Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 Kavram

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

11.
İspanya’nın Müslüman Fatihlerce Fethi

Musa b. Nusayr Kuzey Afrika’da genel valilik görevindeyken bölge halkı Hristiyan Berberilerden oluşuyordu, Musa bu Berberilere İslam’ı anlattı. Kendisi de Hristiyan kökenli olduğu için tebliğ faaliyetleri daha da başarılı oldu ve Berberiler ona büyük bir rağbet gösterdi, İslamiyet Kuzey Afrika’da çığ gibi büyüdü.

Musa’nın bu faaliyetleri sırasında, İspanya’daki taht mücadelelerinde yenik düşen bir prens Müslümanlardan destek almak amacıyla Musa ile irtibat kurdu. Musa b. Nusayr bunun üzerine bir ordu teşkil ederek Cebel-i Tarık denilen yerden bu orduyu İber Yarımadası’na geçirdi.

O dönemde Gotlar arasında taht mücadelesi bulunduğu için Tarık b. Ziyad büyük bir başarı elde etti. Tarık, Vizigotlarla savaş alanındayken bir ara ordusu dağılmaya yüz tutar ve askerlerine seslenerek, “Arkanız denizdir, karşınız da düşman; denizde boğulmak yerine düşmanın karşısında ölüp şehit olun.” sözleriyle ordusunu motive edip, yeniden toparladı, düşmanı yenilgiye uğratarak Madrid’i zapt etti.

Musa b. Nusayr, Afrika’dan Tarık’a bir mektup yazarak daha öteye geçmemesini söyleyip, kendisini beklemesini bildirdi. Tarık ise Got ordusunu etkin şekilde takip amacıyla Musa’nın emrini dinlemeden yoluna devam etti. Musa da İspanya’ya geçti ve Pireneler’e kadar tüm İber Yarımadası’nı fethettiler. Ancak Musa ile Tarık arasına bir kez kırgınlık girmişti.

Vizigotların sarayında 36 ayağı bulunan bir masa bulunduğu ve bunun Süleyman Peygamber’den kaldığı düşünülürdü. Savaş tamamlanıp da buradan elde edilen ganimetler Emevîlere gönderildiği zaman, bu masa da ganimetler arasında en kıymetli nesne olarak gönderildi. Bu masa gönderilirken, Musa tarafından kendi ganimeti olarak gönderildi. Tarık da Emevîlere bu masanın kendisi tarafından ele geçirildiğini ve kendi ganimetleri arasında olduğunu ifade etti. Musa ise Tarık’la aralarındaki ihtilaftan dolayı onu tutukladı. Emevî Halifesi bu iki komutanı barıştırmak için huzuruna çağırdı, Tarık o masayı ele geçirdiğinde ayaklarından birini koparıp yanında tutmuştu; muhakeme edildiklerinde o masa ayağını ortaya koyup Musa’yı yalancı çıkardı.

Musa b. Nusayr bu hadiseden dolayı çok büyük bir kırgınlık yaşadı. Emevîlerin yaptığı en büyük kötülüklerden biri de bu iki değerli komutanın birbirine düşmesi ve bu ayrılığın Avrupa’da İslam’ın yayılmasına ket vurmasıdır.

12.
Endülüs Emevîleri

Emevîlerden Abdurrahman adında bir prens, Ebu Müslim ve Abbasîlerin katliamından kaçıp kurtularak İspanya’ya gitmişti. Abdurrahman orada çok iyi karşılandı ve emir olarak kabul gördü. Böylece Endülüs Emevîleri denilen devlet Abdurrahman eliyle teşkil edilmiş oluyordu. Bu devletin yöneticileri, İspanya’da yeni imar faaliyetlerinde bulundular, ülkeyi mamur hâle getirdiler; bilhassa bilimsel anlamda büyük gelişmeler oldu, oluşan parlak medeniyet tüm Avrupa’yı etkisi altına aldı.

