Biz

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

8. KAYIT

Bahisler:
İrrasyonel Kök
R-13
Üçgen

Çok eskiden, √–1 başıma ilk kez geldiğinde, okul yıllarındaydım. Aklıma kazınmış gibi çok net hatırlıyorum: Aydınlık küre-salon, yüzlerce yuvarlak çocuk kafası ve matematik öğretmenimiz Plyapa. Ona Plyapa lakabını biz takmıştık, artık epey eskimişti ve dengesizdi. Nöbetçi arkasından fişi taktığı zaman hoparlöründen önce “plyaplya-plya-tşşş” sesleri gelirdi. Ardından ders başlardı. Bir keresinde Plyapa irrasyonel sayıları anlattı ve hatırlıyorum; ağladım, yumruklarımı masaya vurdum ve feryat ettim: “ √–1 istemiyorum, √–1 uzak tutun benden!” Bu irrasyonel kök; yabancı, bambaşka, tuhaf bir şey gibi içimde büyüdü. Beni yedi bitirdi. Onu tamamen kavramak, etkisiz hâle getirmek mümkün değildi çünkü akıl dışıydı.

Ve işte şimdi tekrar √–1… Kayıtlarımı tekrar gözden geçirdim ve anladım: Kendimi aldatmışım, sadece √–1 ’i görmemek için kendime yalan söylemişim. Hasta olduğum ve ötesi, hepsi yalan. Oraya gidebilirdim, biliyorum. Bir hafta önce, kara kara düşünmeden oraya gitmiş olabilirdim. Şimdi ise neden… Neden?

Ve işte bugün. Tam 16.10’da ışıltılı cam duvarın önünde durdum.

Karşımda Büro’nun tabelasının altın, güneşli, net parıltılı harfleri duruyordu. Camın ardından mavimsi üniflerin oluşturduğu uzun sıralar görünüyordu. Yüzler eski kiliselerdeki ikon kandilleri gibi belli belirsiz titreşiyordu. Onlar kahramanca bir görev yapmak için gelmişlerdi, onlar Tek Devlet’e bir sunak sunmak için sevdiklerine, arkadaşlarına, kendilerine ihanet etmeye gelmişlerdi. Ben… Ben ise onların yanına gitmeye, onlarla olmaya can atıyorum. Ama yapamıyorum; ayaklarım cam kaldırıma saplanmış gibi durdum. Aptal aptal baktım. Oraya ulaşacak gücüm yoktu…

“Hey, matematikçi, hayallere daldın!”

İrkildim. Siyah, gülücüklerle parıldayan gözleriyle ve kalın zenci dudaklarıyla bana bakıyordu. Eski dostum, şair R-13 ve yanında pembe O duruyordu.

Öfkeli bir şekilde başımı çevirdim (Sanırım eğer engel olmasalardı, sonunda √–1 ’i kendimden çıkaracak ve büroya gidecektim.).

“Hayallere dalmadım. Eğer sizin için sorun yoksa hayran hayran izliyorum.” dedim tamamen sert bir şekilde.

“Evet, kesinlikle! Canım, sen matematikçi değil, şair olmalıymışsın, şair! İstersen bize, şairlere katıl? Eğer istersen seni hemen yerleştiririm, ne dersin?”

Kelimeler kalın dudaklarından tükürükler sıçratıyordu, her “ş” bir fıskiye gibiydi. Özellikle “şairler” dediğinde…

“Ben bilgiye hizmet ettim ve bilgiye hizmet edeceğim.” dedim somurtarak. Şakayı hiç sevmem ve şakadan anlamam da ama R-13’ün aptalca şaka yapma gibi bir huyu var.

“Bilgi de neymiş! Senin bu bilgin korkaklıktır. Her neyse, doğru. Sen sadece sonsuzluğu bir duvarla çevrelemek istiyorsun. Duvarın ardına bakmaya ise korkuyorsun. Evet! Bak ve kapa gözlerini. Evet!”

“Duvarlar, bütün insanlığın temelidir…” diye başladım.

R fıskiye gibi fışkırdı, O pembe pembe, yuvarlacık güldü. Elimi “Gülün gülün, bana hiç fark etmez!” dermişçesine geçiştirir gibi salladım. Bununla uğraşacak zamanım yoktu. Bana √–1 ’i yiyip bitirecek, boğacak bir şey lazımdı.

“Biliyor musunuz, bana gidip oturalım, problem çözelim.” diye öneride bulundum (Dünkü sakin zamanı hatırladım, belki bugün de öyle olurdu.).

O, R’ye bir göz attı, yuvarlacık bana döndü, yanakları hafiften biletlerimizin sevecen, heyecanlı rengini aldı.

“Ama bugün ben… Bugün benim ona biletim var.” dedi R’yi işaret ederek. “Akşam o meşgul, işte böyle…”

R’nin ıslak, parlak dudakları safça şapırdadı:

“Önemli değil, onunla bana yarım saat yeter. Öyle değil mi O? Senin problem çözme önerine gelince; ben pek gönüllü değilim. Bana gidip sadece oturalım.”

