Sefiller II. Cilt

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Sekizinci Kitap
Şeytani Yoksullar

I
Marius, Boneli Bir Kızı Ararken Kasketli Bir Adamla Karşılaşır

Yaz bitti, güz geldi, daha sonra kış gelip dayandı. Ne Mösyö Leblanc ne de genç kız bir daha Lüksemburg Bahçesi’nde göründüler. Marius’ün tek bir düşüncesi vardı, o da taparcasına âşık olduğu o kızın hoş yüzünü bir daha görebilmek. Sürekli, her yerde onu arıyor ama bir türlü bulamıyordu. Artık eski Marius’ten eser kalmamıştı. Ne coşkulu tavırları ne kuvvetli iradesi ne o gençliğin verdiği ateşlilik ne gururu ne alın yazısına kafa tutan sertliği ne de gelecek günleri düşünen kafası, projeleri, fikirleri, idealleri, isteklerinden eser kalmıştı. Kaybolmuş zavallı bir varlıktan farksızdı. Karanlık bir üzüntünün içine düşmüştü. Ne çalışmaktan ne de gezintiden hoşlanıyordu. Birincisi bu durum canını sıkıyor, ikincisi artık bunları yapmaktan yoruluyordu. Eskiden onun için değerli olan aydınlıklar, sesler, öğütler, görüşler, ufuklar, bildirilerle dolu olan doğa bile anlamını kaybetmişti. Sanki her şey birden ortadan kaybolmuştu. Yaptığı tek şey düşünmekten ibaretti çünkü elinden başka türlüsü gelmiyordu. Ama düşüncelerinden eski tadı alamıyordu. Düşüncelerinin alçak sesle önüne serdiği bütün çareler ona şöyle bir bakıp “Bunlar ne işe yarar ki?” diyorlardı.

Kendi kendine bir sürü suçlamalarda bulunuyordu. Neden onun peşinden gitmişti? Onu sadece görmekten bile o kadar mutluluk duyuyordu ki… Ona bakıyordu o genç kız. Bu sınırsız bir sevinç ve mutluluk kaynağı değil miydi? Kendisini sever gibi bir hâli bile vardı. Bu yetmiyor muydu sanki? Bundan sonrasında başka ne gelebilirdi ki? “Ne budala bir insanım!” diyordu kendi kendine sürekli. Bütün bunların kendi hatası olduğuna inanıyordu. Kendisine hiçbir şeyden söz açmadı Courfeyrac çünkü genellikle hep böyle hareket ederdi zaten, bir şeylerin farkına varmaya başlamıştı. Hatta Marius’ü âşık olduğu için tebrik bile etmişti. Ama buna bir hayli de şaşırmıştı aslında, Marius’ün daha sonra böyle bir kara sevdaya düştüğünü görünce şöyle demişti: “Senin de basit bir canlı olduğunu gördüm sonunda.”

Bir gün Marius, eylül güneşine kanmış ve Courfeyrac’ın kendisini Sceaux’daki bir baloya götürmesine ses çıkarmamıştı. Bossuet ve Grantaire de onlarla gelmişti. Marius delice bir hayale kapılmış, kızı görebileceğini sanmıştı. Fakat yakından uzaktan ona benzeyen bir yüz göremeyince arkadaşlarını öylece bırakıp geceleyin yürüyerek Paris’e döndü. Kendi hayatına devam etti. İçini kemiren bu acıya da alışıyordu. Her yerde, her an o kızı arıyordu. Bir seferinde başından geçen bir olay onu çok etkilemişti. Invalides Caddesi’ne açılan dar sokaklardan birinde, işçi giyimli ve başı kasketli ihtiyar bir adama rastladı. Adamın yüzünün yarısını kapatan kasketi, o bembeyaz saçlarının birazını açıkta bırakıyordu. Marius derin düşünceler içinde, uyurgezer gibi giden bu adamı görünce kalbi duracak gibi oldu. “Çok tuhaf…” diye düşündü kendi kendine; sanki parktaki adamı, ihtiyarı, sevgilisinin babasını tam karşısında görür gibi olduğunu sanmıştı. Aynı ak saçlar, aynı yüz, aynı yürüyüş ama bu sefer sanki adam çok daha kederli gibi görünüyordu. Yine de o işçi giyimine bir anlam veremedi. Neden böyle kıyafet değiştirmeye gerek duymuş olabilirdi ki? Bu duruma gerçekten çok şaşırmıştı Marius. Nihayet kendini toparlayabildiğinde ilk yaptığı, adamın ardından gidip adresini öğrenmek oldu. Kim bilir, belki de haftalar ve aylardır aradığı şeyi bulmuş olabilirdi. Artık kesinlikle bu ihtiyar adamı daha yakından görüp bu sırrı aydınlatması gerekiyordu. Adamı izlemeye karar verdi ancak bu kararı alıncaya kadar oldukça fazla vakit kaybetmiş, adam da bu yüzden ortadan kaybolmuştu. Herhâlde, yan sokaklardan birine girmiş olmalıydı. Marius birkaç gün bunun etkisinde kaldı ama sonra, yanılmış olduğunu düşünerek “Bu sadece benzerlikten başka bir şey değildi.” diye umutsuzca hayıflanmıştı.

