Biz

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

5. KAYIT

Bahisler:
Kare
Dünyanın Hâkimleri
Hoş ve Faydalı Fonksiyon

Yine yanlış oldu. Benim meçhul okurlarım, yine sizinle beraberim ve sizinle konuşuyorum, sanki şeymişsiniz… Neyse, diyelim ki benim şair, zenci dudaklı eski dostum R-13 imişsiniz gibi konuşuyorum; bu arada evet herkes onu tanır. Oysaki siz Ay’da, Venüs’te, Mars’ta, Merkür’de olabilirsiniz, sizin kim ve nerede olduğunuzu kim bilir?

Bir kare hayal edin, canlı ve muhteşem bir kare. Karenin, kendisini ve yaşamını anlattığını farz edin. Aklına dört eşit açısının olduğunu söylemek her şeyden sonra gelir çünkü bu onun için o kadar sıradan ve doğaldır ki kare bunun farkına bile varmaz. İşte ben de sürekli bu karenin durumundayım. En azından şu pembe biletler ve onlarla ilgili her şey, benim için dört eşit açı meselesinin aynısı; ama tabii sizin için Newton’un binom teoreminden daha karışık olabilir.

İşte böyle. Eski bilgelerden biri nasıl olduysa -ki anlaşılan tesadüfen- akıllıca bir laf söylemiş: “Sevgi ve açlık dünyaya hükmediyor.” Dolayısıyla dünyaya hükmetmek için önce dünyanın hâkimlerine hükmetmek gerekir. Bizim atalarımız sonunda çok büyük bir bedel ödeyerek açlığa hükmettiler; şehirlerle köyler arasında gerçekleşen Büyük İki Yüzyıl Savaşı’ndan söz ediyorum. Boş dinî inançlarından olsa gerek, ilkel Hristiyanlar kendileri için ısrarla “ekmek”4 sıkı sıkı yapışmışlar. Fakat Tek Devlet’in kuruluşundan 35 yıl önce bizim şimdi yediğimiz petrol bazlı gıdamız icat edildi. Doğru, yerküre nüfusunun sadece 0,2’si hayatta kaldı. Ama buna karşılık binlerce yıllık kirden arınan dünyanın yüzeyi nasıl da parlak bir hâle geldi. Ve yine buna karşılık bu sıfır virgül onda iki Tek Devlet’in saraylarında saadeti tattılar.

Ancak neşe ve kıskançlığın, mutluluk adı verilen kesrin pay ve paydası olduğu açık değil mi? Yaşamımızda kıskançlık için herhangi bir sebep kaldıysa İki Yüzyıl Savaşı’nda verilen sayısız kurbanın ne anlamı var? Aslında kıskançlık için sebep kaldı çünkü hâlâ düğme burunlar ve klasik burunlar kaldı… Çünkü herkesin sevgisini kazanmak istediği ve kimsenin sevgisini istemediği kişiler var.

Tek Devlet, açlığı hâkimiyeti altına alınca (Bu cebirsel olarak maddi refahın toplamıdır.) doğal olarak dünyanın diğer hâkimine, sevgiye karşı da saldırıya geçti. Sonunda bu felaket de mağlup edildi, daha doğrusu düzenlendi, matematiksel hâle getirildi ve neredeyse 300 yıl önce tarihî “Lex Sexualizm”imiz ilan edildi: “Her Numara, istediği her Numara üzerinde -cinsel bir obje olarak- hak sahibidir.”

Bundan ötesi teknik olarak devam etmektedir. Seks Bürosu sizi laboratuvarlarında titizlikle inceler, kanınızdaki cinsel hormonları kesin olarak tanımlar ve sizin için en uygun seks günü listesini hazırlar. Daha sonrasında siz günlerinizde hangi Numara’yı arzuladığınıza dair bir dilekçe düzenlersiniz ve gerekli bileti (pembe) alırsınız. İşte hepsi bu kadar.

Açıkça görülüyor ki kıskançlık için hiçbir sebebe yer yok; mutluluk kesrinin paydası sıfır olarak tanımlanmıştır, kesir görkemli bir sonsuzluğa dönüşmektedir. Eskiler için sayısız aptallaştırıcı trajedinin kaynağı olan uyku, fiziksel çalışma, beslenme, dışkılama ve diğer birçok şey, bizde organizmanın uyumlu, hoş ve faydalı fonksiyonu olarak tanımlanmıştır. Buradan mantığın yüce gücünün dokunduğu her şeyi tek seferde nasıl temizlediğini görmektesiniz. Ah, eğer siz, meçhul okurlar bu ilahi gücü kavrayabilseydiniz onun peşinden sonuna dek giderdiniz.

