Mahallenin En Güzel Kızı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Kalbin Aşk Vakti
Kalbin Aşk Vakti
E-Buch
1,40
Mehr erfahren
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

4

Ertesi gün gece yarısı onlarca sigara külünün düştüğü delik pörçük ve eşya olmaktan bir hayli usanmış mavi koltuğun üzerinde uzanıyordum. Salonda yankılanan tek ses sıkıcı bir Fransız filminin durgun diyaloglarıydı. Çünkü yeryüzünde izlemediğim birkaç film kalmıştı sadece ve bu filmlerde sürekli ödül yağmuruna tutulan renksiz Fransız filmleriydi.

Masanın üzerinde yoksul bir köy çocuğu gibi duran telefonum çalmaya başladı. Bay-T arıyordu, kayda değer şeyler söylemeyeceği aşikardı. Telefonu sessize alıp filmi seyretmeye devam ettim. Bu gece Amerika başkanı dahil olmak üzere kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Yalnızca kendimi insanlardan soyutlamanın verdiği hazzın en uç noktalarını keşfetmeyi umuyordum. Neden insanlarla konuşacaktım ki? Hep aynı şeyleri söyleyip duruyorlardı. Kayda değer bir cümle duymayalı neredeyse aylar olmuştu. Ancak Bay-T gibi bir arkadaşınız varsa isteseniz de istemeseniz de telefonu er ya da geç açmak zorunda kalacağınızı anlarsınız. Bay-T gibi herifler ısrarcı olurlar. Kapıdan kovsanız bacadan girerler. Nihayetinde telefon yedi kere filan çaldı.

Televizyonun sesini kıstım. Telefonu buz dolabının arka kısmında çalışan motoruna doğru tuttum, “Seni daha sonra arasam olur mu dostum? İş yerindeyim, çalışıyorum…”

Bay-T üfleyip püfledi, “Çorap kokan evinde kendine acımakla meşgul olduğunu biliyorum. Beni kandıramazsın.”

“Ne istiyorsun?”

“Asıl sen ne istiyorsun? Son zamanlarda iyice kendini saldın ne arıyorsun ne soruyorsun. Çorlu’ya geleceğim diyordun, yaz bitecek bak hâlâ gelmedin.”

“Biliyorsun. Bu sıralar bir hayli yoğun çalışıyorum. Başımı kaşıyacak fırsatım bile olmuyor.”

“Bana yalan söylemekten vazgeç. Bana yalan söylediğini anlayabiliyorum. Şu an yine televizyonun karşısına geçmiş bir film izliyor olmalısın. Bütün gün yaptığın tek şey film izlemek.”

“Bana bir insan göster insan olduğunu kanıtlasın, o zaman ben de bir yolunu bulurum filmlerden uzaklaşmanın.”

“Bırak bu edebiyat ağızlarını.”

“Beni neden aradın?”

“Zevkimden aramadım herhalde,” diye öfkelenir gibi oldu Bay-T. “Düğün günüm belli oldu onu haber vereyim dedim.”

“Ne zaman?”

“Cumartesi akşamı saat sekizde,” dedi, sonra da vurguladı, “Bu cumartesi. Sakın bana bahane üreteyim deme. Çünkü nikah şahidimizsin.”

“Ben mi? Beni mi nikah şahidiniz yapacaksınız. İyi de benim cumartesi günü halletmem gereken çok mühim bir işim vardı. Memleketteki evimiz su alıyormuş, dış cephesine kaplama yaptırmam lazım.”

“Yaz ayındayız.”

“Evet ama firma randevulu çalışıyor, eğer bu sefer de yaptırmazsam seneye beklemek zorunda kalırım. Bu da annemin hiç hoşuna gitmez.”

Bay-T yine oflayıp pufladı, “Bana neden yalan söylüyorsun dostum?”

“Yalan söylemiyorum.”

“Seni aramadan önce anneni aradım. Bana evinizin su aldığından bahsetmedi. Seni aramadan önce bilerek anneni aradım çünkü o senin kadar yalan söylemiyor. Her neyse nikahıma şahitlik yapman için ayaklarına kapanacak değilim. Zaten bunu ben değil Meryem istiyordu. Şimdi bana açıkça söyle, buraya gelecek misin gelmeyecek misin?”

Bay-T memleketin öteki ucunda oturuyordu ama ölmeden önce yapmam gereken şeyler arasında onu ziyaret etmek de vardı. Bay-T’yi ve biricik nişanlısı Meryem’i dünya gözüyle son kez görmeliydim. Üstelik Meryem’le Bay-T’yi ben tanıştırmıştım. Düğünlerinde bulunmamak haksızlık olurdu.