II
Sahibi Meçhul Hazine

Marius, Gorbeau Evi’nde yaşamaya devam ediyordu fakat binada kalan diğer kiracıların farkında değildi.

O dönemlerde bu döküntüde Marius dışında, bir ara kirasını verdiği Jondrette ailesinden başka kiracı yoktu. Bazıları ölmüş, bazıları başka yere taşınmış ya da kira veremediklerinden atılmışlardı. O kış, 2 Şubat günü, akşamüstü güneşi biraz yüzünü göstermeye başlamıştı. Aslında Chandeleur Yortusu’nun son gününde güneşin sürekli kar topladığına inanılırdı. Hatta bir halk ozanı olan Mathieu Laensberg şunları yazmıştı:

 
Güneş ister parlak olsun isterse loş,
Ayı mağarasına döner.
 

Marius de kendi ininden yeni çıkmıştı, karanlık bastırmak üzereydi ve yemek vakti gelmişti. Ah, ne yazık ki aç yaşanmıyordu; insan acıkınca ah işte, tıpkı böyle en tutkulu aşklar bile bitiyordu!

Marius, ortalığı süpüren kapıcının kendi kendine söylendiğini işitti: “Şu dünyada ucuz ne kaldı ki? Her şey ateş pahası. Şu dünyada insan sadece acıları ve belaları ucuza alır, hatta onları bedavaya bile verirler.”

Marius lokantanın bulunduğu Saint-Jacques Sokağı’na varmak için yokuşu çıkmaya başladığı sırada, sisler arasında birilerinin kendisine çarptığını fark edip başını çevirdi. Biri uzun ve ince, diğeri biraz daha kısa, paçavralara bürünmüş, nefes nefese, dehşet içinde ve kaçar gibi hızla geçmekte olan iki genç kız gördü. Kendisini görmemiş ve çarpmışlardı. Gün batımında Marius onların solgun yüzlerini, karışık saçlarını seçti. Başlarında pis ve eski başlıklar vardı. Yamalı, parçalanmış etekliklerinin altından çıplak ayakları görünüyordu.

Uzun boylu kız, kısık sesle şöyle diyordu: “Aynasızlar geldiler, beni az daha yakalayacaklardı.”

Diğeri de ona şöyle karşılık veriyordu: “Gördüm onları. Sonrasında da koştum, koştum, koştum!”

Kızların bu konuşmalarından Marius onların polislerden ya da jandarmalardan söz ettiklerini ve yakalanmamak için kaçtıklarını anlamıştı. Hemen sonra onları gözden kaybetti. Herhâlde arka taraftaki sokağa dalmışlardı. Uzaklarda silinen bir beyazlık seçti Marius, bir anda olduğu yerde donup kaldı. Yoluna devam etmek üzereyken gözü ayaklarının dibinde, yerde duran grimsi küçük bir pakete ilişti. Eğilip onu aldı. İçinde kâğıtlar varmış gibi görünen bir tür zarftı.

“Tanrı’m.” dedi kendi kendine. “O zavallı kızlar düşürmüş olmalı.” Sonrasında onların gittiği yöne doğru ilerledi, onlara seslendi, karşılık alamayınca uzaklaşmış olduklarını düşünerek zarfı cebine attı ve yemeğe gitti.

