Buch lesen: «GEVEZE ÇIZGILER»

Schriftart:

Yazar Hakkında

1978 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (MSÜ) Resim Bölümünden mezun oldu. 1980-2004 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ortaöğretim kurumlarında resim öğretmenliği yaptı.

Çeşitli karma sergilere katıldı, iki kişisel sergi açtı. Eserleri Türkiye, Yunanistan, İsveç, İrlanda ve Japonya’da özel koleksiyonlarda yer almaktadır.

İlk kitabı Çok Komiksin Margarita ile 2009 Ayfer Öneysan Çocuk Yazını Birincilik Ödülü’nü aldı. 2009 yılında Hızın ve Devrimin Sanatı Fütürizm isimli kitabın yazarları arasında yer aldı.

Bir edebiyat dergisine çocuk okurlarından gelen öykülerden ve çocuklarla yaptığı söyleşilerden oluşan Çocuklar da Yazar köşesini hazırlamaktadır.

Yetişkinler için yazdığı öykü ve denemeleri çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanmıştır.

www.asumanportakal.com

Pınar, Kaylan ve Deniz’e.....


ŞAKACI YILDIZ

Bu gece o kadar sıcak ki eve girip uyumak imkânsız. Ama bahçemiz çok serin. Annemle babam arka bahçedeki çardakta çay içip sohbet ediyorlar. Biz de ablamla ön bahçede oyun oynuyoruz.

Her oyunda mızıkçılık yapan ablam, yine aynısını yaptı. Daha oyuna yeni başlamıştık ki, “Hadi böcekleri dinleyelim!” diyerek hemen oyunu bıraktı.

Geveze cırcır böcekleri öyle ötüyorlar ki bu gece, sanki bahçede koskoca bir koro var. Böceklerle birlikte ablam da cırıldamaya başladı. Ben de koroya katıldım. Gülüşerek, “Cıırrr, cıırrr, cıırrr” diye ses çıkardık bir süre.

Yine canı sıkılan ablam, “Hadi gel!” diyerek dut ağacına doğru koşmaya başladı. “Önce ben!” diye bağırıp bir çırpıda salıncağa kuruldu. Önden o binince bana da onu sallamak düştü.

“Daha hızlı salla Rüya!”

“Ya düşersen!”

“Düşmem düşmem. Salla sen!”

Ablam bayılır sallanmaya. Kollarım kopana kadar salladım onu, ama salıncaktan ineceği yoktu. “Salla!” diye emirler yağdırıp duruyordu.

“Hadi artık in abla! Biraz da ben bineyim.”

“Tamam canım. Salla sen!”

“Sıkıldım ama, kollarım da yoruldu!”

“Öff Rüya! Ne kadar da nazlısın!”

“Sen de çok bencilsin ama.”

“Kim, ben mi? Hadi ordan!”

Ablama laf yetiştirmek zordu. Sonunda sallamaktan vazgeçtim. Ablamı salıncakta bırakıp arka bahçeye, annemlerin yanına gittim. Meyve tabağından bir salkım üzüm alıp koruda yürümeye başladım.

Evimizin önündeki bahçe küçük, ama arkadaki koruluk çok büyük. Babaannemden kalan bu kocaman koruluktaki evde yaşadığımız için çok şanslıyız.

Ağzıma attığım siyah üzümlerin çekirdeklerini sağa sola tükürerek yürüyorum koruda. Annem görse bir güzel azarlar beni. Çekirdekleri de çiğneyip yutmamızı söyler hep. Ama üzümler bal gibiyken, çekirdekler o kadar acı ki… Nasıl olsa annem görmüyor diye çekirdekleri tükürmeye devam ediyorum.

Ablam geceleri koruda dolaşmayı pek sevmez, ama ben bayılırım. Zaten karanlıktan da hiç korkmam. Neden korkayım ki? Çenesi düşük cırcır böcekleri hâlâ ötüyorlar. Onların sayesinde kendimi hiç yalnız hissetmiyorum.

Uzaktan annemin sesi geliyor. “Rüya yine saatlerce takılıp kalma koruda!” diye sesleniyor. Huyumu bilir; koruya bir daldım mı, dünyayı unuturum.

Gökyüzünü rahatça görebileceğim bir yere gelince başımı kaldırıp yıldızlara baktım. Havada hiç bulut yoktu. Yıldızlar o kadar yakın görünüyorlardı ki…

Birden bir yıldız kaydı! Hemen bir dilek tuttum.

Hayret! Minik yıldız gökyüzünde tuhaf kavisler çiziyordu. Merakla izlemeye başladım. Aman Tanrım! O da ne? Galiba yıldız son hızla üstüme doğru geliyordu.

