Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Dolu»

Schriftart:

Ricam şu; bu eserde kimse bir şey aramasın, çünkü yazılanlar yazar tahayyülünden başka bir şey değildir.


ÖNSÖZ

Türkler, dünyanın en eski ve en köklü kültürüne sahip milletlerindendir ve tarihle yaşıttırlar.

Türklerin dünyada ilk vatan tuttukları yer, merkezi İran sınırları içinde kalan bugünkü Urmiye gölü etrafı merkez olmakla birlikte Doğu-Güneydoğu Anadolu, Kür-Aras ırmakları arası, Dağlık Karabağ sınırlarına kadar giden, Nahçıvan-Kuzey-Güney Azerbaycan topraklarıyla Çatalhöyük’ten Kızılırmak sahillerine kadar uzanan yerlerdir. Orta Asya ise bizim ata vatanımızdır, oralara bu bölgelerden gitmiş vatan yapmış ve bir kısmımız kavimler göçüyle geri dönüp, tekraren kaynayıp karışmışız. Son zamanlarda Nahçıvan, Hocalı-Gedebey bölgesi, Hakkâri vb. yerlerde bulunan arkeolojik buluntular bizim bu tezimizi doğrulamaktadır.

Azerbaycan Türkçesi ve Türkiye Türkçesi, içinde bulundukları bölgede yaşayan farklı ulusların dillerinden de etkilenmişlerdir. Azerbaycan Türkçesi özellikle Farsça ve Rusçadan etkilenirken, Türkiye Türkçesi Osmanlı döneminde Arapça ve Farsçadan, ilerleyen dönemlerde ise Batı dillerinden etkilenmiştir. Günümüzde her iki dil de çağın getirdiği zorunluluklar nedeniyle İngilizceden etkilenmeye devam etmektedir.

Dili oluşturan, geliştiren ve onu yaşatacak olan da insandır. Kimliğimizin, kültürümüzün ve tarihimizin bir parçası olan Türkçemiz öylesine geniş bir alana yayılmıştır ki, biz ancak bu coğrafyalardaki yabancı etkisinin azaltılmasıyla onu koruyabiliriz. Ancak bu, dilin ve toplumun uzun zaman diliminde içine sindirdiği yabancı kökenli kelimelerin atılması ya da dile yabancı kelimelerin girmemesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Çünkü bu, yapılması imkânsız ve dilin doğasına aykırı bir durumdur. Dilin de insan gibi yaşadığı, geliştiği ve değiştiği unutulmamalıdır. Yapılması gereken yabancı etkisinin dilin özüne saldırı şeklinde yoğunlaşmasını önlemektir. Kısacası, millî kimliğimizin mührü özelliğindeki dilimize son derece büyük bir kıskançlıkla sahip çıkmalı ve onu yabancı etkilerden korumalıyız. Entelektüel görünmek, bilgiçlik kuruntusuna saplanmak adına, yabancı kelime, terim, deyim ve atasözlerini kullanıp, ulu babalarımızdan bize miras bırakılan güzelim dilimizi ayaklar altına alırcasına aşağılamamalı ve onu katletmemeliyiz. Bunun için de kurumlardan çok toplumun bilinçlenmesi ve dilimize sahip çıkması, yeni nesilleri bu doğrultuda yönlendirmesi gerekmektedir. Dilimiz bize şanlı tarihimizin ve ulu babalarımızın hatırasıdır, bu hatıraya sahip çıkmak ise her Türkün en önemli görevi ve sorumluluğudur. Bu konuda özellikle yazarlara, şairlere ve basın mensuplarına büyük sorumluluk düşmektedir.

1970’li yıllardan beri Güney ve Kuzey Azerbaycan’da sevilen ve çok okunan birçok yazar ve şairi Türkiye okuyucusuna tanıttım. Nesillerin millî ruhunu yok ederek yön vermek isteyen Sovyet Rus İmparatorluğu(toprağı bol olsun)’na büyük darbeler indiren kardeş Azerbaycan’ın büyük şair ve yazarları, Azerbaycan Devleti’nin kurucusu merhum Mehmet Emin Resulzade, Bahtiyar Vahapzade, Memmed Araz, Halil Rıza Ulutürk, Hidayet Orucoğlu, Anar, Nebi Hazri, Memmed İsmail, Rüstem Behrudi, Kamil Efseroğlu, Mevlüt Süleymanlı, Güney Azerbaycanlı Şehriyar, Sehend, Savalan, Ali Azeri, Semed Serdarniya, gibi şahsiyetlerin tanıtılmasında ve eserlerinin Türk okuyucusuyla buluşmasında emek harcadım.