Tuhaf… Ben bugün insanlık tarihinin en yüksek zirveleri hakkında yazdım, sürekli düşüncenin temiz dağ havasını soludum ama içimde bulutlu, örümcekli bir X gibi dört sivri köşeli bir haç vardı. Veya tüm bunlar, benim uzun süredir gözümün önünde duran kıllı pençelerim yüzündendi. Onlar hakkında konuşmayı da onların kendisini de sevmiyorum, onlar yabani çağın kalıntıları. Acaba içimde gerçekten böyle bir kalıntı…

İçimde tüm bu yazdıklarımın üstünü karalama isteği uyandı çünkü yazılarım bahislerin sınırları dışına çıkıyorlar. Fakat sonra karalamamaya karar verdim. Bırakalım benim yazılarım hassas bir sismograf gibi en hafif beyin sarsıntılarını bile eğri çizsin. Ne de olsa böyle hafif sarsıntılar bazen daha kötülerini önden haber verebiliyor.

Gerçekten karalamam gerekseydi işte o zaman saçmalık olurdu. Doğanın tüm güçleri bizim tarafımızdan kontrol altına alınmıştır, hiçbir felaket gerçekleşemez.

Şimdi benim için tamamen açık bir şey var: İçimdeki tuhaf hissin sebebi tamamen, yazının başında bahsettiğim kare durumum yüzündendir. Benim içimde X yok (olamaz da), sadece herhangi bir X’in sizin, benim meçhul okurlarımın içinde olmasından korkuyorum. Ama sizin beni sert bir şekilde yargılamayacağınıza inanıyorum. Yazmanın benim için insanlık tarihi boyunca hiçbir yazar için olmadığı kadar zor olduğunu anlayacağınız inancındayım: Birileri çağdaşları için yazdı, diğerleri ise gelecek nesiller için; ancak kimse ataları veya onlar gibi yabani olan, uzak atalarına benzeyen varlıklar için yazmadı…

6. KAYIT

Bahisler:
Vaka
Kahrolası “Açık”
24 Saat

Tekrarlıyorum: Hiçbir şey saklamadan yazmayı kendime görev edindim. Bu yüzden ne kadar acı da olsa, aramızda bile hayatı sağlamlaştırma ve kristalize etme sürecinin henüz tamamlanmadığını, ideale birkaç basamak daha kaldığının apaçık ortada olduğunu kaydetmek gerekiyor. İdeal (bu açıktır) orada, henüz hiçbir şeyin olmadığı yerde, bizde ise… İşte bunu kim istemez ki: Bugünkü Devlet Gazetesi’nde, iki gün sonra Küp Meydanı’nda Adalet Bayramı yapılacağını okudum. Yine Numaralardan biri yüce Devlet Makinesi’nin işleyişini ihlal etmiş; yine umulmadık, hesaplanmadık bir olay meydana gelmiş olmalı.

Bunun dışında, benim de başıma bir olay geldi. Doğru, bu Kişisel Saat içerisinde, yani umulmadık olaylar için özel olarak ayrılmış zaman içerisinde oldu ama hâlâ…

Saat 16.00 civarı (tam olarak on altıya on kala) evdeydim. Birden telefon çaldı.

“D-503?” dedi bir kadın sesi.

“Evet.”

“Müsait misiniz?”

“Evet.”

“Ben I-330. Şimdi hemencecik size uğrayacağım ve Eski Ev’e gideceğiz. Anlaştık mı?”

I-330… Bu I benim asabımı bozuyor, itiyor ve neredeyse korkutuyor. Ama özellikle bu yüzden ona “evet” dedim.

5 dakika sonra aerodaydık. Gökyüzünün mavi mayıs mayolikası ve kendi altın aerosu içinde ne bizi geçerek ne de gerimizde kalarak arkamızdan uğuldayan hafif Güneş. Ancak ileride tuhaf, yaşlı Cupid’in yanakları gibi şişkin bir bulut leke gibi ağarıyor ve bir şekilde beni rahatsız ediyor. Ön pencere açık. Rüzgâr dudakları kurutuyor bu yüzden ister istemez dudaklarını sürekli yalıyor ve sürekli onları düşünüyorsun.