Hemen geri dönüp eve doğru kaçmak istedim, ama yapamadım. Taş kesilip olduğum yere çakılmıştım. Kalbim korkudan küt küt atıyordu. Nokta kadar yıldız ise yaklaştıkça hızla büyüyordu. Gözlerimi bir türlü ondan alamıyordum.


Rengârenk ışıklar saçarak üstüme üstüme gelen yıldız sanki beni büyülemişti. Sonunda bir uçan daire gibi gelip karşımda durdu. Aslında pek uçan daireye benzemiyordu. Sanki koskocaman bir kar kristali gibiydi.

Havada dönen yıldız o kadar parlaktı ki… Işıkları ok gibi gözlerime saplanıyordu. Canım fena hâlde yanmaya başladı. O can acısıyla gözlerimi kapadım. Ama yıldızı o kadar merak ediyordum ki…

Ellerimi alnıma siper edip tekrar bakmaya çalıştım, olmadı. Canımın acısından gözyaşlarına boğulmuştum. Gözlerimi silip avazım çıktığı kadar, “Işıklarını kıssana biraz!” diye bağırdım.

Hayret! Yıldız hemen sönmeye başladı. “O kadar da değil canım!” der demez yine ışıldadı. Ama tekrar kıstı ışıklarını. Yanıp sönerek ayar yapan yıldıza gülümseyerek bakmaya çalıştım. Uygun parlaklığa gelince, “Tamam, şimdi oldu!” diye bağırdım.

Derin bir nefes alıp gözlerimi ovuşturdum. Artık onu daha rahat görebiliyordum. Ağzım açık, aval aval yıldızı seyretmeye başladım. O kadar güzeldi ki… Hayatımda hiç böyle bir şey görmemiştim. Çok sevdiğim havai fişekler bile bu yıldızın yanında hiç kalırdı.

Ben aval aval yıldızı seyrederken o hâlâ havada fıldır fıldır dönüyordu. Renkten renge girerek acayip şekiller çiziyordu gökyüzüne. Bunlar daha önce hiç görmediğim tuhaf şeylerdi…

Esneyip gerilerek şekilden şekle giren yıldız birden durdu. “Acaba şimdi n’olacak?” diye merakla beklemeye başladım. O ise tekrar yükseldi. Sonra korkunç bir sesle patladı! Olduğum yerde öyle bir sıçradım ki, az kalsın küçük dilimi yutuyordum. Kısa bir sessizlikten sonra yıldız tuhaf sesler çıkararak yine patlamaya başladı.

Havai fişekler gibi patır patır patlayan yıldıza bir şeyler oluyordu şimdi. Rengârenk ışıklar saçarak kümelere bölünüp çoğalıyordu. Gökyüzüne dağılan her kümeden küçük yıldızlar doğmaya başladı.

Havaya saçılan minicik yıldızlar, kısa bir süre uçuşup durdular. Sonra tekrar birleşerek yeni şekiller oluşturmaya başladılar. Binlerce, belki milyonlarca yıldızcıkların meydana getirdiği bu şekilleri biliyordum. Bunlar harflerdi!

Başımın üstünde oynaşan kocaman harflere soluğumu tutarak baktım. Yıldız harfler ise ışıldayarak dans ediyorlardı. Ama birden hepsi durdu! Sonra da tuhaf bir şekilde sıralanıp garip bir sözcüğe dönüştüler. Bu, anlamsız bir sözcüktü.

“E H B M A R A” şeklinde havada sıralanmış harflere öylece bakakaldım. İşte şimdi kafam karışmıştı! Ama bilmecelere bayılırdım. Hemen gözlerimi kısarak harflerin yerlerini değiştirmeye başladım.

Aman Tanrım! Galiba yıldız bana, “MERHABA.” diyordu. Gözlerimi kırpıştırarak havada asılı duran sözcüğü bir daha okudum. Sevinçle zıplayarak, “Merhaba!” diye bağırdım. Yıldız, harflerini döndürerek tekrar, “E H B M A R A.” dedi.

Neşeyle elimi kolumu sallayıp laf attım yıldıza.

“Uzayda yolunu mu şaşırdın?”

“NBİE ESN ĞÇADRINI!”

“Seni ben mi çağırdım?”

“RBİ KLEDİ NUTTTU AY!”

Yıldız bana, “BİR DİLEK TUTTUN YA!” diyordu. Şimdi hatırladım, haklıydı yıldız. O gökyüzünde kayarken, “Keşke benim de bir yıldızım olsa.” demiştim. Dileğimi duyan yıldız da hemen koşup gelmişti işte! Üstelik karşımda benimle oyun oynuyordu.

