Buch lesen: «Eski Mektuplar»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Birinci Kısım
Hayatın en lezzetli ve sevinçli zamanları çocukluk anlarıdır. Hiçbir fert düşünülemez ki çocukluk âlemini, o geçmiş, unutulmuş demlerdeki gençlik anılarını hatırlasın da etkilenmeden dursun! O dönemlerde gönüller dünyanın gidişatından, varlığından ve yokluğundan, geçiminden ve sıkıntılarından azadedir. Felek o anlarında, hayallerinden öyle manzaralar geçirir ki, insan onları daimî ve sonsuz zanneder. Kendileri hiç darbe yemeyen öyle bir sevgiliye benzerler ki, nazarını hangi tarafa tevcih etse başka bir güzellik görür, başka bir mutluluk bulur. Bu anların her biri hayat sayfasının birer yaprakları gibi önüne serpilir ve o genç bunları seyrederken başka bir mutluluk ve letafet hisseder. Bu manzara ve yaprakların her birisi Allah’ın birer mucizesi ve sanat harikasıdırlar. Bu manzara ve yapraklar, hafif bir rüzgârın tesiriyle âdeta birbirini sarmalayıp kucaklarlar. Nazarlar o esnada dikkatlerini kaybetmezlerse, ruhları bu latif temaşadan âdeta sarhoş olurcasına kendinden geçerler. Tabiatın bu ebedî hicranının birbirinden ayrılışını müşahede etmek de sevenlere ayrı bir hüzün verir. Bu hızlı ayrılışı ve içinden kopan feryatları insan ancak kalbiyle hissedebilir.
Diğer taraftan sık ağaçlıklardan müteşekkil ormanlar arasındaki çay mesabesinde olan küçük su akıntılarının eğrile büğrüle sürüklenerek ve etrafa da buseler dağıtarak değişik hareketlerle sürüklenmesi de nazarlara ayrı bir letafet bahşeder. Bu küçük ırmaklardan akan sular latif hareketleriyle etrafa ve çimenlere öyle yayılır ki, toplandıkları yerler nurdan birer vücut zannolunur. Nazarlar o esnada, suların küçük bir ayağının cereyanıyla teşekkül eden havuz kenarında sevişen iki güvercine takılır ki, aslında o kuşlar hakiki birer âşıktırlar. Ormanın sık, gizli bir köşesinde vücuda getirdikleri yuvacıkları da onlar için en ihtişamlı köşklerden daha müzeyyendir. Hele o mini mini yuvacıkta bir çift yavru bulunursa artık âşık ve maşukun keyfine diyecek bir şey kalmaz. Onlar gelirler, daima o havuzdan sularını içerler ve yine aşiyanlarına avdet ederler. İşte çocukların ve gençlerin nazarında dünya böyledir. Zaman geçer, yaz ve kış geçer… Sonbahar ve bahar geçer… Ancak onlar bütün bu geçen mevsimler içinde hep ilkbaharı görürler ve onlar hep dört mevsimin en güzeli olan bu mevsimin güzellikleriyle meşgul olurlar. Kelebeklerin arkasından koşarlar. Aradan bir müddet daha gezer, eğlenirler!
Onlar bulundukları sonbaharda çiçek ve kelebekle meşgul iken, bir anda canından ziyade sevdikleri bir vücut aradan kaybolur. Onlar yine pek bir şey hissetmez ve duymazlar. Çünkü sürekli aşklarının peşinden koşmaktadırlar. Fakat öyle bir zaman gelir ki bu ilkbaharlar, bu zevkler, bu kelebekler ve takipler yavaş yavaş unutulur. Gönlün bu gibi hava ve hevese meftun olduğu gündüzün akşamında ise bir anda kedere, tahassüre ve ıstıraba boğulurlar. İşte o zaman o kalplerinin en sabırlı olan kısmına sıvı hâlinde, fakat zehirden de ateşten de tesirli, tahrik edici bir madde, bir gözyaşı damlar. Bu madde, bu hulâsa-i keder o noktayı öyle kavurur, harap eder ki onda hiçbir kuvvet ve metanet kalmaz. Ne zaman hatırlansa orada birkaç damla gözyaşı elemi görülür.