İşte bulanık yeşil lekeler görünür şekilde duvarın arkasında ortaya çıkmaya başladılar. Ardından hafif, istem dışı bir kalp durması, aşağı, sarp bir dağdan iner gibi daha da aşağı ve işte Eski Evde’yiz. Bu tuhaf, kırılgan, silik yapının tüm çevresi cam bir tabakayla kaplanmış. Aksi hâlde, şüphesiz çoktan çökmüş olurdu. Cam kapının yanında her yeri, özellikle de ağzı buruş buruş olmuş yaşlı bir kadın oturuyor. Kadın; kırışık, buruş buruş, dudakları çoktan içine çökmüş. Ağzı sanki kapanmış gibi ve konuşabileceğine inanmak mümkün değil. Ama yine de konuştu:

“Hayırdır canlarım, küçük evime mi bakmaya geldiniz?” Ve kırışıklıkları ışıldadı. (Herhâlde renkli ışın şeklinde ortaya çıktılar ve bu da “ışıldama” etkisi yarattı.)

“Evet, nine. Tekrar canımız istedi.” dedi I.

Kırışıklıkları ışıldadı:

“Ne Güneş ama? Ne, ne? Seni gidi afacan seni! Biliyor-um, biliyorum! Neyse, tamam, siz gidin, ben burada, güneşte dursam daha iyi.”

Hmm… Sanırım yol arkadaşım buraya çok sık gelen bir misafir. Üstümü şöyle bir silkelemek istedim ama galiba yine pürüzsüz mavi mayolika üzerindeki bulutun sırnaşık görüntüsü buna engel oluyor.

Geniş, karanlık merdivenden yukarı çıkarken I:

“Onu seviyorum, o yaşlı kadını.” dedi.

“Niçin?”

“Bilmiyorum, ağzı yüzünden olabilir. Veya hiçbir sebep yokken. Öylesine seviyorum.”

Omuzlarımı silktim. Biraz gülümseyerek veya belki de hiç gülümsemeyerek devam etti:

“Kendimi suçlu hissediyorum. “Öylesine bir sevginin var olmaması gerektiği, sebebi belli bir sevginin var olması gerektiği açık. Normali böyle olmalı.”

“Açık.” diye başladım. Bu kelimeyi söylerken kendimi durdurdum ve I’ya kaçamak bir bakış attım: Fark etti mi yoksa etmedi mi?

Aşağıda bir yerlere bakıyordu; gözleri inikti, perdeler gibi.

Hatırladım: Akşam 22 civarı, bulvardan geçerken parlak ışıkların, şeffaf hücrelerin arasında; kapalı perdelerin arkasında bir karanlık vardı. I’nın kapalı perdelerinin arkasında ne vardı? Bugün beni neden aradı ve tüm bunlar ne içindi?

Ağır, gıcırtılı, şeffaf olmayan kapıyı açtım. Karanlık, düzensiz binaya girdik. Yine o tuhaf “kral” denilen müzik aleti ve o zamanların müziği gibi yabani, düzenlenmemiş, delice renk ve desen cümbüşü. Yukarıda beyaz bir düzlük, koyu mavi duvarlar; eski kitapların kırmızı, yeşil, turuncu ciltleri, bronz sarı şamdanlar, Buda heykeli, epilepsinin berbat ettiği, hiçbir denklemin hattına oturtulamamış mobilyalar…

Bu kaosa zorlukla katlanabildim. Ancak görünüşe göre yol arkadaşımın daha sağlam bir bünyesi vardı.

“Bu, benim en sevdiğim…”dedi ve birden sanki her şeyin farkına varmış gibi ısırık şeklinde gülücük, beyaz keskin dişler belirdi: “Daha doğrusu, bütün dairelerin içinden en tuhaf olanı.”

 

“Ya da daha doğrusu; devletlerin içinden.” diye düzelttim. “Binlerce mikroskobik, ebediyen savaşan devletlerin içinden. Öylesine merhametsiz…”

“Evet, açık.” dedi çok ciddi bir şekilde I.

