Altın Âşıkları

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Altın Âşıkları
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin’de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul’a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.

Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868’de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.

İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayımlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılarla birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayımlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.

Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’in desteğini aldı ve 1879’da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhiye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stokholm’de toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayımladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darülmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

GİRİŞ

Geçen ramazanda Tarik gazetesinde yer alan fıkralarımdan birisinin başlığı “A’cebü’l-Acâyib” idi. Konusu, Fransa’nın Nis şehrinde tiyatro localarının ve arabaların kapısını açmakla görevli Bunasi adında güzel bir kızın, âşıklarından birisini katletmesi üzerine kısasen, idam değilse bile hiç olmazsa müebbeden ve bu mümkün olmazsa geçici olarak kürek cezası verilmesi lazım gelir iken güya kadınlığına hürmeten sorguya çekilmediği gibi herhangi bir ceza verilmeden serbest bırakılması ve bu duruma hayret eden ve bunu adaletsizlik olarak gören bir kısım insanların -Amerika’nın linç (lunge) âdeti gereğince-Bunasi’nin üzerine hücum edip, onu tepelemiş olmasından ibaret idi.

Bu durumu bana “A’cebü’l-Acâyib” olarak göstermiş olan şey ise bir buçuk seneden beri Fransa’da genel bir meşguliyet suretini alan ve hatta serpintisi bütün dünyayı sarmakta bulunan Dreyfus meselesiydi. O yüzbaşının adli meselesi ki Fransa’nın Harbiye Nezaretinde mahfuz olan ve Fransa’nın askerî sırlarına dair bulunan bazı evrakları yabancı bir devletin eline geçirtmiş olmak hıyanetiyle ta dünyanın öteki ucunda Şeytan Adası denilen bir kaya üzerinde müebbeden sürgüne mahkûm edilmiş idi de aradan bir iki sene geçtikten sonra Fransa Meclis-i Ayan’ı ikinci reisi Mösyö Şurar Kestner:

“Dreyfus masumdur. Suçsuzken mahkûm edilmiştir. Dreyfus’a isnat olunan suçların failleri başkalarıdır. Bu muhakeme iade edilsin ki hak ortaya çıksın!” davasına kalkışarak hemen bütün Fransa’nın yarısı “Muhakeme iade edilsin!” ve diğer yarısı “Edilmesin!” naralarıyla dünyaya seslerini duyurmaya teşebbüs etmişlerdi ki bu garip ve acayip mesele henüz bir neticeye kavuşmamıştır. Fransa mahkemelerinin adaletin gereğinden başka bir şey yapmayacağı inancında bulunanlar nazarında şu Dreyfus meselesi gibi altında siyasi sırları gizleyen mühim bir mesele değil a işte bir Bunasi, bir kapı açıcı kızın cinayeti gibi sıradan bir meselenin mahkemesinde ne acayip ve garip hâller bulunduğunu görünce bu durum bana “A’cebül-Acayib” diye tasvir edecek derecelerde acayip ve garip görünmüş idi.

Bu kısım, Tarik gazetesinde neşrolunduğu gün maarif erbabından bir zat ile karşılaştım. Bunasi ve Dreyfus meseleleri üzerine açılan söz, adli makamlar arasında “cause celebre” yani “meşhur dava” diye bilinen adli kayıtlara intikal etti. Adli mahkemelerin bazen kasıtlı olarak ve bazen yanılarak bu gibi ilginç kararları vermesinin nadiren olmadığına dair sözler edildiği sırada o faziletli dostum:

“Mesela ‘Michel Kardeşler’ meselesi gibi.” deyince, ondan izah ister tarzda yüzüne bakmışım.

Bu bakışımla uyanarak:

“Mesele hakkında bilginiz yok mudur?” dedi.

Tasdik işareti verişim üzerine ilave etti:

“Oo!.. Asıl ‘A’cebü’l-Acâyib’ işte bu meseledir. Bu mesele bir asra yakındır herkesin hayretini çekmiştir. Ayrıntıları benim de hatırımda değildir ama Fransa tarihinde zaman zaman ebvab ve fusulu meşgul etmiştir. Teracim-i Ahval kamuslarına kadar geçtiğinden yalnız ‘Michel’ ismine müracaat ederseniz kâfidir. Sizin gibi bir romancı bu konuyu biraz daha açıklayıp ayrıntılara girerse bundan o kadar acayip ve garip bir roman çıkar ki Montepin ve Gaborieu gibi cinayet romanları yazanların hayalleri bile bu dereceye varamaz.”