İşte gariban hayatından bahsetmeye cesaret edip de tasvir ettiğim Meliha, ömrünün bu mesut devirlerini bile huzur ve mutlulukla, istirahatla geçirememiş ve hayat onu her türlü dünya lezzetinden mahrum bırakmıştır.
Kendi vücudu, validesinin ölümüne sebep olan Meliha, -dünyada uğrayacağı sıkıntı ve elemleri henüz anne rahminde iken anlamış gibi- birçok âh ü enin içinde dünyaya teşrif ettiği zaman, o yetimane ağlamasına kimse dikkat edip ehemmiyet vermemiş ve kanlı bir çarşaf içinde bir kenara atılmıştı.
Çocuklar ağlarlar, fakat onun ağlaması hayattan şikâyet ve bir de vücudunu kaplayan o pis havayı teneffüsten zorlanıyormuş gibi pek hazindi!
Çocuklar gülerler! Güya meleklerle konuşurlarmış gibi masumane tebessüm ederler. Meliha ise talihinin kendisine hazırlamış olduğu acı vakaları daha doğarken görmüş gibi her gülüşünde bin girye-i teessür müşahede olunurdu.
Meliha kundaktan çıkarıldı. Kollarını oynattıkça sanki o hüzünle birlikte, tecelliye başlayan talihini tam tutacağı sırada tutamayıp da elinden kaçıyor zannını veriyordu.
Meliha büyümeye başladı. Kendisi büyüdükçe talihi de o nispette küçülüyordu. Pederinden iltifat yüzü görse validesini hatırlayarak ağlar, tebessüm yüzü gösterecek olsa gülücüğü validesini hatırlattığı için bu defa da pederini hüzünle ağlatırdı.
Çocuklar oynarlar… Yaramazlık ederler. Meliha ise en büyük eğlenceyi tefekkürde, en güzel oyunu Kenan ile muhabbette arardı. Kenan dediğimiz çocuk Meliha’nın halazadesidir. Bu zavallı, yalnız valideden değil pederden de mahrumdu. Henüz üç yaşında iken validesi veremden vefat etmiş, pederi de gayet sevdiği hareminin ebedî kaybolmasına tahammül edemeyerek âdeta aklını yitirmiş ve günün birinde başını alıp savuşmuştu… Nerede olduğunu kimse bilmiyor. Dünyada kerem kapısına iltica ettiği eniştesi Saim Bey’den başka kimsesi kalmamıştı.
Meliha ile Kenan yekdiğerini pek ziyade severlerdi. Sabahleyin erkenden kalkarlar mektebe giderler. Akşam yine birlikte avdet ederlerdi. Fıtraten birbirine yakın yaratılmış bulunan bu iki çocuk, şahsen de birbirine o kadar benzerlerdi ki, görenler onları bir validenin tek evladı zannederlerdi.
Mektepte ders zamanlarında gözleri kitaplarından ayrılmazdı. Teneffüs vakitleri ise bahçenin bir köşesine çekilerek sair çocuklar gibi yaramazlık etmezler, dersleri varsa çalışırlardı. Dersleri yoksa vakitlerini hasbihâl ile geçirirlerdi.
Bir gün Meliha hastalandı. Kenan o kadar üzüldü ki ağlamaktan âdeta gözlerine kan indi. Bir yerde duramaz, oturamaz, eğlenemez oldu. Mini mini arkadaşının şiddetli nöbetler içinde inleye inleye ağladığını gördükçe kalbini ateşler istila ederdi. Kitaplarından bir dakika bile uzaklaşmayan gözleri şimdi Meliha’nın hazin gözlerinden ayrılamıyordu. Hastanın ilaçlarını kendi verir, doktorun talimatını sairlere bırakmayarak bizzat kendisi icra ederdi.