Kendi kendimle, daha doğrusu sadece tuhaf bir tesadüf sonucu numarası benim numaram D-503 olan yeni, yabancı kişiyle baş başa kalmak ürkütücü geliyordu. Ve R’ye gittim. Onun net, düzenli biri olmadığı ve ayrıca komik, dar bir mantığa sahip olduğu doğru ama her şeye rağmen biz dostuz. Biz üç yıl önce tatlı, pembecik O’yu boşuna seçmedik. Bu seçim bizi okul yıllarımızdan daha kuvvetli bir şekilde birbirimize bağladı.

R’nin odasındaydık. Sanki her şey benim odamdakilerin tam olarak aynısıydı. Cetvel, camdan koltuklar, masa, dolap ve yatak… Ancak girer girmez R koltuklardan birini itti, açısal olarak diğeri de yerinden oynadı, her şey belirlenmiş boyutun dışına çıktı ve Öklid bağıntısına uymayan bir hâl aldı. R hep aynıdır, hep aynı. Taylor ve matematik konusunda her zaman sınıfın en kötü öğrencisiydi.

Yaşlı Plyapa’yı andık; onun cam bacaklarına küçük teşekkür notları yapıştırırdık (Plyapa’yı çok severdik.) Yasa öğreticiyi5 yâd ettik. Yasa öğreticimizin sesi olağanüstü derecede gürdü. O konuşurken sanki hoparlörden rüzgâr eserdi. Biz çocuklar ise onun ardından tüm gücümüzle bağırarak metinleri tekrar ederdik. Atılgan bir çocuk olan R-13 bir gün yasa öğreticinin megafonuna çiğnenmiş kâğıt tıkıştırdı. Böylece metni okudukça çiğnenmiş kâğıtlar kurşun gibi etrafa sıçradı. R tabii ki yaptığı yaramazlık yüzünden fena hâlde cezalandırıldı. Ancak şimdi biz, tüm üçgenimiz -kabul ediyorum ben de- buna kahkahalarla gülüyoruz.

“Peki ya o da eskilerin öğretmenleri gibi canlı olsaydı?” dedi R. İşte “c” harfi; kalın, şapırdayan dudaklarından fıskiye gibi püskürdü.

Güneş tavandan ve duvarlardan sızıyor, iki yandan, yukarıdan ve aşağından yansıyordu. O, R-13’ün dizlerindeydi, güneşin minik damlaları mavi gözlerine vurmuştu. Ben de her nasılsa ferahladım, biraz daha düzeldim, √–1 uzaklaştı, kafamı karıştırmadı.

“Ee, senin İNTEGRAL ne âlemde? Başka gezegenlerin sakinlerini aydınlatmak için yakında uçuyoruz, değil mi? Hadi, acele et! Yoksa biz şairler, sana ve senin İNTEGRAL’ine öyle gelişigüzel yazılar yazacağız ki, uzaya yükseltemeyeceksin. Her gün 08.00’den 11.00’e kadar…” R kafasını salladı, ensesini kaşıdı. Ensesi âdeta dört köşeliydi, arkasından bakınca sanki kafasına bir valiz bağlanmış gibiydi (Eski “At Arabasında” adlı tabloyu anımsatıyordu.).

Kendime geldim:

“Sen de mi İNTEGRAL hakkında yazıyorsun? Söyle, neyinden bahsediyorsun? Mesela bugün ne yazdın?”

“Bugün hiçbir konu hakkında yazmadım. Başka bir şeyle meşguldüm…” K direkt bana fışkırdı.

“Ne ile?”

R yüzünü buruşturdu:

“Bir şeyle işte! Neyse, sorun yoksa, hükümle uğraştım. Bir hükmü şiirselleştirdim. Bizim şairlerimizden bir aptal… Bir de hiçbir şey yokmuş gibi iki yıl boyunca yanımda oturdu… Ve birden al işte sana: ‘Ben, dâhiyim, dâhi; yasadan daha üstünüm.’ diye pot kırdı… Neyse, ne yapalım!”

Kalın dudakları sarktı, gözlerindeki parlaklık söndü. Ayağa fırladı; döndü, duvarın ardında bir yere gözünü dikti. Sıkı sıkı kapatılmış valizini izledim ve “Şimdi valizinin içinden ne seçecek?” diye düşündüm.

Rahatsız, asimetrik bir sessizlik dakikası oldu. Ne olduğunu anlayamadım ama bir şey olmuştu.

Mahsus yüksek bir sesle “Ne mutlu, Nuh zamanından kalma her türlü Shakespearelerin ve Dostoyevskilerin zamanı geçti.” dedim.

R yüzünü bana döndü. Sözcükler önceden olduğu gibi ağzından fışkırdılar, püskürdüler ama bana gözlerinin neşeli ışıltısı artık yokmuş gibi geldi.

