Araba Sevdası

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

10

Zavallı Bihruz Bey o dakikada gerçekten pek bedbahttı. Kesseler bir damla kanı çıkmayacaktı. Keşfi denilen hergelenin, en umulmadık yerde ve en beklenmedik anda, yerden mantar biter gibi, meydana çıkıvermesi ve haykırması, hanımların gülüşmesi, sorusunun karşılıksız kalması, arabacı olacak teresin de landonun kapısını açmakta ve hanımları, gümrükten mal kaçırır gibi alıp götürmekteki acelesi ve nihayet sarışın sevgilinin bir kerecik arkasına bakıp da bir adiyö’cük84 demeye bile lüzum görmeksizin basıp gitmesi biçareye pek dokunmuştu. O sonsuz teessür ve şaşkınlık içinde birden hatırına landoyu takip etmek fikri geldi. Kapının yanında bağcı kılığında iki kişi durmuş konuşuyorlardı. Onlara bakarak sertçe bir eda ile “Mon ekipaj?85 dedi ve adamların çarçabuk bir şeyler yapmalarını bekledi. Fakat herifler bu sözden hiçbir şey anlamamışlar, birbirlerinin yüzüne alık alık bakıyorlardı. Bihruz Bey’in bu anlayışsızlığa da canı sıkıldı. Artık kendi gözleriyle arabasını aramaya başladı. Oysaki yukarı kapıdan parka girerken ekipaj’ı aşağı kapıya götürmesini koşe’ye86 tembih etmemiş miydi? Onun için araba söylediği yerde durmuş, kendisini bekliyordu. Sarışın hanımın ardı sıra bir kere parktan dışarı çıkmış bulunduğu için şoseden yukarı doğru yürümek istedi fakat karşıdan birbiri ardınca gelmekte olan araba kalabalığından ve bilhassa sarı bulutlar hâlinde havaya yükselen tozlardan ürktü. Tekrar parka girdi. Aceleden giriş parası vermeyi unutmuştu. Kapıdaki tahsildarın ihtarı üzerine elini hırsla cebine sokup bir mecidiye87 çıkardı ve adama fırlattı. Paranın üstünü almaya vakit yoktu. Koşar gibi hızlı adımlarla yürürken Keşfi hainini biraz önce gördüğü yerde göremeyince adımlarını daha ziyade sıklaştırdı. Bu aralık yolun üstünde karşılaştığı şık bir madamla az daha çarpışıp yere yuvarlanıyorlardı… Aceleden bastığı yeri görmüyordu. Elindeki baston, madamın süslü elbisesine takılmış ve boydan boya yırtmıştı. Telaşından, elbisesini yırttığı insanın bir ecnebi kadını olduğunu bile düşünecek hâlde değildi.

Pardon mon şer!88 deyip geçti. Biraz daha ötede, bir tepsi içinde bira ve kahve götürmekte olan garsona hızla çarptı. Herifin elindeki tepsi yere yuvarlanmış, bira şişeleri ve kahve fincanları kırılmış, etrafa saçılan biralar ve kahveler, kendisiyle birlikte kadın erkek daha beş on kişinin üstünü başını berbat etmişti. Âşık hiç oralı olmaksızın yine bir “Pardon!” basıp geçmek istedi. Fakat garson “Beyefendi!.. Beyefendi!.. Bizim zararlar ne olacak?..” diye haykırmaya ve arkasından koşmaya başlamıştı. Elbiseleri bira ve kahve lekeleri içinde kalan insancıklar da “Herif çifte ata ata gidiyor… Eşekliğin bu derecesi dünyada görülmüş şey değil… Çulu tasması mükemmel amma eşek yine o eşek…” diye söylenip duruyorlardı. Bihruz Bey bunları işitecek ve görecek hâlde değildi… Çaresiz bunun için de jile’sinin89 cebinden bir altın çıkardı, garsona doğru attı. Bu aralık tanıdığı bir zata rastladı. O zat, bir şey söylemek, bir şey anlatmak için kendisini yolundan alıkoymak istediyse de o anda gözü hiçbir şey görmeyen, kulağına hiçbir şey girmeyen Bihruz Bey “Je afer!.. Je afer!.. Jö süi presse!..”90 diyerek ondan da kurtuldu. Nihayet güç bela kapıdan çıktı, arabasını buldu. Par malör91 arabacı hayvanların yanına birisini bırakmış, ufak bir iş için o da bir tarafa gitmişti. Bihruz Bey o kadar sabırsızlanıyordu ki arabacının dönmesini bekleyemedi. Hemen yerine çıktı, terbiyeleri eline aldı, hayvanları kırbaçladı, arabayı aşağıya doğru hızla sürmeye başladı.