Yolda siyah bezle örtülü bir çocuk tabutu gördü. Üç sandalye üstüne yerleştirilmiş tabutun yanında, tek bir mum vardı. Az önce gördüğü o yoksul kızları hatırladı: “Zavallı anneler!” diye düşündü. “Çocuklarının öldüğünü görmelerinden daha acı başka ne olabilir, onların sefil bir yaşam sürdüklerini görmek dışında!”

Daha sonra o gölgeler de aklından silindi, kendi düşüncesine daldı. Yaz aylarını, o mutlu, altı aylık aşkını düşündü. Lüksemburg Bahçesi’nin o güzel ağaçlarının sahne oldukları o aşk ve mutluluk sahnelerini büyük bir keder içerisinde yâd etti. “Tanrı’m, yaşantım ne kadar da sıkıcı bir hâle geldi.” dedi kendi kendine. “Kızlara rastlıyorum gerçi ama eskiden melekleri görürdüm, şimdi sadece hayaletleri görebiliyorum.”

III
Dört Mektup

O akşam Marius yatmaya hazırlandığı sırada eli, sokağa düşürülen ve almış olduğu cebindeki pakete değdi; unutmuştu onu. Açmayı düşündü; belki içinde kaybedenin adı ve her hâlükârda onu kaybeden kişiye geri verilmesi için gerekli bilgileri bulabilirdi.

Zarfı açtı. Mühürsüzdü ve içinde dört mektup vardı. Mektuplarda adresler yazılıydı. Kâğıtlardan ağır bir tütün kokusu yükseliyordu.

İlk mektupta, şunlar yazılıydı:

Madam Markiz de Grucheray, Bakanlar Odası karşısındaki alan, No:…

Marius, mektupta gereken bilgiyi alacağını düşündü. Mühürlenmemiş olduğuna göre okumasında sakınca yoktu. Mektup şöyle devam ediyordu:

Madam Markiz,

İyilik ve merhamet duygusu, toplumdakileri birbirlerine bağlayan en asil şeylerdir. Dindar bir hanımefendi olduğunuzu bildiğimden gururumu ayaklar altına almak pahasına size başvurmaktan başka çare bulamadım. Kutsal meşruiyet davasına sadakat ve bağlılığının kurbanı olan; kanıyla servetini, her şeyini bu davayı savunmak için adamış ve bugün kendisini en büyük sefaletin içinde bulmuş biriyim. İnandığım dava yolunda her şeyimi, servetimi yitirmiş durumdayım.

Madam Markiz,

Gönlünüzde bu konuda sahip olduğunuz yüksek duygulardan emin olduğumdan size yazma cüretini kendimde buldum. Evine dönecek parası bile olmayan, bir İspanyol Kralcıya yardımcı olmaktan çekinmeyeceğinizi biliyorum. Fransa’ya sığınmış bir Kralcı olan ve kendisini ülkesi adına seyahatlerde bulan ve seyahatlerine devam etmek için kaynakları yetersiz kalan İspanyol Süvari Kaptanı Don Alvarez.

Marius okuduklarından hiçbir şey anlayamadı çünkü adam adresini de vermemişti. Belki daha şanslı olacağını düşünerek ikinciyi aldı: Bu mektubun üzerinde: Madam La Kontes de Montvernet, Cassette Sokağı, No. 9 yazıyordu. Marius onu da okumaya başladı:

Sayın Kontes,

Altı çocuk annesi olan zavallı bir kadın olarak size bu satırları yazıyorum. Çocuklarımın en küçüğü, sekiz aylık. Lohusalığımdan beri hasta yatağımdan çıkamıyorum. Hain kocam altı ay önce bizi terk etti. Dünyada hiçbir kaynağa sahip olmamak en korkunç sefalettir. Son umudunu size bağlamış olan bu yoksul kadına yardım edeceğinizden eminim. En derin saygılarımla.

Balizard Ana

Mektuplarda korkunç gramer hataları vardı, Marius okudukları karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa giriyordu. Üçüncü mektubu aldı, o da yardım isteyen başka birisinden geliyordu. Üzerinde şöyle yazıyordu:

Mösyö Pabourgeot, seçmen, toptan şapkacılık mağazası işletir. Saint-Denis Sokağı.