Meliha artık iyileşmeye başladı. Hastalık anlarında yatağı ucundan ayrılmayarak hikâyeler söyleyen, onun ıstırap çektiği anlarda etrafında pervane gibi dönüp dolaşan Kenan’ın yaralı yüreğine artık sular serpildi. Üzüntüsünden ne yapacağını bilmeyen zavallı çocuk, sürekli eniştesinin boynuna sarılır ve: “Oh! Efendiciğim Meliha iyileşmeye başladı… Çok şükür ya Rabbi!” sözleriyle neşesini ilan ediyordu.
Meliha günden güne serpildi. Büyücek bir kız oldu. Bedeninin iyi gelişiminden sekiz, dokuz yaşında iken on bir, on iki yaşında gibi görünüyordu. Kenan kendisinden iki yaş daha büyük olduğu hâlde bünyesinin zayıflığı sebebiyle onu Meliha’nın küçük biraderi zannederlerdi.
O sene mektepten mezun oldular. Kenan rüştiyeye devama başlamıştı. Meliha ise o zamanın hükmüne göre artık eğitimini tamamlamış olduğundan evde kalarak ev işlerinin tanzim ve tertibine memur edilmişti.
Şimdiye kadar yekdiğerinden ayrılmayan çocuklara bu geçici ayrılık bile pek güç geliyordu. Akşam olup da Kenan’ın dönüş zamanı yaklaşınca Meliha, ne kadar meşguliyeti olursa olsun cümlesini terk eder, doğruca selamlık dairesine koşarak Kenan’ın gelişini gözetlerdi. Vakit tamamen yaklaşınca da gözleri saatten ayrılamaz olurdu. Fakat saatin her dakikası, hatta her saniyesi uzadıkça uzardı.
Kenan da geldi mi hiçbir tarafa bakmayarak hemen selamlık dairesine yönelir, merdivenleri ikişer ikişer çıkarak Meliha’nın kendisini gözetlediği odaya girerdi. Birbirlerine kavuştukları zaman da -bilmem ne sebeptendir ama- gözleri dolar, sineleri de kabarırdı.
Bir müddet aralarında manalı bir sükût hükmünü icra eder. Sonrasında ise nazarlar aheste aheste birbirine yönelirdi. Bir günlük ayrılıktan kaynaklanan utanma bu suretle defedilince Kenan, Meliha’nın elinden tutarak yüzüne tatlı tatlı bakarak: “Melihacığım! Haydi, biraz gezelim, açılırsın.” der. El ele bahçeye inerler. Serin gölgeli çam ağaçları altındaki kanepelerden birinde otururlar. Kenan günlük olarak yaşadıklarını tafsilatıyla hikâye eder. Bazen de deniz kenarına giderek hem güneşin o güzel batışını temaşa ederler, hem de tatlı, serin bir rüzgârın şevkiyle gelip taşlara çarpan dalgaların ahenkli sedalarını dinlerlerdi.
İkinci Kısım
Meliha’nın pederi Saim Bey, takatsiz bir sevda ile sevdiği hareminin vefatı üzerine pek ziyade ağlamış sızlamış, bir yere çıkmamaya ve kimse ile ülfet etmemeye başlamıştı. Hatta bir aralık reddedemediği akrabalarının devam eden ziyaretlerinden kurtulmak için canından bile esirgediği Meliha’yı, bir dadı, bir iki cariye eline terk ederek uzunca bir seyahate çıkmış ve iki sene memleketi olan İzmir’e dönmemişti.
