Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 Kavram

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

2.
Medine Dönemi ve İslam Devleti’nin Civar Kabilelerle İlişkileri

Medine Sözleşmesi’nin tam ve güçlü bir şekilde uygulanmasının neticesinde, Medine Şehir Devleti içerisinde, Müslümanların nüfuzu arttı. Bu nüfuz ve prestij artışına, nüfus artışı da eklendi. Keza Medine dışında ve civar kabileler nezdinde de Müslümanların gücü ve prestiji arttı. Hz. Peygamber artık civardaki kabilelere karşı tasarrufta bulunmaya başladı ve Müslümanlara karşı taşkınlık gösterenlerin üzerine askerî seriyyeler göndermeye başladı.1

Bir süre sonra Müslümanların otoritesi artınca Mekkeli müşriklerin taşkınlıkları da azalmaya başladı ve bu süreç Mekke’nin Fethi neticesini doğurdu.

Dönemin Araplarına zor gelen bir başka uygulama da zekât vergisinin alınması ve ihtiyacı olmayanlara verilmesiydi, bunun için de bu mali yükümlülüğü yürütecek bir kadroya ihtiyaç duyuluyordu. Böylece zekât memurları ve mali görevliler ortaya çıktı. O dönemde kabileler birer idari birim olarak düşünülmekteydi. Her kabile için ayrı birer zekât memuru tayin ediliyordu.

Hz. Peygamber Medine devrinin sonlarına doğru oldukça güçlü bir devlet adamı konumundaydı. Bahreyn ve bazı bölgeler hariç, Arap Yarımadası’nın hemen tamamı Medine’nin hâkimiyetindeydi; koca Yemen kontrol altına alınmış, başına bir vali tayin edilmişti, benzer şekilde farklı bölgelerde vali tayinleri yapıldı.

Bu dönemde Hz. Peygamber komşu devlet büyüklerine mektuplar yazarak onları İslam’a davet ediyordu. Bu bağlamda kayda değer bir hadise Sâsânî Devleti’nin İslam’a karşı tutumudur: İran Şahı Hüsrev Perviz, Yemen’deki kendi valisine bir mektup yazarak, Hicaz bölgesinde bir adamın peygamberlik iddiasıyla insanları yeni bir dine çağırdığından bahisle, o adamı sağ olarak yakalayıp kendisine göndermesini emretmişti. Bu rivayet İran kaynaklarında yer alsa da İslam kaynakları bunu zikretmez. Ancak bunun üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden, İslam orduları İran topraklarını fethedip Hüsrev Perviz’in mülkünü ortadan kaldırdı.

3.
Hz. Peygamber Devrinde Zekât, Faiz ve Ganimet Uygulamaları

Asr-ı Saadet döneminde zekât müessesesi ve faizin kaldırılması çok önemli iki mali uygulamadır. Zekâtın verilmesi ve devlet eliyle yönlendirilmesi, Peygamber’in koyduğu nizamda mevcuttu, zekât memurlarının eliyle toplanır ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı. Bu uygulama, toplumdaki herkesin belirli bir seviyeye ulaşabilmesini ve toplumdan maddi olarak soyutlanmadan kendi varlığını idame ettirebilmesini sağlıyordu.

Bu sistemde, faiz de zekâtın tam zıddı bir işlev görür; bu mekanizma yardımıyla zengin olanlar daha fakir olanların kazanç ve emeklerinin bir kısmını ellerinden alır ve sömürür. İslam toplumu, faizi yasaklayıp zekâtı zorunlu kılarak sosyal devlet uygulamalarının da ilk örneklerinden birini vermiştir.

Buna ilaveten, İslam fıkhında, yer altı zenginlikleri ve ganimetler de Allah’a ve Resul’üne ait kabul edilir ve zenginliğin toplumda hakça paylaşılması sağlanırdı. Huneyn Seferi esnasında düşmandan elde edilen ganimetin Peygamber tarafından savaşçılara paylaştırılması bekleniyordu, ancak O, bu ganimetlerin bir kısmını insanlara dağıttı. Bunun üzerine, bazı insanlar “Ya Muhammed adil ol!” deyince ayet nazil olarak, ganimetler ve yer altı zenginliklerinin devlete ait olduğu kayıt altına alındı.