Bu sözü söyleyen zatın çok geniş ilim ve marifeti şu tavsiyesine de büyük bir ehemmiyet verdireceğinden evime gelir gelmez ilk işim doğruca kütüphaneme koşmak oldu. İftar zamanına kadar alelacele icra ettiğim araştırmalar, dostumun tavsiyesindeki ehemmiyeti daha da arttırdı. İftardan önce hep bu konu ile uğraştım. Asıl işime yarayacak tafsilatı “Dictionnaire de la Conversation” yani “Muhavere Kamusu”nun “Michel” kelimesinde buldum. Gördüm ki iş yalnız “A’cebü’l-Acâyib” bir cinayet romanından da ibaret değil. İşin içinde asıl bir zenginlik sevdası var.

Bir altın aşkı!.. Ama ne aşk!.. Bunun bir maşuk-ı dil ü can olması hususunda sair hiçbir şeye meydan bırakmayan altın uğruna din ve iman, ırz ve namus dahi feda olunmuş. Her şey feda olunmuş ama o altın ile hasıl olacak bahtiyarlıkları ele geçirmek için değil. Zira altın âşığı!.. Hayır! Bunlar iki kardeş oldukları için bu durumu kuvvetle belirtmeliyim. Zira altın âşıkları yalnız milyonlara sahip olma sefasıyla kanaat edip evlenememişler bile. Bu milyonlar ile kendilerini hayırla yâd ettirecek hiçbir esere de muvaffak olamamışlar.

Nice müthiş cinayetlerle topladıkları milyonlar, halk nazarında kendilerine görünüşte bile hiçbir itibar kazandıramamış. Elbette para kuvvetiyle olduğuna şüphe edilemeyecek bir surette kafalarını adalet satırından kurtarabilmişlerse de yüzlerini halkın nefretle söyledikleri “Katil!” hitabına karşı kızarmaktan men ve muhafaza edememişler. Sağlıklarında oldukları gibi öldükten sonra da bu genel lanet kendileri hakkında devam edegelmiş. Hatta bunlara ait bazı davalarda, lehlerinde hüküm veren mahkemelerde bile isimleri nefret ve tiksinti ile yâd olunmuş. İşte altına öyle bir aşk ki Rabb’im cümleyi böyle mekruh ve lanetlenmiş sevdalardan muhafaza buyursun. Âmin!..

Çocukluk mu ediyoruz?

Romanın ta sonlarında görülmesi lazım gelen şeyleri şimdiden söylüyoruz ha!.. Gerçi bir romanı teşkil eden sırların peyderpey meydana çıkması ve her sır meydana çıktıkça okuyucuların hayrette kalması romancılık sanatının en büyük gereklerindense de bu roman başkalarına kıyas edilecek gibi değildir. “Kamus-ı Muhavere”nin tafsilatlı kısımlarını kendime bir plan kabul ederek zaten pek mükemmel olan bu planı biraz daha açıklayıp ayrıntılara girmek için başka kaynaklardan topladığım olayların en duygusuz olanları bile ibretkâr bir hayrete düşürmemesi mümkün olmayan tuhaflığı için elverir de artar bile. Bu esrardaki tuhaflığı arttırmak için sanatın gerekliliklerinden yardım almaya hiç mecburiyet yoktur. Zaten bu yazdığım şeyler, bir roman değildir ki!.. Zamanı gelip de Dreyfus meselesi yazıldığında, ona roman demek mümkün olacak ise buna da roman denilebilir. Bu defterde bir kısım hakiki insanların yaşadıkları gerçek olaylar ve bunların mensup oldukları asrın gerçek tarihinden başka hiçbir şey görülmeyecektir.

Bunları söylemeye de gerek yok çünkü olaylar anlatılırken hem gerçek yıllar hem de gerçek isimler kullanılacaktır. Arzu edenler tarihe ve teracim-i ahval kitaplarına müracaat ederek bu konuda bilgi sahibi olabilirler.

I
Vitri Cinayeti

“Vitri” kelimesi birkaç yerin ismi olup, bu hikâyede Paris’in yedi kilometre uzağında ve güneydoğusunda yer alan bir köyün adıdır. Arazisi Seine Nehri’ne kadar vasıl olsa da asıl köy, nehrin sol sahilinden biraz geridedir. Köyün hâlâ üç bin kadar ahalisi vardır. Gayet güzel bir şatosu da vardır ki onun içinde vuku bulan müthiş bir macerayı, hemen hikâye edeceğiz.

