Safahat

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Kör Neyzen

 
Elinde, nevha-i mâtem kadar acıklı sadâ211
Veren, bir eski kamış; koltuğunda bir yedici;
Şu kör dilenci, bakardım, olunca nâle-serâ,212
Durup da merhameten dinleyen gelip gidici,
Önünde boynunu bükmüş zavallı keşkülüne,
Atardı beş para, onluk değilse bâri yine.
 
 
Kırık sazıyla ederken zaman zaman feryâd,
Gelirdi gûşuna onlukların tanîniyle213
Birer nevâ-yı beşâret, birer peyâm-ı vedâd;214
Birer sadâ ki: Neyin sîne-çâk enîniyle215
Karışmayıp, yalınız dem tutardı sanki ona!
Bu ses, bu manzara gayet hazîn gelirdi bana.
 
 
Muhîti hep mütevâlî leyâl-i dûrâ-dûr…216
Sabâh yok onun âfâk-ı târ-ı ömrü için!217
Yüzünde hande-i ümmîdi andırır bir nûr218
Görülmüyor! O mükedder, elîm çehre bütün
Kesîf bir bulut altında perde-pûş-i melâl…219
Geçen zamanı karanlık, karanlık istikbâl!
 
 
Nasıl hakîkat-i yeldâ? Hayatı git ona sor:220
Bulur nazarları dünyâyı perde perde zalâm!
Belâyı görmüyor ammâ bütün belâ görüyor,
Bu kâinat-ı sefâlette eyledikçe devâm.
Arar bulunduğu yeldâ-yı bî-tenâhîde221
Zavallı, bir çıkacak yol sabâh-ı ümmîde!
 
 
Görür şedâid-i eyyâma karşı dûşunda,222
Siper vazifesini lîme lîme bir abacık.
Fakat o sütre-i bîtâbı her hurûşunda,223
Açar da dest-i inâdıyle rûzigâr; artık,
Körün sakındığı üryan vücûdu meydâna
Çıkar, göğüs gerer emvâc-ı berf ü bârâna!224
 
 
Geçende çarşı içinden çıkınca baktım ki:
Çamurlu taşlara yaslanmış inliyor sâil.225
Hasırdı şiltesi, altında hem de pek eski,
Şadırvan olmasa üstünde yoktu bir hâil:226
Duyulmuyordu uzaktan neyin de şimdi sesi,
Yakından ancak işittim o vâpesin nefesi!227
 
 
O kendi kendine üfler mi yoksa inler mi?
Ne dinleyen, ne duyan var… Bakıp geçer herkes.
Mezardan akseden âvâzı kimse dinler mi?
Zavallı, ölmeye bak, nâle-i tezallümü kes228
Fakat durun… Yine keşkülde bir tanîn-i medîd
Duyuldu… Âh ne nâzendedir sürûd-i ümîd229
 
 
Şadırvanın, körü altında saklayan, saçağı
Delinmemiş mi? Buluttan coşup gelen yağmur,
O sakbeden uzanıp bir sicim gibi aşağı,230
Zavallı keşkülü baktım yavaşça kamçılıyor,
Duyunca kör, bunu bir cûş-i merhamet sandı,231
Uzandı keşküle, heyhât, işte aldandı:
Morarmış elleri boş çıktı, sâde ıslandı!
 

Acem Şâhı 232

“Be-merdî ki mülk-i serâser zemîn

 

Niyerzed ki hûnî çeked ber zemîn.” 233

Sadi

 
Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye;
Eyvân-ı zer-cidârına as ziynetin diye !234
Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını,
Canlarla yak meşâil-i mâtem-penâhını!235
Makberlerin hufeyre-i muzlim-dehanları,
Dendân-ı gayz u kahra şebîh üstühanları
Yâd eylesin mezâlimini tâ ebed senin,
Ey cephesi, kitâbesi bin kanlı medfenin!236
Ey bir hayâle tuhfe kılan bin hakîkati,
Ey âhenîn eliyle kazıp kabr-i milleti,
Nûr-i hayât ufuklarını herc ü merc eden,
Leylin şedîd zulmetini rûha mezc eden!
Envâr-ı mihr-i fikri sen ey hâksâr eden,
Meyyitlerin izâmı gibi târumâr eden!
 