Bundan fazla Saim Bey, familyasının vefat gününden şimdiye kadar on dört, on beş senelik bir zaman geçmiş olmasına rağmen yaşantısını hiç değiştirmemişti. En birinci arzusu Meliha’yı Kenan’a vermekti. Zaten hâllerinden, gözlerinden belli olan bu iki şahsın muhabbetlerini meşru bir hâle bağlamaktı. Çünkü kendisinin artık evlilik zamanı geçmişti. Gerçi sureten samimi görünen akrabaları ve dostları Saim Bey’i evliliğe razı etmek için pek çok gayret sarf ediyorlardı. Lakin bir türlü iknaya muvaffak olamıyorlardı. Bu başarısızlığın sebebi araştırılacak olsa bile bir neticeye varılamazdı. Zira ekser zamanlarını sükût ile geçiren, fıtratına muvafık gelmeyen tekliflere -muhatabının kalbini rencide etmemek için- ufak bir tebessüm ile cevap veren Saim Bey, o sıralarda suskunluğunu bir kat daha ileriye vardırmıştı. Ziyade ısrar görecek olursa:
“Kaç oldu söylüyorum. Benim artık teehhül zamanım geçti. Cenabıhak’tan en birinci niyazım bana kerimemin mürüvvetini göstermesidir. Rica ederim bir daha bu mesele mevzubahis olmasın.” sözleriyle mukabele ediyordu. Gerçekten de Saim Bey sözünde sebat etmiş ve tam on altı sene mücerret yaşamıştır. Bu bekâr hayat içinde onun zevk ve neşe ile geçirdiği zamanlar, sevgili Meliha’sıyla Kenan’ın tahsil ve terbiyelerine hasrettiği saatler idi. Gerçi Saim Bey güzel bir tahsil görmemişti. Fakat zekâsı, tecrübesi sayesinde tahsili pek mükemmeldi.
Saim Bey’in güzel hasletlerinden biri de öyle olur olmaz şeylere hiddet göstermemesi, onları sükût ile geçiştirmesi idi. Fakat bir defa da hiddet edecek olursa onun teskin edilmesi bir hayli zor olurdu. Bu ciheti ispata medar olmak üzere şunu zikir ve ilaveye lüzum görüyoruz ki, çocukluğuna hamlederek kızının öyle ufak tefek kusurlarına ehemmiyet vermeyen Saim Bey, bir gün her nasılsa Meliha’ya fena hâlde hiddet ederek onu güzelce terbiye etmiş, bunun üzerine zavallı kızcağız dehşet ve korkusundan tam bir hafta hasta yattığı hâlde, bir defa olsun gelip kendisini sormamıştı. Bu derece metindi, hiddetliydi, şiddetliydi.
En garibi şurasıdır ki ne Meliha ne de Kenan, Saim Bey’in kendilerini sevdiğini ve öptüğünü görmemişlerdi. Gördükleri en büyük lütuf ve teveccüh yalnız “Berhudar ol evladım, teşekkür ederim yavrum.” sözlerinden ibaretti. Kısacası pederin çocuklara olan muamelatı pek ciddiydi.
Bir gün Saim Bey, pek ziyade sevdiği, çocukların ortadan kayboldukları esnada kendisine ek eğlence ittihaz eylediği bahçesinin çiçeklerini temaşa ede ede deniz cihetindeki kameriye hizasına geldiği zaman, Kenan ile Meliha’yı diz dize birbirlerini kucaklamış bir hâlde görmüştü. Bu manzara Saim Bey’i hem sevindirmiş, hem de korkutmuştu. Sevindirmişti: Zira kendisinin zaten en birinci emeli bu iki latif yadigârı bahtiyar etmekti. Bunun oluşması ise muhabbetlerinin artmasına bağlıydı. Korkutmuştu: Çünkü insan için bu âlemde her bir arzuya nail olmak müşküldü. Belki de edindiği tecrübelerden hareketle bu tür muhabbetlerin çoğunun sonunun pek de iyi olmadığını görmüştü. Eğer Cenabıhak bu imtizaç ve irtibatı takdir etmemiş ise, bu muhabbetin gelecek için vahim neticeler gösterme ihtimali vardı. Birdenbire zihnine hücum eden bu mülahazaların tesiri ve çocukların nazarında o ana kadar muhafaza ettiği ciddiyetin devam etmesi için hemen oradan savuşmuş ve artık bir şeyle meşgul olmayarak doğruca odasına çekilmişti. Düşünüyordu. Kenan’ın cüret ettiği bu hareketinden dolayı ona bir ceza vermek; yani gözünün önünden uzaklaştırmak için onu hanesinden kovmak kendi elindeydi. Fakat bunu icra için dünyada her şeyden mukaddes bildiği zevcesinin son vasiyetini ayakaltına almak lazım geliyordu. Çünkü Kenan’ın şu âlemde her türlü felaketine, kederine iştirak ile nihayetinde kendisi gibi feci bir surette hayata gözlerini yummuş bir vücudun, yani hareminin hemşiresinin muazzez bir yadigârı idi.