4.
Kudüs ve “Mescid-i Aksa” İhtilafı

Tespit edebildiğim kadarıyla, İslam dünyasında bu hususa ilk temas eden kişilerden biri benim; Abdullah b. Zübeyr ile iktidar mücadelesine giren Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervan, Mekke’ye giden hacıların Abdullah’a biatını önlemek için Hac yollarını kapattı ve Kudüs’ü ön plana çıkartarak, Kâbe’yi ziyaretin siyasi boyutlarıyla kendi aleyhine dönmesini engellemeye çalıştı. Şehirde yaptığı düzenlemeler ve dinî atıflarla, Kudüs kültünün yükselişi de bu dönemlere rast gelmektedir. “Yeryüzünde üç mescide ziyaret büyük sevaptır…” hadisi tahrif edilerek, bu sözde geçen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki mescit olduğu iddiasıyla Emevîler bu siyasi düzenlemeleri yaptı; hatta İbn Şihâb ez-Zührî gibi büyük muhaddisler de bu çabalara destek oldu.

İsra suresinde Mescid-i Aksa’ya atıf yapılır, ilgili ayetin incelenmesinden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamber bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürütüldü ve burada kendisine vahiy geldi; gelen ayet İsra suresinin ilgili ayetidir. Bu mescit Kâbe’ye 8 km mesafede bulunun Cirâne Vadisi’nde bulunmaktadır, bugün de bu mescit mevcuttur ve mîkât2 mahalli olarak kullanılmaktadır. Vâkıdî gibi ilk dönem tarihçileri, Hz. Peygamber’in o mescide gidip ihrama girdiğini ve bunun ardından dönüp Kâbe’yi ziyaret ettiğini anlatır. Ezrakî, Ahbaru-l Mekke isimli kitabında, Peygamber’in Kâbe civarında bu tür ufak mescitler edindiğini ve buralarda arkadaşlarıyla buluşup Kur’an okuduklarını, en uzak mescidin işte bu Cirâne Vadisi’ndeki Mescid-i Aksa olduğunu; Kur’an’da zikredilen Mescid-i Aksa’nın da bu mescit olduğunu dile getirir. Enteresandır, bizzat Ezrakî’nin kendi dedesi bu Cirâne’dendir; Ezrakî, Ebu’l-Velid isimli dedesinden gelen rivayetleri derleyerek bu tespitini kitabına almıştır.

Ezrakî, yukarıda zikrolunan ve sonradan tahrif edilerek “üç mescit” formuna dönüştürülen (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa/Kudüs) rivayetten ziyade; aslında Hz. Peygamber’in zikrettiği sözün şu şekilde olduğunu dedesine atıfla rivayet eder: “Şu üç mescide seyahat edilir: Mescid-i İbrahim, Mescid-i Süleyman ve mescid-i hâzâ (bu).” Bu sözde geçen Mescid-i İbrahim Kâbe’ye; Mescid-i Süleyman Kudüs’teki mescide; mescid-i hâzâ da o an içinde bulunduğu Medine’deki Mescid-i Nebevi’ye atıf yapmaktadır.” Emevîler zamanında tahrif edilen sözde geçen Mescid-i Aksa’nın hadisteki özgün ifadesi Mescid-i Süleyman’dır. Kur’an’daki Mescid-i Aksa ifadesi de Kudüs’teki Mescid-i Süleyman değil Mekke’deki bu küçük mescittir. Sonradan gelen hemen tüm muhaddis ve müfessirler de aynı örse çekiç vurarak bu yanlış ve politik imajı sürdürdüler.