Küçük, çocuk yataklarının olduğu birkaç oda boyunca ilerledik (O çağda çocuklar da özel mülkiyetti.). Ve yine odalar, parıltılı aynalar, çirkin dolaplar, katlanılamayacak alacalı divanlar, devasa bir şömine, kırmızı ağaçtan yapılmış büyük yatak. Bizim şimdiki mükemmel, şeffaf, ebedî camımız; burada sadece acınası, kırılgan kareler yani sadece pencereler şeklindeydi.

“Bir düşünün ki burada “öylesine sevmişler”, yanmışlar, ıstırap çekmişler…” (Gözlerinin perdeleri tekrar indi.) “İnsan enerjisinin ne tuhaf ne hesapsız sarfı doğru değil mi?”

Benim içimdenmiş gibi benim düşüncelerimi söyledi. Ama gülümsemesinde hep o sinir bozucu X vardı. Orada, perdelerinin arkasında, bilmediğim, beni çileden çıkaran bir durum vardı. Onunla tartışmak, ona bağırmak (özellikle bağırmak) istiyordum ama uzlaşmak gerekiyordu, uzlaşmamak yasaktı.

Aynanın önünde durduk. O an sadece gözlerini görüyordum. Kafamda bir fikir doğdu: İnsan bu yabani, saçma daireler gibi yapılandırılmıştır; insan aklı şeffaf değildir ve içinde sadece “göz” denilen minik pencereleri vardır. Düşüncelerimi sezmiş gibi döndü: “İşte benim gözlerim?” demiş gibiydi. (Bunu tabii ki konuşmadan yaptı.)

Şimdi önümde kapkaranlık iki pencere ve içlerinde öylesine belirsiz, yabancı hayatlar vardı. Sadece şöminesinin içinde alev alev yanan ateşi ve bir şeylere benzeyen figürleri görüyordum.

Bu tabii ki doğaldır: Onun gözlerinde kendi yansımamı gördüm. Ama doğal olmayan bana benzemiyor olmasıydı. (Bunun iç karartıcı ortamın etkisi olduğu açıktı.) Kendimi yakalanmış ve bu yabani hücreye hapsedilmiş, eski yaşamın yabani kasırgasına kapılmış hissettim.

“Biliyor musunuz?” dedi I: “Bir dakikalığına yan odaya geçin.” Sesi içinde bir yerlerden, şöminenin alev alev yandığı karanlık pencere gözlerinden geliyordu.

Odadan çıktım, oturdum. Duvardaki rafın üzerimde duran eski şairlerden birinin (Sanırım Puşkin’di.) kalkık burunlu, asimetrik fizyonomisi resmen doğrudan yüzüme gülümsüyordu. Neden böyle oturuyorum, neden bu gülümsemeye itaatkâr biçimde katlanıyorum, tüm bunlar neden? Neden buradayım? Neden bu saçma durumdayım? Bu sinir bozucu, itici kadın; tuhaf oyun…

Yan odada dolabın kapısı tıklatıldı, ipek astar hışırdadı, oraya gitmemek için kendimi çok zor tuttum ve ona tam olarak hatırlayamadığım çok sert sözler söylemek istedim.

Ama o çoktan çıkmıştı. Kısa, açık sarı eski bir elbise, siyah bir şapka ve siyah çorap giymişti. Elbise ince ipekti ve açıkça görüyordum: Çoraplar çok uzundu, dizleri çok daha üstündeydi, boynu açıktı, gölgesi…

“Dinleyin, siz açıkça orijinal olmak istiyorsunuz ama acaba siz…”

“Açık.” diye sözümü kesti I: “Orijinal olmak, bir şekilde diğerlerinden ayrılmak demektir. O hâlde, orijinal olmak eşitliği ihlal etmektir. Eskilerin aptal dillerinde “basmakalıp olmak” diye adlandırdıkları bizde “görevini yerine getirmek” anlamına gelmektedir. Çünkü…”

“Evet, evet, evet! Tam da öyle.” -Kendimi tutamadım-”Ve size hiçbir şey, hiçbir şey…”

Kalkık burunlu şairin heykeline yanaştı ve gözlerinin vahşi ateşini perdelerle kapatıp, içeride, kendi pençelerinin ardından, bana bu sefer tam ciddi gelen (beni yumuşatmak için olabilir), çok akıllıca bir laf söyledi:

“Bir zamanlar insanların bu tip şeylere katlanıyor olmasını siz de şaşırtıcı bulmuyor musunuz? Üstelik sadece katlanmamış, bir de önlerinde eğilmişler. Ne köle bir ruh! Öyle değil mi?”