Meryem’le Bay-T’nin (Yani İlker’in) tanışma hikayesi akıllara zarardı. Çünkü çevirim içi bir bilgisayar oyununda tanışıp evlenmeye karar vermişlerdi. Oyun platformundaki kimse rakip klan liderlerinin birbiriyle evleneceğini düşünmezdi. Bay-T’nin kurduğu klanda genellikle benim gibi saplar vardı, hayatı bilgisayar başında geçmiş ve ekrana eğilmekten sırtı kamburlaşmış, çoğu gözlüklü, asosyal ve her gece mastürbasyon yaptıktan sonra uyuyan tiplerden bahsediyorum. Meryem’in klanı ise kadınlardan oluşuyordu. Onların da bizden geri kalır yanı yoktu. Tek farkları uyurken mastürbasyon yapmıyorlardı. Bir gün oyun içindeki etkinliğin verdiği ganimet nedeniyle iki klan arasında hummalı bir tartışma başladı. Tartışma büyüdü ve içinden çıkılamaz bir hâl aldı. Herkes ağza alınmayacak küfürler ve insanın hayal gücünü zorlayacak argo cümleler kurmak için yarışıyordu. Yaklaşık yarım saat boyunca devam etti bu tartışma. Daha sonra altmış tane insanın birbirine küfretmesi yerine klan liderlerinin birbiriyle konuşup olayı tatlıya bağlaması gerektiğini düşündüm ve Discort’ta ayrı bir odada, Bay-T’yi ve oyundaki avatar ismi PinkPrincess olan Meryem’i buluşturdum. O ana dek Meryem’in kadın olduğundan bi haberdim. Sonuçta herkes PinkPrincess ismini kullanabilirdi. Bizim Bay-T, Meryem’in sesini duyunca birkaç saniyeliğine şoka girdi. Discort’a yanlış kişiyi eklediğimi düşündü ama her şey doğruydu. PinkPrincess Meryem’di, bu yüzden de Bay-T’nin yumuşaması ve özür dilemesi kolay oldu. Neticede iki klan arasındaki buz dağları eridi, ganimet paylaşıldı, sonrasında da klanlar birleşti falan filan. Bunlar beş yıl önce olmuştu. Artık evleniyorlar. Sanırım atalarımızın çeşme başında tanışma hikayelerinin yerini yakında bu tip sanal olaylar alacak.

Aslında bu bir teklif değildi sadece iki dostuma karşı vazifemi yerine getirmem gerekiyordu, “Pekâlâ oraya geleceğim, nikahınıza şahitlik de yapacağım.”

“Sahi mi? Yani yapman gerek bir işin filan mı yok mu? Mesela film izlemek ya da kitap okumak gibi?”

“Ne zaman orada olmam gerekiyor?”

“Düğün cumartesi günü, akşamüzeri, saat sekizde. Sen birkaç saat öncesinde burada olmaya çalış. Bu arada takım elbisen var mı? Yoksa buralardan ayarlamaya çalışayım mı?”

“Dert değil, ben ayarlarım,” dedim, sonrasında telefonu Meryem’e vermesini istedim, onunla da uzun zamandır konuşmuyordum.

Meryem telefonu alır almaz düğüne dair bazı ayrıntıları heyecan içinde anlatmaya başlamıştı: Boyundan bağlamalı zarafet kokan gelinlik, yüksek topuklu taşlı bir ayakkabı, ayakkabı tabanına yazılmak için belirlenen isimler, gelin çiçeğini ilk kimin yakalayacağına dair varyasyonlar, Amerika usulü nedimeler filan. Oysa gözlerimin önüne Meryem’in balık etli kız kardeşi ve çiftetelli oynayan teyzeler geliyordu nedense. Ter kokularının içinde çocukları pistten alalım diyen kara kuru ve bıyıklı bir herif, geline takılan altınları hunharca not defterine kaydeden cingöz aile bireyi, yedi katlı pasta, plastik bardaklarda sunulan sarı gazozlar… Baldızın üstündeki kayık yakalı zümrüt yeşili abiye, yanlardan fışkıran boğum boğum et, yanaklara sürülmüş iki kilo makyaj… Meryem’in gerçekten de bir kız kardeşi var mıydı ondan bile emin değildim aslında. Sadece zihnimde kurguluyordum nasıl bir düğün olacağını. “Harika olacak,” dedi Meryem, “Sahil kenarında, evet, koca oteli bir geceliğine kapattık. Yemek faslı sona erdikten sonra eğlence başlayacak. Salsa kulübünden arkadaşları davet ettim. Bir kız var. Adı Filiz. Geçen gün ona senden bahsettim. Eminim ki onunla dans etmek istersin.”