Geçeceği yolun üzeri insanlar, hayvanlar ve arabalarla hıncahınç doluydu. Bihruz Bey dakikada bir durmak zorunda kalıyor, sabırsızlanıyor, sıkılıyordu. Hele şükür aşağıki kapıya varabildi. Oradan ötesi nispeten tenhacaydı. Arabayı alabildiğine sürerek Tophaneli-oğlu denilen yere geldi. Dört yol ağzında birdenbire durdu. Karşısına çıkan dört yoldan hangisine gideceğini önceden düşünüp kararlaştırmamıştı. Sıkıntıdan buram buram ter döküyordu. Burada iki dakika kadar durakladıktan sonra Beylerbeyi’ne inen yolu tutturdu. İstavroz92 üzerine kadar bir koşu gitti. Fakat landodan küçük bir iz bile bulamadı. Oradan ters yüzüne geri döndü. Bağlarbaşı-Nuhkuyusu yolu ile Haydarpaşa’ya indi. Landodan yine eser bulamayınca büsbütün ümitsizliğe düştü.

O esnada saat de on ikiyi93 geçmiş, yarıma geliyordu. Çaresiz Koşuyolu’ndan ağır ağır ilerleyerek büyük bir üzüntü içinde köşküne döndü. Kimseye bir şey söylemeden doğruca odasına çıktı. Fesini bir tarafa attı, eldivenlerini çıkardı. Tam o sırada uşağı Mişel karşısına dikilmiş:

Mösyö e servi, e Mösyö Piyer e la…94 diye bir şeyler söylüyordu. Onu da azarlayarak savdı. Sonra sehpanın üstündeki sigaralıktan bir puro sigarası aldı, tepesini dişi ile kopardı, sigarayı lambadan yaktı, kanepeye geçip oturdu. Sigarasından havaya yükselen mavi duman helezonlarını gözleriyle takip ediyor ve kara kara düşünüyordu.

11

Periveş Hanım’la arkadaşı Çengi Hanım’a gelince: İkisi de orta hâlli birer aileye mensuptu. Terbiye, fazilet ve kültür seviyeleri de bugün parktaki havuzun yanında Bihruz Bey’e karşı takındıkları laubali tavırlardan ve biraz aşağıda naklolunacak konuşmalarından kolayca anlaşılır.

Burada yalnız şu kadarını anlatmak gerekir ki Periveş Hanım, Bihruz Bey’in yakıştırdığı ve hayalinde yaşattığı gibi, öyle yüksek bir aileye, asil bir hanedana mensup değildi. Evleri de yine Bihruz Bey’in zannettiği gibi, kibar ailelerin oturduğu semtlerde bulunmuyordu.

Bu sarışın yosma, kaşıkçı esnafından Sakin Ağa adında namuslu bir adamın kızı ve arzuhâlcilik yaparak evini geçindiren Mağmum Efendi namında hamiyetli bir zatın karısıydı. On altı yaşında babasını kaybettikten ve yirmi üç yaşında da kocasından boşandıktan sonra annesi Zaime Hanım’la birlikte, Karabaş Mahallesi’ndeki dört odalı evlerinde kimseye muhtaç olmadan fakir fakat namuslu bir hayat yaşıyor, kendi hâllerinde geçinip gidiyorlardı. İstanbul’un sayılı güzellerinden olan genç kadını bir gün kötü bir tesadüf, Çengi Hanım denilen bu fındıkçı ve hileci karı ile tanıştırdı. Yıllardır o yolun yolcusu olan fakat mevsimi geçtiği için erkeklerden pek iltifat göremeyen Çengi Hanım’la arkadaşlık kurduktan sonra Periveş’in fevkalade güzelliği ve zarafeti kısa bir zamanda her tarafa yayıldı. Artık İstanbul’un meşhur simaları arasına geçmiş fakat ne yazık ki fazileti ve namus cevheri elden gitmişti…

 

Bu kötü münasebet kurulduktan sonra Periveş Hanım sık sık Çengi Hanım’la buluşur, daima onunla gezer ve gerektikçe de Çengi Hanım’ın evinde kalırdı.