“Açık… Ben istiyorum ki…” (Şu kahrolası “açık”.)

“Evet, anlıyorum. Ama yine de işin özünde bu hâkimler, onların hükümdarlarından ellerinden geldiklerince daha başarılıydılar. Onları neden tecrit etmediler? Neden yok etmediler? Bizde…”

“Evet, bizde…” diye başladım. Birden kahkaha attı. Bu gülüşün çınlamasını, sertliğini, kırbaç gibi olan esnekliğini, eğriliğini gözlerimle gördüm.

Hatırlıyorum, tüm vücudum titremişti. İşte – bunu kavramak lazım- şunu hatırlamıyorum… Ne olursa olsun bir şey yapmak lazımdı. Mekanik bir şekilde altın rozetimi açtım ve saate baktım. 5’e on vardı.

“Gitme zamanının çoktan geldiğini fark etmediniz mi?” Bunu yapabileceğim en kibar şekilde söyledim.

“Ya sizden burada benimle kalmanızı isteseydim?”

“Dinleyin, siz… Siz ne söylediğinizin farkında mısınız? On dakika sonra kesinlikle konferans salonunda olmam lazım…”

“… Ve tüm Numaralar ayarlanan Sanat ve Bilim Kurslarına katılmakla yükümlüdür…”– I bunu benim sesimle söylemişti. Ardından perdelerini açtı. Gözlerini kaldırdı: Koyu perdelerinin içinde şömine alev alev yanıyordu:

“Tıp Bürosunda çalışan bir doktorum var, benim üzerime kayıtlı. Eğer istersem bize sizin hasta olduğunuzu gösteren bir belge verecektir. Ne dersiniz?”

Anlamıştım. Sonunda tüm bu oyunun nereye vardığını sonunda anlamıştım.

“Bu ne cüret! Biliyorsunuz musunuz, işin aslı, her şerefli Numara gibi, hemen Korucular Bürosuna gitmeliyim ve…”

“Ama işin aslı öyle değil…”(Keskin ısırık şeklinde gülücük belirdi.) “İnanılmaz ilgimi çekti; büroya gidecek misiniz gitmeyecek misiniz?”

“Siz kalıyor musunuz?” dedim ve kapının kolunu tuttum. Kapının kolu bakırdı ve benim sesimin de aynı bakır gibi olduğunu işittim.

“Bir dakika… Olur mu?”

Telefona yaklaştı. Numara’nın birini çağırdı; o kadar telaşlıydım ki kim olduğunu anımsamıyorum. Yüksek sesle söyledi:

“Sizi Eski Ev’de bekleyeceğim. Evet, evet, tek başıma…”

Soğuk bakır kolu çevirdim:

“Aero’yu almama izin verecek misiniz?”

“Ah, evet, tabii ki! Lütfen…”

Orada, girişte güneşin altında, yaşlı kadın bir bitki gibi uyukluyordu. Sımsıkı kapalı ağzının açılıp konuşmaya başlamasına tekrar şaşırdım:

“Ne o, sizinki orada tek mi kaldı?”

“Evet, tek.”

İhtiyarın ağzı tekrar kapandı. Başını salladı. Anlaşılan ihtiyarın zayıf beyni bile o kadının aptallığını ve riskli davranışlarını kavramıştı.

Tam 17’de dersteydim. Ve nedense birden ihtiyara yalan söylediğimi fark ettim: I orada tek başına değildi. Belki de bu -ihtiyarı istemsizce aldatmış olmak- beni rahatsız etti ve dersi dinlememe engel oldu. Evet, yalnız değildi ve mesele de buydu.

21.30’dan sonra boş zamanım vardı. Bugün Koruyucular Bürosu’na gitmem ve bir dilekçe yazmam mümkündü.

Ama bu aptal hikâyeden fazlasıyla yorulmuştum. Ve dilekçe için resmi süre iki gündü. Yarın veririm, tam 24 saat var diye düşündüm.