Dans mı, üstelik hiç tanımadığım bir kadınla mı? Daha neler! Şu dünyada nefret ettiğim bir şey varsa o da dans etmektir. Üstelik pek de beceremem. Bir keresinde Bay-T’nin önerisiyle dans kursuna yazılmıştım berbat bir deneyimdi. Salsa kursu duvarları aynalı bir mekandı. Orada herkes delicesine salsa yapıyordu. Kıvrak vücutlar, estetik bilek hareketleri, yarı erotik bakışmalar… Sorun şu ki: Salsayı hep halay çekmeye benzetmişimdir, ayak hareketleri filan birbirine çok benziyor. İkisi arasındaki ayrımı bir türlü becerememiştim. Çünkü Sentor gibiydim, alt tarafım halay üst tarafım salsa. Bazen duvardaki aynalardan kendimi seyrederdim. O kadar alakasız görünüyordum ki uzun hava söylemeye çalışan rap sanatçısı gibiydim. Daha doğru tabirle: Tenis raketiyle futbol oyamaya çalışan basketbol oyuncusu gibiydim. Yine de dans etmenin güzel yanı dünyanın en kötü performansını da sergileseniz her şeye rağmen eğleniyor olmanızdır. Dans ederken kimse birbirini yargılamaz, dalga geçmez, küçümsemez veya aşağılamaz. Gündelik sıkıntılar unutulur, ruh nefes alır ve beden varlığın altın kadehinden serotonin hormonunu yudumlar.

Meryem telefonu kapattığında kitaplığımın alt rafındaki haritayı çıkarıp Çorlu’ya yapacağım yolculuğun ne denli uzun olduğunu gördüm. Bin dört yüz kilometreydi ancak Bay-T’nin, o pislik herifin yüzünü bu sefer kara çıkaramayacağımı biliyordum. Belki Çorlu’dan dönerken şu intihar meselesini de hallederdim.

Ölüm tutkum zihnimi öylesine sarmıştı ki olan biteni psikoloğum ve arkadaşım olan Arzu’ya anlatsam o bile şaşkına döner, üzerime deli gömleğini geçirir, doğruca akıl hastanesine gönderirdi. Peki ya bu saplantımdan vazgeçmenin bir yolu var mıydı? Ya da bir diğer tabirle hangi olay, olgu ya da varsayım ölüm tutkumu yok edebilirdi? Bunu bilmiyordum.

Harita üzerine eğilip bir güzergâh belirlemeye çalıştım. Yolculuğum sırasında yol üstünde bazı yerlere de uğramayı planlıyordum.

Muhtemelen Ereğli sapağından döndükten sonra ve Konya istikametine doğru giderken bir yerlerde soluklanıp, ikinci sınıf lokantada kokmuş tavuk etiyle karnımı doyuracak sonrasında da ucuz bir pansiyonda zıbaracaktım. Sonrasında ise Kahya’nın yanına uğrayacak ve helallik isteyecektim.

Cüzdanım kitaplığımın hemen kenarındaki komodinin üzerinde duruyordu. Üç yüz yirmi lira para, maaş kartım, kredi kartım, kimliğim, ehliyetim ve bir de ikiye katlanmış eski bir kâğıt parçası vardı içinde. Cüzdanımın içindeki en değerli şeydi o kâğıt parçası. İçinde bir adres yazıyordu sadece. Bay-T’nin adresi değildi. Belki de bu yolculuğa çıkarak en sevdiğim insana veda edebilmenin ayrıcalığını yaşayabilirdim o kağıttaki adres sayesinde.

Karar vermiştim, Çorlu’ya varmadan önce, Kahya’nın yanına uğrayacak sonrasında ise İstanbul’a geçecek ve Yasemin’le görüşecektim tabi benimle görüşmeyi kabul ederse.

5

Sabah saat dokuz sularında Çorlu’ya doğru yola çıktığımda ardımda bıraktığım her ağacı, binayı ve insanı bir daha görmeyeceğimi biliyordum. Artık bodur zeytin ağaçları arasında kırmızı toprağı çapalayan köylüleri göremeyecektim. Taş binalar ve dar sokaklar ben olmadan şarkılarını söylemek zorunda kalacaklardı. Her sabah penceremi açtığımda şehrin kasvetli insanları ve yorgun çocukları beni karşılamayacaktı cadde boyunca. Ne burada kalıp alışmayı seçmiştim ne de koşup savaşmayı. Yorgunluğumun kıskacında boşluklara sarmalanmıştım. Haklı bir davanın yorgun askeriydim.