Bir de Saim Bey’in en has evladını Kenan’a vermesi meselesinde ise farklı düşünüyordu. Yani bu iki sevgilinin gayrimeşru tarzda buluşma ve görüşmelerini hoş karşılamadığı gibi pek arzu da etmiyordu. Böyle gayrimeşru bir cinayetin vukusu ihtimalinde ise sadece Kenan’ı değil, evladını bile tart etmek ona göre işten bile değildi. İşte böyle bir münasebetsizliğin önünü almak, Meliha’nın Kenan ile sürekli buluşma ve görüşmesini engellemek için bir an önce tedbir alması gerekiyordu.
Bir hayli müddet bunları düşünmekle meşgul oldu. Nihayet Kenan’a rüştiyeyi bitirinceye kadar selamlıkta bir daire tefriş etmek, sonra da tahsilini tamamlamak üzere İstanbul’a göndermekten başka bir çare bulamadı. Saim Bey bu teşebbüsünde muvaffak olacağında emin idi. Zira Kenan’ın tahsilini sürdürme konusundaki şiddetli arzusunu, her sene sınıfını birincilikle bitirip terfi etmesinden tahmin edebiliyordu. Hele İstanbul’a giderken Meliha’yı ona nişan eder, Kenan da kızın kendi malı olduğuna emin olursa, bu teklifinin tereddütsüz kabul olunacağında da şüphe yoktu.
Şimdi bu meselede zihnini meşgul eden, yalnız bir cihet kalmıştı ki, o da her şeyi Meliha’ya açıktan açığa beyan etmek, kendisinin bu fikrine muvafakat edip etmediğini anlamaktı. Saim Bey hayalini bu noktaya kadar sevk edince geniş bir nefes aldı. Sigarasını yakarak dumanlarını savurmaya başladı. Sonra kalktı. Çocukların akşam yemeğine gelmelerini hizmetçilerden birine tembih ederek çıktı. Sofrada kendisine ayrılan yere oturdu.
Akşam yemeği sükûnet içinde yendikten ve kahveler de içildikten sonra Saim Bey bu geceyi yalnızca ve okumayla geçirme fikrinde bulunduğunu beyan ile Meliha ve Kenan’a da izin verince, zaten pederleri nezdinden ayrılmaya can atan çocuklar hemen Saim Bey’in elini öperek oradan çıkmışlar, kendi odalarına girmişlerdi.
Saim Bey okumak üzere odasına çıkmıştı. Fakat okuduğu kitaplardan bir şey anlayamıyordu. O yalnız sabahki vakanın ne suretle neticeleneceğini tasavvur eğliyordu. İki saat kadar kitapla meşgul oldu. Sonra kitabı bıraktı, masa üzerindeki yeni çıkan dergilerden birini aldı. Birkaç sütun okudu. Ondan da bıktı, uyku zamanına kadar düşünerek vakit geçirdi. Artık yarın kesinlikle Meliha’ya her şeyi açacaktı.
Sabah olmuş, kuşlar malum terennümlerine başlamıştı. Saim Bey o günkü vazifesinin ehemmiyeti cihetiyle her zamankinden daha erken kalkmıştı. Maksadı Kenan mektebe gittikten sonra Meliha’yı çağırmaktı. Saat ikiye kadar geçirdiği zaman ona pek uzun gelmişti. Hizmetçilerden birini çağırarak dedi ki:
“Kenan mektebe gitti mi?”
“Hayır efendim…”
“Niçin, mektep vakti gelmedi mi?”
“Efendim bugün cuma.”
Saim Bey birdenbire şaşırdı. Hakikaten o günün cuma olduğunu zihninin yorgunluğundan bütünüyle unutmuştu. Hâlbuki bu mühim meselenin hâl ve faslı için hemen o gün düşündüklerini icraya koymak istiyordu… Cevaben dedi ki:
“Öyleyse Kenan’ın haberi olmaksızın Meliha’yı çağır. Mutlaka şimdi gelsin, bekliyorum.”