Meşhur tarihçi Prof. Muhammed Hamidullah ile bir sene buluştuğumuzda, hadislerde zikredilen “Mescid-i Aksa”nın Cirâne’de bulunan ufak mescit olduğunu söyledim; Hamidullah bu sözüme itiraz etti. Aradan birkaç sene geçtikten sonra kendisiyle yeniden bir araya geldiğimizde bana cevap sadedinde şu bilgiyi verdi: “Senin dediğin o Mescid-i Aksa ne Mekke’de ne Kudüs’tedir, o mescit doğrudan gökyüzündedir; bunu da Buhârî söylüyor.” Ben de kendisine, Buhârî’nin Peygamber zamanında Kudüs’te Mescid-i Aksa olmadığını fark edince bu mescit için uygun bir yer aradığını ve en uygun yeri gökyüzü olarak tespit ettiğini söyledim. Hamidullah Bey bu sözüme bozuldu, ama tarihsel gerçekler bu şekildedir.

5.
Arapların Ümmiliği ve Okuma-Yazma Meselesi

Hz. Peygamber ve onu takip eden dönemde, Arap Yarımadası’na dağılmış vaziyetteki Araplar ümmi bir topluluktu, genel olarak okuma yazması olmayan bir kavimdi, bu durum Kur’an’da da ifadesini bulur. O da bir ümmi olarak ve bu ümmi toplumun içine bir peygamber olarak gönderildi. Kendisine Allah’tan gelen mesajları (vahiy) önce ezberler, ardından da çevresindeki insanlara ezberinden aktarırdı. Sahabeler de onun bu sözlerine ilgi duyup, bu mesajları ezberlerdi. Ezberden Kur’an okuma geleneği de böyle başladı ve bu hafızlık geleneği şeklinde günümüze kadar da devam etti.

Araplar tabiatları icabı ezber yapmayı severlerdi, meşhur Cahiliye şiirleri de yazılı olmaktan ziyade ezber ve sözle aktarılan metinlerdi. Kur’an’ın ilk defa yazı hâle alınma meselesi Biset’in altıncı senesinde ve Mekke’de, oldukça sınırlı bir çerçevede gerçekleşti. İlk surelerin kısa olması ve kolay ezberlenebilmesi bunu daha kolay mümkün kılıyordu.

Öte yandan, yazıya dökülünce Arapların kendilerine mahsus bir alfabesi o dönem de yoktu, yazılı metinleri Nabat alfabesiyle yazıya döküyorlardı. Zira Araplar ticaret için uzun seferlere çıkarken Nabatların memleketinden3 geçerlerdi; bölgeye gelen tüccarlar ticaret anlaşması yapar, bu nedenle küçük ticari el senetlerinin hazırlanması için yazıya ihtiyaç duyarlardı. Bu bölgelerde bulunmuş olan Araplardan da yazı öğrenenler olmuştu. Nabatlar da Güney Suriye ağzıyla Arapça konuşurlardı, alfabeleri de İbrani yazısından mülhem bir yazı çeşidiydi. Kureyşliler de Nabatların bu alfabesini öğrenip Arapçayı yazıya geçirmekte kullandılar. Kur’an da işte bu alfabeyle yazılmaya başlandı.

Peygamber zamanında İslam Arap Yarımadası’nın dışına çıkmadı, ancak dışarıdan gelen insanların getirdiği haberler üzerine çeşitli yerlere mektuplar gönderildi. Habeş Necaşisi’ne Habeşçe yazısıyla, Mısır Mukavkısı’na Rumca, Bizans İmparatoru Heraklius’a Rumca,4 İran Kisrası’na Pehlevîce (orta dönem Farsçası) mektuplar kaleme alındığı; hatta Bahreyn ve Umman halklarına da mektuplar yazılıp gönderildiği kaydedilir.

 

6.
Hadis Derlemeciliği ve Kur’an’ın Mushaflaştırılması

İslam tarihinde, Mekke dönemi genel anlamda ümmi bir dönem olarak kendini gösterir. Ancak bir süre sonra Hicret gerçekleşip de Medine dönemi başlayınca, Müslümanlar arasında yazı yaygınlaşmaya başladı. Zira yazıyla uğraşıp Kur’an’ı yazanlar çoğaldı, kırk kadar insan bu dönemde vahiy kâtipliği yaptı (Aralarında Muaviye, Ali, Zeyd b. Sabit gibi önde gelen sahabeler de vardı.). Ebu Hureyre gibi çokça hadis rivayet eden bazı sahabeler ise yazı bilmezdi, halk adamıydılar.

