Turfanda mı Turfa mı?

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Mansur, politikaya düşkündü. Lakin politikacılar için cemiyette kısa zamanda geçimini sağlayabilecek bir mevki kazanmanın zor olacağını tahmin ediyordu. Fazla olarak doğuştan kabiliyeti sayesinde ders için pek az vakit ayırarak geri kalan vaktini tarihe, iktisada, hukuka ve umumiyetle politikaya dair eserleri okumaya vermişti.

Bunun için Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ni seçmekle beraber Paris’te eksik olmayan politika konferanslarına da devam edebilecekti. Şimdiye kadar bu husustaki tecrübelerinden aldanmamıştı.

Altı ay sonra Mansur, üniversitede ders veren Paris’in en meşhur hocalarının bilhassa dikkatlerini çekmiş seçkin öğrencilerin en birincilerinden sayılıyordu.

Tahsilini tamamladıktan sonra bir müddet bekleyip “doktora” imtihanını vermiş ve kendisine “medar-ı iftihar” gözüyle bakmakta olan hocalar tarafından ders muavini tayin olunması için yapılan teklifleri –ki arkadaşları için ideal sayılır– dahi reddederek İstanbul’a doğru yola çıkmıştı.

***

Şafak sökmüş, pencerelerden giren aydınlık, mumun ışığını sönük göstermeye başlamıştı. Mansur Bey hâlâ otelin odasında duvardan duvara gezinip duruyordu.

Mansur’un gözü duvarda asılı olan aynadaki kendi hayaline ilişti. O da durmadan hızlı yürümekteydi. Dudaklarında gülümseme göründü.

“Şimdiye kadar böyle boşuna attığım adımlar bir araya toplanmış olsa belki yer küresi birkaç kere dönülebilirdi.” dedi. Hemen arkasından:

“Boşuna mı? Hayır, hayır! Boşuna diyemem!” diyerek kendi kendini yalanladı.

Evet, Mansur Bey odasında yalnız kaldığı vakitlerde pek çok gezinirdi. Bu gezinmeleri, Doğu âleminden alınan mühimce haberlerin, gazetelerde Doğu meseleleri ve işleri hakkında yazılan makaleleri okumasının, devamlı okumayı âdet edindiği kitaplarda dikkate değer olaylar ve meseleler üzerinde zihnini yormasının neticesiydi.

O meseleleri, günün şartlarına uygulayarak en iyi selamet yolunu bulmak için zihnini, vücudunu yorardı.

Okuduğu eserlerin kenarlarını karmakarışık notlarla doldururdu. Gazete makalelerini kısım kısım ayırıp her birini masanın ayrı bir gözüne yerleştirirdi. Üzerinde Alter Ego, yani “Diğer Ben” yazılmış olan büyük hatıra defterleri durmadan dolup sandığa konulurdu.

İşte o notlar, o okumalar, günlük duygu ve düşüncelerini yazdığı defterler, manevi Mansur Bey’in gayet gerçek, canlı bir kopyasıydı. Kendisince onlar hayatının rehberi, din ve devlet hizmeti için hazırlanmış akıl defterleriydi. Nazarında kıymeti çoktu. Hakikaten de kıymetsiz değildi.

“Ya zararlı bir şey zannıyla defterlerim bugün gümrükte alıkonuldu ise?” fikri Mansur Bey’in vücudunu dondurdu.

Hemen:

“Böyle bir şey olsaydı komisyoncu haber verirdi.” diyerek avundu.

Fakat yine kani olamadı. Yanında bulunan sandıklardan birini çekti, açtı. Defterleri duruyordu. İçgüdüsüyle en üsttekinin kabını açtığı vakit sahifenin yukarısında “Salus imperii summa lex esto” cümlesi göründü. Güya kendisinden soruyorlarmış gibi Mansur:

“Evet, Çiçeron’un hakkı vardır. ‘Devletin selameti kanunların en yücesi’ bilinmelidir. Cennet-mekânın fiilî ispatı meydandadır.” dedi. Cennet-mekânla kastettiği, yeniçeri belasından devlet ve hilafeti kurtarmış olan Sultan Mahmud Han Hazretleri idi.

Defteri, sandığı kapayıp geri çekildi.

Şu suretle mazisini bir kere hayalinden geçirmiş olan Mansur Bey o rehbersiz, yardımsız, öksüz olarak geçen mazisinde ne gibi kusurlarda, kabahatlerde, ihmallerde bulunduğunu bellemek üzere yine zihninde geçmişe dönerek bir müddet düşündü.

Çocukluk çağındayken, manasız bir rekabet hissiyle Zehra hakkında dille tecavüzlerde bulunarak farkında olmadan onun tahsiline mâni olanlarla birlik olmaktan başka vicdanında azaba benzer bir şey bulamadı.

Belki yegâne olduğu için o kusur da zihninde pek büyük göründü.