7. KAYIT

Bahisler:
Kirpik
Taylor
Banotu ve İnci Çiçeği

Gece… Yeşil, turuncu, mavi; kırmızı kral denilen müzik aleti; portakal gibi sarı renkte bir elbise görünüyordu. Ardından bakır Buda birden bakır göz kapaklarını kaldırdı ve Buda’dan su akmaya başladı. Sarı elbiseden de su akmaya başladı, suyun damlaları aynada süzüldü, büyük yataktan ve çocuk yataklarından su sızmaya başladı. Şimdi de ben, kendim ve ölesiye tatlı bir dehşet…

Uyandım: Loş, mavimsi ışık… Cam duvar, cam koltuk ve masa, hepsi parıldıyor. Bu ortam beni sakinleştirdi, kalbim gümbür gümbür atmıyor artık. Su, Buda… Bu saçmalık da ne? Açık ki hastayım. Önceden hiç rüya görmezdim. Eski zamanlarda rüya görmenin çok sıradan ve normal bir olay olduğunu söylüyorlar. Evet, ne de olsa onların tüm hayatları öyle korkunç bir dönme dolap gibiymiş ki… Yeşil, turuncu, Buda, su… Ama biz rüyaların ciddi bir psikolojik hastalık olduğunu biliyoruz. Ve benim beynim şimdiye kadar kronometrik olarak ayarlanmış, parlak, tek bir hatası bile olmayan mekanizmaya sahipti. Ancak şimdi… Evet, şimdi aynen şöyle: Ben, beynimde, sanki gözün içine kaçan incecik bir kirpik gibi, yabancı bir cisim hissediyorum. Gözüne kaçmış o kirpiği tüm bedeninle hissediyorsun, bir saniye bile unutmak mümkün olmuyor.

Yatağın baş ucunda; sağlam, kristal çan çaldı ve saat 07.00. Kalkma vakti. Sağımdaki ve solumdaki cam duvarlardan sanki kendimi, odamı, kıyafetlerimi ve binlerce kez tekrarlanan hareketlerimi görüyor gibiyim. Kendini devasa, güçlü ve tek bir şeyin parçası olarak görmek insanı canlandırıyor. Bu kesin bir güzellik; tek bir gereksiz jest, kıvrım, değişiklik yok.

Evet, Taylor kuşkusuz eski insanların en dâhisiydi. Onun, metodunu tüm yaşama, atılan her adıma, geçen her güne yayacak kadar düşünemediği doğru. Kendi sistemini bir saatten 24 saate kadar entegre etmeyi başaramadı. Ancak yine de eski insanlar Kant hakkında kütüphaneler dolusu yazabilirken on yüzyıl sonrasını görebilen kâhin Taylor’un zar zor farkına vardılar, hayret.

Kahvaltı bitti. Tek Devlet Marşı düzgün bir şekilde okundu. Dörtlü sıralar hâlinde, düzgün bir şekilde asansöre binildi. Motorların hafiften duyulan vızıltıları ve hızlıca aşağı, daha aşağı, daha da aşağı, hafiften bir kalp durması…

Ve sonra birden nedense tekrar o saçma rüya veya o rüyadan kaynaklanan belirsiz bir fonksiyon yaşadım. Ah! Evet, dün aeroda da yine böyle aşağı inmiştik. Mamafih her şey bitti: Nokta. Ve I ile birlikteyken ona böyle sert ve kararlı davranmam çok iyi oldu.

Yeraltı treniyle İNTEGRAL’in güneşin altında hareket edemeden duran, henüz ateşle yüceltilmemiş olan zarif bedeninin ışıldadığı yere doğru ilerledim. Gözlerimi kapatıp formülleri hayal ettim: İNTEGRAL’i dünyadan koparmak için gerekli olan başlangıç hızını aklımdan hesapladım. Saniyenin her atomunda İNTEGRAL’in kütlesi değişiyor (Patlayıcı yakıt sarf edilecek.). Denklem zihnimde ancak çok zor bir şekilde transendental büyüklüklerle ortaya çıktı.

Rüyadaymışçasına sabit sayısal dünyadayken birisi yanıma oturdu, hafiften dokundu ve: “Affedersiniz.” dedi.