 

Merhametinize sığınarak bu mektubu size yollama cüretinde bulundum. Şansı kötü giden bir yazara yardımcı olmanızı saygılarımla rica ediyorum. Fransız Tiyatrosuna yolladığım oyunum reddedildi. Konu tarihten alınmaydı, olay Auvergne eyaletinde geçiyordu; dramı okuyanlar bunun çok ustaca olduğunu söylediler ancak yine de koruyanım olmadığı için bu konuda başarılı olamadım. Dört yerde söylenecek beyitler vardı. Komik, ciddi, beklenmedik, çeşitli olaylar karakterlere karışır ve gizemli bir şekilde ilerleyen çarpıcı sahnelerden sonra, parlak sahnelerin birçok güzel vuruşunun ortasında sona eren tüm entrikalara hafifçe romantizmin bir tonu yayılır dramamda. Asıl amacım; yüzyılımızın insanını giderek canlandıran arzuyu, yani modayı, neredeyse her yeni rüzgârda değişen o kaprisli ve tuhaf rüzgâr gülünü tatmin etmektir. Bu niteliklere rağmen kıskançlığın, ayrıcalıklı yazarların bencilliğinin, tiyatrodan dışlanmamı sağlayabileceğinden korkmak için de nedenlerim var çünkü yeni gelenlerin gördüğü aşağılamalardan habersiz değilim.

Mösyö Pabourgeot; edebiyatçıların aydın bir koruyucusu olarak haklı ününüz, bu kır mevsiminde ekmek ve ateşten mahrum kalan öfkeli durumumuzu açıklayacak olan kızımı size göndermem için beni cesaretlendiriyor. Beni en mütevazı teklifle onurlandırmaya tenezzül ederseniz, size minnettarlığımı sunmak için hemen manzum bir piyes metni hazırlayacağım. Bu piyesi olabildiğince mükemmel hâle getirmeye çalışacak, oyunun başına eklenmeden ve sahneye teslim edilmeden önce size göndereceğim. Aynı zamanda oyunun ön sayfasına sizin adınızı ve bana ettiğiniz yardımları yazmak istiyorum. Şimdiden vereceğiniz desteğe teşekkür eder, minnet ve saygılarımı sunarım.

Genflot, Yazar

Not: Kırk frank dahi olsa yetecektir. Kendim gelemediğim ve kızımı gönderdiğim için beni bağışlayın ancak huzurunuza çıkacak durumum olmadığından sizinle görüşme cesaretinde bulunamadım.

Marius sonunda dördüncü mektubu da açtı: Saint-Jacquesdu-Haut-Pas Kilisesi’nin yardımsever beyefendisine.

Aşağıdaki satırları içeriyordu:

Hayırsever Adam,

Kızıma eşlik etmeye tenezzül ederseniz, zavallı bir felaketle karşılaşacaksınız ve size ne kadar sefil bir hayat sürdüğümü gösterebileceğim. Bu yazılar açısından cömert ruhunuz bariz bir iyilik duygusuyla hareket edecek çünkü gerçek filozoflar her zaman canlı duygular hissederler. Kader bana çok zalim davrandı, kendim yoksulluğa alıştım ama ailemin aç kaldığını görmek beni mahvediyor. Sizden yardım beklerken bir kez daha en sadık kulunuz olduğumu belirtmeme izin verin.

En derin saygılarımla
P. Fabantou, Zavallı Drama Sanatçısı

Marius dört mektubun hepsini okumuş olmasına rağmen önceki durumundan çok daha bilgili olabileceği bir konuma gelememişti. Mektuplar dört farklı kişiden gelmiş gibi görünüyordu: Don Alvarez, Balizard Ana, piyes yazarı Genflot ve oyuncu Fa-bantou. İşin en tuhaf ve ilginç yanı mektupların hepsinin de aynı kalemden çıkmasıydı. Üstelik bu varsayımı daha da olası kılan durum; dördünde de kullanılan kaba ve sarı kâğıt, tütün kokusu aynıydı ve üslubun değiştirilmeye çalışılmasına rağmen aynı yazım hataları vardı. Bundan dolayı dört mektubu da aynı elin yazdığı kesindi. İsimler farklı olsa da mektupların hepsinin amacı maddi destek istemekti.