“Ah, ne olurdu, o da olmasaydı!” dedi. Bir müddet düşündükten sonra yakaran bir tavırla ellerini kaldırdı:

“Ey kudretli, merhametli Allah’ım! Ey benim gibi kimsesiz ve koruyucusuz olanlara selamet ve kurtuluş yolunda yardımcı ve kerim olan kâinatın yaratıcısı! Seçkin milletin olan şu yüce ümmetinin dünyada ve ahirette saadetine, sevgili peygamberin bulunan peygamberler ulusunun vekil ve halifesine en iyi şekilde hizmet etmek hususundaki saf ve şiddetli arzum, menfaatsiz, şartsız gayretim senin malumundur. Hayat güneşimin gurubu günlerinde dahi bugün gibi vicdanımı pişmanlık ve utanç lekesinden uzak bulundurmaya muvaffak etmeni bütün samimiyet ve inancımla senden niyaz ve istirham ediyorum. Saflık ve doğrulukla arz olunan benim şu kulluk yakarışımı varlığımı bedel tutarak kabul eyle, ey bağışlayanların en merhametlisi Rabb’im!”

Şu içten duayı eda eden Mansur Bey’in kalbine rikkat geldi. Yanaklarından aşağı bir iki damla yaş yuvarlanıp yere düştü.

O anda sanki varlığının en derin bir köşesinden duyurulan “İnnallahe ma’asâdıkîn” (Allah sadık olanlarla beraberdir) cevabi hitabı Mansur Bey’i iliğine kadar sarstı.

Güneş doğmuş, ortalığı aydınlığa boğmuştu. On dakika sonra pencereye yaklaşmış olan Mansur Bey, manzaranın güzelliğinden hayran kalarak dün saatlerce üzerinde kendisini kaybettiği sandalyeye oturdu. Her şey dünkünden daha ziyade mütebessim ve mültefit görünüyordu.

“Evet, evet. Aynen böyledir. Kavmimizin hayatının ilkbaharı yaklaşmakta, milletimizin baht ve saadet güneşi yeniden şerefle doğmaktadır.” dedi. Bir müddet daha etrafın seyriyle lezzet aldıktan sonra kalbinde ferahlık, yüzünde gülümseme ile kalkıp pencereyi ve perdeleri kapadı, yatağına yattı. İki dakika sonra dudakları gülümser olduğu hâlde derin ve rahat bir uykuya dalmış bulunuyordu.

Görüşme

Fatih’ten Sultanselim’e gidilirken sağda solda birçok eski konak görülür ki çoğu harap olmaya yüz tutmuştur. Bundan yirmi beş sene önce bu konaklardan biri dış ve iç süslemeleriyle herkesin dikkatini çekiyordu.

Konak büyük ve eski bir konaktı. Geçen asırdan beri devlet ve millet hizmetinde gayret ve sadakatle kendini göstererek halk ve yüksek tabaka insanlarının dillerinde güzel bir nam bırakmaya muvaffak olan üç, dört kazaskere mesken olagelmişken, 1834 tarihlerinden, yani en sonraki nöbetçinin bir evlat bırakmaksızın ölümünden, bahsettiğimiz zamana kadar büsbütün boş ve ıssız kalmıştı. Mahalle kahvesinde bir kere “Uğursuzdur!” sözü işitilmişti. Artık içinde kimse oturmadıktan başka hatta bazen bekçi bulmakta bile güçlük çekiliyordu.

Konak, bu tarihten üç yıl önce ilim ve ahlakı, servet ve varlığı, haysiyet ve itibarı bakımından nice benzerlerine gıpta ettirmiş olan Şeyh Salihü’l-Magribî tarafından satın alınarak hayranlık uyandıracak bir şekilde onarılmış ve süslenmiş bulunuyordu.

“Uğursuzdur!” hükmü vaktiyle Şeyh Efendi’nin de kulağına duyurulmuştu. Lakin kendisi öyle mahalle dedikodusuna kulak verir takımdan değildi. İlk caydırmaya kalkışan dili “Her şey Cenabıhakk’ın takdir ettiğine varır.” kati sözüyle kesivermişti. Kimse bir daha kendisine karşı ağzını açmaya cüret edememişti. Yalnız cahillik ve kıskançlık kurbanı bulunan bazı mahalleliler, bilhassa kadınlar -güya çoktan beri öyle bir şeyi bekliyorlarmış gibi- konakta birinin burnu kanadığını işitince “İşte gördünüz mü?” derlerdi.

Konağın içindekilerse mahallenin şu felaket tellallıklarından habersiz olarak bahtiyarca ömür geçiriyorlardı.

Evet, bahtiyarca! Çünkü insanların bahtiyar sayılmaları için ne lazım gelirse hepsi eldeydi. Sıhhat ve afiyetleri, şan ve şöhretleri, gördükleri teveccüh ve iltifat da sahip oldukları servet ve itibar derecesindeydi. Böyleleri koskoca İstanbul şehrinde bile çok bulunmazlar.

Otuz odalı, iki kat bina, bahçe, konağın karşı tarafında yine bahçe ile mutfak dairesi, ahırlar, arabalıklar, hizmetçi dairesi, hep mükemmeldi. Yoksullar için konağın kapısı açık, sahiplerinin elleri gevşekti.