Bu devletin yapısı içerisinde çeşitli zümreler etkindi, özellikle Yahudiler ön plandaydı, örneğin İbn Şeflud etkili bir vezirdi. Bu etkileşimden çok sayıda ilim adamı yetişti, Avrupa da İslam medeniyetini büyük ölçüde Endülüs üzerinden tanıdı. Bu ilim adamları Kuzey Afrika’ya da geçti, bu bölgede de Endülüslü âlimlerin etkisi yoğundu. Kuzey Afrika, Abbasî payitahtına uzaklığı nedeniyle Bağdat etkisine daha az açıktı, coğrafi yakınlık nedeniyle Endülüs etkisi burada daha belirgindir.

Bir süre sonra Sicilya Adası’na çıkarak burada mahallî bir emirlik kurdular, Skılliyye de denilen bu emirlik İtalya kültürünü etkiledi; İslam dünyası ile Avrupa arasında bu Sicilya Emirliği bir köprü vazifesi de görmekteydi.

Endülüs’ün gerçekleştirdiği bu muazzam bilimsel atılıma rağmen, Emevî emirlerinin bir konuda ciddi eksiklikleri vardı: Bilhassa İber Yarımadası’nın İslamlaşması ve halkın Müslümanlaşması noktasında zayıf bir politika takip etmişlerdi. Bütün zenginlikleri ve bayındırlıklarına rağmen halkın arasında İslamiyet fazlaca yayılmadı.

Endülüs Emevîlerinin 750 senelik iktidarlarının sonunda, İspanya’nın yerli halkı diğer Avrupalı devletlerin de teşvikiyle Müslüman idaresine karşı başkaldırdılar ve başarılı da oldular. Sonuçta Müslümanları İspanya’dan söküp attılar. Bugün bakıldığında, İber Yarımadası öyle bir hâldedir ki sanki İslamiyet o bölgeye hiç uğramamış gibidir.

13.
İspanya ve Anadolu’nun İslamlaşma Süreçleri

750 yıllık Emevî hâkimiyetinin ardından, İspanya coğrafyasında İslam etkisinin hemen hiç tabana yayılamamasına mukabil, Anadolu’nun Müslümanlaşması bambaşka bir seyir takip etmiştir ve son derece başarılı bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.

Bu bağlamda ben, Anadolu Selçuklu Devleti’nin rolünü çok önemsiyorum. Zira sadece 300 sene içerisinde Anadolu gibi devasa bir coğrafya tamamıyla İslamlaştı. Anadolu’da Endülüs’ten farklı olarak yapılan şeylerin en önemlisi, ticari faaliyetlerin bütün Anadolu coğrafyasında yoğun şekilde geliştirilmesiydi.

Anadolu bu dönemde İpek Yolu kanalıyla İslam dünyasıyla Batı arasında bir köprü fonksiyonu gördü. Anadolu’nun İslamlaşmasında bu ticari ağların da büyük rolü vardı. Ticaret ve işlek yollar vasıtasıyla cazibesi artan Anadolu, civar coğrafyalardaki farklı bölgelerden İslam âlimi ve tüccarlar için de bir çekim merkeziydi.

Bu noktada, meşhur tarihçimiz Zeki Velidi’nin enteresan bir tespiti var, kendisi der ki; tarihsel ve normal süreç içinde Doğu’dan (Orta Asya’dan) kopup gelen göçebe ve savaşçıların bir süre sonra Anadolu gibi yüksek Bizans medeniyetine beşiklik etmiş bir kültürde asimile olmaları beklenirdi, ama olmadılar. Bunu Zeki Velidi, Anadolu’ya gelen insanların arasında yoğun şekilde gayrı Türk unsurların (Fars, Arap hatta Hintli seçkinler) var olmasıyla açıklar ve bu karışımın asimilasyonu engellediğini savunur.

Filhakika, bilhassa İranlıların göçler sırasında Anadolu’ya getirdiği yüksek edebî kültür, hâkim Bizans kültür zenginliğine meydan okudu ve galebe de çaldı. Bu meyanda Selçukluların Farsçayı kullanmış olmaları bir eksiklik değil, bilakis hayır ve zenginlikti.

