklarım daha yere değmedi ki nasıl inanayım? dedi kadın gülerek.
– O zaman ayaklarını da değdirelim.
Attan yere indiğinde düşmediği için Daneker Tazabek’e gülümsedi.
– Şimdi neden bakıp duruyorsun?
– Eee, ne yapayım?
– Yaklaşsana! Yemeyeceğim.
– Ben belki yiyebilirim?
– Yersen yiyebilirsin. Beni kurtaran insan canımı istese bile kaybedecek bir şeyim yok! dedi.
Yanına gelip kollarının üzerine uzanıverdi, Daneker’in bakışları Tazabek’in boynuna düğümlendi. Kadının sıcacık nefesi kanı kaynayan Tazabek’in içindeki ateşi uyandırıverdi. Tazabek başını kaldırırken kadının göğsündeki düğmeleri açılınca heyecanlandı.
– Tazabek ağabey, yoldan biraz uzaklaşarak gidelim, dedi kadın hala kucağında yatarak.
– O zaman kalk!
– Kalkamıyorum, sen kaldırır mısın?
– Tut boynumdan o zaman!
Güçlü adam, kadını kolayca kaldırıp sık ormanın içine götürüverdi. İşte, o an ilk defa sevginin lezzetini o kadının kucağında tattı. Deneker’in kucağında olduğunda dünyadaki diğer her şeyi unutuyordu. İlk başta kendisine, ‘Bunun hepsi geçici, evlenene kadar’ diyordu. Şimdi ise ikisi kolay kolay ayırılacak gibi değildi. Kadın, geçen sene doğum yaptıktan sonra, ‘Bu senin oğlun’ demişti kulağına fısıldayarak. Belki de şaka söylüyordur diye sadece gülümsemişti. ‘İkiniz karşılaştığınızda dikkatle baksa, oğlumun kimden olduğunu eşim hemen anlar’ diye söylemişti kadın. ‘Ama Kemelbay beni zaten görüyor!’ dediğinde, ‘Şüphelenmiyor ki, şüphelenirse hemen fark eder! Ne oldu? Oğlun olduğuna inanmıyor musun?’ diye öfkelenmişti. Sonra Tazabek oğlunu görmek istemişti. Fakat artık oğlunu da oğlunun annesini de tamamıyla unutması gerekiyordu. Öyle yapmaktan başka çaresi yoktu. Çünkü Şeyi gibi bir kızla evlenmek için ilk önce hepsinden vazgeçmesi gerekiyordu. Erkeklik diyerek yaptığının bu kadar can yakacak sonucunun olacağını gençken fark etmemişti.