Konağın yeni sahibi, hikâyemizde adı sık sık geçen İbni Galiblerden Şeyh Salih Efendi’dir. İki karısı ve iki çocuğu var. “Çocuk” dediğimiz, yirmi beş yaşında evli oğlu İsmail Rüşdü Bey ile on dokuz yaşını bitirmiş bekâr kızı Sabiha Hanım’dır.

Şeyh Salih Efendi yüksek meclislerden birinde memurdur. Arkadaşları arasında fıkıh ve hadiste sayılı üstatlardandır. İlim ve irfanından yararlanmak arzusunda bulunan belli başlı kimseler konağından eksik olmadığı gibi, yüce saltanatın nazırlarıyla da daima görüşür, devlet büyüklerince beğenilir.

Ailesi fertleri de kendi çevrelerinde itibar kazanmışlardır.

Konak üç kısım olup evde harem, selamlık, taş bölük diye bilinir. Taş bölük harem ile selamlık arasında büyücek bir dairedir ki bazı bölmeleri ahşaptan, dört duvarı ile hamam dairesi taştandır.

Efendinin odaları gerek haremde, gerek selamlıkta üst kattadır. Selamlıkta, üst kata çifte merdivenle önce doğrama ve renkli camlarla ayrılmış merdiven başına, oradan da bir kapı ile büyük bir sofaya çıkılır.

Sofa, binanın enine büyük bir sofadır. Yekpare Gördes halısı döşenmiştir. Diğer süslemeleri yaldız, ipek, billur, eski madenden ibarettir. Yalnız köşelerine konulmuş dört minder ile aralarındaki ikişer erkân şiltesinden başka bütün takımı alafrangadır.

Duvarlarda resimden eser yoktur. Büyük aynalarla, konsolların aralarında beş kıta ile ayrıca Osmanlı İmparatorluğu haritaları asılmıştır. Tavanın ortasında büyük avize, duvarın altı yerinde renkli lambalar mevcuttur.

Sofanın liman, Beyoğlu, Tophane, Boğaziçi taraflarına bakan merdiven tarafındaki cephesinde, duvara Osmanlı İmparatorluğu haritası, onun karşısına da Afrika kıtası haritası asılmış bulunuyor.

Efendinin her vakit oturduğu yer, işte burasıdır. Arkasını Afrika’ya, yüzünü Osmanlı İmparatorluğu’na vererek oturur. Haritaların bu şekilde asılmasını kendisi emretmiştir.

Misafir bulunursa Efendi mindere çıkar, kendi kendine kalırsa minderin üstünde ve kenarında eksik olmayan kitaplardan birini alıp erkân şiltesine iner.

Oturduğu yer merdiven kapısının karşısına düşer. Çıkan misafir kapıdan girer girmez Efendi’nin karşısında bulunmuş olur.

 

Gelen misafirler sofada kabul olunur. Fakat misafir devlet büyüklerinden olursa merdiven karşısındaki kapıdan diğer bir salona, oradan denize bakan geniş ve güzel döşenmiş bir odaya alınır. Asıl “efendi odası” bu odadır. Döşemesi daha değerli eşyadandır. Duvarlarında harita yerine en meşhur hattatların seçkin eserlerinden olmak üzere birçok çerçeve asılıdır.

Şu salon ile odadan başka binanın o yönünde biri hem sofaya hem de salona açılır, diğeri yalnız sofaya açılır iki oda daha vardır. Bu odalar oğlu İsmail Bey’in odalarıdır.

Sofanın merdiven tarafındaki duvarında iki kapı mevcut olup ikisinden de mabeyin dairesine gidilir. Biri, yani merdivenden çıkılınca sağ yahut deniz tarafına geleni yemek, kiler, kütüphane odalarına, diğeri de soba, hamam dairesine götürür.

Yemek odasıyla kilere alt kattan ayrıca merdiven vardır. Her vakit selamlık sayılır. Anahtarı Efendi’nin cebinde bulunan kütüphane salonuna bitişik olan odası harem dairesini kapatır.

Öbür taraf, yani soba ve hamamın bulunduğu bölme ise harem dairesinden sayılır. Yalnız kışın sofanın kapıları hatırlı misafirlere açılır. Bunu yalnız Efendi yapabilir. İsmail Bey’e bile bu müsaade verilmemiştir. Bu taraftan da aşağı kata merdiven vardır. Bu merdivenle önce sofa denilecek kadar büyük bir ayakkabılığa ve dönme dolabın önüne, harem bahçesine inilir.

Harem dairesi oda bakımından selamlığın iki misli büyüklüktedir. Üst katta mabeyin dairesine yine sofa bitişiktir. Sofanın kütüphane dairesindeki kapıdan Efendi, hamam dairesindeki kapıdan da İsmail Bey gelip giderler. Halayıklar sofaya süpürmek için yalnız günde bir kere çıkabilirler. Hanımlar ise çokluk uğramazlar.

Harem dairesinin birinci sofasından daha içeriye gitmek için dört kapısı vardı. İkisi birbirinden geçmeli üçer odadan öbür sofaya çıkmak için kullanılır. Diğer ikisi ise odalara uğratmaksızın aralık yoldan doğru öbür sofaya götürür.