Hizmetçi aldığı emri harfiyen icra edeceğine dair başıyla bir işaret edip çıktı. Doğruca Meliha’nın odasına gitti. Onu, Kenan’ın okuduğu bir romanı dinlemekle meşgul olduğunu duyduğundan, beş dakika kadar kapı önünde durdu. Maksadı, Meliha kapıya doğru bakacak olursa onu göz işaretiyle çağırmaktı. Hâlbuki romanın “aşka, muhabbete” dair olan akşamını kemal-i lezzetle okuyan Kenan’ı bütün hissiyle dinleyen Meliha, kapıya bakmak şöyle dursun, gözlerini zerre kadar başka yöne dahi çevirmiyordu. Kenan’ın yüzüne pür dikkat dalmış kalmıştı. Hikâyeyi tatlı tatlı dinliyordu.
Hizmetçi onların bu hâlini gidip efendisine ihbar edecek ve yeni talimat alacak yerde, müsaade almaya bile lüzum görmeyerek içeriye daldı.
“Küçük hanım, bey babanız sizi odasında bekliyor. Mutlaka şimdi gitmenizi arzu ediyor.” dedi. Zavallı kızcağız uykudan uyanır gibi hafif bir ürkmeden sonra ancak kendisine gelebildi. Müsaade almadan karşısında duran bu kaba adamın karşısındaki kız, onu baştan aşağı süzdükten sonra dedi ki:
“Peki, peki! Haydi, sen buradan çık git.”
“Fakat hanımcığım, hemen şimdi gitmenizi ve yalnız bulunmanızı emrediyor.”
Bu havadis Meliha’yı da Kenan’ı da titretmişti. İki sevdalının, aşkın sihirli etkisiyle bir kat daha kızarmış yüzleri bu defa da birdenbire sararmış ve solmuştu. Kenan’ın, zavallı çocuğun tek ümidi ve geleceği hep Meliha idi. Ondan ayrılmak, onun tatlı sözlerini işitmemek… Of! Bunlar çekilir dertlerden değildi.
Meliha bir söz söylemeyerek yalnız nazarıyla: “Telaş etme, zuhur edecek fırtınanın teskinine gayret edeceğim.” şeklindeki maksadını hissettirerek odadan çıktı. Pederinin dairesine yöneldi.
Kenan şimdiye kadar ilk defa olmak üzere Meliha’nın pederi tarafından böyle hiç münasebeti yokken çağrılmasından, hususuyla kendisinin bu davet haricinde bırakılmasından mühim bir mesele olacağını düşünmek zorunda kalmıştı. Bunun halli için pek çok şey aklından geçirmiş ise de makul bir sebep bulamamıştı. Yekdiğerine uymayan binlerce hayal içinde yuvarlanan zavallı çocuk, cidden içinden çıkılmaz büyük bir problemle karşı karşıya bırakılmıştı. Bazı kere eniştesinin Meliha’yı birine nişanlamak ve bu konuda onun reyine başvurmak maksadıyla celp ettiğine inanmak istiyordu. Ancak buna da ihtimal vermeyerek beyninden saikalar patlıyor ve kalbinden de ateşler boşanıyordu. Bir de Meliha’nın henüz evlenecek bir yaşa gelmediğini düşünerek teselli bulmaya çalışıyordu.
Kenan, Meliha’yı seviyor. Hem de olanca aşkıyla, daha doğrusu bütün mevcudiyetiyle seviyordu. Çünkü Meliha, fıtratın nadiren yarattığı nazik ve nazlı bir sevgiliydi. Kalbinin derinliklerinden haber veren o nazlı ve etkileyici gözleri, Kenan gibi sevdaya düşünce bir kalbin değil, aşk hassasiyetinden hiç haberdar olmayan birisi için bile, bu samimi nazarların tesiri karşısında ezilmemek mümkün değildi.
Bunun gibi Meliha’nın da hâline, tavrına, hareketlerine bakılırsa, onda da Kenan için fevkalade bir muhabbet ve bağlılık hissi görülüyordu. Bu öyle bir derecede idi ki, Kenan’ı bir gün görmeyecek olsa, o gün ona seneler gibi uzun görünür ve ayrıca her gördüğü şeyi de kendisi gibi ümitsiz zannederdi.