Bunların Çamlıca Parkı’nda görüldükleri günün sabahı Periveş Hanım, adi bir çarşafa bürünmüş olduğu ve yanında sekiz yaşlarında bir komşu çocuğu bulunduğu hâlde, Karabaş Mahallesi’nden çıkmış; hayli yol yürüdükten sonra, güneş görmez ve çamuru kurumaz bir sokağın izbe bir köşesinde -önü ve arkası bostan olan, iki yanı bekâr odaları, ahır filan gibi alelade binalarla çevrilmiş bulunan-bu şüpheli eve gelmişti.

Burası Çengi Hanım’ın eviydi. Periveş Hanım’ın gelişinden bir saat sonra bu iki kadın, yukarıda tarif olunan zarif kıyafetlere girmiş oldukları hâlde, yaşlısı önde, genci arkada, evden çıktılar; Aksaray Caddesi’ne doğru salına salına yürümeye başladılar.

Evden çıkarken kararları, Samatya’ya kadar yürüyerek inmek, oradan trenle Bakırköyü’ne, oradan da Sakızağacı mesiresine gitmekti. İşte bu kararla yolda giderlerken Periveş birdenbire fikrini değiştirerek arkadaşına şöyle bir teklifte bulundu:

“Çamlıca Parkı’nı pek methediyorlar… Bugün de Sakızağacı’ndan vazgeçip oraya gitsek acaba nasıl olur?..”

Muhatabı “Hayhay Periveşçiğim… Çok iyi olur…” diye cevap verince ilk niyetleri bozuldu. O gün de Çamlıca Parkı’na gitmeye karar verdiler… Bunun üzerine adımlarını biraz daha sıklaştırarak Aksaray tramvay durağına yetiştiler ve kalkmak üzere olan bir tramvaya atladılar. Kırk beş dakika sonra Eminönü’ndeydiler. Oradan Köprü’nün Üsküdar İskelesi’ne kadar yürüdüler. İskeleden ayrılmak üzere olan Üsküdar vapuruna nefes nefese yetiştiler. Vapur son düdüğünü de öttürerek hareket etti. Yarım saat sonra Üsküdar İskelesi’ne çıkıyorlardı. Beylik ambarın önüne doğru yürümeye başladılar.

Diğer günler vapurdan çıkanları karşılamaya koşarak halkı taciz etmekte âdeta birbirleriyle yarışırcasına “Boş araba!.. Araba lazım mı?.. Sizi şu temiz kupa ile götüreyim…” diye avaz avaz bağıran arabacılardan hiçbiri bugün ortalıkta görünmüyordu. Çünkü o gün gezinti yerlerine gitmek için halkın kira arabalarına hücumu, diğer günlere nazaran, o derece fazlaydı ki bir saatten beri iskelede boş bir tek araba bile kalmamıştı.

Çengi Hanım oralarda avare avare dolaşan işçi kılıklı bir adama “Ayol! Kira arabası arıyoruz. Acaba nerede bulunur?” diye sorunca herif sırıtarak cevap verdi:

“Hanımefendi, nafile aramayınız, bulamazsınız…”

Bunun üzerine hanımlardan ikisi birden “A!.. Vah, vah, vah!.. O kadar uzak yerden boşuna gelmişiz…” diye hayıflanarak Çeşme Meydanı’na doğru ilerlediler. Orada rastladıkları birkaç kişiye de “Ayol!.. Buralarda hiçbir araba bulunmaz mı?” diye aynı soruyu tekrarladılar. Fakat hiçbirinden müspet cevap alamadılar.

O gün sabahleyin Beyoğlu kira arabalarından bir lando, Kadıköyü’ne götürdüğü hastayı yerine bırakıp Üsküdar’a dönmüş; çeşmenin yanında duruyor, araba vapurunu bekliyordu. Landonun arabacısı hanımların araba aradıklarını görünce kendi kendine, Daha iki saat burada boşu boşuna vapur bekleyeceğime şu hanımları alıp gidecekleri yere götürsem daha iyi olmaz mı? Hem onların işi görülür hem de ben birkaç para kazanırım, diye düşündü. Sonra kadınlara doğru ilerleyerek Çengi Hanım’a hitaben “Nereye gideceksiniz hanımefendi?.. İsterseniz sizi şu lando ile götüreyim…” dedi.

Talihin bu beklenmedik lütfu ikisini de pek sevindirmişti. Bakışlarıyla, gülüşleriyle âdeta birbirlerini tebrik ediyorlardı. Çengi Hanım, gidecekleri yeri söyledi ve arabacı ile pazarlığa girişti.