Miladın on dördüncü ya da on beşinci asırlarında, bu köy civarında kanlı savaşlar olmuştur. Fransa Kralı Birinci Henri’nin miladi 1060 senesinde vefatı da bu köyde meydana gelmiştir. Bundan bir asır önce Vitri köyü ve arazisi Paris’in yanı başında bulunmakla beraber “sinyoriyal” bir malikâne idi. Fransa tarihinde “sinyoriyal” denilen mekânlar; baron, marki, kont, dük gibi unvanlara sahip olan büyük sinyorların malikâneleri olarak kullanılırdı. Buralarda yaşayan insanlar, bu mekânların namlarını kullanarak buraların gelirleriyle geçindikleri gibi Orta Çağ’a kadar bu malikânelerde yaşayan insanların sahip oldukları hukuki haklara da sahip idiler. Sonraları bunların sahip oldukları hükümran haklar, birçok fırsat ve münasebet üzerine yavaş yavaş onlardan alınarak Fransa kralları tarafından kullanılmıştır. Bu malikânelerde yaşayanlara ise sadece unvanlarını kullanma ve bazı gelirlerden faydalanabilme hakkı verilmiştir. Sonraki tarihlerde ise bütün gelirler kralların hazinelerine konulmuştur. Malikânelerde yaşayanlara ise sadece belli miktarda maaş bağlanmıştır.

 

Nihayet Fransız İhtilali’nin oluşturduğu büyük karışıklıktan sonra onların unvanları da ellerinden alınmıştır. “Mesail-i Muğlaka” namıyla bundan evvel kaleme almış olduğum romanda bu mesele hakkında daha geniş bilgi vardır.

Ancak Avrupa tarihinin derebeylik dönemine dair bu bilgiler hakkında ne buradaki açıklamalar ne de “Mesail-i Muğlaka” romanında verdiğim bilgiler yeterli gelir. Merak edenler, bunu tafsilatlı tarih kitaplarından araştırırlarsa elim ve komik nice romanlara zemin olabilecek binlerce olay görerek hem faydalanmış hem de ders almış olurlar.

İleride görüleceği üzere şu defterde bir araya getirdiğim olaylar her ne kadar Fransa’nın “Büyük Karışıklık” devrinin tarihini teşkil eden süreçte ve “Directoire”1 döneminde cereyan ediyorsa da besbelli o zamanlar malikânelerin gelirleri orada yaşayan insanlar tarafından toplanıyormuş ki bu Vitri Malikânesi’nin o zamanki maliyesinin ve mülkiyesinin ehemmiyet derecesi “Senede elli bin frank getirir.” diye tayin olunmuştur. İleriye doğru hikâye edeceğim müthiş olaydan sonra da görüleceği gibi, bir aralık bu Vitri Malikânesi, Paris’te polis müdürlüğü yapan Mösyö Dubois tarafından satın alınmış ve uzun süre onun elinde kalmıştır. Yüz senelik gelirlerine mukabil satın alınmışsa da asıl bedeli beş milyon civarındadır.

Hikâyemizin geçtiği zamanlarda bu malikânenin sahibi Du Petit Val namında bir sarraf imiş ki haddizatında pek zengin bir adam olup, “agio” yani faiz üzerine sarraflık yaparmış. Paris şehri içinde daimî ikametgâhı Voltaire Rıhtımı üzerinde bulunan, büyük ve mükellef bir konak olup fakat Vitri Malikânesi de Paris’in yanı başında bulunduğundan ve gayet ferah, ihtişamlı ve sonradan yapılan yenilemeler ve genişletmeler üzerine bugün dahi mamur ve meşhur olduğundan ve bir de şatosu bulunduğundan Mösyö Du Petit Val, sık sık Vitri Malikânesi’ne gider ve orada istediği gibi hoş hâl ile vakit geçirirmiş. İşte romanın bu kısmına başlık olarak konulan “Vitri Cinayeti” bu malikânenin şatosunda meydana gelmiştir ki daha önceden de belirttiğimiz gibi bu köy, zaten birçok olayla büyük bir şöhret kazanmışken bu cinayetin meydana gelmesi o şöhreti bir kat daha arttırmıştır.