 

Adana’dan yola çıkıp batı gişelerini geçtiğimde jandarma kontrol noktasında durduruldum. Bıyığı henüz yeni yeni terlemeye başlayan bir asker kimliğimi isteyip nereye gittiğimi sordu. Kimliğimi incelerken beş kiloluk piyade tüfeğini sırtına doğru gelişigüzel bir vaziyette asmıştı. Diğer insanlar gibi o da yorgundu. Zihninde tarifi güç sorular vardı. Belki de derinlerinde özlem duyduğu bir kadın yatıyordu.

Genç asker, “Seni bir yerden gözüm ısırıyor,” diye doğruldu. Başındaki şapkayı çıkarıp şapkanın arkasındaki zımbırtıyla oynamaya başladı, “Ulubeyli misin?”

Aslında öyle bir yeri ilk defa duymuştum. Belli ki kendi memleketiydi veyahut bir zamanlar orada bulunmuştu.

“Ulubeyli değilim, doğma büyüme Adanalıyım, evet, içinden, kütük de orada, kimi dedin? Yok öyle birini tanımam, tabi tabi çok sıcak olur, yazın Adana’da durulmaz.”

Niyetim bir an önce yola koyulmaktı, lakin başımda dikilen Ulubeyli askerin meraklı kişiliği beni bir süre daha onunla konuşmaya mecbur bırakmıştı. Sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Sürekli kendi memleketinden bahsedip, memleketine geri döndüğünde uzun zamandır görüştüğü kadınla nişan yapacağını söylüyordu. Ne halt yediğinden bana ne be adam demek gelmedi içimden. İtinayla onu dinlemek zorunda hissettim kendimi. Çünkü anlaşılmaya ihtiyacı vardı. Zihninde dolandırdığı fikirleri ve anıları serbest bırakması gerekiyordu.

Bizim asker iki bin on dört yılında coğrafya öğretmenliği bölümünden mezun olmuş. Bir süre amcasının traktör tamir atölyesinde çıraklık yapmış. Orası iflas edince şehrin en işlek caddesinde işporta tezgâhı kurmuş. Telefon kabı, tıraş makinesi, el feneri, tırnak makası ve bunun gibi ıvır zıvır satmaya başlamış. Lakin orada da zabıtalar rahat bırakmamış. İki yıl boyunca iş aramış durmuş. Nihayetinde de son olarak orduya yazılmış.

“Ne kadar anti militarist olursan ol, yokluk piyade tüfeği taşıttırır,” diyerek gülümsedi. Dilinin ucuna bir şey geldi, söyleyemedi. Haydi yoluna git dedi onun yerine.

Kolaylıklar dileyip oradan uzaklaştım.

Bir yanılgının ortasında gerçeği arayan kör bir sokak şarkıcısı gibiydim. İlerlediğim yolun gerçekliğinden şüphe ediyordum. Garip bir duyguydu, sanki sanal gerçeklik oyunlarına kendimi kaptırmıştım. Yol boyunca toplumdaki yerimi sorgulayıp durdum. Uzun zamandır böyle bir yolculuğa çıkmamıştım. Biraz heyecanlı, biraz korkuyordum.

Hayata atıldığımdan beri sürekli çalışıp durmuştum. Başımı bile kaldırmadan, yorgunluktan bayılana kadar… Peki ya elime ne geçmişti? Para mı, araba mı, yeni ayakkabılar mı? Kazandıklarımın yanında kaybettiklerim koca bir hiçti sadece. Orta çağın köleleri bile daha özgür sayılırlardı. Bileklerimde, boynumda ve ayaklarımda görünmeyen zincirler vardı. Zincirlere öylesine alışmıştım ki bedenimin bir uzvu olarak görmeye başlamıştım sanki. Hangi hayalin peşinden koşmaya çalışsam, zincirler beni engelliyor ve ben ayaklarımın altına yağ dökülmüş gibi olduğum yerde debelenmekten öteye geçemiyordum. Çocukluğumdan beri zincirlerime sıkı sıkıya bağlı kalmak için eğitilmiştim. Zincirlerimden kurtulmak gibi bir hayalin korkunç neticelere yol açacağına inanmıştım. İnsanlar tarafından sıradanlığı lütuf olarak görmek için eğitilmiştim. Sirk maymunundan hiçbir farkım yoktu, gösteri bittiğinde benim de karnım doyardı.