Manen hür olmayan insanlardan ve toplumlardan büyük şahsiyetler çıkaramazsınız; çünkü oradaki nesiller kul psikolojisi ile yetişirler. Azerbaycan sahası her on yılda bir kırılmasına rağmen hep manen hür oldu ve fırsatını bulunca da bağımsızlığını elde etti. Bu yolda büyük emek harcayan devlet kurucuları olan M. E. Resulzadeler, Nesip Bey Yusufbeyliler, Ali Merdan Topçubaşılar, büyük fikir ve sanat adamları Hüseyinzade Aliler, Üzeyir Hacıbeyliler, Ahmet Cevatlar, Hüseyin Cavitler, Mikail Müşfikler, 1937-38 yıllarında başlayan Stalin adlı celladın soykırımından ülkeyi ve halkı çok fazla hasara uğratmadan çıkaran Samet Vurgun gibi şair ve siyaset adamları, onların öğrencileri olan şahsiyetler ne yazık ki, Türkiye’mizde pek fazla tanınmamaktadır.

Aramızda coğrafî ve kültürel birliktelik vardır; ancak bazı farklılıkların olduğu da bir gerçektir. İşte bu farklılıkları ancak birbirimizi çok iyi tanımakla ortadan kaldırabiliriz. Bu tür eserleri hazırlayıp sunmanın asıl gayesi de bu olmalıdır.

Biraz da Türkiye Türkçesi’ne aktardığım eserin sahibi hakkında bilgi vermek istiyorum.

Akil Abbas’ı 1988 yılında eşimle Azerbaycan’a gittiğimde tanıdım. Ailece çok sevdiğimiz ve saydığımız, kendisine “emmi” diye hitap ettiğim Azerbaycan’ın büyük ve görkemli şairi Memmed Araz bizleri o zaman evine konuk ettiğinde Akil Abbas’ı tanımış sevmiştim. Akil Bey’in muhterem eşi İrade hanım Memmed Araz’ın büyük kızıdır. Bizler için tarihî bir anı olan o günü asla unutamam.

Akil Abbas Bey, Azerbaycan’ın füsunkâr beldesi, tarihî toprağı Karabağ’ın Ağdam bölgesindendir.

Akil Abbas, 1953 yılında Ağcabedi şehrinin Bayat ilinin Hacılar köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta tahsilini Ağdam’da alarak 1970 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesine girerek buradan mezun oldu. 1976-1977 yıllarında Ağsu bölgesinde öğretmenliğe başladı, 1977-1987 yılları arasında “Elm ve Heyat” gazetesinde muhabir olarak çalıştı.1987-1990 yılları arasında “Sovet Kendi” gazetesinde şube müdürlüğü görevini yürüttü ve 1990-1992 yılları arasında “Edalet” gazetesinde redaktör olarak çalıştı ve 1992 yılında gazetenin bağımsız olarak çıkmaya başlamasıyla birlikte genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Son Azerbaycan seçimlerinde siyasete atıldı ve milletvekili oldu, bu görevini halen yürütmektedir. 1986 yılından beri “Azerbaycan Yazıçılar Birliği”nin üyesidir.

Akil Abbas’ın şimdiye kadar “Evleri Köndelen Yar, En Hoşbeht (Mutlu) Adam, Batmangılınc, Çadırda Üzeyir Hacıbeyov Doğulabilmez, Dolu” adlı eserleri yayınlanmıştır.