Bu küçük gizemi çözmeye çalışmak nafile bir çaba gibi görünüyordu. Marius, bir şansa bile iyi davranamayacak ve cadde kaldırımının onunla oynamak istediği bir oyuna kendini veremeyecek kadar kederli durumdaydı. Dört mektup arasında kendisiyle sanki körebe oynanıyormuş gibi bir hisse kapılmış, yine sanki kendisiyle dalga geçiliyormuş gibi düşünmeye başlamıştı. Marius bir ara mektupları kızların düşürdüklerini sanmıştı ama şu anda bundan o kadar emin değildi, bu yüzden de bunları o büyük zarfa geri koydu ve bir kenara atıp yatağına yattı. Ertesi gün her zamanki gibi yedide kalkmış, giyinmişti ve kahvaltısını ederek çalışmak için masasına oturmaya hazırlanıyordu ki kapısına usulca vuruldu. Fazla parası ve eşyası olmadığından kapısını asla kilitlemezdi. Anahtarı her zaman kapı kilidinin üstünde dururdu. Kapıcı bunun için Marius’ü azarlar, bir gün soyulacağını söylerdi. Marius küçümseyerek “Benden ne çalacaklar ki?” derdi. Yine de Madam Bougon haklı çıktı, günün birinde eski çizmeleri çalındı. Kapıya bir kez daha vuruldu ancak bu sefer ilkinden daha yumuşaktı.

“Girin!” diye seslendi Marius. Kapı açıldı. Marius önündeki yazıdan başını kaldırmadan sordu: “Ne istiyordunuz Madam Bougon?”

Madam Bougon’a ait olmayan bir ses yükseldi: “Özür dilerim, Mösyö.” dedi. Ses kısık ve çatlaktı; içkiden kalınlaşmış, uğultulu bir erkek sesine benziyordu. Ancak Marius başını kaldırdığında karşısında genç bir kızın durduğunu gördü.

IV
Yoksulluk İçinde Bir Gül

Yarı açılmış kapının eşiğinde genç bir kız duruyordu. Bu küçük odayı aydınlatan pencere tam kapının karşısında bulunuyordu. Pencereden gelen ışık, genç kızı solgun bir aydınlığa boğuyordu. Kızcağız çok zayıf, narin ve sıska bir yaratıktı. Donmuş ve insanın içini ürperten çıplaklığını sadece bir eteklik ve bir gömlek örtüyordu. Kemer yerine ise beline bir ip bağlamış, bir başka iple de saçlarını toplamıştı. Ağzı yarı açıktı, dişleri bakımsızlıktan simsiyah olmuştu. Bakışlarında kesinlikle kötücül bir ifade vardı. Hem gelişim aşamasındayken sekteye uğramış bir çocuğa hem de zavallı bir hilkat garibesine benziyordu. Sanki elli yaşında bir insan, on beş yaşındaki bir insanla karışmış gibiydi.

Marius ayağa kalkmış, sadece rüyalarda görülen hayaletlere benzeyen bu garip şekildeki varlığa şaşkınlıkla bakıyordu. İşin en kötü tarafı bu kızın aslında çirkin olmamasıydı, belki de küçüklüğünde pek şirin bir varlıktı. Genç yaşta olmanın inceliği, yoksulluk ve çektiği acılar yüzünden üzerine çöken yaşlılık, dış görünüşü ile hâlâ tezatlık yaratıyordu. Çünkü kış gününde korkunç bulutların altında kalarak sönen bir güneş gibi, güzelliğinin bir kısmı o on beş yaşındaki yüze sahip kızın ifadesinde kaybolmuştu. Marius sanki bu yüzü bir yerlerden tanıdığını düşünüyordu, sanki onu önceden bir yerlerde görmüştü.

“Ne istiyorsunuz Matmazel?” diye sordu Marius.

Sarhoş ve bulanık kalın erkek sesiyle genç kız cevap verdi: “Size bir mektup getirdim, Mösyö Marius.”

Kız ona ismiyle hitap ediyordu; peki ama kimdi bu kız, onun ismini nereden biliyordu? Marius’ün davet etmesini beklemeden içeri girmişti. Hâlinde hiçbir çekingenlik görülmüyordu ve ayakları çıplaktı. Etekliğindeki geniş deliklerden uzun ve sıska bacakları gözüküyor, soğuktan zayıf bedeni şiddetle titriyordu. Gerçekten de elinde tutmuş olduğu mektubu Marius’e uzattı, delikanlı mektubu açarken üzerindeki ekmek içinden yapılmış mührün hâlâ ıslak olduğunu fark etti, bu yüzden de mektubun çok uzaktan gelmediğini anladı. Hemen okumaya başladı:

Çok değerli genç komşum,

Altı ay önce kiramı ödeyerek gösterdiğiniz iyiliği öğrenmiş bulunmaktayım. Size bu konuda minnettarım. Büyük kızım, size iki günden bu yana ağzımıza tek bir lokma dahi sokmadığımızı söyleyecektir. Dördümüz ve hasta olan karım, aç ve sefil hâldeyiz. Sizin ne koca yürekli ve eli açık bir insan olduğunuzu tahmin edebiliyorum. Bana yine ufak bir yardımda bulunabilirseniz size müteşekkir olacağımı da iletmek istiyorum. Sizin gibi yardımsever kişilere duyulacak en derin saygılarımı sunarım.