Medain’deki Sâsânî din adamları da Irak-İran halkını terk edip gidince, İran halkında siyasi ve dinî yapıya karşı bir nefret ve suçlama fikri belirdi. Bu terk ediş, Sâsânî İmparatorluğu’nun yıkılmasının verdiği şokla birleşince, “Madem onlar bizi terk ettiler, biz de onları terk ediyoruz.” anlayışıyla İran’da İslam’a karşı tepkisel bir yönelişe sebep oldu. Bütün İran İslam’a girmeye hazır hâle gelmişti, ancak bunun için Kur’an’ın yazılı hâline ihtiyaç duyuldu.

Bu amaca matuf olarak, Kur’an Mushaf hâlinde cem edildi ve çoğaltıldı. En az bunun kadar önemli bir husus da sonraki dönemde Arap olmayanların da Kur’an’ı okuyabilmelerini teminen yapılan bazı yazılı dil düzenlemeleridir (harekelendirme, noktalama, secavend işaretleri konulması vb.).

Bu çerçevede İranlı münevverlerin samimi gayretleriyle, daha önce göçebe Arap kültürü tarafından yazıya geçirilmesi gecikmiş bulunan Kur’an, çoğaltıldı, yayıldı ve geniş kitlelere ulaştırıldı. Yine bu süreçte, yeni İslam’a giren aydınlar Arapça öğrendi; örneğin İbn Mukaffa Arapça öğrendikten sonra Pehlevîceden bazı kadim metinleri (Hodanâme gibi Şâhnâme’nin öncüsü sayılabilecek önemli tarihsel metinler) Arapçaya kazandırdı. Ayrıca, Abbasî Halifesi Ebu Cafer Mansur döneminde Siyer-i Mülûk-i Acem’de eski İran hükümdarlarının hikâyelerini kaleme alarak Arap kültürüne tanıttı.

7.
Hadis İlmine İranlıların Katkıları

Araplar arasında hadis ilminin az gelişmesinin sebebi, büyük oranda yazılı kültürün olmamasıyla açıklanır. Peki neden Araplar arasında sınırlı ölçüde gelişmemişken, İran halkı arasında gelişti?

İran halkı, Arap fetihleri sürecinde kendilerini terk eden hükümdar ve yönetici sınıfına kırgınlıktan İslam’ı daha kolay kabullendi. İbn Mukaffa ve diğer üst sınıf ilim adamları bu ihtiyaca cevap vermek için Kur’an’ı öğrenip harekelendirdiler. İkinci olarak İranlı âlimler Arapçanın gramerini hazırladılar, ilk Arapça dil grameri İranlı Sîbeveyhî’ye aittir.

Keza İslam öncesi Cahiliye dönemi Arap şiirini derleyenler de Ahfeş gibi İranlılardır. Ahfeş, vezinlerine göre Arap şiirini kategorize etti; Halil bin Ahmed aruz veznini kurduğu gibi Arap şiirindeki ahengi dille uyumlu ahenkler hâlinde âdeta besteledi ve Farsça şiir-dil sistemine uyumlu hâle getirdi. Bir kısım İranlılar çöllere giderek Arap dilinin köklerini ve kelime kullanım biçimlerini inceliyorlardı; bir nevi oryantalist bir çabayla yeniden dili oluşturdular.