Başta “Gızıl Gelem (Altın Kalem)” adlı ödül olmak kaydıyla birçok mükâfat kazanmıştır. 22. 7. 2005 tarihinde Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in imzaladığı kararname ile “Azerbaycan Cumhuriyeti Emektar Gazeteci” ödülüne lâyık görülmüştür. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Akil Abbas, Gözünü budaktan sakınmayan ve en son söyleyeceği sözü en başta söyleyen bir gazeteci, yazar ve siyaset hadimidir. Çok yakından takip ettiğim Azerbaycan edebiyatında, Karabağ savaşlarında Azerbaycan’ın kaybetmesinin gerçek nedenlerini şimdiye kadar Akil Abbas gibi kimse açıkça yazamamış, dile getirememiştir. Bana göre “Dolu” romanı Azerbaycan edebiyatında bir milattır.

Sevgili okuyucum, yapılan bir iş varsa orada mutlaka hatalar da olacaktır. Bu hatalardan kurtulmanın yolu da sizlerin objektif görüşlerinizi ve tenkitlerinizi bildirmenizden geçmektedir. Mükemmele ulaşmanın yegâne yolunun tenkitten geçtiği inancını taşımaktayım ve yapacağınız tenkitlerinizi kendime bir şiar olarak alacağımı bilmenizi özellikle rica ediyorum. Bu sebeple aktarma ile ilgili görüş ve tenkitlerinizi internet adresime yollamanızdan minnettar kalacağımı bilmenizi isterim.

Saygılarımla.

altayli_s@yahoo.com
Seyfettin Altaylı
22. 11. 2008
Gölbaşı-Ankara

“DOLU” EDEBİYATIN “KARABAĞNAMESİ”DİR Nizami CAFEROV

Azerbaycan Millî İlimler Akademisi Muhabir Üyesi, Milletvekili

Savaş edebiyatının özellikle savaş devrinde yazılıp oluşturulması taraftarıyım. Bu düşüncem konuya klâsik bakış açımdır. Biz birinci, özellikle de İkinci Dünya Savaşı devrinde oluşmuş edebiyatı biliyoruz. Neler dendiğinden ve neler yazıldığından haberdarız. Bir de savaş sonrası edebiyat vardır. Artık o savaş edebiyatı değildir, çünkü savaş edebiyatının duygusallığı, olayların kesin değerlendirilmesi, genel esasların belirlenmemesi, vatanseverlik duygularının güçlü, değerlendirmelerin zayıf olması, kısacası savaş konusunda ciddî düşüncelerin bulunmaması, bunun yerine savaşın ritmi, gidişatı, algılanması, hissiyatının yansıdığı edebiyattır. Savaştan sonra oluşturulan edebiyat ise artık savaşı genel çerçevesiyle düşünen, çıkarılan sonuçlara dayayan edebiyattır. Edebiyat burada artık genel şekliyle ele alınmaktadır. Bu konuda birçok defa düşüncemi belirtmişim. Karabağ savaşı veya resmî belgelerde yazıldığı gibi Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ savaşı devri… O devirde oluşan edebiyat pek fazla güçlü olmadı, çünkü bu devrin problemleri son derece fazla ve çeşitli idi. Yalnızca Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki anlaşmazlıkla bitmiyordu. Orada millî bağımsızlık hareketi, Sovyetler Birliği İmparatorluğu’nun darmadağın olması, etnik tartışmalar, sistemin çökmesi ve yerine neyin geleceği bilinmeyen bir devir… Bu çetrefilli durum da olayların asıl çehresini ortaya çıkarmaya engel oldu. Duygusallıklar da son derece karmaşıktı. Çünkü burada birçok taraf vardı ve bunlar da süreci etkiliyordu.

Savaş devrinde yazılan edebî örneklerin istatistiği elimizdedir ve bunların geneli gazetecilik alanına aittir. Buradaki özdeyişler ve heyecanlar daha fazla ve daha güçlüdür. Kahramanlıklar hep ön plâna çıkarılıyor ve o konuda fikir yürütülüyor; ancak işin ilginç tarafı savaş sonrası edebiyatı mutlaka savaş dönemi edebiyatına dayanmakta ve onun gazeteciliğine güvenmektedir. Kısaca, o devrin verilerinden faydalanmaktadır. Bir edebiyat, önceki edebiyatın varisidir. Elbette savaş sonrası edebiyatı, savaş devri edebiyatından, arşivlerden ve diğer resmî belgelerden faydalanabilir. Savaş devrinin edebiyatı neyi hazmetmişse, gazetecilik alanındaki bütün karmaşıklığı ile birlikte kendinden sonra gelen edebiyatın temeli olmaktadır. “Dolu” romanı bunun en bariz örneğidir.