Jondrette

Not: Büyük kızım sizin talimatlarınızı bekleyecektir, Sayın Mösyö Marius.

Bir gün öncesinden Marius’ün zihnini meşgul eden bütün sırlar bu mektupla birden tamamen aydınlanmıştı. Bu mektup, diğer o dört mektubun geldiği yerden geliyordu. El yazısı, imla hataları, kâğıdın sarılığı ve üzerine sinen tütün kokusu da diğer dört mektupla aynıydı.

Böylece beş mektup yazılmış; beş farklı isimle, insanlara beş farklı hikâye uydurulmuştu. Ama bunların hepsini yazan tek bir insandı. İspanyol Yüzbaşı Don Alvarez, talihsiz Balizard Ana, drama yazarı Genflot ve yaşlı aktör Fabantou. Hepsi Jondrette denen bu adamdan başkası değildi.

Marius o viraneden ayrılalı oldukça uzun zaman geçmiş, sefalet içinde yaşayan komşularını bir daha görme fırsatı bulamamıştı. Zaten onun düşünceleri başka yönlere çevrilmişti. Düşünce ne yöne çevrilirse bakışlar da zaten o yöne dönerdi. Jondrette ailesindeki kişilere, merdivenleri çıkarken veya koridorda birkaç kez rastlamıştı ama onlar Marius için birer silüetten başka bir şey olmamışlardı. Onlarla o kadar az ilgileniyordu ki bir gece önce bulvarda Jondrette’in kızlarına çarptığı hâlde onları tanımamıştı. Çarpıştığı kızların onlar olduğu kesindi. Karşısında duran kızın onda uyandırdığı merhamet ve tiksinti hisleri, kendisini daha önce görmüş olduğunu zorla hatırlatacak kadar kuvvetliydi.

Artık tüm gerçekleri açıkça görebiliyordu, sefalete düşmüş olan komşusu Jondrette’in ekmek parasını iyilikseverlere yazdığı mektuplarla sağladığını anlamıştı. Bunlar gibi insanların adreslerini öğreniyor ve onlara çeşitli isimlerle hikâyeler uydurarak bu mektupları yazıyor, sonrasında da kızlarıyla gönderiyordu. Bu şekilde kızlarını da tehlikeye atmış oluyor, onları kendisine suç ortağı yapıyor, zavallı kızlarını tehlikeye atmaktan da zerre kadar çekinmiyordu. Bir gün önceki koşuşlarından, aralarında konuştuklarından ve korkularından Marius; bu kızların daha başka kötü işler de yapmakta olduklarını anlayabilmişti. Yaptıkları bu işler ve çektikleri sefalet yüzünden toplumun ortasına ne genç kıza ne kadına ne de çocuğa benzeyen, yoksulluğun doğurduğu, kirli ama masum bu iki canavar çıkıyordu.

Bunlar isimsiz, cinsiyetsiz, yaşları belli olmayan insanlardı. Ne iyilik ne de kötülük yapabilirlerdi aslında. Onlar çocukluktan çıktıkları anda her şeylerini de kaybedeceklerdi. Onlar dün açmış, bugün solmuş çiçeklere benziyorlardı. Marius üzüntülü bakışlarını genç kızın üzerinde dolaştırırken o, hiçbir şeye aldırmadan serbest bir şekilde odanın içinde gidip geliyor ve orada bulunan bütün eşyaları inceliyordu: “Ah, sizin bir aynanız varmış!” dedi şaşkınlıkla. Yarım ağızla, sanki odada yalnızmış gibi bir şarkı mırıldanıyordu. Boğuk sesi, söylediklerini üzüntülü bir havaya sokuyordu. Bu pervasızlığın altında hor görülmüş, korkak, çekingen bir varlık ortaya çıkıyordu. Aslında pervasızlık da utangaçlığın bir çeşididir. Bu kızın böylesine çaresizlikle içeride dolaşması, her hâlinden kanadının kolunun nasıl da kırık olduğunu görebilmek, insanın yüreğini dağlıyordu. Başka şartlarda olsa, eğitim alsa ve daha düzgün koşullarda yetişmiş olsaydı, Marius bu kızın ne kadar güzel, şen şakrak ve neşeli bir insan hâline dönüşebileceğini tahmin edebiliyordu.