“Evet, sevgili matematikçi ne mutlu, ne mutlu, ne mutlu! Biz en mutlu aritmetik ortalamayız… Siz matematikçilerin dediği gibi; sıfırın sonsuzluğa; aptallığın Shakespeare’e olan integralini almak! İşte böyle…”

Neden bilmiyorum, sanki bir şey bana tamamen yersiz bir şekilde onun sesini hatırlattı. Âdeta onun ve R’nin arasında uzayan ince bir bağ var gibiydi (Nasıl olur?). √–1 tekrar kafamı karıştırmaya başladı. Rozetimi açtım: 17.00’ye 25 vardı. Pembe biletlerine 45 dakika kalmıştı.

“Gitme zamanı…” dedim ve O’yu öptüm, R’nin elini sıktım. Asansöre yöneldim.

Bulvarda, karşıdan karşıya geçerken etrafa baktım. Cam kütlesinin, aydınlık, güneş boğulmuş kimi yerlerinde gri-mavi, perdeleri indirilmiş hücreler vardı; düzenli Taylor mutluluğunun hücreleri… Gözlerimle R-13’ün 7. kattaki hücresini buldum. R perdeleri çoktan indirmişti.

Sevgili O… Sevgili R… Onda da (Neden -da bilmiyorum ama nasıl gerekiyorsa öyle yazmama izin verin.) onda da anlayamadığım bir şey vardı. Her şeye rağmen ben, R ve O bir üçgeniz, eşkenar olmasak da yine de bir üçgeniz. Eğer atalarımızın diliyle söyleyecek olursak (Benim meçhul okurlarım, bu dil belki size daha anlaşılır gelebilir.) biz bir aileyiz. Ve bazen böyle kısa da olsa basit, sağlam bir üçgeninin içinde kendini her şeye kapatıp dinlenmek iyi geliyor.

9. KAYIT

Bahisler:
Liturya
İki Heceli Vezin ve Tam Kafiye
Font El

Aydınlık bir tören günü… Böyle bir günde kendi zaaflarını, yanlışlarını, hastalıklarını unutuyorsun ve her şey yeni camımız gibi kristal, sarsılmaz ve ebedî bir hâl alıyor…

Küp Meydanı. Altmış altı adet güçlü, eş merkezli halka: Tribünler. Ve altmış altı adet sıra: Gökyüzünün veya belki de Tek Devlet’in ışıltılarını yansıtan yüzlerin sessiz lambaları olan gözler. Kadınların kan kırmızı çiçekler gibi al renkte dudakları. Etkinlik alanına yakın, ilk sıralarda oturan çocuk yüzlerinin tatlı, ışıl ışıl parıltıları… Derin, sert ve Gotik bir sessizlik…

Bize kadar ulaşan tasvirleri göz önünde bulundurursak eskiler de kendi “Tanrı’ya tapınma törenleri” sırasında buna benzer bir şey denemişler. Ancak onlar kendi tuhaf, meçhul tanrılarına tapmışlar, biz ise mantıklı ve tam olarak sureti belli olan bir şeye tapıyoruz. Onların tanrısı onlara ızdıraplı, ardı arkası kesilmeyen bir arayıştan başka bir şey vermemiş. Neden kendilerini sebepsiz bir şekilde kurban etmeleri gerektiğinden daha akıllıca bir fikir üretememiş. Biz de kendi tanrımıza, Tek Devlet’e kurban sunuyoruz; sakin, üzerinde etraflıca düşünülmüş, akla uygun bir kurban… Evet, bu Tek Devlet’e adanmış Liturya töreni; İki Yüzyıl Savaşı’nın cefa dolu günlerinin, yıllarının anıldığı tümün teke, toplumun bireye karşı zaferinin büyük bayramı.

 

İşte birey Küp’ün güneşe boğulmuş basamaklarında duruyor. Beyaz, yok, hayır, beyaz değil, renksiz cam bir yüz, cam dudaklar… Ve sadece gözler… Siyah, emen, yutan delikler… Onun hepi topu birkaç dakika uzağında olan dehşetli dünya. Üzerinde numaralı altın rozeti çoktan çıkartılmış. Elleri mor bir kurdeleyle bağlanmış (Eski bir gelenek: Görünüşe göre kadim çağda, tüm bunların Tek Devlet adı altında yapılmadığı zamanlarda, mahkûmlar kendilerinde direniş hakkı hissediyorlarmış ve bu yüzden elleri genellikle birbirlerine zincirle bağlanıyormuş.).