Acaba Saim Bey kızının bu aşırı bağlılığına vâkıf oldu da onu tekdir yahut bundan sonra kendisiyle sıkı sıkı ülfet etmemesini, bir yerde gezip eğlenmemesini tembih için mi yanına celp eyledi? İşte çocuğun Meliha’nın gaybubeti hengâmında düşündüğü şey bu iki müthiş ihtimaldi.
Meliha ise asla beklemediği bu davetin sebeplerini tahkik edecek kadar bir zamana malik olmadığından, mülahazaya lüzum görmeyerek pederinin bulunduğu odanın kapısı önüne kadar gelmiş, aldığı müsaade üzerine içeriye girmişti. Pederini, ümidinin bütünüyle hilafında olarak neşeli ve mütebessim görmüştü. Bu müşahededen Meliha’nın yüreğine biraz su serpildi ve dedi ki:
“Babacığım beni mi çağırttınız? Biraz geciktim ama affedersiniz. Kenan Bey ile kitap okuyorduk da.”
“Zararı yok kızım… Gel şöyle yanıma otur bakayım.”
“Teşekkür ederim babacığım.”
Meliha’nın, bir melek edasıyla söylediği şu söz Saim Beyin kalbini âdeta parçaladı. Güya o ses hareminin aksisedası imiş de mezardan gelmiş zannediyordu. O kadar hazin idi.
Bir müddet aralarında derin bir sükût hüküm sürdü. Saim Bey bu hâle karşı ne söyleyeceğini şaşırmış, âdeta kendisinden geçmişti. Kalbi ile şiddetli bir mücadeleden sonra muhavereyi açarak dedi ki:
“Kızım seni buraya, mühim, nazik bir meselenin hâl ve faslı için celbettim. Bu sebepten edeceğim suale doğru cevap vermeni, özellikle arzu ederim. Söyleyeceğim sözleri, irat edeceğim sualleri ihtimal ki şimdiye kadar size karşı muhafaza eylediğim ciddiyetle kabil-i tatbik bulmaz da… Ya korkundan veyahut heyecandan bana doğru cevap vermezsen… Fakat telaş etme, her ihtimali nazarıdikkatten uzak tutmayarak evladının gelecek saadeti arzusunda bulunan bir pederin, ciddi, hakiki bir pederin bu sualleri sormaya hakkı vardır. Sen de bu hakkı teslim edersin. Bana doğru cevap vermeyi taahhüt ediyorsun değil mi evladım?”
Meliha pederinin bu sözlerinden derhâl maksada intikal etmiş, meselenin nezaket ve ehemmiyetini takdir eylemişti. Dolayısıyla böyle bir mevkide sükûtun, yalan söylemenin bir faydası olmayacağı tabii olduğundan Meliha da “herçi-bâd-âbâd”1 sorulacak suallere doğru cevap vermeyi kararlaştırmıştı. Bu mülahaza bir iki dakika kadar sükûta sebep olmuştu. Saim Bey’in ise gözleri kızının gözleri içine dikmiş, rengi sapsarı olmuştu. Meliha büyük bir cesaretle dedi ki:
“Başüstüne efendim…”
“Dün akşam saat on bir sıralarında bahçede gezinirken kameriye içinde Kenan ile sana tesadüf etmiştim. Bak, ben vuku-ı hâli nasıl açıkça söylüyorum. Siz beni görmemiştiniz. Fakat ben her şeyi görmüştüm. Şimdi doğru söyle evladım. Kenan’ı seviyorsun, o da seni seviyor değil mi Meliha?”
“Söyle niçin sükût ediyorsun Meliha? Sana karşı daima ciddiyetini muhafaza eden bir peder, böyle açık tekliflerde bulunursa; bu sırrı gizlemeye mahal kalır mı? Demek ki Kenan’ı seviyorsun. Demek ki Kenan’a zevce olursan bahtiyar olacaksın. Buna mukabil Kenan da seni seviyor değil mi?”