Buna mukabil, Endülüslüler daha mamur şehirlerde yaşamalarına rağmen sahip olunan yüksek bilimsel seviye halka yansıtılamadı, Anadolu’da ise yansıtıldı. İslamiyet İspanya’da şehirlerle sınırlı kalırken, Anadolu’da köylere kadar hâkim oldu.

14.
“Halife” Kavramı ve Siyaseten Kullanımı

Allah, Kur’an’da “yeryüzünde bir halife yaratacağını” söyleyince, melekler kendisine itiraz ederek “Yeryüzünde kan dökecek ve bozgunculuk yapacak bir varlık mı yaratacaksın?” şeklinde mukabele etmişlerdi; Allah ise onlara “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurmuştu.7 Bu ayette halife, esasen “muhalefet eden” anlamındadır ve “hulf” (muhalefet eden, karşı gelen) kökünden gelmektedir; bazılarının sandığı gibi “half” (ardından gelen) anlamında değildir.

Kur’an’da “hulf” ve “half” kelimelerinin çoğulları da birbirinden farklıdır; Kur’an’da “half”in çoğulu “hulefâ” olarak gelir, “hulf” kelimesinin çoğulu ise yine çokça yerde geçer ve “halâif”tir (muhalifler anlamında).

Devleti ve yönetici hanedanları kutsayan bazı çevreler, Davut ve Süleyman Peygamberlerin yeryüzünde Allah’ın vekili (halifesi) olduklarını, O’nu temsilen yeryüzünde icraatta bulunduklarını düşünürler (Yahudiler de bu inanca sahiptir.).

Bu anlayışı getirip Abbasî halifelerine atfedilen sıfatlara (zıllullah fi’l-arz vb. yakıştırmalar) uyarladığınızda, aynı sonucun ortaya çıktığını görürsünüz. Bu yüzden halifelere karşı gelmek ve onlara isyan etmek, küfürle eş anlamlı sayılmış ve muhaliflerin katli mübah (hatta vacip) sayılmıştır. Abbasîler döneminde muhalif hareketlere uygulanan baskıların şiddetli olmasının arka planında, bu meşrulaştırıcı zihniyet yatmaktadır.

15.
Şii ve Sünni Hadis Okulları ve Siyasetle İlişkileri

İktidara yakın oldukları dönemlerde ve kendi zihniyetlerine ittiba edilmesini sağlamak amacıyla, İrani çevreler zaman zaman hadis “imal” etmekte ve bundan çok da istifade etmekteydiler. Bu zümreler, Abbasî Devleti’yle yakın oldukları dönemde, Abbasî Hilafeti’ni teyit etmek ve meşrulaştırmak için hadisler uyduruyordu. “Kutsi hadis” denilerek daha muteber kılıf içinde takdim edilen bazı sözlerde, örneğin “el-halifetu zillullah fil-arz” (Halife yeryüzünde Allah’ın gölgesidir) gibi uydurma hadislerde, Şii düşüncesi Abbasî idaresiyle iç içe geçiyordu. “İki halifeye biat edilmişse, sonradan ortaya çıkanı öldürün” sözü de keza Abbasîlere karşı halifelikte hak iddia edenleri ortadan kaldırmak için uydurulmuştu. Benzer şekilde “el-halifetu min’el-Kureyş” sözü de bu dönemde uydurulmuş ve halifelerin sadece Kureyş kabilesinden olabileceğini işaret eden bir sözdü.

Sonraki dönemlerde, örneğin Safevîlerdeki Şii ulema da hadis uydurmacılığı işine tevessül etti, kendi Şii sistematiklerini ve Safevî siyasi otoritesini inşa ederken, başta Meclisî ve Küleynî olmak üzere Şii ulema tarafından çok sayıda hadis “imal” edildi.