Ve her şeyin en üstünde, Küp’ün yukarısında, makinenin yanında, Hayırsever dediğimiz kişinin metalden yapılmış hareketsiz figürü duruyordu. Buradan, aşağıdan yüzü seçilmiyor: Sadece sert, heybetli, köşeli hatlara sahip olduğu görülüyor. Ama o eller… Böylesine bazen perspektif fotoğraflarda rastlanır: Ön plana oldukça yakından yerleştirilmiş eller devasa gözükür, tüm bakışları kendisine çeker, geri kalan her şeyi kapatır. Şimdiye kadar, sakince dizlerinin üzerinde durmakta olan bu ağır ellerin taştan olduğu ve dizlerin onların ağırlığına zar zor dayandığı anlaşılıyor…

Ve birden bu devasa ellerden biri yavaşça yukarı kalktı, yavaş, demirden bir jest yaptı; tribünden bir Numara, kalkan ele itaat ederek Küp’e yaklaştı. Bu payına, bayramı kendi şiirleriyle taçlandırma mutluluğu düşmüş Devlet Şairleri’nden biriydi. Çılgın cam gözleriyle, orada, basamaklarda, yaptığı deliliklerin mantıklı sonucunu bekleyen kişi için yazılmış, ilahi bakır vezinler tribünlerin üzerinde gürledi.

…Yangın. Evler vezinlerde sallandı, sıvı altınlar yukarıdan fışkırmasıyla çöktü. Yeşil ağaçlar kurudu, özsuları aktı, geriye sadece haçlara benzeyen yanmış iskeletler kaldı. Ancak Promethus ortaya çıktı (Bu, tabii ki, biziz.).

 
Makinelerde, çelikte ateşi kullandı
Ve kanun, kaosun boynuna zinciri taktı
 

Her şey yeni ve çelikten: Çelikten güneş, çelikten ağaçlar, çelikten insanlar ve birden bir deli ateşi zincirlerinden kurtardı ve özgürlüğe bıraktı. Ve şimdi her şey tekrar yok olacak.

Maalesef şiir konusunda hafızam kötüdür. Ancak bir şeyi hatırlıyorum; daha öğretici ve daha mükemmel imgeler seçmek mümkün değildi.

Tekrar ağır ve demir bir jest ve Küp’ün basamaklarında ikinci bir şair belirdi. Ben bile yerimden doğruldum: Olamaz! Hayır, onun kalın, zenci dudakları, bu o… Neden bana daha önce böyle yüksek bir görevi olduğunu söylemedi… Gri dudakları titriyordu. Anlıyorum: Hayırsever’in, bütün Koruyucuların karşısında… Ancak yine de böylesine heyecanlanmak…

Sert, hızlı, balta gibi keskin kafiyeler… Duyulmamış suçlar, tahkir edici dizeler üzerine yazılmış, Hayırsever’in … olarak adlandırıldığı… Hayır, hayır tekrarlamaya dilim varmaz.

Solgun R-13 hiç kimseye bakmadan (Ondan böylesine bir sıkılganlığı beklemezdim.) indi ve yerine oturdu. Saniyenin en küçük diferansiyelinde, onun yanında oturan bir yüz, bir an için gözüme görünüp kayboldu; esmer, sert, üçgen bir yüz… Benim gözlerim, binlerce göz, yukarıya, makineye döndü. Orada insan dünyasına ait olmayan bir elin, üçüncü demir jesti gerçekleşti. Ve görünmeyen bir rüzgârın sarsıntısıyla suçlu yavaşça bir basamak daha indi ve işte bir adım daha, hayatının son adımına indi. Kafası arkada, yüzü güneşe dönüktü, hayatının son çukurunda sırtüstü yattı.

Hayırsever makinenin etrafında kader gibi ağır, acımasız bir tur attı ve devasa elini manivelanın üzerine koydu… Ne bir çıt sesi vardı ne de bir nefes; tüm gözler o elin üzerindeydi. Yüz binlerce voltun bileşkesine sahip olmak ne ateşli ne sürükleyici kasırga gibi bir his olmalı. Ne büyük şans!

Ölçülemeyen bir saniye. Akımı veren el aşağı indi. Dayanılmaz keskinlikte bir ışın kılıcı parladı, makinenin borularında zar zor duyulan titreme gibi bir çatırtı koptu. Yayılan vücut, belli belirsiz ışıklı bir dumanın içinde, gözümüzün önünde eriyor, daha da eriyor, korkunç bir hızla çözünüyor ve henüz bir dakika önce kalpteki delice ve kırmızı bir şekilde fışkıran sıvıdan geriye saf suyun kimyasal birikintisi dışında hiçbir şey kalmıyor. Bunlar hepimizin bildiği basit konulardı: Evet, maddenin çözünmesi; evet, insan vücudundaki atomların parçalanması. Ama bu yine de her seferinde mucize gibi Hayırsever’in insanüstü gücünün bir göstergesi gibi gerçekleşiyor.

Yukarıda, on kadın numaranın kıpkırmızı olmuş yüzleri, heyecandan yarım açık ağızları, ellerinde rüzgârın titrettiği çiçeklerle, Hayırsever’in önünde duruyordu.6

Eski bir geleneğe uygun olarak, on kadın, Hayırsever’in püsküren sıvıdan hâlâ ıslak olan ünifini çiçeklerle donattılar. Hayırsever, bir din adamının ulu adımlarıyla yavaşça aşağı indi, yavaşça tribünlerin arasından geçti ve onun arkasında yumuşak, beyaz kadın elleri yukarı kalktı ve milyonlarca kişinin narasının fırtınası koptu. Ardından bu naraların aynısı şu an bizim olduğumuz yerden görünmeyen Koruyucuların şerefine atıldı. Belki de onlar, Koruyucular, eski insanların hayallerinde oluşturduğu her insana doğumunda verilen şefkatli ve ürkütücü “koruyucu meleklerdir”.