Öbür sofada da şu dört kapının karşısındaki kapılardan başka, aralarında çifte merdivenin doğramalı kapısı vardır. Sofanın öbür kısmında ise boyuna odalar bulunur ki Karadeniz tarafındaki büyük oda Hanımefendi’nin misafir odası, yanı başındaki iki küçük oda kızı Sabiha Hanım’ın, Akdeniz tarafındaki köşe odası Zehra Hanım’ındır.

İki sofa arasındaki üçer odadan Karadeniz tarafındakiler Efendi’nin, yani karısının, Akdeniz tarafındakiler de İsmail Bey’in, yani gelin hanımın daireleridir.

Alt katta, bahçede dönme dolap ile pek seyrek açılır büyük bir kapıdan başka harem ile selamlık arasında bir kapı ve pencere yoktur.

Selamlığın sokak kapısı caddeye, hareminki de bahçeden yandaki sokağa bakar.

***

Mansur Bey’in İstanbul’a gelişinin ertesi olan cumartesi günü, gündüz saat altı buçuk sularında Şeyh Salih Efendi Hazretleri, her zamanki gibi sofada oturmaktaydı.

Yüzüne dikkatli bakan olsaydı, kafasının fazla meşgul olduğunu görebilirdi. Çünkü esmer rengi ak denilecek dereceye yaklaşmış kır sakalı ile pek de uygun düşmeyen büyük siyah gözleri arada sırada parlayıp sönmekteydi. Artık uzamaya başlamış ve siyah rengini hâlâ muhafaza edebilmiş olan gür kaşlarının altından parlayan o büyük gözler, şüphesiz hiddeti hâlinde bendelerinin ve bakışlarına hedef olan başkalarının yüreklerinde kanı dondurabilecek kadar tesirli bir silah yerine geçerdi.

Zaten Salih Efendi’nin umumi görünüşünde itici kuvvet, çekici kuvvete galipti. Boylu bosluydu, hatta oturduğu yerde bile dağ gibi görünürdü. Hele birkaç seneden beri ziyadece yağ bağladığından vücudun şekilsizliği gecelik entari ve kürkle de örtülemiyordu. Yüzü gevşemiş, alnı buruşmuştu; ilk bakışta yalnız gözleri, yaradılıştan sahip olduğu zekâyı aksettirebiliyordu.

Minderin üzerinde oturan Salih Efendi’nin karşısında, kapıya yakın olan bir sandalyenin kenarına ilişerek iki büklüm olmuş bir adam bulunuyordu. Kara sakalı, çatık kaşları, kalın yüzü siyaha çalan fesi, tek gözlüğü, elbisesinde görülen alafrangalığa düşkünlüğü ile beraber, redingot yakasının yağı kendisinin “yeni terbiye görmüş” Ermenilerden olduğunu gösteriyordu. Hakikaten bu adam Salih Efendi’nin bazı özel işlerine bakan Avukat Kirkor Sarmaşıkyan Efendi’ydi.

Mühimce işlerle meşgul oldukları ikisinin de yüzünden belliydi. Kendilerine dikkatimizi çevirdiğimiz sırada şu suretle lakırtı ediyorlardı:

Salih Efendi:

“Demek oluyor ki Fransa hükûmeti davanın Fransa’da görülmesine razı olduğunu sefire (büyükelçi) bildirmiş?”

“Evet Efendimiz. Fransa hükûmeti davaya bakılması için Arles, Nirones, Montpellier mahkemelerinden birinin tercih olunmasını bizim arzumuza bırakmıştır. Bu hususta sefir de Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’ne resmen bilgi vermiştir.”

“Şimdi ne yapacağız?”

“Şimdi Efendimiz, lazım olan evrakı alıp Avukat Lenoir ile beraber bir gün evvel Fransa’ya gideceğiz. Kulunuza kalırsa Arles mahkemesini tercih etmeliyiz. Çünkü küçük şehirlerde istenildiği gibi kullanılabilecek memurlar daha çok bulunur. İşin içinde bol para var. Elbette biz davranılacak yolu buluruz. Muhterem kardeşinizin henüz haberi bile olmadan, biz lazım olanları elde ederek işimizi bitiririz. Zaten avukatımız Lenoir, Arles şehrinde doğma büyümedir. Ayrıca faydası olur.”

“Ne vakit hareket edeceksiniz?”

“Gelecek haftanın postasıyla gideriz. Mübarek zatınızdan yol masrafını almaktan başka işimiz yoktur.”

“Peki. Fransız yüzde ona razı olmuyor mu?”

“Hayır Efendimiz. On beşi kendisinin, beşi de sadık kulunuzun olmak üzere yüzde yirmiden aşağıya razı olamam.” diyor.

“İki yüz elli bin liralık dava olduğunu anlattın mı? Yüzde beş hesabıyla yine adamı ihya edebiliriz.”

“Anlattım Efendim. Fakat fayda yok. Bir de kulunuza kalırsa, daha aşağı bir ücret teklif etmek tehlikelidir. Çünkü, Fransız bu ya! İhanet ederek öbür tarafa hizmet edebilir.