***

Mösyö Du Petit Val, miladi 1796 Nisan’ının yirminci gecesinde, kayınvalidesi, iki hemşiresi ve beş hizmetkârından ibaret olan hane halkıyla bu şatoda ikamet ediyormuş. Zaten Paris civarının bahar mevsimi, Avrupa’nın diğer büyük şehirlerine nasip olmayacak derecede güzel ve şirin olurmuş.

Bilhassa Seine Nehri’nin vadisi, iki sahilin köşkleri ve bunların cennet misali bahçeleri ile bahar mevsiminde o kadar güzel olur ki şimdilerde bile İngiltere’den birçok zengin ve kibar ailenin bu gönül açan mevsimi o vadide geçirmelerini sağlamıştır. Bu güzellik, eskiden beri, savaşın olmadığı senelerde ve barışın sağlandığı dönemlerde, çok külfetli olan seyahatleri de göze aldırtarak, Paris’i görme arzusunda bulunan zengin ve kibar İngiliz ailelerini, hep bu mevsimde Seine Vadisi’ne yönlendirirmiş.

İncelemelerden anlaşıldığına göre Mösyö Du Petit Val, o dönemde bekâr imiş. İşin içinde yedi sekiz yaşında bir de çocuk varsa da Mösyö Du Petit Val’in kendi çocuğu mudur, kız kardeşlerinden birisinin midir, yoksa uşaklara mı aittir, bu konuyu tayin edecek bir kayda rastlayamadım. Vitri Şatosu gayet geniş bir parkın, yani güzel bir ormanın ortasında, müstakil bir hâlde bulunması nedeniyle içinde geçen olaylardan haricen haberdar olmak mümkün değilmiş. Fakat zikrolunan Nisan ayının yirminci gününü yirmi birinci güne bağlayan bahar gecesinin sonunda, yani yirmi birinci günde şato halkının bilinen saatinde ve sonrasında dışarıya çıkmamaları ve içeriden bir varlık belirtisi göstermemeleri nedeniyle şato dışındaki halkı bir merak sarmış. Kapıya, pencerelere yaklaşarak seslendikleri hâlde hiçbir cevap alamayınca hükûmete müracaat etmişler ve polis gelmiş.

Onun da verdiği seslere cevap alınamayınca kanun gereği şatonun kapısı kırılarak içeriye girilmeye mecbur olunmuş.

İçeriye girildiği zaman gerek polis memurlarının ve gerekse halkın gösterdiği hayret kim bilir ne dereceye varmıştır! Zira en evvel kapıcının odasına girilince biçare kapıcıyı yatağının içinde boğazlanmış buldukları gibi diğer dört hizmetkârın da tamamını yataklarının içinde koyun gibi boğazlanmış olarak bulmuşlar. Oradan hemen Mösyö Du Petit Val’in odasına koştuklarında onu da aynen yatağında boğazlanmış, kanı yatağın içinde göllenmiş hâlde buldukları gibi kayınvalidesini ve iki hemşiresini de hep bu hâlde görmüşler.

Kaynaklarımızın yedi sekiz yaşında diye nitelendirdikleri bir çocuk dışında dokuz kişilik hane halkının tamamı birer birer yatakları içinde koyun gibi boğazlanmışlar. Sadece o çocuk, eceli gelmediğinden, mucize gibi bir surette bu insan kasaplarının fiil ve zulümlerinden korunmuş. Evet! Mucize gibi bir surette!.. Zira uşaklara varıncaya kadar hane içindeki halkın tamamını boğazlayıp öldüren melunların maksatları elbette yalnız Mösyö Du Petit Val aleyhinde tertiplenmiş olan bu cinayeti işledikten sonra onun hakkında tahkikat ve inceleme yapmak için hiçbir imkân bırakmamak olacağı daha ilk bakışta polis tarafından anlaşılıp hükmedilmiş. Hatta Mösyö Du Petit Val’den önce uşakların katledilerek sonra o biçarenin üzerine hücum edildiği bile zannolunmuş.

Zira bu ihtişamlı ikametgâhın iç düzeni gereği, elbette malum olduğu üzere içeri giren caniler doğrudan doğruya Du Petit Val’in üzerine hücum ederlerse meydana gelecek gürültüden patırtıdan ve yakılacak vakitsiz ışıktan filandan, uşakların evde bir şeylerin olduğunu fark edeceklerini öngörerek kati olarak karar verdikleri cinayetlerine şahit olabilmeleri ihtimal dâhilinde olan bu zavallıları her şeyden önce aradan çıkarmaya lüzum görmüşler.