Artık Meliha’da tahammül, metanet kalmamıştı. Cevaben dedi ki:
“Kenan’a, o kimsesiz biçareye merhamet ediniz, kınamayınız. Çünkü kabahat hep bendedir babacığım. O çocuk beni iğfal etmedi. Bana aşka, sevdaya dair bir şey söylemedi. Ben onu kendime bent ettim, çünkü tahammül edemiyordum. Çünkü onu seviyordum. Bütün hissimle seviyordum.”
Meliha hüngür hüngür ağlamaya başladı. Saim Bey de kendini zapt edemedi. Kızının bu samimi itirafından; aralarında iğfal anlamında bir fiilin vuku bulmadığı kanaatine vardı. Cevaben dedi ki:
“Biliyorum kızım, ben Kenan’ın iffetini, terbiyesini takdir edenlerden, onu evladım gibi sevenlerdenim. İşte bunun için Kenan’ı kendime bir kat daha raptetmek; mesut, bahtiyar eylemek isterim. Zaten merhumenin bana en birinci vasiyeti, valide şefkati, peder himayesi görmemiş olan Kenan’ı büyütmek, okutmak elden geldiği mertebe onun gelişmesine vesile olmaktı. Bu vesayeti icraya yemin etmekle beraber, ben yukarıda dediğim gibi onunla ilgili düşüncelerimi ileri bir safhaya yükselttim. Onu kendime evlat etmek arzusunu besledim.
Şu an buna muvaffak olacağımı da ümit ediyorum. Şimdi konuşup halletmeye çalışacağımız bir cihet kalmıştır. O da Kenan’ın tahsilini tamamlaması meselesidir. İnşallah bu sene rüştiyeyi bitireceğinden; bu konudaki fikrim kendisini daha yüksek mekteplerden birine vermektir. Kızım, bu zamanın tamamlanmasına kadar senin evladım sayılan Kenan ile sıkı sıkı ülfet etmemen ve mümkün mertebe ondan uzak durman gerekir. Zira artık küçük değilsin, gelinlik kız oldun. Çevremizdeki insanların bu konudaki ufak bir şüphesi namusumuza bir leke sayılır. Bu sebepten düşündüm, Kenan için selamlıkta bir daire tefriş ettirmekten başka bir çare bulamadım. Tahsilini ikmal edinceye kadar orada ikamet eder. Ne yapalım muktezayı maslahat bunu icap ediyor. Şimdi sen şu mükâlememizi, şu kararımızı güya benim hiç haberim yokmuş gibi kendisine lisan-ı münasiple anlat. Sana muhabbeti, namusuna hürmeti, tahsilini tamamlamaya meyli olduğu cihetle, elbet bu arzumu, bu kararımı kabul edecektir. Haydi, Meliha’m seni göreyim. Allah yardımcın olsun!”
Bu sözler, zor durumda kalan birisine taze bir hayat verir gibi Meliha’ya da taptaze bir hayat ve umut bahşetti. Dünyada bu kadar mesut ve bahtiyar olduğunu bilmiyordu. Artık fazla söz söylemeyi zait gördü. Zaten pederi söyleyeceklerini bir kalemde tamamlamış olduğundan lafın devamını arzu etmiyordu. O her şeyi anlamıştı. Meliha pederinin elini eteğini öpüp, hareketiyle, tavırlarıyla, nezaketiyle teşekkürünü ve minnettarlığını ifa ederek oradan hemen çıktı. Doğruca Kenan’ın bulunduğu odaya vardı.
Meliha içeriye girdi. Naz ve eda ile gelip pencere önüne yaslandı. Kenan tasavvur ettiği müthiş ihtimaller sanki kızın yüzünden silinmiş gibi algılasa da, bir türlü yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. Meliha ise pederinden işittiği sözlerden âdeta kendinden geçmiş gibi bir hâl içindeydi. Çünkü pederinin bu tarzda konuşacağını hiç tahmin etmemişti. Kenan o sırada kızın yüzüne bakacak kadar bir cesarete malik olsaydı her hakikati anlardı. Fakat mümkün olamadı. Zaten Meliha da alıklaşmıştı. Zavallı çocuk ise istikbalini artık mahvolmuş zannediyordu.