Marius hiç sesini çıkarmadan üzgün ve dalgın gözlerle onu izliyordu. Kız masaya yaklaştı. “Ah, kitaplarınız da var!” dedi neşeyle. Fersiz gözlerinde bir parıltı yanıp söndü ve gururlanır gibi: “Ben de okumayı biliyorum.” dedi. Masadaki kitaplardan birini aldı ve gayet akıcı biçimde okudu: “General Bauduin, Waterloo Ovası’nın tam ortasındaki Hougomont kasrını kuşatma buyruğu almıştı.” Birden durdu: “Waterloo, bunu biliyorum ben. Bir savaşmış, çok eskiden olmuş, babam da o savaşa katılmış. Askermiş orada, bizim evdekilerin hepsi Bonapartçıdır zaten. Bu Waterloo, İngilizlere karşıydı.” Daha sonra kitabı bıraktı ve sonra eline bir kalem aldı.

“Ben yazı yazmasını da biliyorum.”

Kalemi hokkaya batırdı ve Marius’e bakıp: “Bir şeyler yazayım da görün.” dedi. Genç adamın yanıt vermesine fırsat bırakmadan beyaz kâğıtlardan birini aldı ve üzerine şu sözleri yazdı: Aynasızlar geliyor!

Sonra kalemi fırlatarak şöyle dedi:

“Hiç imla hatası yapmadım. Bakabilirsiniz isterseniz. Ben ve kardeşim, hayatımız…” lafını yarıda kesip Marius’e baktı, sonra hiçbir şeye inanmadığını gösteren boğuk ve sıkıntı dolu bir kahkaha attı:

“Ah, boş verin gitsin!”

Ardından neşeli bir halk şarkısına başladı:

 
Karnım aç babacığım,
Yiyecek yok.
Üşüyorum anne,
Kazağım yok.
Titre Lolotte!..
Ağla Jaquot!..
 

Şarkıyı yeni bitirmişti ki haykırdı: “Tiyatroya gider misiniz, Mösyö Marius? Ben arada sırada giderim. Erkek kardeşim oyuncularla dost olduğundan bize kimi zaman bilet bulur. Ancak yukarısı çok pis tütün koktuğundan orada oturmayı çok sevmem.” Marius’e ilgiyle baktı ve yüzünde çok farklı bir ifadeyle şöyle dedi: “Biliyor musunuz Mösyö Marius, çok yakışıklı bir adamsınız.” O anda her ikisinin de aklına aynı düşünce geldi. Kız güldü, Marius kızardı. Marius’ün yanına gelip elini onun omuzuna koydu: “Siz benimle ilgilenmiyorsunuz ama ben sizi tanıyorum. Size merdivende rastlıyordum. Sonra, Austerlitz yakınlarında oturan ve ismi Mabeuf olan birisinin evine gittiğinizi de gördüm. Oralarda gezerim ben. Saçlarınızı böyle taramanız çok yakışıyor size.” Sesini mümkün olduğunca tatlılaştırmaya çalışıyordu ama kısık bir sesten başka bir şey duyulmuyor, bazı kelimeleri yutuyordu.

 

Marius yavaşça geri çekildi. “Affedersiniz Matmazel, müsaade ederseniz size bir şey iade edeceğim, sizin sanırım.” diyerek kıza, içinde dört mektubun olduğu ve bir gün önce bulduğu paketi uzattı.

Kız sevinçten ellerini çırptı: “Bu paketi aramadığımız yer kalmadı.” dedi.