Buna ilaveten, yeni Müslüman olanlar (gayrı-Arap zümreler), İslam dininin yapısını kavramak için bu inanç sisteminin nasıl bir din olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bu ihtiyacı duyan insanlar, İslam’ın özünü, usul ve esaslarını belirlemek amacıyla hadis derlemesine koyuldular. Zaman içinde bu İranlı râviler, İmam Malik, Ahmed bin Hanbel gibi bazı Arapları da bu yönde motive ettiler. Hadisçilerin bütün bu derleme çalışmaları Samanoğulları hükümdarlığı zamanına denk gelir; Abbasîler de bu devletle iyi ilişkiler içinde olup onların himaye ettiği bu faaliyetleri kendileri de desteklediler. Samanoğulları coğrafyasında bazı âlimler hadis derleyiciliğiyle uğraştılar, Abbasîler onların bu çabasını resmen tanıyıp meşru sayarken, diğer bazı derlemeleri gayrimeşru sayıp reddettiler. Kütüb-ü Sitte adı verilen büyük hadis kitapları büyük oranda bu yöndeki bir gayret ve teşvikin ürünüdür; madden de desteklenmiş ve himaye edilmiştir. Buhârî, Müslim, Nesâî, İbn Mâce, Tirmizî, Ebu Davud gibi büyük hadisçiler hep Samanoğulları coğrafyasının çocuklarıdır. Sonraki dönemde de Sünni Müslümanlar bu isimleri gerçek râvi ve derleme kabul edip, Kütüb-ü Sitte adı altında benimsediler. Bu hadisçilere “ehl-ül hadis” denilirdi ve amellerinde de hadislerde rivayet edildiği şekilde hareket ederlerdi.

Bu hadisçiler, İran coğrafyasının çocukları olduğu için eski Mecusî kültürü ve Avesta’ya vâkıf insanlardı; bu nedenlerle derledikleri hadis kitaplarında kadim İran kültürüne dair unsurların bulunması tabiidir. Örneğin, Buharî’nin kitabında Hz. Peygamber’in deve sidiğinin insanlara şifa olduğunu söylediği kaydedilir, bu Avesta’dan alınma bir ifadedir. Bir diğer örnek Mehdi ile ilgili hadislerdir; bunlar da keza Avesta ve eski İran kültürüne dair hususlardır. Keza bu insanlar Ardavirafnâme’ye de vâkıf kişilerdi, bilhassa Miraç bahsi ve rivayetlerinde Ardavirafnâme etkisi yoğun bir şekilde görülür. Ardaviraf’ın göğe doğru seyahatiyle, Hz. Peygamber’in Miraç’a yükseltilmesi rivayetleri ve seyahatin mertebeleri çoğu yerde birebir örtüşmektedir. Bizzat “sırat” kelimesi de Avesta kaynaklıdır, ayrıca cennet-cehennem-sırat anlatıları doğrudan örtüşmektedir. Bu malzemeler Dante’nin İlahi Komedya’sında da kullanılır.

8.
İslam’ın İlk Döneminde Zühd ve Zahidler

Hz. Ömer zamanında İslam orduları fetihlere çıktı, bu adımlar sonucunda Atlas Okyanusu’ndan Hindikuş Dağları’na kadar İslam orduları yol aldı. Bu seferlere çıkan sahabe nesli yaşlandıkça uzak seferlere gidememeye başladı ve bulundukları yerlerde Kur’an hıfzı yapılan ufak mescitler kurdular. Buralarda hem yeni nesle Kur’an’ı ezberletiyor hem de İslam’ın fiilî yaşayışını uygulamalı olarak öğretiyorlardı. Mutasavvıflar kendilerini bu zahidlere atfederlerse de bu tamamen yanlış ve uydurmadır; zahidlerin duygu ve düşünce dünyasıyla mutasavvıflarınki tamamen farklıdır.

Basra civarında, Suriye’nin güneyinde bu zahid sahabeler ve Tabiin nesli yoğun şekilde faaliyet göstermekteydi; örneğin Enes b. Malik Basra’da, Bilal Habeşi Şam’da, Hz. Osman’ın yeğeni Ukbe b. Nafi Atlas Okyanusu kıyısında Fas’ta, Hz. Ali’nin torunlarından Muhammed Bakır ve Cafer Sadık Irak coğrafyasında, Hz. Hüseyin’in torunu Zeyd b. Ali Kufe civarında bu şekilde faaliyet gösteren ilk dönem zahidleri arasındaydı. Keza Mısır ve Kuzey Afrika’da da sahabe neslinden faal zahidler vardı. Musa b. Nusayr, Halid b. Velid’in yetiştirmesi bir adamdı ve Emevîlerin Kuzey Afrika Valiliği görevinde bulundu, aynı zamanda abid ve zahid bir insandı.