Bu dönemde hadis külliyatlarında Abbasîleri teyit eden yüzlerce benzer söz ve uydurma hadis bulunabilir. Şiiler tarafından uydurulan bu sözler Abbasî yanlısı Sünni çevreler tarafından da zevkle kullanılıyordu.

Sonraki dönemlerde Sünni devlet telakkisi ve zihniyetini sistemleştiren zat, Ahkam-us Sultaniyye ve Edeb-üd Dünya ve’d-Din başlıklı kitaplarıyla, Şafii usul ve esasları içinde halifeliğin siyasi teorisini kuran İmam Mâverdî’dir. Sonradan Edebü’l-Kâdî yazarı Tahâvî de Sünni zihniyet içinde şeriat ve siyasetin usul ve esaslarını belirledi.

 

Sünni hadis ekolleri içinde, Kütüb-ü Sitte olarak bilinen makbul altı hadis kitabının yazarları olan Buharî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, Ebu Davud ve Nesaî gibi âlimlerin hepsi de Horasan kökenlidir ve Samanoğulları Devleti’nin gölgesinde yaşamış insanlardır. Bu hadis âlimlerinin eserlerinde de Şii hadisçilerde olduğu gibi Avesta’dan alıntıların yanı sıra siyasi otoriteyi meşrulaştırmak için uydurulan hadisler de yer almaktadır. Örneğin, son dönemde çokça tartışılan deve sidiğine dair hadis olarak nakledilen sözün aslı, doğrudan Avesta’dan alınmadır. Mehdi ile ilgili hadisler (ki Kütüb-ü Sitte’nin tamamında vardır), hemen hepsi Avesta ve Ardavirafnâme’den alınma rivayetlerdir.

Bu mesele çok geniş bir konudur. Bir defasında, İlahiyat Fakültesi’ndeki hocalara Ardavirafnâme’yi ve orada anlatılan Zerdüşt’ün miracını anlattım. Bunun üzerine, hadis profesörü olan bir zat, “Bizim Peygamber’imizin miracını kopya ederek Ardavirafnâme’yi uydurmuşlardır.” dedi. Bu eserin MS 230-240 yıllarında yazılan bir eser olduğunu söylemem üzerine “Olsun” diyerek mukabelede bulundu. Bu zihniyette olan insanlara ne anlatabilirsiniz?

16.
Tevâif’ül-Mülûk Devletleri ve Abbasîler

Büyük Selçuklu Devleti ortaya çıkmadan önce İslam dünyasının Hindistan’dan başlayıp Atlas Okyanusu’na kadar uzanan coğrafyasında muhtelif devletlerin ortaya çıktıkları bilinmektedir. Gerçi Emevîler dönemi ve Abbasîlerin ilk döneminde bu iki imparatorluğun siyasi otoriteleri bu geniş alanda hissedilmekteydi. Ancak daha sonra Abbasî Devleti’nin zaafa uğraması ve farklı milletlerin Abbasî coğrafyasında kendilerini hissettirmeleri sonucunda muhtelif devletler teşekkül etti.

Abbasîler zamanında ilk defa İran’da mahallî bir devlet ortaya çıktı. Bu mahallî devleti kuranlar İranlılardı ve başlarında da Tahir (Kör Tahir) adında bir zat bulunuyordu. Abbasîler döneminde Tevâif’ül-Mülûk denilen devletlerin ilki bu Tahiroğulları Devleti’dir. Tahiroğullarından sonra da başka devletler ardı ardına zuhur ettiler. Kerman ve Belucistan yöresinde Saffarîler, Basra Körfezi çevresinde Karmatîler, Hazar Denizi’nin güneyindeki dağlık bölgede Büveyhoğulları, daha doğuda Karahanlılar, en batıdaki Kuzey Afrika’nın uç bölgesinde Murabıtlar, Mısır’da Tolunoğulları, onların batısında İdrisoğulları gibi devletler bu dönemde ortaya çıkmışlardı. Bütün bu emirlikler Tevâif’ül-Mülûk (Melikler Taifesi) olarak adlandırılmaktaydı.