Otoyolda ilerlerken dağların yamacına serpilmiş küçük köyleri gördüm. İlkokul yıllarımda okuduğum hikâye kitaplarındaki gibiydiler. Köylerin sokaklarında bisiklet süren birkaç çocuk vardı. Ellerini bisikletin gidonundan çekmişler yanlara doğru açmışlardı. Güle oynaya tadını çıkarıyorlardı hayatın.

Akçatekir yokuşunu çıkarken arabamın hararet göstergesi kırmızı alana doğru yaklaşmaya başladı. Yol kenarında durup motor suyunun soğuması için kaputu açtım.

Çelik bariyerlere kıçımı dayamış motor suyunun soğumasını beklerken önüm sıra mermi gibi geçen araçları seyretmeye koyuldum. İnsanların bir yerlere yetişmek için neden acele ettiklerini anlamaya çalıştım. Bu kadar acele edecek ne vardı hayatlarında önemli olan? Dünya’yı mı kurtaracaklardı? Hepsi birer süper kahramandı da benim mi haberim yoktu? Kırmızı arabalar, siyah kamyonlar, beyaz minibüsler; egzozundan çıkan kara dumanı gökyüzüne salarak, nefes almaksızın, durmayı gözetmeksizin, ısrarla ve acı içinde ilerliyorlardı sadece. Kuşkusuz şu an yol kenarında durmuş arabamın motor suyunun soğumasını beklerken yaşamı anlamlandırmak isteseydim yazacağım dizeler şöyle olurdu:

 
Yaşamak,
 
 
A noktasından B noktasına son surat ilerlemek,
Ve B noktasından C noktasına asla gidememektir.
 

On dakika sonra karpuz taşıyan bir tır tıslayarak birkaç metre önümde durdu. İçinden kır saçlı bir ihtiyar indi. Telefonu çıkarıp birileri aradı, kamyonun frenleriyle ilgili bir sıkıntıdan bahsediyordu. Tekir yokuşundan bu şekilde inerse soluğu kaçış rampasında alacağını söylüyordu. Telefonu kapattıktan sonra cebinden buruşuk bir sigara paketi çıkardı. Çakmağı bulamamıştı, aranıp duruyordu, hay aksi dercesine kafasını salladı, çakmağı vites kolunun yanındaki boşlukta unutmuştu.

“Hey, beybaba,” diye seslendim çakmağı göstererek.

Yanıma doğru gelmeye başladı, “Teşekkür ederim,” çakmağı alıp sigarasını tutuşturdu. “Hayrola senin araba su mu kaynattı?” diye sordu arabamı işaret ederek.

“Üç kilometre daha gitseydi su kaynatırdı,” dedim, “Neden bilmiyorum hararet göstergesi yükseldi.”

Başını gökyüzüne doğru kaldırdı, gözleriyle güneşi aradı, “Malum hava sıcak. Tabi bir de yokuş olunca, haliyle…”

“Öyle tabi.”

“Yolculuk nereye?” diye sordu, bir dal sigara uzattı.

“Sağ ol, izmariti yeni söndürdüm. Konya’ya bir arkadaşı ziyaret edeceğim oradan da İstanbul’a geçeceğim sonra da istikamet Çorlu. Çorlu’da bir arkadaşım evleniyor.”

“İyi, iyi,” dedi sigarasını afiyetle içerken, “Allah bir yastıkta kocatsın,” öksürüyordu, her öksürdüğünde ciğerlerinden bir parça da yola doğru savruluyordu. Gözleri kan çanağı oluverdi birkaç saniyede.

“İyi misin?” diye sordum, “Su vereyim mi? Torpidoda su olacaktı.”

“Yok sağ ol. Geçer şimdi, tütün kurumuş, boğazımı yaktı,” dedi, birkaç kez yutkunarak boğazındaki acıyı gidermeye çalıştı, “Geçen gün Gaziantep’ten yarım kilo tütün almıştım, tütüncü kuru vermiş. Atsan atılmaz, mecbur içeceğiz,” dedi, sonra arabamın motoruna doğru eğildi. Sigarasını dudağına yerleştirdi. Motorun alt kısmındaki kabloları kontrol etmeye başladı, “Ben de Afyon’a karpuz götürüyorum, Adana’dan aldım yükümü, Karataş’tan, bilir misin Karataş’ı?”