Hasan Basri ve Rabia el-Adeviyye bu ilk neslin el verdiği önemli Tabiin zahidleri arasındaydı. Hafızlık geleneği bugün İslam dünyasının her tarafında etkili bir şekilde varlığını sürdürüyorsa bu geleneğin oluşumunda ilk dönem zahidlerine çok şey borçludur. Bu neslin, Kur’an’ın hıfzedilmesi ve bilahare kayıt altına alınması bağlamında çok önemli hizmetleri olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in on beş asırdır kuşaktan kuşağa intikalini sağlayan da işte bu nesildir.

Günümüz İslam dünyasında bu ilk dönem zahidler meselesi gözden kaçmış ve üzerinde çalışılmamış bir konudur. Sonraki nevzuhur sufiler ve mutasavvıflar çokça tez konusu yapılıp çalışılmasına rağmen, İslam’ın muhafazasında çok önemli rol oynayan bu ilk dönem zahidleri üzerinde ayrıntılı çalışmalar hâlâ yapılmamış durumdadır.

9.
Emevîler

Ümeyyeoğulları, Cahiliyye çağından beri Haşimoğullarıyla zıtlaşma içindeydiler, Mekke’nin yönetimini ele geçirmek bu mücadelenin ana motivasyon unsuruydu. Ümeyyeoğulları, İslam’ın gelişinden sonra da Medine’de meydana gelen İslam Devleti’ne karşı bir mücadele sürdürdüler. Bedir Savaşı’nda Ali’nin, Ebu Süfyan’ın kudretli oğlu Hanzele’yi öldürmesi, Ümeyyeoğullarında Ali’ye ve Haşimoğullarına karşı tazelenmiş bir kin ve nefret oluşturdu; bunun etrafından güçlü bir asabiyye bağlılığı ortaya çıktı.

Bunun bir devamı mahiyetinde, Hz. Osman’ın halife seçilmesi sırasında eğer Hz. Ali seçilmiş olsaydı, Ümeyyeoğulları daha o zaman isyan edip bayrak açacaklardı. Fakat Abdurrahman b. Avf’ın sezgisi ve bu tehlikeyi keşfetmesi, şûrâ esnasında oyunu Hz. Osman lehine kullanmasını ve neticede Hz. Ali’nin halife seçilmesini önlemiş oldu. Böylece bu isyan da önlenebildi.

Vâkıâ, daha sonra Ali emir’ül-müminin olduysa da bu andan itibaren Ümeyyeoğulları Ali’ye karşı cephe aldı ve Şam Valisi Muaviye, Ali’ye itaat etmeyerek onu mağlup etti; ardından da tam nasyonalist bir devlet kurdu. Muaviye’nin kurduğu devlette Ümeyyeoğullarının iktidarın sahibi olduklarını vurguladılar ve devlet yapısı içerisinde Ümeyyeoğullarından olan veya onlarla uyumlu çalışabilecek insanlara görev verdiler. İşte bu nasyonalist devlet Arap olmayanları dışladı, bu devletin en belirgin meziyeti, asabiyyeci yanı ve Ümeyyeoğullarından olmayanları dışlayıcı tavrıdır.

Buna karşı Hz. Ali, Emevîlerle mücadele edebilmek için Kufe’ye davet edildi, Kufe o dönemde çok önemli bir İran askeri garnizonuydu. Bu İran garnizonuna mensup olan insanlar Ali’yi bilinçli bir şekilde ve özel bir maksatla oraya davet etmişlerdi. Burada bir iktidar oluşturup Şamlılarla mücadele etmeyi planladılar. Böylece, İslam öncesi dönemdeki Roma-Bizans İmparatorluğuyla Sâsânî İmparatorluğu mücadelesinin yeni bir versiyonunu şekillendirdiler.