Genelde Karabağ Savaşı ile ilgili olarak şimdiye kadar okuduğum ve pek fazla olmayan eserler içinde “Dolu” romanı kadar dolgun ve geniş bir eser okumadım. Benim düşünceme göre Akil Abbas’ın Karabağ bölgesinin toplumsal-siyasî, coğrafî ve sosyal muhitini çok güzel biliyor, bura insanının nelere muktediri olduğundan haberdardır ve bu da eseri daha farklı kılmaktadır. Akil Abbas, Karabağ’ın en tanınmış aydınlarından en şirret gençlerine varasıya kadar hepsini çok iyi tanıdığı için oluşturduğu sosyo-etnografik manzara son derece gerçekçi ve tahlilcidir. Eserde bütün detaylar en ince ayrıntısına kadar göz önünde bulundurulmuştur. Meydana gelen savaşın coğrafî-etnografik fonu veya oluşacak anlaşmazlıkların görüldüğü çevreyi çok iyi tanıdığı için her şeyi romanda kesin çizgileriyle tasvir edebilmiştir. Bu olaylar nasıl başladı, Dünyanın En Zengin Şehri akla hayale sığmayacak bir kolaylıkla düşman karşısında teslim bayrağını çekti! Romanın konusu bile, daha çok yazarın oluşturduğu manzaranın kendisidir. Yani eserin konusu, o manzarayı bütünleştirmekte, kesin çizgileriyle belirtirsek okuyucuyu konu peşine takıp götürmüyor, okuyucu konuyu takip etmiyor, süjelerde sürekli olarak bir mecburiyet oluşuyor. Romandaki konularda bir vecizelik hâkimdir. Sanki belirli bir süje ortaya atılıyor ve çıkan sonuç da o manzarayı tamamlıyor, ona yeni çizgiler kazandırıyor.