“Adanalıyım,” dedim, “Küçükken gitmiştim birkaç kez. Karataş’a, denize girmeye…”

“İyi, iyi,” dedi, arabamın motorundan tozlu bir kabloyu çıkarıp ucundaki plastik şeyi bana gösterdi, “Bunu değiştir. Kaza yaparsın sonra. Motor yağını da değiştir, seviyesi azalmış, contayı yakarsın. Eskiden araba tamircisiydim, oradan biliyorum,” dedi, tozlu ellerini pantolonuna sürdü.

“Çorlu’ya kadar götürür mü beni?” diye sordum.

Yaşlı gözlerini kısıp yolun yukarısına doğru baktı, eli belindeydi, “Çorlu uzak,” dedi, “Sen yine de yol üstünde tamirci görürsen arabanı yanaştır. En azından yarım litre yağ takviyesi yapsın.”

“Öyle yaparım. Sağ olasın,” dedim, kamyonu işaret ettim, “Seninkinin neyi var?”

“Balatalar… Herhalde içine taş girmiş. Patır kütür ses geliyor. Bizim oğlanı aradım, yarım saate gelir,” dedi. Sonra yaşına aldırmadan kamyonun kasasına doğru yönelip tırmandı, orta halli bir karpuzu çekip çıkardı, bana uzattı, “Yolda yersin.”

“Ne gerek vardı?”

“Olsun, havalar sıcak, çekinme, al yahu, alsana,” dedi, karpuzu ön koltuğa yatırıverdi. “Yolun uzun, insanlar da su kaynatır…”

“Doğru,” dedim gülümseyerek.

Kaputa doğru eğildi, elini motor bloğunun üzerine tuttu, “Hararet azalmış gibi görünüyor.”

Isıyı kontrol etmek için arabaya geçip kontağı çevirdim, gösterge birkaç tık aşağı düşmüştü, Akçatekir yokuşunu çıkana kadar idare ederdi.

İhtiyar arabanın yan tarafına gelince torpidonun üzerindeki şiirlerimi gördü. Emin olmak için başını içeri doğru uzattı.

“Anlaşılan şiir yazıyorsun,” dedi, kafa salladı.

“Birkaç karalama sadece.”

“Aşığın biliyor mu ona şiir yazdığını?”

“Hayır,” dedim çaresizce, “Hayır, bilmiyor.”

“Bu kötü işte… Gençliğimde ben de şiir yazardım,” dedi. Katarakt inmiş gözleri birkaç saniyeliğine daldı gitti, “O sıralar bir kıza vurgundum, adı Makbule’ydi… İncecik bel, dilber gibi dudak, billur gibi ses…”

“Makbule hı, peki ne oldu Makbule’ye?” diye sordum.

“Uzun hikâye,” diye geçiştirdi. Aslında anlatmak istiyordu çünkü bunu hissedebiliyordum. Ulubeyli Asker gibi, onu dinleyen birine ihtiyaç duyuyordu, “Hem de çok uzun hikâye,” dedi merak etmem için, “Ohoo, anlatmaya kalksam sabah olur! Sabahı geçtim roman olur!” Gülümsemeye çalıştı, kara bir gülümsemeydi, yaşlı yanakları artık daha da kırışmıştı.

Donuk gözleri torpidonun üzerindeki kâğıt parçalarındaydı.

“Ben de zamanında Makbule’ye âşık olduktan sonra şairliğe soyundum,” diye başladı konuşmasına, “Ona her gün şiir yazdım, bazısı birkaç dizeden oluşuyordu bazısı da sayfalarca uzayıp gidiyordu. Makbule’ye olan sevgimi ifade edecek bir şiir arıyordum sadece. Öyle bir şiir yazmalıydım ki Makbule şiiri okuduktan sonra kollarıma atlamalı ve yanaklarımı saatlerce öpmeliydi.”

“Eee? O şiiri yazabildin mi peki?”

“Yazdım,” diye başını salladı, “Hem de tam istediğim türden bir şiir. Otuz altı dizeden oluşan serbest nazım! İnci gibi dizmiştim kelimeleri. Yeri geldi beş dizeyi bir dakikada. Yeri geldi bir kelimeyi bir ayda yazdım. Şiiri temiz bir kâğıda aktardım kız kardeşimle Makbule’ye gönderttim. Makbule’nin evi bizim mahallenin hemen köşesindeydi. Erkekler onunla evlenmek isterdi. Kadınlar onun gibi görünmek isterdi. Makbule mahallenin gün ışığıydı. Ona yazdığım şiiri okuduktan sonra bana haber göndertmiş. Saat ikide Gülyazı Pastanesinde onu bekliyorum demiş. Düğünlerden düğünlere giydiğim bir kadife takım elbisem vardı. Hı bu arada sana tavsiyem sevdiğin kadının yanına takım elbiseyle git. Bu ona olan saygının bir göstergesidir.”