Nitekim henüz o dönemlerde Hz. Ali’nin evlatlarına şah demeye başlamışlardı. Ali’nin oğlu Hüseyin’in hakkını savunurlarken dahi, aslında Hüseyin’in değil de onun eşi olan, son Şah Yezdicerd’in kızı Şehrbânu’nun hakkını savunuyorlardı. Çünkü Hüseyin onlar için damad-ı şehriyârî5 idi ve son şahları Yezdicerd’e varisliğine atıf yapıyorlardı. 1960’larda Bağdat’a gittiğimde, Şiilerin taziyelerinde Hüseyin için “Damad-ı şehriyârı öldürdüler!” nidalarıyla ağıt yaktıklarını kendim görmüştüm.

10.
Abbasîler

Abbasoğulları daha iktidarlarının en başından itibaren İran kökenli seçkinlerin himayesinde hareket etmek zorunda kaldılar. Abdullah es-Saffah’ın Emevîleri kovalaması ve hepsini kılıçtan geçirmesi sırasında yanındaki ordu bütünüyle İranlılardan oluşuyordu, bu askerler çok vahşi sahneler meydana getirmişlerdi. Sonra da bu adam Kufe’ye geldi ve Emevîlere karşı saffahlığıyla (kan dökücü) övündü. Abbasoğullarına bu gücü veren İranlılardı. İktidara geldikten sonra Basra ve Kufe’deki büyük camilerde zaferlerini görkemli şekilde kutladılar.

Bilahare Bağdat inşa edildikten sonra bu şehri İrani bir usulle dizayn edip tam bir İran payitahtı haline getirdiler. Claude Cahen gibi Batılı yazarlar, Abbasî Devleti’nin başında her ne kadar Arap kökenli bir aile varsa da devletin yönetimi, şehirlerin dizaynı gibi önemli esasların tümüyle İrani usulde geliştirildiğini kaydeder. Nitekim bir süre sonra İran-Sâsânî devlet teşkilatından alınan vezirlik sistemiyle bu etki perçinlendi. İranlı Bermekoğulları bu sistemin kurucusudur.6 Abbasoğullarına kutsiyet vasfının giydirilmesi ve hadisler uydurularak bunun perçinlenmesi, İran etkisinin bir başka önemli boyutudur.

Yine İran coğrafyasındaki bu çevreler ve Türkler gibi siyasi güç sahipleri, Abbasî halifelerini, bir dönemde koca bir imparatorluk coğrafyasında devletlerin yöneticilerini onaylayan manevi bir otorite olarak algıladı ve bu çerçevede kabullendi. Bu nedenle de örneğin Selçuklu Türkleri Bağdat’a gelip halifeliğin koruyucusu olmakta bir beis görmedi. Samarra’da Abbasîlerin Türklerden oluşan geniş muhafız birlikleri mevcuttu.

Bu bağlamda, Selçukluların, Abbasî hanedanını koruma misyonuna karşılık, Halife de Tuğrul Bey’e “sultan-ı devle” unvanı verdi, kendileri de “sultan-ı din” unvanını kullandı. Bu düalist anlayış laiklik olarak da nitelendirilebilir. Zeki Velidi Togan’ın da bu ilişkiyi tanımlarken ifade ettiği gibi bu “Türk tipi laiklik”tir. Zaten bazı Avrupalı çevreler de laikliği Doğu’dan aldıklarını kabul ederler, “Doğu Laisizmi” denilirken kastedilen de bu modeldir.

 

Abbasîlerde ilk defa en-Nâsır-Lidinillah din ve dünya sultanlığını kendi şahsında birleştirmeye çalıştı, yarım asra yaklaşan uzun iktidarında bunu gerçekleştirmek için gayret etti ve bu yolda fütüvvet teşkilatının yanı sıra, tasavvufi çevreleri de seferber etti. Fütüvvet önderleri ve tarikat şeyhleri Abbasî Halifesi’ne bağlı olarak faaliyet gösterdiler. Bu şeyhlerden birini de kendisine özel sekreter yapmıştı. Meşhur mutasavvıf Şahabeddin es-Sühreverdî tam anlamıyla Halife en-Nâsır’ın bir nevi özel kalem müdürü olarak faaliyet gösterdi. Bu makam vasıtasıyla beldelere şeyhler tayin ediyorlardı. Manevi makamlar için Abbasî ailesince âdeta menşur dağıtılıyordu ve ondan icazet almayan kişi şeyhlik yapamaz durumdaydı.