Bence bu eser daha çok karakterleri ifade etmektedir. Burada Dünyanın En Zengin Şehri’nin de, buraya edilen müdahalenin de kendine has karakteri vardır. Çünkü müdahale bir süreç olarak sunulmamakta, bir karakter olarak yansıtılmaktadır. Ayrıca Karabağ’ın işgalinin kendisi de, işgale yardımcı olanlar da bir karakter olarak takdim edilmektedir. Romanda karakterlerin birbirlerinden ayrılmasını değil birleşmesi sürecine şahit olmaktayız, dolayısıyla bu durum da gözümüzün önünde bir manzara canlandırmaktadır. Zaten herkesin gözünde bir Karabağ yarası yer etmiştir ve bu yara zaman zaman belirginleşerek bir eşzamanlılık (senkron) anına, bir kader yazgısına çevrilmiştir. Yazıda bir süreç yer tutmaz, daha doğrusu yazı sürecinin anlamla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Kullanılan süreç işin teknik yönüdür, romanda da bu özellik göze çarpmaktadır. Akil Abbas’ın önceki eserlerini de okumuşum, onlarda da durum aynıdır. Abbas, olayları elastikî olarak zihinlerimizde oluşturduğumuz manzaraya, yani Karabağ’ın işgali sürecine dâhil edebilmiştir. Bizler zaten Karabağ ve onunla ilgili olayları hukukî ve siyasî olarak değerlendirmede herhangi bir problemle karşılaşmamışız. Karabağ’da oluşan süreçlerle ilgili belgeler konusunda da kendi değerlendirmemizi yapmışız. Konu, devlet seviyesinde belirli bir değerlendirmeye tabi tutulsa da, edebiyatın yaptığı analizin bambaşka olduğunu Akil Abbas’ın romanını okuduktan sonra anladım; çünkü, devletin değerlendirmesinde insan faktörü göz önüne alınmaz, alınmış olsa da çok cılız kalmaktadır. “Dolu” romanında bu faktör, diğer taraftan maddî ve manevî değerlerimiz en ön plândadır. Bu değerlerimizin, Karabağ savaşlarında hangi rolü üstlendiğini yalnızca edebiyat ve sanat bir bütün olarak yansıtabiliyor. Kısacası, Dünyanın En Zengin Şehri karakterini devletin belgelerinde bulamazsınız, o, yalnızca edebiyatta geçer ve Akil Abbas da bunu becerebilmiş bir yazardır. Bu, Ağdam şehrine verilen en güzel değerdir. Bizim neyi kaybettiğimizi düşünmemiz konusunda en gerçek ifadeleri edebiyat dile getirmektedir. Bir an, Karabağ’da musikimizi, sanat icra eden sesimizi, kısaca romanda dile getirildiği gibi Kadir Rüstemov’un sesini yitirdiğimizi düşünecek olursak, bunu da ancak edebiyat dile getirebiliyor. Sonra bu roman edebiyatın da ciddî bir tarihi yansıttığını ifade etmektedir. Ayrı ayrı insanlar, örnek olarak Ağdam’ı savunanlar, onların ilginç kaderleri, hepsi bu romanda çok güzel tasvir edilmiştir. Romanda geçen kahramanlardan bazıları vaktiyle suç işlemiş, Akil Abbas o suçluluğun da anatomisini ana hatlarıyla ortaya çıkarmış, bu insanların neden suça yöneldiklerini de güzel bir şekilde sunmuştur. Ağdam şehrinde suç işlenmiş ve bu suçların bir hükümet bir de başka yönü var. Hükümetin suçladığı ve hapse tıktığı insanlar nasıl oluyor da Rusların aşırı desteğiyle Ermenilerin şehri işgal hareketine karşı en önce karşı koyuyor? Örnek olarak halk niçin o suçlularla birlikte omuz omuza çarpışarak kendini ifade etti!? Bu gibi soruların cevabı “Dolu” romanda vardır. Bu, Akil Abbas’ın en büyük buluntularından, daha doğrusu gerçekleri söylemek bağlamındaki keşiflerinden biridir. Her seferinde suçluların bulunduğu atmosfere yukarılarda pek de iyi sözler ifade edilmemesine rağmen halk ve çevre onlara dayanmakta, onlara güvenmektedir. Hatta resmî daireler de onlara önem vermek mecburiyetinde kalıyor. Yönetici kurumlar parçalanabilir, hâkimiyeti elde etmek için her türlü faaliyete yönelebiliyor, ancak suçluların oluşturduğu kurum parçalanmıyor ve hâkimiyeti elde etmeği göz önüne bile almıyor. Sanki onların genetik yapısında bağımsızlığı savunma vardır. Bundan dolayı onlar halkı savunma sorumluluğunu üstleniyorlar. Romanda göze çarpan en önemli öğelerden birisi budur.

Olaylar kendi akışına devam etse de At Belinde Olan Adam kendi iğrenç işlerini devam ettiriyor, aynı duyguyu evlatlarına da miras bırakıyor, onlar da şartlara göre bunu yaşatıyorlar. Bu durumda bile yine cezalandırılanlar aynı suçlanmış kurum oluyor, suçlulukla herhangi bir ilgileri bulunmasa bile. Hayat yine de onlar için son derece tezatlarla dolu ve çekilmez oluyor. Bu da şu anlamı taşıyor; halk, kendi ruhu ve benliği ile içinde yaşadığı devletinin kendine ait olmadığını anladığı anda ister istemez suça yöneliyor. Yani, halkın karakterini, millî benliğini, etnik gücünü, kısaca özünü yansıtan onun kendi devletidir. Bu da, romanda çok güzel bir dille işleniyor ve düşünülen devlet ortada bulunmadığı anda halkı suçlanan kesimin savunacağı ortaya çıkıyor. Onlar ölüme hazır güçlerdir. Kendi konumunu savunan At Belinde Olan Adam ve onun gibileri ise kendi menfaati peşindedir. Ne yazık ki, Ağdam’ı savunan suçlanan muhitin insanları ise dağınıktır. Ne kadar saf ve temiz olsalar da, suçluluğun deneyimleri de onlarda mevcuttur. İşte bu detaylar onların birleşmesine, el ele vermesine engel oluyor. Onlar yalnızca toplumun menfaati söz konusu olduğu zaman omuz omuza verebiliyorlar. Atılgan oldukları için verdikleri sözü tutup halkın kendilerine inanmasını ve güvenmesini sağlıyorlar. Erkeklik denilen ahlâka sahipler. Diğer taraf ise yalnızca kendi vasıfları doğrultusunda yürüdüğünden birleşemiyor. Eserin en başarılı yönlerinden birisi de yazarın olayların başladığı zaman oluşan şartları etnografik, sosyal, siyasî ve biyolojik yönden kesin çizgilerle ifade etmesidir. Halkın genlerinde bulunan bağımsızlıkla ilgili enerjinin daha çok suçlananlarda kendini göstermesi ve bu kurum vasıtasıyla anında yankı bulması ve halkın özünü ifade eden devlete duyulan istek romanda yansıtılıyor.