“Haydi, öyle olsun. … mutasarrıfından bir haber var mı? … naibine ne cevap verdin?”

“Naib Efendi’ye Efendimizin memnun olduğunuzu yazdım. Mutasarrıf Bey’den geçenlerde yağ ile gelen mektuplardan başka bir haber almadım.”

“Bir kaşık yağ yahut bir parmak bal ile beni kani olur zannetmesin. Vaadini tamamen yerine getirsin. Altı ay oldu. Koca bir mutasarrıf için beş yüz liranın bulunması o kadar güç bir şey miymiş? Sonra kendisi bilir. Bir daha kayırmadıktan başka semtime bile uğratmam, öylece yazıver. Paraya lüzum var dersin.

“Peki Efendimiz, işte Efendimiz, bizim sarrafın pusulası. Rusçuk’tan gelen parayı teslim ettim, pusulayı aldım. Malum Efendimiz, sarraf terbiyesiz bir adamdır. Kulunuza tuhaf bir şey söyledi. Dedi ki: ‘Efendimizin aylığı on beş bin, arpalığı da altı bin iken Efendimizin parası yıldan yıla bunların toplamından ziyade artmaktadır. Bu ne kadar bereketli paraymış?’ Kulunuz da, ‘Helal para böyle bereketli olur.’ ” dedim.

“Terbiyesiz herif! Ne vazifesi imiş? Başka bir cevap vermedin mi?”

“Efendimizin Cezayir’de epey gelirleri olduğunu da söyledim.”

“Peki. Söyle de edebini takınsın. Yoksa benim için sarraf kıtlığı yoktur. Salı günü gel de evrakı al. İkinize şimdilik üç yüz altın vereceğim, özel masraflarınız size ait olacaktır.”

“Aman Efendimiz…”

“Çok laf istemem. Keyfinize! Şimdi sen gidebilirsin. Benim de başka bir işim var.”

Sarmaşıkyan Efendi yuvarlanırcasına koşarak Efendi’nin eteklerine sarıldıktan sonra geri geri giderek ve durmadan temenna ederek çıktı gitti. Efendi minderden şilteye indi, yün takkesini çıkardı, elini şöylece uzatıp rast gelen kitabı aldı. “Tefsir-i Şerif” tesadüf etmişti.

İlk açılan sayfanın yukarısında gözüne “İnneke ente el’-azîz el-Kerîm” ayet-i kerimesi ilişti. Salih Efendi belki çok defa üzerinde derin derin düşünerek tefsirini ezberine aldığından olmalı ki, dikkatle durmaksızın sayfaları çabuk çabuk çevirmeye başladı.

Üstü başı temiz bir uşak gelip, aşağıya misafir geldiğini ve Efendi ile görüşmek istediğini haber verdiği vakit Salih Efendi büsbütün okumaya dalmış bulunuyordu. Böyle sıralarda misafiri kabul etmeyi pek de istemezdi. Bunun için uşağı sorguya çekmeye lüzum gördü:

“Misafir kimdir?”

“Şimdiye kadar gördüğüm insan değildir.”

“Sarıklı mı, fesli mi?”

“Feslidir. Hem de genç bir delikanlıdır.”

“Beni niçin görecekmiş? Kimin tarafından gelmiş? Söylemedi mi?”

“Hayır efendim; Hatta ismini sordum, onu da söylemedi. Mutlaka Efendiyi göreceğini söyledi.

“Haydi, meşgul olduğumu haber ver de, kimin tarafından ve niçin geldiğini sor, anla. Eğer mühim bir şey değilse yahut bir kayırma işi için geliyorsa defet, gitsin. Başka vakit gelsin.”

Aralık kalmış olan sofanın merdiven kapısı birdenbire açıldı. Gülümseyerek içeriye Mansur Bey girdi.

“Amcacığım, kayırılmak isteyenleri siz hep böyle mi kabul edersiniz? Gerçi izinsiz huzura çıkılmayan bir memleketten geliyorsam da memleket âdetlerini o memlekette bırakıp bulunulan memleketin usulüne uymayı da işin gereği bilirim. Fazla olarak çok özlememin de bu hususta epeyce yardımı oldu.”

Salih Efendi, kulağının alışmadığı bu “amcacığım” hitabını zaten işitmedi. Geleni de hiç tanıyamadı. Fakat serbest tavrından herhangi birisi olmadığını ve hitabı işitmiş bulunan uşağın saygılı bir şekilde çekilip yol verdiğini görerek elinde olmadan ayağa kalktı. Fakat şaşırmış olduğundan bir şey söylemedi, durdu. Bunun üzerine boynuna sarılmaya hazırlanmış bulunan Mansur Bey de şaşırıp kaldı.

“(sesi biraz değişmiş olduğu hâlde) Yoksa vücudumda kendinizi, neslinizi andırabilecek bir şey kalmamış mı? Fransa’dan geliyorum ama Frenk olarak değil zannederim.”

“Vay! Sen kardeşimin oğlu Mansur Bey misin? (yüzü heyecan ve sevinçle parlayarak) Sefa geldin evladım, hoş geldin. Gel seni kucaklayım, bağrıma basayım. Ha, işte öyle! Bak işte koca adam olmuşsun. Hâlbuki seni ilk defa görüyorum. Yazık bize!”