Pazarlık devam ededursun… Oralarda dolaşan kayıkçı, hamal, kundura boyacısı, beygir sürücüsü vs. gibi birtakım adamlar, Periveş Hanım’ın etrafını sarmış; çirkin çirkin lakırtı atıyor, kadını taciz ediyorlardı… Bir yandan bu sırnaşık heriflerin verdiği rahatsızlık, bir yandan da tepelerinde kaynayan haziran güneşinin bunaltıcı sıcaklığı kadıncağıza buram buram ter döktürüyordu. Bu müşkül durumdan bir an önce kurtulmak ihtiyacıyla Periveş Hanım, arabacıya işaret edip arabanın kapısını açtırdı. Kendisini içeriye dar attı. Arkasından da Çengi Hanım girdi. Araba tıkır tıkır Çamlıca yolunu tuttu.

12

İşte Bihruz Bey’in Periveş Hanım hakkında, sırf görünüşe dayanan tahminlerine ve en güzel hayaller kurmasına sebep olan landonun, bu sarışın yosma ile yanındaki muşmulayı o gün Çamlıca Parkı’na götürmesi, her zaman olağan şeylerdendi. Bunda hiçbir fevkaladelik yoktu. Mamafih böyle bir tesadüfün mümkün olabileceği toy delikanlının hatırından bile geçmediği için, arabaya ve içindeki nazenine hayalinde en güzel şekiller vermiş, amiyane tabiriyle karıya abayı yakmıştı.

Yukarıda anlatıldığı gibi, önde hanımlar, arkalarında Bihruz Bey olduğu hâlde, parkın kapısından çıktılar. İki ahbap çavuşlar, kırıta kırıta arabalarına bindiler. Araba hareket eder etmez lakırtıya ilk başlayan Periveş Hanım oldu:

“Daha pek toy zavallı!..”

Arkadaşı cevap verdi:

“Toy ne kelime!.. Âdeta budala, ayol!”

“Biraz hoppaya da benzer.”

“Züppe derler bunlara züppe! Verdiği fâni çiçeği ne yaptın? Bakayım, hâlâ göğsünde duruyor mu?”

Çengi Hanım, Bihruz Bey’in bir aralık ulu orta sarf ettiği fane95 kelimesini, Fransızcanın “f”sinden bile haberi olmadığından Türkçe “fâni” diye anlamış ve bir kadına daha ilk görüşte kur yapmak amacıyla sunulan çiçeğin fâniliğinden bahsetmekte hiçbir münasebet, hiçbir zarafet bulamadığı için: “Fâni çiçeği ne yaptın?” sorusu ile Bihruz Bey’in münasebetsizliğine işaret etmek istemişti.

“Ha!.. O ne demekti sahi? ‘Benim aşkım da bu çiçek gibidir, böyle solar gider.’ demek mi istedi acaba…”

“Adaaam sen de!.. Onun ne söylediğinden, ne yaptığından kendisinin de haberi yoktu…”

“Haftaya bugün bekleyecek…”

“İşi yoksa bekleyedursun…”

“Gelelim ayol, eğleniriz… Park hiç de fena değil doğrusu…”

“Her vakit böyle süslü püslü arabayı nereden bulacaksın?”

“Böyle cicili bicili olmasın da basbayağı bir araba olsun… Maksat eğlenmek değil mi?”

“Ya öyle alelade bir arabayla gidersen o alafranga züppe oğlan sana yine bakar mı dersin?”

“Bakmazsa bakmayıversin! O da tasamın on beşiydi sanki… Elimi sallasam ellisi!..”

“Parktan çıkarken o deli deli bağıran da kimdi?”

“A bilemedin mi ayol?.. Hani geçen gün Kadıköyü vapurundan çıkarken feracemin eteğine basıp da ‘pardon’ diyen bey değil mi ya?”

“Ha! O budala mıydı o?.. Yok canım… Değil, değil… Onun sakalı vardı.”

“A! Hiç ben bilmez miyim? Ta kendisiydi… Sakalını kestirmiş herhâlde…”

“Adaaam, nemize gerek! Acaba iskelede çok bekleyecek miyiz?”

“Sanırım ki fazla beklemeyiz… Daha olmazsa kayıkla geçeriz…”

“Galiba sen canını sokakta bulmuşsun… O serserilere emniyet edilip de kayıklarına binilir mi ayol?.. Sen onu bunu bırak!.. Şimdi arabacıya paraları sayacak mıyız?”