Roman, düşünce yönünden, diğer taraftan yazarın kendi dünyasının derinliklerinden kaynaklanan bir Türkçülük anlayışına sahiptir. Bu anlamda Akil Abbas’ın millî düşüncesi, Karabağlı ruhunu takdim etmesi, ayrıca Türkçülük anlayışı ile olaylara yaklaşımı son derece doğaldır. Hem de resmî görev yürüten karakterlerden, suçlu kurumun temsilcilerine kadar herkeste, daha doğrusu romanın tamamında çok rahat bir şekilde hissedilmektedir. Romanın başka bir yönü de şudur: Türkiye Türkleri Karabağ probleminde büyük rol oynadılar, bu bilinen bir gerçektir ve bu Türkiye’nin kardeşlik borcu idi. Türkler 1918-1920 yılları arasında da aynı misyonu yerine getirmişlerdi. Ancak romanda Türkiye’nin desteği ve yardımı birkaç tabakası olan büyük bir hasretle ifade edilmektedir. Yazar önce Türkiye’nin meydana gelen olaylarda Azerbaycan’a yardım ettiğini biliyor, ancak bu yardımın daha belirgin çizgilerle ve daha fazla olması gerektiğini düşünüyor. Bu durum hem yazarın, hem de karakterlerin hasretinde hissedilmektedir. Üçüncü katmanda ise yardımın az olmasına yazar biraz alaylı bir dille yaklaşıyor. Zannımca bu çok önemlidir, çünkü Türkiye’de bazı güçler olaylardan kendi gayeleri için faydalanıyorlardı. Bunu da tahlilci bir dille ancak yazar dile getirebilirdi. Bu durum, Karabağ’la ilgili olarak yazılan eserlerin hiçbirinde göze çarpmıyor.

Genelde eserde çok çeşitli plânlar vardır ve hiçbiri münferit olarak düşünülmemiştir. Onlar manzarayı, olayları çok iyi bilen ve onun içinde olan güzel bir yazarın eseridir. Bu sebeple bütün plânlar bir bütün teşkil etmektedir.

Eseri okuyup bitirince ondan doymadığını hissediyorsun ve etkisi sürüp gitmektedir. Bu da Akil Abbas’ın bir edebî yöntemidir. Bana göre nitelikli edebiyat, ne kadar inceliklere yönelse de, ne kadar tahlilci olsa da içtepilidir (empülsiv). Yani, düşünülen yeri geldiği anda söylenmeli ve yazılmalıdır. Sonradan yazılabilecek veya bunu devam ettirebilecek bir eser de yazılabilir, Akil Abbas da yeni bir eser yazabilir, ancak o bambaşka bir eser olur. Çünkü “Dolu” tam anlamıyla bitirilmiş bir romandır. Başı ve sonu arasında bir ahenk vardır. Hayat önce ne idiyse, sonunda da aynı duruma dönüyor, ortada yalnızca Karabağ yoktur. Ağdam’ın yerine Çadır Şehirleri ikame edilmiş, ancak önceki ilişkiler artık yok olmuştur, lakin o ilişkilerin yavaş yavaş kendi yoluna düştüğü de hissedilmektedir. Yani At Belinde Olan Adam’ın oğlu babasından tamamen ayrı ve yeni bir davranışla kendini gösteriyor, sen de okuyucu olarak bu ilişkilere uymaya mecbur oluyorsun. Kahramanlık bu defa cephede veya Karabağ’da değil, hapishanede satranç oyununda kendini gösteriyor. Yani Ağdamın yiğidi kendi yeteneğini bu defa satrançta gösteriyor.