“Ne yapalım amcacığım, kaderimiz böyleymiş.”

“Evet kader! Biraz da bizim kusurlarımız.”

“Hayır efendim, kimseye kusur bulmayınız. Sadece kaderdir.”

Şeyh Efendi ısrar etmedi.

“Nasıl bizim kardeşimiz Ahmed el-Nasır ne yapıyor? Hâlâ general olamadı mı?”

“Haberim yok, efendim, doğru Fransa’dan geliyorum. Cezayir’e uğramadım.”

“Acayip! Demek buradan dönüp Cezayir’e gideceksin?”

“Hayır. Şimdiki hâlde Cezayir’e gitmek hesabımda yoktur, efendim.”

“Ey, bu hâlde?”

“Bu hâlde, hepimizin vatanı olan yüce hilafet merkezine sığınarak haddim olmadan padişaha sadık gayretli kullar arasında yaşayacağım.”

Salih Efendi ziyadesiyle hoşnut oldu. Ahmed el-Nasır’ın terbiyesi altında büyümüş olan Mansur’u doğrusu başka bir fikirde, başka bir temayülde göreceği zannındaydı. Sonra kendi kendine, “Zehra da aynı şekilde beni hayrette bırakmıştı.” dedi. Yine kendi kendine, “Hem öyle olacak değil mi? Damarlarındaki kan İbni Galib kanıdır.” dedi.

Bu sırada Mansur Bey, karşılıklı olarak asılmış Afrika ve Osmanlı İmparatorluğu haritalarına birkaç defa bakmıştı.

“Hiç olmazsa amcan Ahmed el-Nasır ile haberleşirdin ya?”

“Hayır, efendim. Yalnız iş olursa yazardım. O da yılda bir, nihayet iki kere.”

Mansur Bey’in Ahmed el-Nasır’dan bahsetmeye istekli olmadığı yüzünden belliydi. Şeyh Efendi, hatta kardeşine karşı Mansur’un bir çeşit içten düşmanlığı olduğunu da hissederek memnun olmuştu. Şu memnuniyetinin garaz ile iftihardan hangisinin eseri olduğunu anlamak güçtü.

“(yerine oturarak) Gel gözümün nuru, şuraya yanıma otur. Yahut şu mindere karşıma geç de seni iyice göreyim. Eğer alaturka minderden hoşlanmazsan şu koltuğu çeksinler de şuraya gel!”

“Amcacığım, arz etmiştim ya! Ben Frenk olarak gelmedim. En halis Osmanlı gözüyle bakabilirsiniz.”

Bu “Osmanlı” sözü her nedense, Salih Efendi’nin dikkatini çekti. Güya cevap olmak üzere:

“A, biz vatanımızın dilini bırakıp hâlâ Türkçe konuşuyoruz. Türkçedeki başarınızı gördük, beğendik. Şimdi de biraz, ana dilinizdeki maharetinizi görelim.”

“Ana dil” mi buyurdunuz? Annem Çerkez’di. Hatta Türkçeden başka doğru olarak bir lisan bildiği yoktu.”

“Ana dil”den maksadım annen değil, İbni Galiblerdi!”

“Daha iyi ya! İbni Galib çeşmesinin kaynağı yine Kütahya ovası değil mi? Hem de amcacığım, siz benden iyi bilirsiniz ki, İslam ülkelerinde kavim ve ırk meselelerinde o gibi ince hesaplara meydan verilemez.”

Salih Efendi’nin alnında birkaç damla ter belirdi. Çocuğun yanında küçük düştüğünü hissederek canı sıkıldı.

“(birdenbire) Amca Efendi! Sizin her vakit oturduğunuz yer o minder midir?”

“Evet. Niçin soruyorsun?”

“Bu haritaları mahsus mu böylece astırdınız?”

Zaten biraz kendini kaybetmiş bulunan Salih Efendi, daha ziyade müteessir olarak birden cevap veremedi.

“Haritalarda sanki ne var?”

“Cezayir’i arkanıza alıp yüzünüzü Rumeli ile Anadolu’ya çevirmişsiniz.”

Salih Efendi âdeta sıkıldı ve kızardı. Münasip bir cevap da bulamadı. Bunu gören Mansur Bey derde deva olabilmek üzere dedi ki:

 

“Gelen misafirlere yalandan bir gösteriş değil, ciddi bir karar olduğunu ağzınızdan işiterek anlamak istiyorum. Çünkü o suretle ben de yolumda tek başıma olmadığımı, sevgili amcamın izinden gittiğimi bilmekle iftihar duymuş olacağım.”

Salih Efendi, içinde, sadece iftihardan ibaret olmayan birtakım duygularla Mansur Bey’in adi sıra takımından olmadığını anladı.

İbni Galibler yıkıntısından her nasılsa çıkmış bulunan bu Mansur direğini kendi hayalinde kurduğu binaların dayanıklılığını arttırmak için iyi kullanmaktaki yararları keşfetti.