Tüm bu devletler görünüşte Abbasî Halifesi’ne bağlı olmakla birlikte, Abbasîler hiçbir zaman bunların üzerinde bir otorite tesis edebilmiş değildi. Zaman zaman bu devletlerin varlığı isyan şekline de dönüşmekte ve Bağdat’ı zor durumda bırakmaktaydı. Büveyhoğulları İsyanı, Mazenderan’daki ayaklanmalar gibi hadiseler bu cümledendir.

O dönemde İslam dünyasının her tarafına yayılmış bulunan fütüvvet mefkûresine bağlı gruplar mevcut idi. Abbasî halifeleri arasında ilk defa 34. Halife en-Nâsır li-dinillah bu fütüvvet ağlarını kendisine bağlamak suretiyle, yani fütüvvet teşkilatını kullanarak, İslam dünyası üzerinde siyasi ve manevi bir otorite kurmaya çalıştı. 47 sene süren halifeliği süresince de bu politikayı başarılı bir şekilde kullandı. Halife en-Nâsır, fütüvvet hareketini yeniden organize ederek, İslam dünyasını kendisine bağlamaya çalışıyordu. Böylece bir Panislamist düşünce hareketinin liderliğini de yapmak istiyor; bu fütüvvet teşkilatı vasıtasıyla da Tevâif’ül-Mülûk üzerinde otoritesini hissettirmeye çalışıyordu. 47 sene boyunca bunu gerçekleştirmek arzusuyla hareket etti. İslam dünyasındaki bütün şeyhler ve bu şeyhlere bağlı olan müritler Halife Nâsır’ın fütüvvet teşkilatı içinde yer almaya özen gösteriyorlardı.

Fakat en-Nâsır’ın ölümünün ardından bu fütüvvet teşkilatı zaafa uğradı, zamanla büyük ölçüde etkisini kaybetti. Fütüvvet teşkilatının da zaafa uğraması ve Abbasîlerin güç kaybetmesi sonucu, Fatımîler, Murabıtlar gibi devletler ortaya çıktı. Bunlar, kendilerini Abbasîlerin siyasi otoritesiyle mukayyet görmeyip zaman zaman Bağdat’a meydan okuyorlardı. Bunların başında Maveraünnehir’deki Haremzşahlar gelmektedir, bu emirlik Abbasî Halifeliğini ortadan kaldırmayı da planlamaktaydı. Tam bu dönemde, Selçuklular zuhur etti. Selçuklular, Abbasî Devleti’nin bu devletlere karşı siyasi ve askerî himayesini üstlendiler. Bundan sonra Abbasî Halifeliği Selçukluların gölgesinde varlığını sürdürmeye başladı. Buna karşılık Mısır’da Fatımîler, halifeliklerini ilan ederek Mısır ve Kuzey Afrika’yı Abbasî Hilafeti’nden ayırmış oldular. Endülüs’te Emevî ailesinden Abdurrahman da halifeliğini ilan ederek Abbasîlere rakip konuma geldi. Bu şekilde, İslam dünyasında aynı anda üç ayrı halifenin hüküm sürdüğü bir dönem yaşandı.

17.
Abbasîler ve Eski Yunan Felsefesi

Maveraünnehir bölgesinde kuvvetli olan Mu’tezile düşünürleri, antik Yunan felsefesine hâkim olan Süryani ilim adamlarıyla da yakın ilişkideydi. Bu ilim adamları, Aristo, Platon gibi eski Yunan filozoflarının eserlerini Süryaniceye çevirmiş, bilimsel mahfillerde dillendirirlerdi. Özellikle İslam’dan hemen önce Anadolu’ya sefer düzenleyen İran Şahı Nuşirevân, dönüş yolunda Suriye ve Mezopotamya tarafından çok sayıda Süryani âlimi de yanında İran coğrafyasına getirmişti. Hatta Cündişapur denilen yerde büyük bir medrese kurarak buraya Süryani ilim adamlarını hoca olarak tayin etmişti.