“Bedava götürüp getirmedi ya… Elbette sayacağız… Arabacının bahşişini de unutma!”

“Bahşiş mi?.. Ne bahşişi?.. İki saat için yüz kuruş verdikten başka ayrıca bir de bahşiş, öyle mi?.. Üstüme iyilik sağlık! Ben aklımı peynir ekmekle yemedim ayol!..”

Bu sırada araba, Üsküdar İskelesi hizasında, birkaç saat önce hanımları aldığı yerde birdenbire durunca Çengi Hanım, “A! Geldik mi? Ne çabuk geldik… Vallahi iyi…” diyerek evvelce hazırladığı dört mecidiye ile bir miktar bakır parayı arabacıya verdi. İki hanım arabadan indiler. Ağır ağır iskeleye doğru yürüyüp vapura bindiler.

Tam vaktinde yetişmişlerdi. Kadınlar tarafına96 geçip henüz oturmuşlardı ki vapur, iskeleden ayrılarak Köprü’ye doğru yol almaya başladı.

İKİNCİ BÖLÜM

1

Odasında sigarasını içerek düşünür bıraktığımız Bihruz Bey düşüne düşüne nihayet fikirlerini bir sonuçta toplayarak tasarılarını şöyle bir karara bağlamaya muvaffak olabildi: Kendisini daha şimdiden cefakâr âşığı saydığı Periveş zalimine bir mektup yazarak aşkını itiraf edecek, ayrılırken sormuş olduğu “Saat kaçta?” sorusunu karşılıksız bırakmasından ve bilhassa landoya binip uzaklaşırken küçücük bir veda işaretini bile esirgemesinden dolayı kendisine hayli sitemler edecekti. Gelecek cuma günü saat sekizde, belki de daha erken parkta bulunarak Periveş Hanım’ı beklemeyi ve hanımefendi görünür görünmez yanına yaklaşıp mektubu kendisine vermeyi, ondan sonra da vaziyete göre hareket etmeyi, velhasıl Keşfi zibidisine inat, bu sarışın kadınla yakından tanışmayı kararlaştırdı.

O esnada kapıyı vurarak üçüncü defa salona giren Mişel, lambaları muayene ile fitillerini biraz indirip yine çıkardıktan sonra göz ucu ile beyefendinin yüzüne baktı. Efendisini biraz sakinleşmiş görünce bundan cesaret alarak gayet yavaş bir sesle “Yemek soğuyor efendim…” diyebildi.

Bihruz Bey’in kafasını rahatsız eden üzücü düşünceler henüz tamamıyla geçmemişse de aldığı son karar üzerine, hayli hafiflemişti. Sal a manje’de97 hemen bir saate yakındır kendisini bekleyen öğretmen Mösyö Piyer’i daha fazla bekletmenin çirkin olacağını nasılsa düşünebildi: Yerinden kalktı. Üçte ikisinden fazlası yana yana kendiliğinden biten sigarasının uzamış beyaz külünü sigara tablasına silktikten sonra kalan kısmını dudaklarının arasına kıstırıp yemek odasına yöneldi. Kapıdan içeri girer girmez kendisini beklemekte olan Fransızca öğretmenine, şüphe yok ki artık bu defa pek halis bir Fransızca ile “Affedersiniz, aziz öğretmenim! Pek önemli bir şey düşünüyordum da sizi bekletmek zorunda kaldım. Umarım ki bana gücenmediniz…” dedi ve sıkmak için elini öğretmene uzattı.

Mösyö Piyer hiç oralarda değildi. Zaten bütün bütün denecek derecelerde yemekten kesilmiş; olanca iştahı, zevki, eğlencesi kaçmış; bütün dikkati siyasi gazetelerin her günkü meselelerle ilgili sütun sütun makaleleri üzerinde toplanmıştı. Bu altmış beşlik ihtiyar o gün köşke geç vakit gelerek doğru ikinci kata çıkmış ve çıkar çıkmaz da açgözlü Mişel’in “İsterseniz buraya buyurun! Şimdi yemek çıkacaktır…” demesi üzerine doğruca yemek odasına girmişti. Bir iskemleye ilişti. Sakosunun cebinden çıkardığı yığın yığın gazetelerden çarşaf kadar bir tanesini ayırıp büyük bir dikkatle okumaya başladı. O kadar dalmıştı ki yemek vaktinin gecikip gecikmediğinin farkında bile değildi. Bihruz Bey’in o yolda özür dilemesine şaşmakla beraber, “Hiç zararı yok. Zaten ben de gazetemi okuyordum…” diye cevap vererek öğrencisinin uzattığı eli sıktı. Sonra beraberce sofraya geçip oturdular.