 
Ey hâdimi serâçe-i mâtem-feşanların!
Rahş-ı akûr-i zulmüne pâmâl olanların
Gül-gonce-i mezârı mıdır tâc-ı devletin?237
Tutmuşsa da avâlim-i efkârı şöhretin,
Zannetme ki hükûmetinin efseriyledir…
Sa’dî'lerin mezâr-ı çemen-ber-seriyledir.238
Sa’dî'lerin mezârı, evet, bir avuç türâb…
Tahtınsa bir cihan ki senin âsüman-meâb!
Lâkin o kabre bence fedâ taht ü efserin…239
Makber-güzîn olup da sükût eyleyenlerin
Feryâd-ı vâpesînine değmez bu velvelen…240
Mudhik gelir nigâh-ı temâşâma hâilen!241
Bin mülkü, milleti yok eden pençe-i felek,
Bir şahsı şüphesiz ebedî kılmamak gerek.242
Mâzî ki işte makbereler mâverâsıdır,
Milletlerin haziyre-i zâir-cüdâsıdır,243
Atfeylesen nigâhını ka'r-ı zalâmına:
Milletlere gözün ilişir na'ş nâmına!244
Dârâ’ların o nâsiye-i târumârını,
Ecdâdının izâmını, çökmüş mezârını
Pîş-i nigâh-ı ibretine al da bir düşün…
Çoktur bu rütbe dağdağa bir kabza hâk için!245
İklîmler alan o muazzam Napolyon'un
Bir hufredir kazandığı şey. İşte bak onun
En son serîri makbere-i mâtemîsidir,
Akreplerin nedîmi, yılanlar enîsidir!246
Yer kalmamış sarây-ı muallâna bak utan:
Mâtem-sarâylarla dolu sâha-i vatan!247
Emr-i cihân-mutâı bu dünyâyı râm eden
Eslâfının -bugün düşünürsek- değil iken
Toprak olan dehenleri feryâda muktedir,
Hâlâ senin bu velvele-i nahvetin nedir?248
 

«Riyâset be-dest-i kesânî hatâst

Ki ez-destişan desthâ ber-Hudâst. 249

Sadi

 
Bu müthiş velvelen İran'ı dâim inletir sanma.
«Muzaffersin!» diyen sesler bütün hâindir, aldanma.250
Zafer-yâb olduğun kimdir? Düşün bir kerre, millet mi?
Adâlet isteyen bir kavmi vurmak gâlibiyyet mi ?251
Nasîbin yok mudur bir parça olsun âdemiyyetten?
Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryâda milletten?252
Emîn ol bunca mazlûmun yüreklerden kopan âhı,
Tependen indirir elbette birgün lâ’netu’llâhı!253
Sığınmış olduğun şevket-sarây-ı zulmü pek muhkem
Hayal etmektesin… Lâkin ne bârûlar, ne müstahkem
Penâh-ı bî-amanlar, heybet-i Kahhar-ı Mutlak’la,
Kökünden devrilip bir anda yeksân oldu toprakla!254
O, bir çok memleket vîran edip yaptırdığın eyvan
Harâb olmaz mı? Kabristâna dönmüşken bütün İran?255
Evet, İran'ı kabristâna döndürdün, helâk ettin;
Kefen yaptın girîbân-ı ümîdi çâk çâk ettin!256
«Bütün dünya için bir damla kan çoktur» diyorlar, sen,
Şu mâsum ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden!257
Yüzünden perde-i temkîni artık kaldırıp attın:
Ne mâhiyyet, nasıl fıtrattasın, dünyâya anlattın!258
Livâ’ül-hamd-i hürriyyet iken İslâm için gâyet,
Nedir pâmâl-i istibdâdın olmak öyle bir râyet?259
Kazak celbeyleyip tâ Rusya'dan, sâdâtı çiğnettin;
Yezîdin rûhu şâdolsun… Emînim çünkü şâdettin!260
Şehâmet gösterip binlerce beytullâhı bastırdın;
Şecâat arz edip birçok ricâlullâhı astırdın!261
Ne Allah'tan hayâ ettin, ne Peygamber'den âr ettin:
Devirdin kâ'be-i ulyâ-yı dîni, hâk-sâr ettin!262
Hamâset-perverân-ı kavmi tuttun bir bir öldürdün,
Umûmen Şark’ı ağlattın, umûmen Garb’ı güldürdün…263
Hayır, hiçbir gülen yok, sızlıyor Garb’ın da vicdânı,
Görüp ecsâd-ı mazlûmîne meşher hâk-i İran'ı!264
 