Evet, bütün tören boyunca, eski inançlardan kalma, boran ve fırtına gibi arındırıcı birtakım şeyler vardı. Bu satırları okuyacak sizler, böyle anları bilir misiniz? Eğer bilmiyorsanız sizin adınıza üzülürüm…

10. KAYIT

Bahisler:
Mektup
Membran
Kıllı Ben

Dün, benim için kimyagerlerin çözeltilerini süzdükleri kâğıt gibiydi: Tüm artık, gereksiz malzemelerin üzerinde kaldığı bir kâğıt… Sabah olduğunda aşağıya tümüyle damıtılmış, duru bir şekilde indim.

Aşağıda, lobide, masanın arkasında oturan kontrolör kadın saate bakarak gelen Numaraları kaydediyordu. Kadının adı Ю… Neyse, numarasını söylememem en iyisi olacak çünkü hakkında kötü bir şeyler yazmaktan korkuyorum. Aslında özünde çok saygın, yaşlı bir kadın. Onda beğenmediğim tek şey yanaklarının balık solungaçları gibi biraz aşağı sarkmış olması (Gerçi şimdi bu çok önemli değil gibi geldi.).

Kalemini gıcırdattı ve numaramı sayfanın üzerinde bir mürekkep lekesinin yanında gördüm: “D-503”

Tam bu mürekkep lekesine onun dikkatini çekmek istediğim sırada, birden kafasını kaldırdı ve mürekkep gibi gülücüğünü yüzüme damlattı:

“İşte mektubunuz. Evet, alacaksınız azizim. Evet, evet alacaksınız.”

Onun tarafından okunan mektubun bir de Koruyucular Bürosu’ndan geçmesi gerektiğini (Bu tabii düzeni açıklamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum.) ve 12.00’den önce elimde olmayacağını biliyordum. Ancak bu gülüş karşısında mahcup olmuştum ve bir mürekkep damlası çözeltimi bulandırmıştı. Öylesine bulandırmıştı ki daha sonra İNTEGRAL’in inşaat alanında hiçbir şekilde zihnimi toparlayamadım ve hatta hiçbir zaman başıma gelmeyen bir olay yaşadım; hesaplamalarda yanıldım.

Saat 12.00’de tekrar pembemsi-kahverengi balık solungaçları, gülücük… Ve sonunda mektup ellerimdeydi. Neden bilmiyorum ama mektubu burada okumak yerine cüzdanıma soktum ve hızlıca odama gittim. Hemen açtım, çabucak gözden geçirdim ve oturdum… Bu, I-330’un üstüme yazıldığını ve bugün 21.00’de ona gitmem gerektiğini (Adresi de aşağıya yazılmıştı.) bildiren resmî bir ihbarnameydi.

Hayır! Her şeyden, ona karşı duygularımı kesin bir şekilde belli ettikten sonra bu olamazdı. Üstelik benim Koruyucular Bürosu’na gidip gitmediğimi bile bilmiyordu ki… Hasta olduğumu, hiç gidemeyeceğimi de bir yerlerden öğrenmiş olamazdı… Tüm bunlara rağmen…

Kafamın içinde bir dinamo fırıl fırıl dönüyor ve uğulduyordu. Buda-sarı-inci çiçekleri-pembe yarım ay… Ve evet işte, işte dahası, bugün O bana uğramak istiyordu. Ona I-330 hakkındaki bu ihbarnameyi göstermeli miydim? Benim bu konuda hiçbir suçum olmadığına, benim tamamen… İnanacak mıydı bilmiyorum (Sahiden nasıl inanacaktı ki?). Bildiğim şuydu ki zor, saçma ve tamamen mantık dışı bir konuşma gerçekleşecekti. Hayır, sadece bu kadar da değil. Neyse bırakalım da her şey mekanik bir şekilde çözülsün, ona sadece bu ihbarnamenin bir kopyasını yollayacağım.

Aceleyle ihbarnameyi cüzdanıma sıkıştırdım ve kendi korkunç, maymun gibi elimi gördüm. I’nın yürüyüş sırasında elimi nasıl tuttuğu ve ona baktığı hafızamda canlandı. Acaba gerçekten de o…

İşte saat 20.45 oldu. Beyaz bir gece. Her şey yeşilimsi bir camdan gibi. Ama bu değişik, kırılgan bir cam, bizim camımız değil, gerçek cam değil. Bu ince, cam bir kabuk ve kabuğun altında bir şey dönüyor, yayılıyor, vızıldıyor… Ve eğer şimdi konferans salonlarının kubbeleri sisler içinde havaya yükselip kaybolsa, yaşlı ay bugün sabah masanın arkasında kadın gibi mürekkep bir gülücük atarsa, bütün evlerin perdeleri bir anda iner, perdelerin ardında… Hiç şaşırmam.