Mösyö Piyer’in çarşaf büyüklüğündeki o gazetede büyük bir dikkatle okuduğu yazı, o devrin en önemli siyasi meselelerinden olan Süveyş Kanalı’na dair bir makaleydi. Meselenin siyasi, iktisadi, ticari yönleri hakkında uzun uzun fikir yürütülüyordu.

Politika meselelerine son derece meraklı olan bu yaşlı Fransız, az önce gazetede okuduğu şeylerin hâlâ etkisi altındaydı. Zihnini bu meseleyle biraz daha meşgul etmek için, sofraya oturur oturmaz Bihruz Bey’e hitaben “ ‘Patrie’de98 şimdi bir makale okudum. Süveyş Kanalı hakkında pek önemli şeylerden bahsediyor…” diye söze başladı ve okuduklarını paragraf paragraf hülasa etmeye girişti. Arada bir kendi şahsi düşüncelerini de ilave ederek bu vakitsiz konferansı uzattıkça uzatıyordu…

 

Bihruz Bey bu siyasi konferansı dinleyecek hâlde değildi… Bir ucu Periveş Hanım’ın saçlarına bağlanıp kalan, öteki ucu Keşfi mendeburunun püskülüne takılıp arapsaçı gibi karmakarışık olan zihni o anda büsbütün başka şeylerle meşguldü. Mösyö Piyer’in sözlerini asla dinlemiyor, daha doğrusu dinler gibi görünmeye çalışıyor fakat bir kelimesini bile anlamıyordu…

Avare öğrencisinin böyle siyasi ve ciddi bahislerde muhatap olmaya kabiliyetsizliğini herkesten iyi bilmesi gerektiği hâlde, her ne pahasına olursa olsun konuşmak, içini dökmek ihtiyacında bulunan Mösyö Piyer, önündeki sürahiye, tabaklara ve Bordo99 şişesine hitap etmektense böyle kaşı gözü hareket eder, eli ayağı oynar canlı bir yaratığa hitap etmeyi daha uygun buluyordu.

2

Mösyö Piyer bir aralık bahsin kendince en can alacak noktası üzerinde hararetli hararetli nutuk çekerken bu gevezelikler, bu gürültülerle ister istemez kulakları dolup beyni tırmalanan ve zihni büsbütün karışan Bihruz Bey’in, birdenbire damdan düşercesine: “Pardon mon şer!.. Parlon damur ön pö, sil vu ple!100 diye öğretmeni aşk ve alaka konularına davet etmesi adamcağızı derin bir hayrete düşürdü. Zavallı ihtiyar, çatalı, bıçağı masanın üstüne bırakıp sağ eliyle gözlüğünü iyice yerleştirdi. Sofraya oturduklarından beri öğrencisinin yüzüne ilk defa dikkatlice bir hayli baktıktan sonra Fransızca olarak “Peki, buyurunuz, ondan bahsedelim…” dedi ve çatalı bıçağı tekrar eline alarak sözüne devam etti:

Dö kel amur vule vu kö jö parl? Vu save byen kil ya lamur dö la patri, lamur filyal, lamur maternel, lamur dü proşen, lamur propr, lamur dö sua… Sö son de zamur dö diferant natür. Dükel vule vu kö nu parliyon?”101

“Dö lamur dö fam, byen sür!” 102

Bihruz Bey’in açmak istediği bu bahsi Mösyö Piyer pek yersiz ve zamansız bulmuş, ihtiyarın epeyce canı sıkılmıştı. Genç öğrencisinin böyle birdenbire damdan düşercesine ulu orta sarf ettiği “Dö lamur dö fam!” tabirindeki münasebetsizlik üzerine herifin o yorgun sinirleri şiddetle oynamaya, o soğuk kanı derhâl kızışmaya başladı. Yüzü kıpkırmızı oldu. Gözlerini açarak bu münasebetsiz hatta biraz da edepsiz öğrencisini iyice haşlamak istedi. Fakat birden aklını başına toplayarak bu fikrinden vazgeçti. Çünkü Çamlıca’nın havadar bir köşkünde haftanın iki gecesini güzelce yiyip içip hoş geçirdikten; vapur, araba vs. gibi ücretleri ayrıca ödendikten başka her ay peşin aldığı tam altı adet sarı liracık öyle kolay kolay tepilecek nimetlerden, hemen hatırı kırılacak dostlardan değildi… Menfaat düşkünü kurnaz ihtiyar işte bunları hesaba katarak öğrencisini haşlamaktan vazgeçmişti. Zaten bu haylaz oğlan, şımarmaya pek elverişli hoppa karakteriyle, aşırı tembelliğiyle, ipe sapa gelmez garip hareketleri ve sözleriyle ne zaman Mösyö Piyer’i hiddetlendirse o altı adet hatırlı dost hemen karşısına dikilir ve kulağına eğilerek yavaşça fısıldarlardı:

“Canım, sen ihtiyarladıkça huysuz bir şey oluyorsun… O, daha pek gençtir… Zamanla olgunlaşacak tabii… Gençlerin bu kadarcık kusurlarını hoş görmek gerek… Şimdi şu zavallı çocuğa hiddetlenmenin ne lüzumu var? Sen o yaştayken daha başka türlü müydün?.. Sen filozof adamsın… Öyle ufak tefek kusurlara bakmamalısın…”

Yaşlı öğretmen de bu hatırlı, bu yumuşak yüzlü, bu sevimli dostların nasihatlerine uyarak Bihruz haylazının bütün münasebetsizliklerini hoş görürdü…

Bu defa da yine aynı iyiliksever dostların ihtarı üzerine kendini tuttu. Yalnız Bihruz Bey’in ulu orta açmak istediği zamparalık bahsini, kendisinin hoşlanmayacağı bir mecraya dökerek hiç değilse manevi bir intikam almak arzusunu da yenemediği için söze şöylece başladı:

La Brüyer103 mi yoksa La Roşfuko104 mu bilmem hangisidir, der ki:

‘Fazla düşkünlüğün ve aşırılığın her çeşidi sahibine türlü maskaralıklar ettirir; bilhassa aşk ve sevda, insanı hepsinden ziyade maskara eder…’ Manasını iyi anladınız ya?..”

“Hayır, fikrinizi anlayamadım.”

Pardon! Bu, benim fikrim değil! Kendi fikrimi söylesem… O hiç hoşunuza gitmeyecek… Bazı filozoflara göre, aşk ve alaka, sahibini gülünç eder… Bence ise gülünç değil, âdeta… şey eder… Çünkü aşk ve alaka zevzeklikten başka bir şey değildir. Bir Türk yazarı da der ki: ‘İnsan, eşek olduğu için mi âşık olur, yoksa âşık olduktan sonra mı eşekleşir… Bunu bir türlü anlayamadım…’ ”

Bihruz Bey gittikçe küstahlaşan bir eda ile cevap verdi:

“Siz ihtiyarsınız, aşka tabii düşman olursunuz…”

“Kadın aşkına, öyle mi?”

“Şüphesiz…”

“Ha! Ahlak bakımından çok defa gayet çirkin olan o güzel cinsin, o zekâ ve zarafetleri akla uygun şeylerden ziyade delilikleri kamçılayan kadınların aşkına… Öyle mi?.. Benim sevgili öğrencim, korkarım ki bir kadına alaka peyda etmiş olmalı…”

“Hayır, pek de öylesi değil…”

“Kendini gözet evladım! Kendini gözet! Yine sizin büyük bir şairiniz:105 ‘Deniz kadın gibidir, hiç inanmak olmaz ha!..’ demiyor mu? Kadınlar çok muzırdırlar. Bir peygamberi bile aldatıp günaha sokan ve cennetten çıkarılmasına sebep olan yine bir kadın değil midir?.. Biz erkekleri cennet kapısından cehenneme sürükleyen yine o güzel yaratıklardır… Bir köre demişler ki: ‘Karınız bir güldür.’ O da ‘Evet, dikenlerinden ben de öyle anlıyorum.’ cevabını vermiş ve muhatapları karısını daha da övmeye başlayınca hemen ilave etmiş: ‘Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir, biliriz…’ ”

Pardon! Mösyö Piyer…”

“Dinleyiniz, dinleyiniz! Söyleyeceklerim daha bitmedi. Sokrat106 ne diyor, bilir misiniz? Diyor ki: ‘Kadın her türlü fenalığın kaynağıdır.’ Aristofan107 da ‘Dünyada kadınlar kadar idaresi zor yaratık yoktur. Zırdelileri ve canavarları idare etmek, onları idare etmekten çok daha kolaydır… Kadın şerrinden ancak Tanrı’ya sığınmalı…’ demiş. Ben de ilave edeyim: Bilhassa kaynana olduktan sonra…”

Me mon şer profesör!..”108

İhtiyar, hazır sırası gelmişken kim bilir hangi kuyruk acısıyla, coştukça coşuyordu… Delikanlının son cümlesini duymadı bile…

“Dinleyin, dinleyin! Lütfen dinle, genç bey!”