 
O Sa'dîler, o Hâfızlar, o Firdevsî, o Râzî'ler,
Gazâlî'ler, o Kutbüddîn, o Sa'düddîn, o Kâdîler
Yetiştirmiş; o Örfî'nin, o birçok şems-i irfânın
Ziyâsından tenevvür eylemiş; iklimi dünyanın,
Bugün makhûr-i nâdânîsidir bir fırka haydûdun !265
 
 
Nedir pinhan olan esrârı bilmem, bunda Ma'bûd'un.
Hayır, Ma'bûd'a ircâında yoktur bunların mânâ:
Yataklık eylemez cânîye -hâşâ- bir zaman Mevlâ.266
Şehâmet-perverâ, Şâhâ! Zaman, bî-dâdı kaldırmaz;
Hatâ etmektesin şâyed diyorsan «Kimse aldırmaz.»267
Bu istibdâda artık bir nihayet ver ki: istikbâl
Karanlık derler amma işte pek meydanda: İzmihlâl268
 

İstibdâd

Kardeşim Midhat Cemâl’e

 

 
Yıkıldın, gittin ammâ ey mülevves devr-i istibdâd,
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!
Diyor ecdâdımız makberlerinden: «Ey sefîl ahfâd,
Niçin binlerce mâ’sûm öldürürken her gelen cellâd,
Hurûş etmezdi, mezbûhâne olsun, kimseden feryad?269
 
 
Otuz milyon ahâlî üç şakînin böyle mahkûmu
Olup çeksin hükûmet nâmına bir bâr-ı meş'ûmu270
Utanmaz mıydınız bir saysalar zâlimle mazlûmu?
Siz, ey insanlık isti'dâdının dünyâda mahrûmu,
Semâlardan da yüksek tuttunuz bir zıll-i mevhûmu!»271
 
 
O birkaç hayme halkından cihangîrâne bir devlet272
Çıkarmış, bir zaman dünyâyı lerzân eylemiş millet;273
Zaman gelsin de görsün böyle dünyâlar kadar zillet
Otuz üç yıl devam etsin, başından gitmesin nekbet…274
Bu bir ibrettir ammâ olmayaydık böyle biz ibret!
 
 
Semâ-peymâ iken râyâtımız tuttun zelîl ettin;275
Mefâhir bekleyen âbâdan evlâdı hacîl ettin;276
Ne âlî kavm idik; hayfâ ki sen geldin sefîl ettin;
Bütün ümmîd-i istikbâli artık müstahîl ettin;277
Rezîl olduk… Sen ey kâbûs-ı hûnî, sen rezîl ettin!278
 
 
Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,279
«Bu bir cânî» dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse,
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye'se…
Ne mel'unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs’e!
 
 
Değil kâbusun artık, devr-i devlet, intibâhındır.280
Gel ey nâzende hürriyyet ki canlar ferş-i râhındır.281
Emindir mevkiin: En pâk vicdanlar penâhındır.
Serâpâ mülk-i Osmânî müeyyed taht-gâhındır.282
Serîr-ârâ-yı ikbâl ol ki: Bir millet sipâhındır.283
 
 
                                                                                                             – Bir gün evvel —
 
 
Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz;
Erir erir akarız semtimizde geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ammâ latîf olur derler…
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek, şu arsada ot bitse nev-bahâr olacak…
Ne var gidip Yakacık'larda dem-güzâr olacak?
Füsûlü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;284
Kurak, çamur, iki mevsim tanır ayaklarımız!
Müneccimin, bereket versin, eski takvîmi
Haber verir bize, mevsim şehirde gelmiş mi?
Sıcak, ziyâde sıcak bir geceydi; baktım ki:
Oturmak evde ölümden beter, dedim: belki,
Çıkar dışarda gezersem biraz nefeslenirim;
Epey de yorgunum ammâ gelince dinlenirim.
Bizim müsamere meydanı yayla tümseğidir;
Uzak çekerse de poyraz tutar, yazın iyidir.
Giyip ayağmı çıkarken sopam yetişti hele…
Emîn olup gidemem, çünkü, vermesek el ele.
Odur cihanda benim, varsa yoksa, mûtemedim;
Vakûr, hâtırı mer'î, vefâlı, çok denedim.
Bizim sokakları tahmîn için deyin ki: Kuyu!
Doğar şehirde güneş, yükselir minare boyu,
İdâre kandili karşımda göz kırpar hâlâ;
Gurûb ikindiyi bulmaz, leyâl hep yeldâ!285
Nasılsa bedrin o akşam nigâh-ı sîmîni,286
Tarassut etmek için sanki evlerin içini;287
Dikildi safha-i mînâda semt-i re'simize.288
Tavansız evlere, yâ Rab, ne hoş bir âvîze!
Dur ey sirâc-ı ezel, gitme olduğun yerden:289
Biraz şu sahne-i deycûru okşasın şu'len.290
Şu'â-i muhriki altında, gündüzün, şemsin
Yanan alınlar için bir hayât olur lemsin…291
Açıktı pencereler; sağlı sollu her evden
Gelirdi türlü sadâlar, acıklı, ba'zen şen.
 