Tuhaf bir his: Kaburgalarımı hissediyordum; sanki demir çubuklar gibi kalbimi sıkıştırıyorlardı ancak ona yer bırakmıyorlardı, çok sıkışıktılar. Altın sayılarla yazılmış I-330 yazısının asılı olduğu cam kapının önünde durdum. I’nın sırtı dönüktü, masada bir şeyler yazıyordu. İçeri girdim…

“İşte…” dedim ve ona pembe bileti uzattım. “Bugün ihbarnameyi aldım ve şimdi buradayım.”

“Ne kadar dakiksiniz! Bir dakika bekler misiniz? Oturun, şimdi bitiyorum.”

Gözlerini tekrar mektuba indirdi. Onun kapalı perdelerinin ardında ne vardı? Ne diyecekti, bir saniye sonra ne yapacaktı? O her şeyiyle oradan, vahşi, antik düşler ülkesinden geliyorken bunu bilmek, hesaplamak ne mümkündü?

Hiç konuşmadan onu izledim. Kaburgalarım demir çubuklar gibi, nefes alamıyordum… I konuşurken yüzü hızla dönen, ışıldayan bir çark gibi oluyordu. Hızından çarkın dişleri ayırt edilemiyordu. Ancak çark şimdi hareketsizdi. Ve ben acayip bir terkip fark ettim: Şakaklarına doğru kalkık, uzun, koyu kaşları ve burnundan ağzının kenarlarına doğru inen iki kırışıklık tepe noktaları yukarıya dönük alaycı, keskin iki ayrı üçgen oluşturuyor. Bu iki üçgen bir şekilde birbirlerine ters düşüyor; bütün yüzü o hoş olmayan, haç gibi sinir bozucu X ile damgalıyor gibiydi.

Çark dönmeye başladı, dişler birbirine karıştı…

“Tabii Koruyucular Bürosu’na gitmediniz değil mi?”

“Gitmedim… Yapamadım, hastaydım.”

“Anladım. Ben de öyle düşünmüştüm. Ne olduğu hiç önemli değil, herhangi bir durumun seni engellemesi gerekecekti.” Keskin dişleriyle gülümsedi. “Ancak işte şimdi benim elimdesiniz. Hatırlarsınız: 48 saat içinde Büro’ya haber vermeyen her Numara…”

Kalbim öyle atıyordu ki sanki demir çubuklar eğilmişti. Çocuk gibi, aptal bir çocuk gibi yakalanmıştım, aptalca sustum. Kapana kısılmış gibi bir duyguya kapıldım. Elimin ayağımın birbirine dolandığını hissettim.

Ayağa kalktı, tembel tembel gerindi. Düğmeye bastı ve tüm perdeler hafif bir çatırtıyla indiler. Dünyayla bağlantım kesilmişti; onunla baş başaydım.

I arkamda bir yerlerde, dolabın yanındaydı. Ünifi hışırdadı, yere düştü; kulak kesildim; her şeyimle kulak kesildim. Hatırladım… Hayır! Sadece saniyenin yüzde birinde zihnimde bir şey parladı…

Yakın bir zamanda yeni tür bir sokak membranının eğriliğini hesaplamam gerekmişti (Bu membranlar şimdi zarif bir şekilde gizlenerek her caddeye yerleştirildiler, gerçekleşen günlük konuşmaları Koruyucular Bürosu için kaydediyorlar.). Ve hatırladım: İçbükey, pembe titreşen bir zar; tuhaf bir varlık, tek bir organdan, kulaktan oluşmuş. Ben şimdi aynı o membran gibiyim.

İşte şimdi de göğsünün üstünde, yakasından bir düğme açıldı, daha aşağı indi. Cam gibi ipek kumaş omuzlarında, dizlerinde hışırdadı ve yere düştü. Mavimsi gri ipekten önce bir ayağının, sonra diğer ayağının kurtulduğunu görmekten daha çok duyuyorum.

Sıkıca gerilmiş membran titriyor ve sessizliği kaydediyor. Hayır, sert çekiçler sonu gelmeyen aralıklarla demir çubuklarıma darbeler indiriyor. Ve duyuyorum, görüyorum: Arkamda, bir saniyeliğine düşünüyor.

 

İşte dolabın kapakları, kapaklardan biri vuruldu ve yine ipek, ipek…

“Evet, şimdi.”

Döndüm. İnce, safran sarısı, eski tarz bir elbise giymişti. Bu hiçbir şey giymemesinden bin kat daha kötüydü. İnce kumaşın içinden iki sivri nokta küllerin ortasında pembe köz gibi yanan iki kömüre benziyordu. İki yumuşak hatlı, yuvarlak diz…

Alçak bir koltukta oturuyordu. Önünde duran dört köşeli sehpanın üzerinde zehir yeşili içecekle dolu bir şişe ve iki tane ayaklı küçük kadeh duruyordu. Ağzının kenarında tüp gibi ince kâğıda sarılmış, eskilerin içtiği tütün tütüyordu (Bu borunun adı neydi, şimdi hatırlayamıyorum.).