Sonra paketi birden kavradı, hem onu açıyor hem de şöyle diyordu: “Kardeşimle ben ne kadar aradık bunu bir bilseniz. Demek siz buldunuz. Sokakta buldunuz, değil mi? Orada düşürmüş olmalıyız. Koştuğumuz zaman düşürdük. Budala kardeşimin sakarlığı işte! Eve geldiğimizde yanımızda olmadığını fark ettik. Dayak yememek için ki bilirsiniz çok gereksiz bir şeydir dayak, mektupları gereken yerlere teslim ettiğimizi ama kimsenin bir şey vermediğini söyledik babama. Neyse, şimdi bulundu o mektuplar ama onların bana ait olduğunu nereden anladınız ki? Herhâlde el yazısından anladınız. Demek o karanlıkta çarptığımız kişi de sizdiniz. Kardeşime de ‘Bir adama mı çarptık?’ diye sormuştum, o da ‘Evet.’ demişti bana.”

Bu arada Saint-Jacques-du-Haut-Pas Kilisesi’nin iyiliksever kişisine hitaben yazılmış olan mektubu açmıştı.

“Tamam.” dedi. “Bu ayine giden ihtiyar için. Şimdi tam zamanı. Gidip adama mektubu vereyim. Belki bize öğle yemeği yiyecek kadar para verir.” Sonra gülmeye başlayarak ilave etti: “Bugün öğle yemeği yersek ne yapmış olacağız biliyor musunuz? İki gün önceki öğle yemeğimizi yemiş olacağız. Sonra iki gün önceki akşam yemeğimiz ile dünkü öğle yemeğimizi de yemiş olacağız. Hepsini tek seferde yapmış olacağız.”

Bu sözler Marius’e o anda genç kızın odasına geliş nedenini hatırlatmıştı. Yeleğinin ceplerini kontrol etti ama boştu. Genç kız hâlâ konuşmaya devam ediyor, sanki Marius orada hiç yokmuş gibi sürdürüyordu konuşmasını: “Ben bazı gecelerde de dışarı çıkarım, hatta kimi zaman eve uğramadığım bile olur. Bu eve taşınmadan önce, geçen yıl köprülerin altında yaşıyorduk. Donmamak için birbirimize sokularak yatardık, küçük kardeşim her zaman ağlardı. Su aslında insana ne kadar da üzüntü veriyor. Kendimi suya atıp öldürmek aklımdan geçtiği zamanlarda hemen başımı alıp giderdim. Bazen çukurlarda bile uyurdum biliyor musunuz? Geceleri sokaklarda dolaştığım zamanlarda Notre Dame kulelerini koskoca karanlık evlere benzetirdim. Beyaz duvarları nehir sanırdım. Kendi kendime, ‘Ne şaşılacak şey! Orada da su var.’ derdim. Yıldızları kandillere benzetirim biliyor musunuz? Sanki tüterler, sonra rüzgâr çıkar ve onları söndürür. Sanki kulağımda atların soluğunu duyuyormuşum gibi şaşırırım. Gece olduğu zaman meyhanelerin seslerini duyarım. Dokuma tezgâhlarının tıkırtısı gelir kulağıma. İşte böyle şeyler. Arkamdan taş atıyorlar sanırım bazen de. Bilmeden kurtarırım kendimi. Etrafımda her şey deli gibi dönmeye başlar, insanın karnı aç olunca işte böyle tuhaf şeyler gelir aklına.”

Dalgın bir ifadeyle Marius’e baktı. Marius yeniden ceplerini kontrol ediyordu, sonunda beş frank ve seksen santim bulmuştu. Zaten bütün varlığı da bundan ibaretti Marius’ün. Sonra kendi kendine, “Yarına bir şeyler bulurum.” dedi. On altı meteliği kendine ayırarak beş frangı kıza verdi.

Kız parayı aldı: “Ne güzel bir hava var, güneş de çıkmış.” dedi sonra. Sanki bu güneş onun dilini çözüp ne kadar kaba ifadeler varsa sıralamasına sebep oluyormuş gibi sürdürdü konuşmasını: “Beş frank gerçekten iyi para, bununla aç karnımıza ziyafet çekeriz.”

Gömleğinin omuzlarını çekiştirdi ve Marius’e havalı bir selam verip elini dostça sıktıktan sonra, kapıya doğru ilerledi ve şöyle dedi: “Ben yine de gidip o ihtiyarı bulayım.”

Çıkarken komodinin üzerinde duran tozlanmış bir ekmek parçasını görünce hemen üzerine atlayarak: “Sertleşmiş ama yine de güzel, dişlerimi kırıyor.” diyerek bir taraftan ekmeği kemirirken odadan çıkıp gitti.