Bununla birlikte Abbasîlerin bu dinî yapılanmasına Harezmşahlar itaat etmediler, zira Harezm sultanları “sultan-ı dünya” unvanının kendilerine verilmesini istiyorlardı, bu şekilde çevrelerindeki beylikleri de kendilerine itaat ettirmek niyetindeydiler; hâlbuki Abbasîler artık bu unvanı da kendileri kullanmak kararındaydılar. Bu bağlamda, Abbasî Halifesi en-Nâsır-Lidinillah, Cengiz Han’a elçiler göndererek, Harezmşahlara karşı siyasi ittifak arayışına dahi girdi. Bu şekilde Cengiz Han’ın Harezmşahlar ülkesi üzerine yürümesini de teşvik etti. Bu yüzden, pek çok İslami yazar ve müverrih, Halife en-Nâsır’a lanet yağdırır. Meşhur tarihçi İbn Esir, Moğolların İslam aleminin başına en-Nâsır tarafından bela edildiğini savunur.

Halife, Şeyh Mecidüddin Bağdadî’yi Muhammed Harezmşah’ı katlettirmek üzere o bölgeye gönderdi, Bağdadî Harezm’e gidince Muhammed’in annesiyle irtibat kurdu; ancak onun bu projesi ortaya çıkarılınca Sultan Muhammed tarafından 1213’te öldürüldü, Sultan’ın annesi de bu komplo nedeniyle cezalandırıldı. Ancak Harezmşah, nüfuzlu Şeyh Mecidüddin’i idam ettirerek bu sefer tasavvuf çevrelerini karşısına almış oldu.

En-Nâsır’dan sonra gelen halifeler onun kadar başarılı olamadılar; Moğollar birtakım yerleri istila ederlerken Harezmşahları da ortadan kaldırdılar. Cengiz’in torunu Hülagu çok geniş bir devlet kurmak istiyordu, Türklerde de bu anlayış “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” olarak nitelendirilir. Hülagu bütün Anadolu ve İran’ı zapt etti ama karşısında Abbasî Halifeliği vardı, onu da ortadan kaldırıp Mısır’a geçmeyi düşlüyordu. Bu yüzden de kuvvetlerini topladı ve 1258’de Bağdat kuşatmasının ardından Abbasî Devleti’ni yok edip, Bağdat Halifeliği’ne de son vermiş oldu. Suriye’yi alıp Şam yakınlarına kadar geldi, ancak Memlûk Sultanı Baybars 1260 yılında, Şam’ın kuzeyindeki Ayn Calud’da Moğol akınlarını durdurdu, Moğol Başkomutanı Buğra Han’ı idam etti. Bu savaşın neticesi olarak Hülagu Han Mısır’ı fethetme düşünden geri adım atmak zorunda kaldı. Bu yenilgi, Moğolların o vakte kadar aldıkları ilk ve en büyük hezimetti.

1Bu cümleden olarak Hz. Peygamber, Bir’i Mâune Kuyusu başındaki katliamdan sonra uzun süre bunu yapan Beni Lian kabilesini lanetledi. Bu kabile halkı Müslüman olunca Peygamber de onlara lanet okunması uygulamasını kaldırdı.
2İhrama girilecek zaman ve yer anlamında kullanılan fıkıh terimi. (e.n.)
3Günümüzde, Ürdün sınırları içinde yer alan, Kızıldeniz kıyısındaki Akabe Körfezi bölgesi.
4Bu rivayeti Batılılar pek kabul etmez.
5Şah’ın damadı (e.n.)
6Kanaatimce, ‘vezir’ kelimesi, Arapçadaki ‘vizr’ kökünden değil, Avesta’daki ‘kizir’ (bey) kelimesinden gelmektedir.