Membran daha fazla titredi. İçimdeki çekiç kızmış demirlere iyice kızarıncaya kadar vuruyordu. Her darbesini net bir şekilde duyuyordum… Yoksa o da mı duydu?

Ama o sakin sakin tüttürüyor, sakin sakin bana bakıyor ve külü özensizce pembe biletimin üzerine silkeliyordu.

Elimden geldiğince soğukkanlılıkla sordum:

“Dinleyin, madem öyle neden benim üzerime yazıldınız? Neden beni buraya gelmek zorunda bıraktınız?”

Hiç duymuyormuş gibiydi. Kadehi şişeden doldurdu ve bir yudum aldı:

“Muhteşem bir likör. İster misiniz?”

O an anladım: Alkol. Dün yaşananlar zihnimde bir yıldırım gibi çaktı: Hayırsever’in taş eli, dayanılmaz ışın kılıcı ve Küp’te, kafası geriye düşmüş, kolları ayrılmış bir beden. Ürperdim.

“Dinleyin.” dedim. “Sizin de bildiğiniz gibi, kendilerini nikotinle ve özellikle alkolle zehirleyen herkesi Tek Devlet amansızca…”

Şakaklarına doğru uzanan koyu kaşları hareket etti ve alaycı, keskin üçgen göründü:

“Birçok kişinin kendilerini mahvetmesine ve yozlaşmasına imkân tanımaktan daha mantıklı olan, birkaç kişiyi hızlıca ortadan kaldırmaktır, gibi gibi… Sonuna kadar doğru.”

“Evet, sonuna kadar.”

“Evet, bunun gibi çıplak, kel gerçekler grubunu salın sokağa… Hayır, hayal edin… Hiç değilse benim değişmez hayranımın -onun kim olduğunu siz de biliyorsunuz- üzerinden yalan elbisesini çıkarıp attığını ve halkın arasında gerçek görüntüsüyle kaldığını hayal edin… Oh!”

I güldü. Ancak ben yüzünün aşağısında, ağzının kenarlarından burnuna kadar uzayan iki kırışıklığın oluşturduğu kederli üçgeni açıkça gördüm. Neden bilmiyorum bu iki kırışıklık sayesinde ikiye bükülmüş, hafif kambur, kepçe kulaklı adamı I’yı kucakladığını anladım. Şimdi olduğu gibi…

Her neyse, ben o zamanki anormal hislerimi aktarmaya çalışıyorum. Şimdi bunları yazarken her şeyin olması gerektiği gibi yaşandığının son derece bilincindeyim. O adamın da her şerefli Numara gibi mutlu olmaya hakkı bulunduğunun, eğer böyle olmasaydı bunun adaletsizlik olacağının… Evet bu ortada.

I oldukça garip ve uzun bir şekilde güldü. Ardından dikkatli dikkatli baktı, bakışları bana nüfuz etti:

“En önemli olan ise sizinleyken son derece huzurluyum. Öyle tatlısınız ki sizin Büro’ya gidip benim likör içtiğimi ve tütün kullandığımı bildirmeyeceğinizden eminim. Ya hasta olacaksınız ya meşgul olacaksınız veya başka bir şey olacak. Ama daha da emin olduğum şudur ki şimdi benimle birlikte bu büyüleyici zehri içeceksiniz.”

Ne küstah ne alaycı bir ses tonuydu. Şimdi ondan tekrar nefret etmeye başladığımı çok net bir şekilde hissediyordum. Neden “şimdi, tekrar başlamak”? Ondan zaten her zaman nefret ettim.

Kadehteki bütün yeşil zehri bir anda içti, kalktı ve safran elbisesinin içinden görünen pembeliklerle birkaç adım attı, oturduğum koltuğun arkasında durdu.

Birden kollarını boynuma doladı ve dudakları dudaklarımdaydı… Hayır daha derin, daha dehşetli bir yerlere gidiyordu… Bunun benim için hiç beklenmedik bir olay olduğuna yemin ederim ve belki de sadece şey yüzünden… Ancak yine de yapamazdım -şimdi bunu çok iyi anlıyorum- bundan sonra olacakları ben istemiş olamazdım.

Dayanılmaz, tatlı dudaklar (Sanıyorum bu “likörün” tadıydı.)… Ağız dolusu yakıcı zehir içime akıyordu, daha da fazlası, daha da… Ayaklarım yerden kesilmişti ve yörüngesinden çıkmış bir gezegen gibi delirmişçesine dönerek aşağı iniyordum. Durmadan aşağı iniyordum ve hesaplanmamış bir yörüngeye doğru gidiyordum.

Bundan sonrasını ancak az çok yakın benzetmeler yoluyla, yaklaşık olarak tasvir edebilirim.