Yıldızıma gülümseyip, “Nereden geldin?” dedim.

“TSÜ OLYU!” diye cevap verdi.

“Süt yolu mu? Biz ona ‘Samanyolu!’ deriz.”

“MANSAOLYU!”

“Mansaolyu değil, Samanyolu!”

“SAMANYOLU!”

Şakacı yıldızım tam harfleri doğru sıralamaya başlamıştı ki, annemin sesiyle irkildim.

“Ne yapıyorsun burada Rüya?”

“Yıldızımla konuşuyorum.”

“Hiç yıldızla konuşulur mu? Hadi artık uyku zamanı!”

“Konuşulur tabii anne!”

“Ah benim hayalperest kızım!”

Yıldızıma sessizce veda edip annemle birlikte eve doğru yürümeye başladım. Annem sıcaktan, sineklerden, cırcır böceklerinden şikâyet edip söyleniyordu. Bense, şu annem ne tuhaf, diye düşünüyordum. Fatma teyzenin fallarına inanan annem, hayallerime hiç inanmıyordu…

REPLİKÇİ AMCA

“Oyun konsolu” diyorlar şimdi. Biz eskiden “atari” derdik. O yıllarda bizim evde atari yoktu. Kardeşimle Tiyatro Sokağı’ndaki salona gidip oynardık. O zamanlar oyunun saati bir liraydı.

Atari salonunun tam karşısında eski bir kitapçı dükkânı vardı. Sahibi yaşlı, tuhaf bir adamdı. Herkes ona, “Replikçi Amca” diyordu, ama neden böyle dediklerini bilmiyordum. Huysuz, aksi, çekilmez bir adam olduğu söylenirdi. “Turşu gibi ekşi bu Replikçi!” diyerek adamın arkasından laf ederlerdi. Haksız da sayılmazlardı yani.

Replikçi Amca, atari salonuna giren bütün çocuklara, “Ne işiniz var o izbe salonda?” diye çıkışırdı. “En güzel oyunlar dışarıda, tıkılıp kalmayın oraya!” diye söylenip sinir ederdi bizi.

Korkarak girerdik Tiyatro Sokağı’na, atari salonuna yaklaşınca iyice ürkerdik. Önce etrafı kolaçan edip Replikçi Amca’ya bakınırdık. Ortalıkta görünmüyorsa hızla koşup hemen içeri dalardık.

Salondan çıkışımız da ayrı bir dertti. Bazen bir liralık süre bittiğinde fena hâlde bozulurduk. Oyuna doyamazdık, ama paramız daha fazlasına yetmezdi. Salondaki görevli, “Hadi bakalım zaman bitti!” der demez, kardeşim ağlamaya başlardı. Can sıkıntıma bir de onun mızıklanması eklenince iyice çileden çıkardım.

“Bir daha seni buraya getirmeyeceğim!” diye söylenirdim ufaklığa. Sokağa çıktığımızda Replikçi Amca’ya rastlarsak bir de o azarlardı kardeşimi. Canımız iyice sıkılırdı, ama sesimizi çıkarmazdık.

Yağmurlu bir günde okuldan sonra yine oyuna koştum. Annem babam bir duysa canıma okurlardı. Ama ikisi de çalıştığı için okuldan sonra ne yaptığımı pek bilmezlerdi. Evde bize göz kulak olan anneannemi kandırmak o kadar kolaydı ki… Zaten bir iki saat gecikmemi de pek sorun etmezdi.

O gün kardeşim evde hasta yatıyordu. Ninem onunla uğraşırken beni unutur, diye düşünüyordum. Üstelik dört günlük harçlığımı da biriktirmiştim. Elimde tam dört liram vardı. O sevinçle koşa koşa Tiyatro Sokağı’na gittim. Ortalıkta Replikçi Amca da yoktu! Neşeyle salona bir daldım ki, dalış o dalış.

Zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamamışım. Saatime bir baktım, altı olmuş! “Eyvah, şimdi yandık işte!” dedim. Annem bu saatte eve gelmiş oluyordu. Çabucak toparlanıp dışarı çıktım. Hava çoktan kararmış, üstelik buz gibi de soğumuştu. Yağmur daha da şiddetlenmiş, bardaktan boşalırcasına yağıyordu.

Hemen montumun kapüşonunu kafama geçirdim. Okul çantamı sırtıma attığım gibi telaşla koşmaya başladım. Tam Tiyatro Sokağı’ndan çıkmıştım ki, o hızla biriyle çarpıştım. Önce ne olduğunu anlamadım bile. Sonra bir anda yerde buldum kendimi. Kaldırım taşına vuran kolum, korkunç bir acıyla çıtırdadı.