Eser dar bir manzara ile başlıyor, yani Dünyanın En Zengin Şehri ile. Oradaki bütün manzarayı gözler önüne seriyor. Oraya gelen misafirlere kadar herkes kendi simasını sunuyor, kısaca dar bir Karabağ manzarası karşınıza çıkıyor. Sonra tecavüzler, karmakarışıklık, ahenksizlik, bunun oluşturduğu mücadeleler ve sonuçta Karabağ’ın kaybedilmesi… Kahramanlıklar, ardınca aynı bölgeye olan yaklaşım, dedikodu seviyesinde izah edilen ve Karabağ’ın, Karabağlılar tarafından savunulmaması, düşmana verilmesi… Büyük bir enerji ile Karabağ karakteri meydana getirilse de yazar o devirde Karabağ’ın savunulmasının imkânsızlığını gözler önüne seriyor. bütün bu konuları Akil Abbas bir yazar üslubu ile, vasıtacılık yapmadan işin içyüzünü ortaya çıkararak manzaranın, karakterin kendi ölçüsünün boyutunu takdim ediyor. Bu da, okuduğun şeyin hafızanda yer etmesini sağlıyor. İnsan kendisini olayların içinde zannediyor. Tenkitlerdeki, diyaloglardaki sözleri duyuyor gibi oluyorsun; doğal olarak bu da, bir yazarın tecrübesini ve gözlem yeteneğinin ürünüdür. Eserin sona ermesini takip oldukça geniş bir manzara insanın gözü önünde canlanıyor. Okuyucu bu dünyanın En Zengin Şehri’nin mahiyetini her anlamda tasavvuruna getirebiliyor ve neyi kaybettiğini çok iyi anlıyor.

Romanda özellikle vurgulanacak yön bana göre şudur: Yazar, kimseyi suçlu olarak görmüyor ve suçlamıyor. Kesin olarak bir gücü karşısına almıyor, göz önünde yalnızca bir manzara canlandırarak “Manzara bundan ibarettir” diyor. Hiçbir düşünce ileri sürmeden manzarayı olduğu gibi sunuyor. Bu da, doğru anlamda edebiyat demektir. Olayları günümüze taşımaması ve devam ettirmemesi önemli bir olgudur. O devri bütün gerçekleriyle birlikte yazarak, Karabağ’ın kaderinin devletin elinde olduğunu gösteriyor. Yazarın işi burada bitiyor ve konuyu devletin yetkisine havale ediyor. Eğer bu devri de yazmış olsaydı (Evet, eserde bazı göndermeler vardır. Örnek olarak Merhum Devlet Başkanımız Haydar Aliyev’e karşı yaklaşım, onun fikirleri vs.) eser ister istemez siyasî bir anlam kazanabilir ve edebiyat eseri olarak algılanamazdı.

Eser gerçekten tarifi imkânsız bir güç, istek ve samimiyetle kaleme alınmış. Bu konuda her türlü sahtekârlık edilebilirdi. Akil Abbas’ın bunlardan bir tanesine bile itibar etmemesi onu son derece başarılı kılmıştır. Eser, halkın ruhunu ifade ettiği için halka aittir. Romanı okuduğum zaman hem Akil Abbas’ın yazarlık anlayışına, hem de esere bir özgeçmiş olarak yaklaşımına hayran kaldım. Eserin bir Karabağname olarak yazıldığı, halkın yazdığı edebiyatın “Karabağname”si olduğu inancına kapıldım. Bu eseri ben son derece başarılı, samimî ve büyük bir genelleştirme ile tamamlanmış estetik bir örnek olarak kabul ediyorum. Bu sebeple de yazarı tebrik ediyorum.

€0,53