İslam döneminde de Abbasîler bu faaliyetleri tevarüs ettiler, bilhassa Harun Reşid’in oğlu Me’mun, felsefeye ve eski Yunan filozofların düşüncelerine ilgi duyan bir hükümdardı. Bu dönemde Süryanilerin çeviri faaliyetleri vasıtasıyla eski Yunan felsefesi İslam dünyasına da giriş yapmıştı. Me’mun zamanında, Mısır’da Zünnun el-Mısrî neo-Platonist felsefenin öncüsüydü, ancak sihir vb. suçlamalarla yönetime şikâyet edilmişti. Me’mun, Zünnun’u Bağdat’ta celbetti ve kendisiyle bir süre sohbet etti. Sonuçta, Zünnun’un bir fikir adamı olduğunu ve suçsuz bulunduğunu anlayıp kendi memleketine geri yolladı. Keza Halife Me’mun, dinleri hakkında kendisine bilgi vermeleri için İranlı din adamlarını da huzuruna davet etmiş ve onları dinlemişti. İranlı din adamları Mecusîliği anlatan, Avesta’dan hazırladıkları bir özet raporu Halife’ye ayrıca takdim etmişlerdi.

Me’mun, antik Yunan felsefesine duyduğu ilgiyle, Bağdat’ta bir tercüme akademisi kurdu, burada görevlendirdiği âlimlerin büyük kısmı Süryani’ydi. Beyt’ül-Hikme de denilen bu akademi kanalıyla çok sayıda antik eser Arapçaya çevrildi. Me’mun, bu faaliyetlerin sonucunda Mu’tezile mezhebini devletin resmî görüşü olarak vazetti. Bu dönemden sonra Abbasî Devleti’nin teşkilat yapısı içerisinde önemli Mu’tezili âlimleri görevlendirdi. Meşhur edip Cahız, Nezzam, İbn Cübeyr bu cümleden zikredilebilecek önde gelen Mu’tezilî fikir adamları arasındadır. Mu’tezile mensupları bir süre sonra Süryanilere bağımlı kalmadan Yunancayı da öğrenip eski Yunan filozoflarını müstakilen Arapçaya da çevirdiler. Bu dönem Mu’tezile mezhebinin parlak dönemi olarak da adlandırılır.

Bu yıllarda Mu’tezile mezhebine tepki olarak Eş’ârî akımı ortaya çıktı. İslam dininin inanç esaslarını formalize eden ve kalıplaştıran bir dinî hareketin öncüsü olarak İmam Eş’ârî, mutasavvıflar nezdinde de kabul gördü ve Eş’ârîliğin yaygınlaşmasında büyük ölçüde bu tasavvufi cereyanların etkisi oldu. Me’mun’dan sonra gelen Abbasî halifeleri, Mu’tezile’ye ve onun görüşünü benimseyen Halife Me’mun’a tepki gösterdiler; böylece devlet, bir dönem resmî görüşü olan Mu’tezile’yi bıraktı ve Mu’tezile görüşünde olanlar takibata uğradı. Böylece Mu’tezile mensupları uzak bölgelere göç etmek durumunda kaldı, en fazla kaçtıkları bölge ise Kafkasya ve Harezm bölgeleri oldu.

Bu dönemde İran kökenli ilim adamları Halife’ye danışmanlık görevlerinde de bulunmaktaydılar. İlmî hareketlilik bakımından önem taşıyan bu dönemde; Hindistan’dan gelen ticaret kervanları deniz yoluyla Basra’ya, oradan da Bağdat’a gelirken ticaret mallarının yanında ilim ve fikir de bu kanalla Abbasîlere girmekteydi. İbrahim el-Fezarî İran kökenli bir tüccardır ve astronomide kullanılan temel aletlerden usturlabı, Hint rakamlarını ve bu cümleden olarak sıfırı (0) İslam dünyasıyla tanıştırdı.