Gözlerimi açtım ve önce (İNTEGRAL’in çağrışımlarından) büyük bir hızla uzaya doğru giden bir şey fark ettim: Bu bir kafaydı; yanlarında bulunan pembe kepçe kulakları sayesinde uçar gibi gidiyordu. Ardından, geriye doğru uzayan kafanın altında kambur sırtı ve ikiye bükülmüş bir S harfi…

Ve benim cebirsel dünyamın cam duvarlarından yine o hoş olmayan, bugün halletmem gereken kirpik…

“Hiç önemli değil, lütfen.” dedim ve yanımdakine doğru eğilip gülümsedim. Rozetinde S-4711 yazısı parlıyordu (Neden ilk andan beri bu numara ile S harfi arasında bir bağlantı kurduğum anlaşıldı. Bu bilincin kaydetmediği görsel bir etkiydi.). Ve gözleri parladı, iki keskin matkap ucu gibi hızlıca dönerek en derine inip benim bile kendime itiraf edemediğim şeyleri görecekti.

Birden kirpiğin ne olduğunu tamamen kavradım: S-4711 onlardan biriydi. Koruyuculardan biriydi. Şimdi her şeyden önce, bu işi daha da ertelemeden gidip ona her şey söylemeliydim.

“Dün Eski Ev’deydim, anlıyor musunuz…” Sesim o kadar tuhaf, basık, düzdü ki boğazımı temizlemeye çalıştım.

“Ya, demek öyle, çok iyi. O evi görmek insana son derece eğitici dersler için malzeme veriyor.”

“Hayır, yalnız değildim, anlıyor musunuz? I-330’a eşlik ediyordum ve işte…”

“I-330? Sizin adınıza sevindim. Çok ilginç, yetenekli bir kadın. Çok hayranı var.”

Öyleyse… O yürüyüş sırasında… Hatta S, I’nın üstüne kayıtlı bile olabilir mi? Hayır ona bu konuyu açmak uygun olmaz, düpedüz mantıksız.

“Evet, evet! Öyle, öyle! Çok.” Ağzımı daha da genişletip tuhaf bir şekilde gülümsedim. Bu gülücükten sonra kendimi çıplak ve ahmak hissettim.

Matkap uçları içimde en derine indi, ardından hızlıca dönerek tersine, gözlerime çıktılar; S benimkinin iki misli daha fazla gülümseyerek başıyla beni selamladı ve çıkışa yöneldi.

Gazetemin ardına saklandım (Herkes beni izliyor gibi geliyordu.) ve hızlıca kirpiği, matkap uçlarını, her şeyi unuttum çünkü okuduklarım beni çok endişelendirmişti. Kısa bir satır: “Güvenilir kaynaklara göre; Devlet’in kutlu boyunduruğundan kurtulmayı kendine amaç edinmiş belirsiz organizasyonun izlerine tekrar rastlandı.”

“Kurtuluş” mu? İnsan doğasında suç işleme içgüdüsünün ulaşabileceği seviye harikulade. Kasti söylüyorum: “Suç.” Özgürlük ve suçun arasındaki kopmaz bağ, şöyle ki, aeronun hareketi ve hızıyla arasındaki bağ ile aynıdır. Aeronun hızı = 0 hareket etmez, insanın özgürlüğü = 0 suç işlemez. Bu açıktır. İnsanı suçtan kurtarmanın tek yolu, özgürlükten kurtarmaktır. Ve biz bundan henüz kurtarılmıştık (Uzay ölçekli çağda tabii ki yüzyıllar “henüz”e eşittir.). Ta ki birden bu sefil, beyin yoksunu…

Hayır, anlamıyorum, ben neden dün hemen Koruyucular Bürosu’na gitmedim? Bugün 16.00’dan sonra mutlaka gideceğim.

16.10’da çıktım ve aynı anda köşede bu karşılaşmadan pembe bir coşkuya bürünmüş O’yu gördüm. Ne şans ama. “İşte onun yalın, kıvrak zekâsı. Beni anlaması ve desteklemesi tam yerinde olacaktır…” diye düşündüm. Lakin hayır, ben bu desteğe ihtiyaç duymuyorum. Buna kesin karar verdim.

 

Müzik Fabrikası’nın trompetlerinden günlük Marş düzenli bir şekilde gümbür gümbür çalıyordu. Bu günlük tekrarda ayna gibi pürüzsüz bir güzellik, büyüleyicilik var!

O elimi tuttu.

“Gezelim mi?” dedi. Yuvarlak mavi gözleri bana doğru genişçe açık ve ben hiçbir şeye takılmadan mavi pencerelerden içeri sızıyorum; içeride yabancı, beklenmedik hiçbir şey yok.