***

Böyle zengin bir adamın bütün ailesiyle beraber feci bir şekilde öldürülüp ortadan kaldırılması hırsızlık maksadından başka nasıl yorumlanabilir öyle değil mi? Gerçi kapıyı kırıp da şatoya girenler bu feci görüntü karşısında böyle bir hükme varmışlarsa da daha ilk incelemede bu zan ve yanlış düşüncenin hakikatsiz olduğuna hükmetmekte gecikmemişler.

Zamanın en zenginlerinden olan bu zatın Voltaire Rıhtımı üzerindeki konağı gibi bu köşkü de bir prensin kalacağı şekilde döşenmiş olup, her odasında, her tarafında güzel ev eşyalarından başka güzel sanatlara ait gayet pahalı şeyler mevcut olduğu ve özellikle yemek odası ve kiler dolapları altın ve gümüş kaplarla dolu bulunduğu hâlde bunların hiçbirisine el sürülmemiştir. Şato içerisinde bulunabilecek madenî paralar ve mücevherlerin, gerek Du Petit Val’in, gerek kayınvalide ve kız kardeşlerin hususi sandık ve çekmecelerinde bulunacağı elbette katillerin malumları olması lazım geldiği ve ev halkını bütünüyle öldürdükten sonra her tarafı istedikleri gibi arayıp tarayıp soymakta hiçbir mânileri kalmadığı hâlde bunların hiçbirisine el sürmemişler.

Demek oluyor ki bu müthiş insan kasaplığı, yalnız şahsi bir intikam için meydana gelmiş.

İlk incelemede asıl akla gelen şey, oradan gasp edilecek olan kıymetli eşyanın sonradan cinayet faillerini meydana çıkarmaya hizmet edebilecekleri hesabıyla hiçbir şeye el sürülmemiş olması hükmüymüş. Miladi 1796 senesine rastlayan “directoire” devri büyük karışıklığın “terör” denilen en müthiş kısmına rastlamayıp ona nispetle pek zararsız bir devri addolunur ise de bu devirde dahi karışıklığın o müthiş ve iğrenç kanlı seli henüz kesilmemiş olduğundan şu cinayetin emsali nadir olmayan siyasi cinayetlere bile hamledilmesi bâdî-i nazarda mümkün görülebilir iken Mösyö Du Petit Val’in hususi durumuna nazaran böyle bir isnada dahi imkân bulunamamış. Çünkü bu adam gayet zengin olmakla beraber güzel ahlak sahibi biri olup, birbirinin gözlerini çıkarmaya fırsat arayan siyasi fırkaların hiçbirisine de mensup değilmiş. Zaten böyle olmasaydı Paris’in yanı başında olmakla beraber gayet geniş bir parkın ortasında kurulmuş olan bir köşkte hayatını sürdürebilir miydi? Bu zat elinden geldiği kadar hayır ve hasenatta kusur etmeyip, malikânesinin merkezi olan Vitri köyünün ahalisine evlat gibi muamelede bulunduğu için köy halkının hususi muhabbetini kazanmış bulunması kendisini her düşmana karşı koruyan sebeplerin en mühimini teşkil edermiş.

Bu korkutan hadisenin her işiteni, özellikle her göreni son derece gazaba ve hayrete sevk edeceğini etraflı olarak anlatmaya gerek var mıdır? Fakat Fransa tarihinin bu devrinde, ahalinin durumunu da dikkatli bir bakıştan ve ehemmiyetten uzak tutmamalı.

Evet, bu hâl her işiteni, hatta bütün Paris halkını hayrete düşürmüştü. Özellikle bundan önce Lion şehrinden gelen bir postacı katledilerek bu cinayetin, “Lesorak işi” namıyla meşhur davanın en acayip ve garip yönlerinden birisini teşkil etmiş olması, halkın ehemmiyetli nazarını celbetmişti ve Vitri cinayeti onu müteakiben meydana gelince iki meselenin ehemmiyeti birleşip halk nazarında büyük bir hadise meydana getirmişti. Bilhassa bu Vitri cinayetinin dehşeti asıl Vitri köyü ahalisini titretmişti. Zira bunlar, polisin önlemlerine rağmen grup grup gelip sevgili sinyorlarını al kanlar içinde yatağına uzanmış görünce üzüntü ve hiddetlerini bir türlü menedemiyorlar ve ondan sonra kayınvalide ve iki kız kardeşi de kurban edilmiş görünce iyice çileden çıkıyorlar ve nihayet beş hizmetkârın da aynı akıbete uğradığını görünce ağlamak sızlamak suretiyle hakkıyla izhar edemedikleri yeis ve matemlerini katillere lanet ve beddua yağdırmakla ortaya koyup ilan etmeye çalışıyorlardı.