18.
Fütüvvet Teşkilatı

İslam’dan önce Cahiliye Arapları arasında fütüvvet makbul bir hasletti. Bu makbul şahsiyetler İslam’dan önce Hılf’ül-Fudul adı altında kendi aralarında bir cemiyet oluşturmuşlardı. Hz. Peygamber de henüz gençken, nübüvvetinden önce bu çevrenin içerisine girmişti. Zira bu cemiyet, o dönemde zayıfları korur ve zenginlerle/ zalimlerle de mücadele ederdi.

İslami döneme gelince İslamiyet içinde de bu fütüvvet ülküsü makbul görülmekteydi. Fütüvvet kelime kökeni olarak “yiğit” anlamındaki “feta” kelimesinden gelmektedir. Hatta bir defasında Hz. Hüseyin ile Emevîler arasında Medine’de ihtilaf çıkıp da Abdullah b. Zübeyr bu ihtilafa muttali olunca, Hüseyin’in yanında yer almış ve Emevîleri tehdit ederek “Vallahi gidip fütüvvet ehline de bu durumu haber veririm ve onlarla birlikte size karşı mücadele ederim.” demişti. Demek ki İslamiyet’in bu döneminde dahi bu fütüvvet kavramı ve etkinliği, makbul bir sosyal çevre olarak yaygındı. Bu ülkü, İslam’ın yayılmasıyla birlikte, bilhassa tasavvufi zümreler arasında yayılma istidadı gösterdi ve tasavvuf üzerinden tüm İslam dünyasına yayıldı.

34. Abbasî Halifesi en-Nâsır li-dinillah zamanına kadar bu durum sürdü. Nâsır, İslam dünyasını siyasi otoritesi altında toplamak amacıyla, tüm fütüvvet teşkilatını kendi denetimi altına almaya ve bu güçle siyasi ideallerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Nâsır, İslam aleminin tüm bölgelerine fütüvvet şeyhleri tayin etmekte ve kendisini de tüm bu fütüvvet teşkilatının lideri/başı olarak görmekteydi. Zira kendisi de Abdülcebbar adında bir fütüvvet şeyhinden el almış bir fütüvvet mensubuydu.

Bu dönemde, belli başlı bölgelere fütüvvet şeyhleri tayin edildiği gibi Anadolu’ya da bir şeyh tayin edildi. Anadolu’ya tayin edilen ilk fütüvvet şeyhi Sadreddin Konevî’nin babası Şeyh Mecidüddin İshak’tır. Bu dönemde, I. Gıyaseddin Keyhüsrev 1202 yıllarında ikinci defa tahta geçince, İshak’ı Bağdat’a Halife’nin yanına elçi olarak gönderdi. Şeyh İshak, bu elçilik görevini yerine getirip Anadolu’ya geri dönerken, Anadolu’daki fütüvvet teşkilatının da Şeyh’ül-Şuyuh-u Rum’u (Anadolu’daki tüm şeyhlerin reisi) olarak gönderilmişti (yaklaşık 1204 yıllı). Şeyh İshak 1218’de ölünce onun yerine Şeyh Evhâduddin Kermanî bu vazifeye tayin edildi. Kermanî de 1232’de Bağdat’a Halife tarafından çağırılıp Şeyh’ul-Şuyuh-u Fütüvve makamına tayin edildi, bu tarihe kadar onun yürüttüğü Anadolu’daki “büyük şeyhlik” görevine de Zeynüddin Sadaka tayin edildi.

Sadaka’nın zamanında Moğollar Bağdat’ı zapt etti ve fütüvvet teşkilatını tümüyle lağvetti. Sadaka’nın vazifesini Anadolu’da yürütecek insan olarak da Mevlânâ Celâleddin Rumî tayin edildi ve bizzat Hülagu Han’ın nasbıyla Şeyh’ül-Şuyuh-u Rum namıyla Moğol iktidarı adına, Konya ve Anadolu’da görev yaptı.

7Bu vakanın içinde geçtiği Bakara suresi 30. ayetin tam meali şu şekildedir: “Hani rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?’ dediler. Allah ‘Şüphe yok ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’ buyurdu.” (e.n.)
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?