“Hayır, gezmeyelim, benim…” Ona nereye gitmem gerektiğini söyledim. Şaşkınlıkla ağzının pembe yuvarlağının ekşi bir şey tatmış gibi aşağı doğru çekilerek pembe bir yarım ay oluşturmasına baktım.

“Görünen o ki siz, kadın Numaralar, dermansız bir şekilde ön yargılar tarafından kemiriliyorsunuz. Siz kesinlikle soyut düşünebilme yeteneğine sahip değilsiniz. Kusuruma bakmayın ama bu düpedüz kalın kafalılık.”

“Demek casuslara gidiyorsun! Oysa ben senin için Botanik Müzesi’nden bir demet inci çiçeği aldım.”

“Neden oysa ben? Neden ‘oysa’? Tamamen kadınca bir durum.” Öfkeyle (kabul ediyorum) elindeki inci çiçeklerini aldım. “İşte o, inci çiçeğin, ee? Kokla, iyi değil mi? Hiç değilse bu kadarcık mantığın olsun. İnci çiçeği güzel kokuyor, bu kadar. Ancak sen sadece koku hakkında, koku kavramının kendisi hakkında; bu kötü veya iyi diye fikrinizi belirtemez misin? Be-lir-te-mez mi-sin? İnci çiçeğinin bir kokusu vardır. Banotunun da tamamen farklı, iğrenç bir kokusu vardır. İlkel devlette de casuslar vardı ve bizde de var… Evet casuslar. Bu kelimeden korkmuyorum. Lakin yine de şu açıktır: O zamanki casuslar banotuydular; şimdikiler ise inci çiçeği. Evet, evet inci çiçeği!”

Pembe yarım ay titriyordu. Şimdi anlıyorum; sadece bana öyle gelmişti fakat o an O’nun güldüğünden emindim. Daha yüksek sesle bağırdım:

“Evet, inci çiçeği. Bunda komik hiçbir şey yok, hiçbir şey.”

Yanımızdan yuvarlak pürüzsüz küre gibi kafalar yanımızdan geçiyordu, dönüp bana baktılar. O şefkatle elimi tuttu:

“Bugün öyle garipsin ki… Hasta mısın?”

Rüya-sarı-Buda… O an Tıp Bürosu’na gitmem gerektiğini açıkça anladım.

Büyük bir sevinçle “Evet, haklısın hastayım.” dedim. (Burada kesinlikle açıklanamaz bir çelişki var; sevinmek için bir sebep yoktu.)

“Öyleyse hemen şimdi doktora gitmelisin. Senin de anlayacağın gibi sağlıklı olmakla yükümlüsün; bunu sana açıklamaya çalışmak komik olurdu.”

“Evet, sevgili O, kesinlikle haklısın. Kesinlikle haklısın!”

Ne yapalım, Koruyucular Bürosu’na değil, Tıp Bürosu’na gitmem gerekti. Beni 17.00’ye kadar orada tuttular.

Akşam (Artık fark etmiyor, akşamları öteki Büro kapalıydı.), O bana geldi. Perdeler inik değildi. Eski bir problem kitabından sorular çözdük. Bunu yapmak bizi sakinleştiriyor ve düşüncelerimizi arındırıyor. O-90 çabasını gösterircesine kafasını sol omzuna doğru eğip sol yanağını diliyle şişirerek kitabın başında oturuyordu. Bu çocukça ve bir o kadar da büyüleyiciydi. Ve benim içimde her şey iyi, tam, sadeydi…

O gitti. Yalnızım. İki kere derin derin nefes aldım (Uyku öncesi bu çok faydalı oluyor.). Ve birden beklenmedik, hiç hoş olmayan bir şeyi hatırlatan bir koku… Hemen buldum; yatağımın içinde bir demet inci çiçeği saklanmıştı. Birden her şey derinlerden kalkıp, kasırga gibi fırıl fırıl dönmeye başladı. İnci çiçeklerini bana gizlice bırakmak O’nun tarafından yapılmış bir patavatsızlıktı. Evet, doğru; Koruyuculara gitmedim. Ama hasta olduğum için suçlu sayılamam ki.

4Bu kelime bizde yalnızca şiirsel metafor olarak kullanılagelmiştir. Bu maddenin kimyasal bileşimi hakkında bir bilgimiz yoktur.