“(sözü değiştirerek) Ne vakit geldin? Niçin geleceğini bana haber vermedin?”

“Geleceğimin ne ehemmiyeti olabilir ki sizi rahatsız etmeye lüzum görülsün? Dünkü posta ile geldim.”

“Şimdiye kadar nerede kaldın?”

“Vapurdan Beyoğlu’ndaki otellerin birine gitmiştim. Şimdi doğru oradan geldim.”

“Ne kadar ayıp etmişsin! Hiç Beyoğlu otellerine gidilir mi?

“Gerçi hakkınız var. Ben de hiç beğenmedim. Hatta niyetim, şimdi dönüşümde İstanbul tarafında uygun bir iki odalı yer bularak hemen yerleşmektir.”

“(hayret ederek) Beraberinde bir kimsen var mı?”

“Hayır, yapayalnızım.”

“(hayretini arttırarak) Benim gibi bir amcan ve dairesi dururken Beyoğlu otellerinde, İstanbul bekâr odalarında oturmak ne demektir? Anlayamıyorum.”

“Bunda anlaşılmayacak ne var? Evvela bir kimseye yük olmaktan kaçınmak, ikincisi geçim dünyasına, yardım ve himaye kanadı olmaksızın girerek tecrübe sahibi olmak arzusundayım. Bunlar tabii hareketler değil midir?”

“Ciddi mi söylüyorsun, yoksa şaka mı ediyorsun?”

“Ciddi, hem de pek ciddi olarak söylüyorum.”

Salih Efendi (bir müddet düşündükten sonra) “Yok, yok oğlum. Şaka ettiğine şüphe yok! Fakat kimsenin yanında sakın söyleme, seni ayıplarlar.”

“Niçin?”

“Artık bunun ‘niçin’i bile fazladır.”

“Gerçekten, Amca Efendi, buna ben karar vermiş bulunuyorum. Kararımdan dönmek pek de âdetim değildir.”

Salih Efendi’nin yüzünü hakikaten dehşet kapladı.

“Ne demek? Yirmi yaşında bir İbni Galib, yalnız olarak İstanbul’a gelsin de kıyıda köşede sürünsün! Diğer taraftan Cezayir’in en adi bir fakiri için konağımda yer bulunsun! Bu olur şey midir?”

Şeyh Efendi, bunun büyük bir rezalet sırasına geçeceğini ve kendisiyle sülalesinin haysiyet ve itibarını zedeleyeceğini ifade ve izah etti.

“Amca Efendi! Lala, hami, baba veya bunlara benzer bir kimsenin yardım ve himayesi altında bulunanların hayat tecrübeleri pek eksik olur. Yatılı okul da aynen böyledir. Tam insan olmak arzusunda bulunanlar yaşamak denilen mücadelenin acı ve tatlı tecrübelerinden hisselerini almalıdırlar. Açlık ve çıplaklık âlemini öğrensinler ki, tokluklarının da kadrini bilsinler.”

Yaşım yirmi, oldukça tahsilim var, fazla olarak doktorluk gibi bir meslek de elimdedir. Bugünden itibaren kendimi hiçbir paraya malik olmayan bir kimsesiz sayarak kendi çalışma ve gayretimle bir mevki kazanmaya çabalamak istiyorum. Aç ve muhtaç kalabilirim, öyle bir günde dayanma gücüm elden gidip size başvuracak olursam, edebileceğiniz en büyük iyilik şüphesiz kapı dışarı kovmaktır.

“Oğlum, fikrin pek yanlış. Haydi, doğru diyelim! Fakat ben buna razı olursam âlem bana ne der?”

“Amca Efendi, siz de başkaları gibi bencilliğe kapılıyorsunuz. Seçtiğim yolun bana faydası olacağı inkâr edilemez. Siz ise faydam yönünü unutarak, meseleyi, yalnız hakkınızda âlemin ne diyeceği noktasından düşünüyorsunuz. Yani siz beni değil, kendinizi gözetmek istiyorsunuz.”

“(Salih Efendi’nin canının sıkıldığını görerek) Amca Efendi! Sakın bu samimi ve iyi niyetli sözlerime gücenmeyiniz. Siz babam yerinde bir amcam olduktan başka, zamanın da en sayılı büyüklerinden bulunuyorsunuz. Vicdanıma nasıl hitap edersem, size de öylece kalbimi açık tutmak isterim.”

Şeyh Salih Efendi, gerçekten mustarip oldu. Başını Haliç’e doğru çevirip bir müddet düşündü. Güya bir ilham gelmiş gibi dedi ki:

“Bu garip hareketle yalnız kendini nafile yere yormuş olacaksın. Senin servet sahibi olduğunu herkes bilir. Alnının teriyle geçinme imkânı kazanmak istediğine kimse ihtimal vermez. Yalnız benim alçaklığıma verir. Seni yine miras geliriyle geçinir bileceklerdir.”

“Kim bilecek? Şu, bu değil mi? Varsın istediği gibi bilsin. Hareketimi şunun bunun bileceğine, diyeceğine göre ayarlamıyorum. Vicdanınım hükmü onu icap ettiriyor.”