 
—Bak anne, aydede bak bak!
                                                                                                     – Aman da maşallah
Değirmi tabla kadar var…
                                                                                         – Susundu Ayşe, günah.
—İlâhi teyze tuhafsın, neden günâh olacak?
—Günâh dedim ya, bırak şimdi…
                                                                                               – Haydi sen de bunak!
—Bunak, munak deme billâhi çarparım elimi…
Aşifteler sizi… Âhir zaman tevekkeli mi!
 
 
Evin birinde nevâ-sâz bir güzel ûdî;292
Birinde cezbe-fezâ bir sadâ-yı dâvûdî,293
Tilâvet etmede Kur'an; gelip geçenlerse
Ayakta irkiliyor incizâb edip o sese.
Duyulmasın mı biraz sonra başka bir acı ses?
Aceb ne var? diyerek koştu önceden herkes;
Fakat gidenlere baktım ki kaldırıp tabanı,
Bucak bucak kaçıyor; kaç bilir misin amanı!
Kısıldı karşıki evlerde mumların hepsi,
Kısıldı sanki bütün bir mahallenin nefesi!
Kesildi nağme-i Kur'an, kesildi nağme-i sâz;
Zaman zaman duyulan sâde bir rakîk âvâz.
Niçin kaçıştı ahâli, ne var ki yâ Rabbi?
Yavaş yavaş sokulur, anlarım nedir sebebi.
 
 
Ne manzaraydı, İlâhî, o gördüğüm sahne!
Beş on herif yapışıp bir fakîrin ellerine,
Sürüklüyor; öteden bir kadın diyor:
                                                                                                                        – Bırakın!
Kocam ne yaptı? Nedir cürmü bî-günâh adamın?
Zavallının büyük evlâdı öldü askerde;
İkinci oğlu da sürgün Yemen'de bir yerde.
Acıklı, göğsü sakat koyverin, didiklemeyin;
Günahtır etmeyin, oğlum, ayıptır eylemeyin.
Efendi kim, ne bilsin? Bilirse hem ne çıkar?
Kilercisiyle uzaktan biraz hısımlığı var.
Geçende komşuyu görmüş, demiş: Selâm söyle.
Demek alınmayacak Tanrı’nın selâmı bile!
Köpek sürür gibi insan sürüklenir mi ayol?
– Kadın, çekil döverim ha! Sokulma, haydi defol!
– Herif bırak, diyorum… Durdu işte bak nefesi.
– Ne dırlanıp duruyor? Susturun canım şu pisi!
 
 
Demez miyim size ben her zaman ki «dağdağasız»
Yapın? Eşek gibi siz hiç lâf anlamaz mısınız?
– Kadın, paşam, ne yaparsın?
                                                                                          Paşam mı? Nerde paşa?
Şu korkuluk gibi dimdik duran herif mi? Paşa!
Tasavvur et: İki arşın kazık kadar bir boy!
Getir de üstüne kalpaklı bir kemik kafa koy.
Ocak süpürgesi seklinde bir sakal yaparak,
«Senin bu işte yüzün, al!» deyip o yüzsüze tak.
Ocak süpürgesi, lâkin süpürmüyor, yıkıyor;
Nedense bittiği yerden cenâzeler çıkıyor!
Budak delikleri tarzında aç da çifte oyuk,
Büyükçe bakla kadar alnının az altına sok.
Bilir misin çalı altında gizli inler olur:
Yılan sabah çıkar, akşam usulcacık sokulur.
Bıyık o kırda yetişmiş diken yemişli çalı;
Ağız da in gibi asla görünmüyor, kapalı.
Bu şekl-i mûhişi mümkünse bir düşün şöyle,294
Paşam dedikleri u'cûbe işte aynıyle!
Belinde seyf-i «sadâkat», elinde bir kamçı,
Ferik nişanları altında gördüğüm umacı,
Ziyâ-yı bedr-i münîrin içinde, yâ Rabbi,
Dururdu sîne-i îmâna girmiş ukde gibi!
Semâ, zemîn bütün envâr iken o pis gölge,
Cebîn-i pâkine leylin ne pâyidâr leke!
 