Lakin Fransa bu!.. Paris bu!.. Özellikle büyük karışıklık devri bu!.. Bu müthiş cinayetin halk üzerinde oluşturduğu tesirin en yüksek derecesi cinayetin ilk işitildiği güne münhasır olup, bu üzüntü ikinci gün azalmaya başladığı gibi, üçüncü, dördüncü günlerde bitmiş ve haftasından sonra olay, Paris’te âdeta tümüyle unutulmuştu. Asıl Vitri köyündeyse birkaç hafta devam edebilmişse de o devirde bu gibi felaketler nadirattan olmadığı ve sonraki vukuat evvelkilerin tesirlerini ortadan kaldırdığı için Vitri köyü dahi bu trajediyi birkaç hafta sonra unuttu gitti. Koca Paris!.. Hiçbir bela ve musibetten ders almayan ve böyle bir ikaz ile çılgıncasına vur patlasın çal oynasın âlemlerini ertelemeyen Paris şehri yine eğlencesinde, dans ve müziğinde, zevk ve sefasında devam etmekteydi.

Adli zabıtaca hiç mi takibat yapılmadı?

Yapıldı. Fakat resmen ilan olunan zabıta raporunda yer alan şeylerin en mühimi, canilerin şatodaki mücevheratla altın, gümüş kaplar ve madenî paralardan hiçbir şey alıp götürmemiş olduklarından ibaret kalıp adli takibata delil olabilecek hiçbir iz, hiçbir emare bırakılmadığı ve bir de araştırmaya devam olunduğu beyan edilmişti.

Bu beyandan sonra bir daha duyuru yapılmadı ki Vitri hadisesini halkın bir daha hatırına getirmiş olsun.

Velev ki bir beyanname daha icra olunsaydı, velev ki canilerin izleri de bulunsaydı artık olmuş bitmiş bir olay için halkın üzüntülerini yenilemek mümkün olabilir miydi? Meğerki mesele “Lesorak işi”nin sonradan almış olduğu acayip ehemmiyet gibi bir ehemmiyet almış olsun da gerek asıl caniler ve gerek cani zannolunanlar meydana çıkarılarak muhakemeden sonra idama mahkûm edilsinler, siyaset meydanında başlarının kesileceği duyurulsun. O gün halkta bir tesir hasıl olabilirse de o korkunç Vitri cinayetinin yenilenen tesiri olamazdı. Belki o zaman Paris halkının en zevkli temaşası olan birkaç mahkûmun birden başları kesilmek temaşasından ibaret olmak üzere yeni ve hikmetli bir tesir meydana getirebilirdi. Nasıl ki Lesorak meselesinde iş böyle olmuştur; yani emrin sonunda caniler siyaset meydanına getirildikleri zaman Lion postacısının öldürülmesi yeni bir tesir meydana getirmemiştir. Lesorak namında bir kimsenin sehven kafası kesiliyor diye bağımsız, acayip bir tesir meydana gelmiştir. İleride bu garip meselenin de ayrıntılarını göreceğiz.

Fransa ve özellikle Paris şehri yalnız zamanımızda, garip bir merkez olmakla kalmaz!.

Ey sevgili okuyucu! Nispet edilecek olursa bu zamanda o memlekette acayip ve garip işler azalmıştır. General Boulange ve Dreyfus meselelerinin o zamanki durumlara kıyasla lafları mı olur? Haydi, Fransa tarihinin o zamanki durumunu gelecek için bir levhada tasvir edelim. Oo!.. Pek kısa bir tasvir!.. Bunu hakkıyla tasvir etmek için merhum Thiers gibi ciltler doldurmalı. Ressamların dedikleri gibi şöyle iri ve kalın çizgilerle çarçabuk kotarılmış bir levha vücuda getirelim.

1Fransız İhtilali hükûmetinin beşler heyeti dönemi.
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?