Diğer taraftan bugün benim babadan yahut başka taraftan kalmış bir kuruş gelire malik olmadığım malumdur.

“(hayret göstererek) O ne demek? Babanın hissesi ile Fransa hükûmetinden tahsis edilmiş olan maaş, servet ve gelir değil mi?”

“Babamdan kalma hisseden benim haberim yoktur. Bu hususta yanlışınız olmalı. Fransa hükûmetinden tahsis edilmiş maaşa gelince, onun varlığı hakkında pek küçükken birkaç söz işitmiş, lakin ne olduğunu kavrayamamıştım. Sonra okulda onu düşünmeye bir münasebet bulamadım. Altı ay evvel ilerideki mesleğim hakkında bir karar vermek üzereyken zihnime takıldı. Amcama yazdım. Esasını anladım. Benim için yalnız az bir miktarı harcanıyormuş. Annemin öldüğü günden beri alınan paranın Fransa hazinesine iadesini ve mevcut para buna yetmezse, başka nem varsa satıp eklemesini ve şayet yine borçlu kalırsam geri kalanını da kısım kısım ödemeye çalışacağımı yazmıştım.

“Ne cevap aldın?”

“Gelen cevap, alacaklı değilsem bile borçlu da olmadığımı ve istediğim şekilde, işe bitmiş gözüyle bakabileceğimi bildiriyordu.”

“(nefret taşan bir hiddetle) Mektubu sende mi?”

“Evrakım arasında olmalı.”

“Onu bana sonra getiriver.”

“Ne yapacaksınız?”

“Hiç. Bir kere göreceğim.”

“Bakınız Amca Efendi! Ben hiçbir kimseye borçlu olmak istemem, hatta amcalarıma. Fakat amcamdan alacağım kalırsa, ne kadar fazla olursa olsun, âleme karşı kendisini küçük düşürmek pahasına onu hak etmeyi de kabul edemem.”

Salih Efendi sesini çıkarmadı fakat mektubu bir kere görmek üzere getirmesini tekrar etti. Fakat kalbinde, kardeşinin yeltendiği hareketten dolayı büyük bir üzüntü hissetmişti.

“İbni Galiblerden hiç böyle bir soysuz çıktığı yoktu. Nasıl oldu da bu alçak içimizde yetişti?” diyerek içinden söyleniyordu.

Gözleri Mansur’un güzel vücut yapısına tesadüf etti.

“İşte bu da İbni Galib! Ne kadar fark var!” dedi. Bu sırada bakışında belki iftihar ifadesi görülebilirdi. Fakat iftihardan başka bir şey olduğu da aşikârdı. Yine Mansur’a bakmaya devam ederek:

“Bu bir kuvvettir. Hem de herhangi bir kuvvet değil. Bunu mutlaka elde etmek lazımdır.” diyordu.

Salih Efendi ayağa kalktı. Mansur Bey’i kolundan tutarak:

“Seni içeriye götüreyim, annen ve kız kardeşlerin ile görüştüreyim.” dedi.

Mansur elinde olmayarak kızardı, amcasının yüzüne baktı.

“Ne kızarıyorsun? Ben senin baban değil miyim? Ben baban olunca karım da annen demektir, kızım da kız kardeşin… Zehra ile sen zaten beraber büyümüşsün…”

Mansur daha beter bozuldu. Kendisinden utandığı Zehra buradaymış! Şimdi yüz yüze gelmiş olacak!

Salih Efendi söze devam ederek dedi ki:

“Üstelik sen hekimsin. Doktorun hareme girip çıkması, şehir âdetlerine göre uygunsuz düşmez.”

Mansur sesini çıkarmadı ve amcasıyla beraber mabeyin kapıya doğru yürüdü.

Hemen o sırada sofanın öbür tarafında bulunan mabeyin kapısı -yani sofa dairesine gidilen kapı- açıldı. Aşağı yukarı yirmi beş yaşında, uzun boylu, zarif bir delikanlı sofaya çıktı.

Salih Efendi sevinerek durdu ve:

“İsmail, gel kardeşini kucakla!” dedi.

İsmail Bey ile Mansur’un aralarında birkaç kere mektuplaşma olmuş, resimler gönderilip alınmıştı. Birbirlerini tanıdılar, samimiyetle, sevgiyle kucaklaşıp öpüştüler.

Salih Efendi:

“İsmail, baksana ne diyor? Otelde, han köşesinde oturacağım, size gelmeyeceğim” diyor.

İsmail Bey:

“Hiç öyle şey mi olur? Mansur Bey şaka etmiştir, öyle değil mi kardeşim?”

Mansur sesini çıkarmadı.

Üçü birlikte kütüphane tarafından harem dairesine doğru yürüdüler. Efendi’nin büyük bir dikkatle kütüphanenin iki kapısını da cebinden çıkardığı büyücek bir anahtarla açması ve tekrar kilitlemesi Mansur’un gözünden kaçmadı.

Efendi’nin bu hareketi, hareme karşı haysiyet kırıcı bir emniyetsizlik gibi geldi. Lakin hemen Şeyh Efendi’nin kitap ve değerli eser merakıyla iyiye yordu.