 
—Kuzum, nasıl paşasın, görmüyor musun? Kocamı
Sürükleyip duruyorlar…
                                                                                                    – Defol kadın, adamı
Vurunca öldürürüm ha! Benim şakam yoktur.
– Çekil hanım, paşa lâf dinlemez! Vurur mu vurur.
Bilir misin onu! Şevket-meâb Efendim’izin
Birinci bendesidir…
– Hay yetişmesin pampin!
—«Sürün!» demiş, ona Şevketli'nin irâdesi var.
—Sürüm sürüm sürünün tez zamanda alçaklar!
Ya sen, zebâni kıyâfetli, gulyabâni paşa!
İlâhi yumru başın bir geleydi sivri taşa!
Yılan bakışlı şebek, bir bakın şunun gözüne!
Kazık boyundan utan …Tû! herif, senin yüzüne!
Sakın mahallede erkek bırakmayın, götürün.
Sayıyla vermediler, öyle, posta posta sürün!
Bakın şu hayduda, durmuş yıkın diyor evimi!
Torunlarım ya herif, aç kalıp dilensin mi?
Mahallemizde de çıt yok, ne oldu komşulara?
Susup da kurtulacak sanki hepsi aklısıra.
Ayol, yarın da sizin hânümânınız sönecek…
Ne var sıçan gibi evlerde şimdiden sinecek?
Yazık sizin gibi erkeklerin kıyâfetine…
—Yetişti yaygaran artık… Çekil kadın evine!
Atın şu kaltağı gitsin, tıkın hemen içeri.
—Paşam, bayıldı kadın.
—Anlamam o hileleri.
Demek ki bekleyelim gelsin âlemin keyfi…
Saat üç oldu, geciktik, omuzlayın herifi.
 
 
Refîk-i ömrü giderken cenâze hâlinde,295
Serildi, kaldı kadın âşiyân-i lâlinde,296
Benim de bitti nihâyet tahammülüm, tâbım;
Boşandı seyl-i dümûum, boşandı a'sâbım.297
Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak!
Diyordu sanki o bîçâre karşıdan:
                                                                                           – Alçak,
Demin gerekti hamiyyet! Hem ağlamak ne demek ?
Figân ederse kadın, susturur koşup erkek.
 
 
Eve döndüm, bütün o fâcialar
Geldi karşımda durdu subha kadar.298
Döndü dîdemde bin hayâl-i elîm!
Öttü beynimde bin figân-ı yetîm.
Ağlasın inlesin de bir mazlûm,
Olayım seyre sâde ben mahkûm!
Yalınız ben miyim fakat câni?
Kim çıkıp «Yapmayın!» demişti, hani?
Sustu herkes duyunca feryâdı,
Kimsecikler yerinden oynamadı.
Sesi hattâ kısıldı Kur'ân'ın,
Sustu gûyâ sadâsı Mevlâ'nın!
Sus! O susmaz: nidâ-yı tehdîdi,
Dinle bak nerden in'ikâs etti:
Arnavutluk'ta gürleyen toplar
Geliyor işte pâyitahta kadar!299
 

Hürriyet

– İki gün sonra —


 
Beyaz entarisiyle kar gibi kız,
Sanki cennetten inme zâde-i hûr;300
Ya seher-pâredir ki perrandır301
Dûş-i nâzında bir sehâbe-i nûr.302
Kuşanıp bir nitâk-ı hürriyet303
Geziyor hâk-dânı dûrâ-dûr!304
Hâle-dâr eyleyince bedri şafak305
Bu kadar dil-nişîn olur ancak.
 
 
Ya şu oğlan, şu tostopaç afacan
Ki fezâlar gelir sürûruna dar;
Taşıyor sanki sığmıyor kabına…
Kendisinden büyük de bayrağı var!
Geçti mâzî denen o devr-i melâl,
Haydi feth et: Senindir istikbâl.
 