“Takım elbise mi? Gerçekten mi?”

“Tabi ya! Hem de en fiyakalısı. Takım elbise her kadının hoşuna gider. İşte ben de bu niyetle kadife takım elbisemi giydim, saçlarımı da taradım, elime de üç tutam kırmızı karanfil aldım…”

“Kırmızı karanfil mi?”

“Kırmızı olanlar aşkı temsil eder çünkü. Bir kadına kırmızı karanfil vermek demek ona âşık olduğunu ifade etmek demek. Eskiden böyleydi, insanlar duygularını çiçeklerle anlatabiliyordu. Her duyguyu yansıtan bir çiçek olurdu. Mesela hayal kırıklığına uğrayanlar sarı karanfil gönderirlerdi. Anlayış bekleyenler pembe lale gönderirlerdi. Sarı fulya beni asla unutma demekti. Beyaz karanfil de saflığı, temizliği ve sonsuzluğu simgelerdi. Gelin arabaları da beyaz karanfille süslenirdi… Neden bilmiyorum ama eskiden çiçeklerin bir hayli anlamı vardı. Şimdi internetten sipariş verilen bir obje oldu.”

“Doğru söylüyorsun, şu zamanda her şeyi internetten alıyoruz. Peki ya sonra ne oldu, yani Makbule’yle buluştunuz mu?”

“Hı, hı buluştuk. Gülyazı Pastanesi’nde buluştuk. Makbule ona yazdığım şiiri beğendiğini söyledi. Bir tane daha şiir yazar mısın diye sordu. Yazarım, dedim. Elimi tuttu, öne çıktı, yanağımı öpecekti ama pastane kalabalıktı. Eve dönüşte Makbule’yi bir sahanlığa çektim. Kapat gözlerini, dedim. Kapattı. Hazır mısın, diye sordum. Hazırım dedi. Makbule’nin göz kapaklarına bir buse kondurdum. Bu da neyin nesi diye şaşırdı. Bu dedim, bu bir şair öpücüğüdür, dudaklarından öpmem için karım olman gerek dedim. Bu bir evlilik teklifi mi diye sordu. Birkaç ay sonra düğün planları yapar olmuştuk ama…” Sustu, dudağı eğildi, karşıdaki tepeye doğru kırgın argın baktı.

“Ama?”

“Aması,” dedi ihtiyar. Hatırladıkça canı sıkıldı, derin bir nefes alıp verdi, “Aması, hayatın acımasız gerçekleri… Şairlerin ortak kaderi… Yaşadığım mahalle yoksuldu. Makbule ise mahallenin en güzel kızıydı. Anlayacağın kadere yenik düştüm. Yoksul mahallesinin en güzel kızını hep zenginler alır çünkü,” dedi, “Makbule benden ayrıldı. Müteahhittin biriyle evlendi. Bana da yaşadıklarımızı unutmamı öğütledi.”

İhtiyar Makbule dediği kadını hâlâ seviyordu. Yoksa neden anlatırken bile bu kadar acı çekiyor olsundu? “Müteahhitler hep kazanır,” diye fısıldadım.

“Doğru,” diye karşılık verdi, “Müteahhitler hep kazanıyor. Orospu çocukları…”

 

Güldüm, “Ya şairler?” diye sordum, “Onlar hiç kazanamaz mı?”

“Şairler mi? Şairler uzun vadede kaybedenlerdir. Çoğu yarım kalır. Çoğu eksik bir hayat yaşar. Ve çoğu da öldükten sonra hatırlanır.”

“Diyorsun ki şiir yazmaya devam ettiğin sürece er ya da geç kaybedeceksin, öyle mi?”

İhtiyar sigara izmaritini ayağıyla tepeledi, “Doğru, kaybedeceksin. Şairlik intihar sebebidir,” dedi, “Kimse sen şairsin diye sana saygı göstermeyecek, ancak bir limuzinden inersen orası ayrı.”

“Ya kadınlar?”

“Ne olmuş kadınlara?”

“Şairleri sevmezler mi?”

“Kadınlar,” diye tekrar etti, “Kadınlar duygusal canlılardır. Kolay sevebilirler ancak son sözü söyleyen hep mantıktır. Yani baldırı çıplak bir şairsen mahallenin en güzel kızını alamazsın,” dedi.

“Yine de ona şiir yazmak gibisi yok.”