Mon profesör!..109 Bu akşam her zamanki Mösyö Piyer değilsiniz… Pek nervö110 olmuşsunuz… Bilmem niçin?”

“Belki, çocuğum… Lakin ne yazık ki siz hâlâ aynı Bihruz Bey’siniz… Hâlâ bıraktığım yerde…”

84Adieu: Allah’a ısmarladık.
85Mon équipage?: Arabam?
86Cocher: Arabacı
87Mecidiye: O devirde ve hatta Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar kullanılan gümüş yirmi kuruşluk.
88Pardon mon cher!: Affedersiniz azizim! [Muhatabı kadın olduğuna göre “Pardon ma şer!” (Pardon ma chère!: Affedersiniz azizem!) demesi gerekirdi.]
89Gilet: Yelek
90J’ai affaire!.. J’ai affaire!.. Je suis pressé!..: İşim var!.. İşim var!.. Çok aceledeyim!..
91Par malheur: Olacağa bak ki.
92İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında birer semt.
93Alaturka saat on iki ile yarım arası o mevsimde alafranga 20.00 ile 20.30 arası.
94Monsieur est servi, et Monsieur Pierre est lâ…: Yemek hazır efendim. Bay Piyer de orada…
95Fanée: Solmuş, solgun
96O devirde kaçgöç olduğu için vapurlarda, trenlerde kadın erkek aynı salonda, aynı kompartımanda oturamazlardı. Tramvaylar da ortasından bir perdeyle ayrılır, ön kısım kadınlara tahsis edilirdi.
97Salle a mànger: Yemek odası
98Fransızca bir gazetenin adı.
99Dünyaca meşhur bir Fransız şarabı.
100Pardon mon cher! Parlons d’amour un peu, s’il vous plaît!: Affedersiniz azizim! Biraz aşktan bahsedelim lütfen!
101De quel amour voulez-vous que je parle? Vous savez bien qu’il y a l’amour de la patrie, l’amour filial, l’amour maternel, l’amour du prochain, l’amour-propre, l’amour de soi… Ce sont des amours de différente nature. Duquel voulez-vous que nous parlions?: Aşkın hangi nevinden bahsetmek istiyorsunuz? Malum ya aşkın çeşitleri vardır: vatan aşkı, evlat aşkı, ana aşkı, hemcins aşkı, izzetinefis düşkünlüğü, insanın kendi nefsine olan aşkı… Bunlar hep ayrı ayrı şeylerdir. Hangisinden bahsedelim?..
102De l’amour de femme, bien sûr!: Hangisinden olacak? Şüphesiz kadın aşkından! Yazar, bu Fransızca sözlerin Türkçelerini de romanına ilave etmiştir.
103La Bruyère (Labrüyer) (1645-1696): XVII. yüzyılın ünlü Fransız edibi ve filozofu. Ahlakçı olmakla tanınmıştır. 1688’de yayımladığı “Karakterler” (“Caractères”) adlı eserinde muhtelif insan tiplerini kuvvetle canlandırır ve yaşatır.
104La Rochefoucauld (La Roşfuko) (1613-1680): Yine XVII. yüzyılın ünlü Fransız mütefekkir ve edibidir. Sert bir kötümserlik taşıyan “Maximes ” (“Düsturlar”) adlı şaheseri iğneli nüktelerle doludur. Bu eserini 1655’te yayımlamıştır. Bundan başka 1662’de yayımladığı “Mémoires” (“Hatıralar”) ile “Mektuplar”ı meşhurdu.
105Tevfik Fikret
106Socrate (Sokrat) (MÖ 468-400 veya 399): Eski Yunanlıların ünlü filozofu.
107Aristophane (Aristofan) (MÖ 450-386): Yine Eski Yunanlıların ünlü şairi ve manzum komedi yazarı.
108Mais mon cher professeur!: Fakat aziz öğretmenim!
109Mon professeur!: Öğretmenim!
110Nerveux: Asabi, sinirli
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?