Çarpıştığım adam, “Önüne baksana be evlat!” diye söylenmeye başladı. Bense, kolumun acısıyla bas bas bağırıyordum. Adam eğilip beni yerden kaldırmak istedi. “Kolum. Sağ kolum!” diyebildim yalnızca. Sonrasını hiç hatırlamıyorum…

Gözlerimi açtığımda kocaman bir hastanedeydik. Başımdaki görevli, annemin babamın adını ve telefonlarını soruyordu. Canımın acısından zor nefes alıyordum. Ama evimizin telefon numarasını söyleyebildim, sonra da ağlamaya başladım. O sırada yanımda oturan birisi başımı okşadı. “Ağlama evlat. Hadi cesur ol biraz!” dedi.

Başımı çevirip adama baktığımda yüreğim hop etti. Beni sakinleştirmeye çalışan Replikçi Amca’ydı. Meğer çarpıştığım adam o imiş! Ne diyeceğimi bilemeden sessizce ağladım.

Annem gelene kadar beni hiç yalnız bırakmadı yaşlı adam. Annem geldiğinde kolumun röntgeni bile çekilmişti. Bir de ağrı kesici ilaç verdiler. Kolumu da alçıya aldılar.

Replikçi Amca, hastanede işimiz bitene kadar yardımcı oldu bize. Sonra bir taksi çağırıp bizi evimize kadar bıraktı. “Hadi bakalım evlat, tekrar geçmiş olsun.” diyerek yine başımı okşayıp veda etti.

Birkaç gün sonra kolumun röntgeni tekrar çekilecekti. Doktorun dediğine göre kırık kemiğim, beş altı haftada kaynarmış. Okula da gidemeyecektim. Doktor bir süre evde dinlenmem gerektiğini söyledi. “Oh ne güzel, tatil yapacağım.” diye içten içe sevindim.

Eve gelene kadar annem başımı okşayıp elimi tuttu. Hiç sesimi çıkarmadım. O da hiçbir şey söylemedi. Aslında azarlanmaktan korkuyordum, ama alçılı koluma güveniyordum.

Ertesi gün işler hiç düşündüğüm gibi olmadı. Önce annemden sıkı bir azar işittim. Babamsa, “Alçılı kolunla çekeceğin zorluklar, sana iyi bir ders olur herhâlde.” demekle yetindi. Babamın ne kadar haklı olduğunu birkaç gün sonra anladım.

Tek kolla yaşamak ne kadar zormuş! Oyun oynamak dert, tuvalete gitmek dert. Giyinmek, yemek yemek, banyo yapmak daha büyük dert. Hele bir de alçılı kolum kaşınmaya başladı mı, acayip deli oluyordum. Üstelik sol elimle yazmanın zorluğu da cabası. On yaşındaki bir çocuk için yaşadıklarım epeyce zordu.

Benden birkaç yaş küçük kardeşimin soğuk algınlığı da bir türlü geçmiyordu. İkimiz de evdeydik. Ninemin başına da iyice dert olmuştuk. Üstelik bir türlü rahat durmuyorduk. O hâlimizle bile evin içinde sürekli yaramazlık yapıyor, ele avuca sığmıyorduk.

Ninem, her ikimize de bakmak zorunda kaldığından oflayıp poflamaya başlamıştı. Biz de onun sevgisine güvenerek şımardıkça şımarıyorduk. Üstelik doktor, beni uyarmıştı. İlk üç hafta kırık kemiğin yerinden oynama ihtimali varmış. Ama kolu kırılan sanki ben değildim. Evin içinde koşturup duruyordum.

Zavallı ninem, arkamda dolaşıp beni uyarmaktan bıkmıştı. Sopayı eline alıp öbür kolumu da kıracağını söylüyordu, ama gülüp geçiyordum. Ninem bize bir tokat bile atmamıştı. Gözü gibi severdi bizi.

Evdeki üçüncü günümde yine kardeşimle oyun oynuyorduk. Ama ne oynamak! Odanın altını üstüne getiriyor, ortalığı harman yerine çeviriyorduk. Birden kapının zili çaldı. Hemen kulak kesildik. Ninemin, “Buyrun efendim, hoş geldiniz!” dediğini duyunca şaşırdık. Galiba misafir gelmişti. Kim olduğunu bilmiyorduk, ama sevinmiştik. “Acaba gelen kim?” diye merakla fırladık odadan.

Der kostenlose Auszug ist beendet.

0,41 €