“Doğru, sevdiğin insana şiir yazmak gibisi yoktur ama dikkat et şiir bağımlılık yapar, duygulara bağımlı olursun sonra. Yazdıkça kendini iyi hissettiğine inanırsın oysa yazdıkça ölüme daha da yaklaştığını anlarsın. Gerçek hayat asla şairler için ideal bir ortam değildir. Bir süre sonra mevsimler tat vermez; ağaçlar, çiçekler, denizler yalnızca hayallerde güzel gelmeye başlar. Şair, şiir yazarken öyle hayallere kalkışır ki sonunda gerçeklik onu boğan tek şey olur. Şairlerin yalnızlığı seçmesinin sebebi budur.”

“Belki de yalnızlık seçim değildir,” diyerek ihtiyara doğru döndüm, “Bir sürüklenmedir ya da geri çekilmektir. Bir çocuk düşün, canı acıdığını bildiği halde neden parmağını sobanın üstünde tutsun?”

“Peki ya her iki türlüsü de can acıtıyorsa? Yalnızlığı seçse de seçmese de aynı acıyı hissediyorsa?”

Anlamışçasına başımı salladım, “Şairlik intihara yaklaştırır,” dedim. İhtiyarın pamuk beyazı saçlarına baktım, “Ağlaya ağlaya geldim Dünya’ya, güle oynaya gitmek istiyorum sadece.”

“Bakmayın neşemin yerinde olduğuna ölü şairlerden biriyim bu gece,” dedi gülümseyerek, “Aldığım nefes seni yanıltmasın. Sevdamı bir dar ağacında astım. Bu bir şiir değil bu benim hayatım.”

“Geçen gün kütüphanede bir kitaba denk geldim. Şairlerin ilk yüreği ölür diyordu. Mademki sevdanı bir dar ağacında astın o halde neden Makbule’nin çıkıp gelmesi için ümitlisin?”

Yolun aşağı kısmına baktı, kamyonlar, tırlar, minibüsler, otomobiller, ardı arkası kesilmeden geliyordu. Yorgun gözleri dalıp gitti oraya doğru. Sonra arabamın üstüne vurdu avuç içiyle, “Şaire yol gerek,” dedi.

“O halde gideyim ben?”

“Durduğun kabahat…”

Motoru çalıştırdım, gaza basmadan önce ihtiyara baktım, “Demek Makbule’yi göz kapaklarından öptün… İşte bu fikri sevdim.”

“Şair öpücüğü,” dedi ellerini iki yana açarak.

Oradan uzaklaştım. Dikiz aynasından ona baktığımda beyaz başını yine gökyüzüne doğru kaldırmıştı. Makbule’yi düşünüyordu.

Ben de Yasemin’i düşünüyordum.

***

İnsan çoğu zaman toplumdan kaçmak isterdi oysa asıl kaçmak istediği kendiydi. Bir terminalde herhangi bir otobüse binip ismini dahi duymadığı diyarlara doğru gitmek gelirdi içinden. Pencere kenarına oturmuş en sevdiği şarkılardan birini dinlerken son durakta onu bekleyen güzel günlerin hayalini zihninde canlandırmak isterdi. İnsan yolculuklarda kendini bulacağını düşünürdü çünkü aslında kimse olduğu yere ait değildi. Böylece hiçbir ağrı kesicinin tedavi edemediği varoluşsal sancılarıyla karşı karşıya kalırdı çoğu insan. İki dağın arasındaki uçurumdan aşağı doğru süzülüyormuş gibi bir çöküş yaşardı. Yerçekimi düşmeyi kolaylaştırırdı. Oysa her şeye rağmen uçurumun sonunda bir trambolin olacağını düşünürdü insan. Sürekli benzer sorularla karşı karşıya kalırdı. Dünya’ya ne için geldiğini bulmak isterdi. Yaşam amacıyla ve felsefesiyle karşılaşacağı günün hayallerini kurardı. Toplumun onu anlamasını ve kendini ifade etmenin hürriyetini kemik iliklerine kadar hissetmenin gururunu yaşamak isterdi. İçinde bulunduğum ruh halini ifade etmenin yolu yine kaleme sarılıp beni ölüme sürükleyen eyleme yenisi eklemekti:

 
Altı üstü insanım
-Güzel anılar biriktirmeye geldim Dünya’ya
Karınca değilim kırk kat derdi yüklemeyin sırtıma
Uçarı bedenim ihtiyar hayallerin esiri olmasın
Yaşadığım çağı rahat bırakın
Ağlaya ağlaya geldim Dünya’ya
Güle oynaya gitmek istiyorum sadece.
 
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?