Daha önce böyle bir fikir hiç aklıma gelmemişti: Biz yeryüzünde her zaman, dünyanın rahminde gizlenmiş, fokur fokur kaynayan, kıpkırmızı ateş denizinin üzerinde yürüyoruz. Ama bunu hiçbir zaman düşünmüyoruz. Ya birden ayaklarımızın altındaki ince kabuk camdan oluverseydi ve biz birden görseydik…

Ben cam oldum. Kendimi, içimi gördüm.

İki tane ben vardı. Biri eski D-503; Numara olan D-503, öteki ise… Önceden sadece kendi kıllı pençelerini kabuğundan birazcık çıkarırdı, şimdi ise tümünü çıkardı, kabuk çatladı, şimdi parçaları etrafa saçılmak üzere… O zaman ne olacak?

Tüm gücümle, sanki bir samanı kavramış gibi koltuğun kenarına tutunuyordum. Eski beni duymak için sordum:

“Nereden… zehri nereden edindiniz?”

“Ya, o mu? Bir doktordan, benimkilerin birinden…”

“Benimkilerden? Benimkilerin birinden ne demek? Kimden?”

Ve öteki ben birden zıpladı ve bağırmaya başladı:

“İzin veremem! Ben istiyorum ki benden başka hiç kimse size dokunmasın. Hepsini öldürürüm… Çünkü ben sizi, sizi…”

Öteki benin kıllı pençeleriyle onu nasıl kabaca yakaladığını ve üzerindeki ipeği dişleriyle parçaladığını hatırlıyorum. Özellikle dişleriyle parçalayışını çok net hatırlıyorum.

Nasıl oldu bilmiyorum I kurtulmayı başardı. Gözleri o lanetli, kapkaranlık perdelerle kapanmıştı. Sırtını duvara yaslamış duruyor ve beni dinliyordu.

Yerde olduğumu, ayaklarına kapandığımı, dizlerini öptüğümü hatırlıyorum. Ve yalvarıyordum: “Şimdi, şimdi, hemen bu dakikada…”

Keskin dişleri ve kaşlarının oluşturduğu keskin, alaycı üçgen belirdi. Sessizce eğildi ve rozetimi çıkardı.

“Evet! Evet, sevgilim, canım.” Aceleyle ünifimi üstümden çıkartıp attım. Ama I yine aynı sessizlikle, rozetimin üzerindeki saati gözüme yaklaştırdı. 22.30’a beş dakika kalmıştı.

Buz kestim. 22.30’dan sonra sokakta olmanın ne anlama geldiğini biliyordum. Tüm deliliğim anında toz oldu. Ben yine bendim. Bir şeyi çok iyi anladım; ondan nefret ediyorum, nefret ediyorum, nefret ediyorum!

Vedalaşmadan ve dönüp bakmadan odadan çıktım. Rozetimi aceleyle takarak yedek merdivenlerden koşmaya başladım (Asansörde biriyle karşılaşmaktan korkuyordum.) boş bulvara çıktım.

Her şey yerli yerinde öylece sade, sıradan, düzene göreydi: Işıklarla parıldayan cam evler, solgun cam gökyüzü, yeşilimsi durgun bir gece. Ancak sessiz, soğuk camın altında azgın, kıpkırmızı, kıllı bir şey usulca koşturuyordu. Ve ben geç kalmamak için nefes nefese uçar gibi onunla birlikte koşuyordum.

Birden aceleyle taktığım rozetimin yerinden çıktığını, daha sonra da cam kaldırıma düştüğünü hissettim. Almak için eğildim ve bir saniyelik sessizlik içinde arkamda bir ayak sesi duydum. Kafamı çevirdim; küçük, eğri bir şey köşeden döndü. En azından bana öyle geldi.

Var gücümle koşarken sadece rüzgârın kulağımdaki ıslığını duyuyordum. Girişte durdum, 22.30’a bir dakika kalmıştı. Etrafa kulak verdim, arkamda kimse yoktu. Tüm bunlar açıkça saçma bir hayaldi; zehrin etkisiydi.

Izdırap dolu bir geceydi. Altımdaki yatak havaya kalkıyor, iniyor, tekrar kalkıyordu. Sanki bir sinüs eğrisinde yüzüyorduk. “Gece Numaralar uyumalıdır. Bu gündüz çalışmak gibi bir yükümlülüktür. Bu gündüz çalışmak için gereklidir. Gece uyumamak suçtur…” diye kendimle cedelleşiyordum. Ancak yine yapamıyordum, uyuyamıyordum.

Mahvoluyorum. Tek Devlet’e karşı olan yükümlülüklerimi yerine getirebilecek durumda değilim… Ben…

5Tabii ki konusu olan eskilerin “Tanrı yasası” değil, “Tek Devlet yasası”sıydı.
6Tabii ki bu çiçekler Botanik Müzesi’ndendi. Şahsen ben Yeşil Duvar’ın çok ardında olan, vahşi dünyaya ait olan her şey gibi, çiçeklerde de güzel bir şey göremiyorum. Güzel olan sadece akılcı ve faydalı olandır: makineler, çizmeler, formüller, besinler ve dahası.
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?