 
Koşuyor el ele vermiş iki kardeş; birinin
Yaşı beş yoksa da, var altı kadar diğerinin.
Bakıyor arkalarından dayanıp değneğine,
Hayli düşkün bir adam:
                                                                 —Kız o ne ? Düştün mü yine!
Sana bin kerre dedim koşma, yavaş git, yaramaz!
Haydi kalk ağlama… Söz dinlesen olmaz mı biraz?
Silkiver üstünü, Ahmet, bakıver ağlamasın.
—Ağlamam ağababa…
                                                                      – Artık yetişir, oynamayın.
Söktü baktım ki hemen bir alay etfâl öteden,306
O nasıl mevkib-i şâdî, o ne âlem, görsen!307
Her çocuk bir kocaman bayrak edinmiş, geliyor;
«Yaşasın!» sesleri eflâke kadar yükseliyor.
Görerek yapma değil hem, ne tabîî etvâr!
Şu yumurcaklara bak: Sanki ezelden ahrâr!308
—Bağırın haydi çocuklar…
                                                                                           – Yaşasın hürriyyet!
Derken alkış geliyor; sonra da nevbet nevbet,
Ya Vatan Şarkısı, yahut ona benzer bir şey
Okunup, her köşe çın çın ötüyor… Hey gidi hey!
Bir mezarlık gibi dalgın yatıyorken, daha dün
Şu sokaklarda bu gün dalgalanan rûhu görün!
– Biz de gitsek azıcık, ağbaba, olmaz mı?
                                                                                                         – Gidin.
Çok koşup terlemeyin ha! Amanın dikkat edin.
İki kardeş dalarak lücce-i etfâle hemen,309
İki dürdâne-i ismet gibi yüzmekte iken;310
Bakarak arkalarından bu güzel yavruların,
Döndü birdenbire sîmâsı, duran ihtiyarın.
Ne için ağladı? Bilmem. Şunu duydum yalınız:
– Âh bir kerre gelip görse Yemen'den babanız!..
 

Kocakarı ile Ömer

Üstâd-ı necîbim Ali Ekrem Bey'e


 
Yok ya Abbâs'ı bilmeyen, kimdi?..
O sahâbîyi dinleyin şimdi:
 
 
Bir karanlık geceydi pek de ayaz…
İbni Hattâb'ı görmek üzre biraz,
Çıktım evden ki yollar ıpıssız.
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ilerden yavaşça oldu iyân,
Zulmetin sînesinde ukde gibi,311
Ansızın bir müheykel a'râbî!
Bembeyaz bir ridâ içinde garîb,
Geliyor muttasıl mehîb mehîb
Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık;
Durmadan karşıdan selâmlaştık.
Düşünürken selâm alan sesini,
O heyûlâ uzandı tuttu beni:
Bir de baktım, Ömer değil mi imiş!
– Yâ Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş?
– Şu mahallâtı devre çıkmıştım…
Gel beraber, benimle, üç beş adım.
 
***
 
 Ne sadâ var, ne bir yürür bîdâr;
 Uhrevî bir sükûn içinde civâr.
 
 
Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak…312
Şu yatan beldenin huzûruna bak!
O semâlar kadar yücelmiş alın,
Çakarak sînesinden âfâkın,
Bir zaman sönmeyen nigâhıyle,
Necm-i sâhirde sanki bir hâle!313
Duruyor her evin önünde Ömer,
Dinliyor, bî-haber içerdekiler.
Geçmedik en harâb bir yapıyı,
Yokladık sağlı sollu her kapıyı.
Geldik artık Medîne hâricine;
Bir çadır gördü, durdu kaldı yine.
 
***
 
Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.
«Açız! açız!» diye feryâd eden çocuklarının,
Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;
Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini:
– Durundu yavrularım, işte şimdicek pişecek…
Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!
Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri…
Selâmı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri.
Selâmı aldı kadın pek beşûş bir yüzle.314
– Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?
– Bugün ikinci gün, aç kaldılar…
                                                                                         – O hâlde, neden
Biraz yemek komuyorsun?
                                                               —Yemek mi? Çömleği sen,
Tirid mi zannediyorsun? İçinde sâde su var;
Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!
Ne çâre! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.
 
 
– Peki! Senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın…
Tek erkeğin de mi yok?
                                                           – Hepsi öldü… Kimsem yok.
– Senin midir bu küçükler?
                                                     – Torunlarım.
                                                                              —Ne de çok!
Adam, Emîre gidip söylemez mi hâlini?
                                                                                                                                   – Ah!
Emîr’e, öyle mi ? Kahretsin an-karîb Allah!315
Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun…316
Ömer, belâsını dünyada isterim bulsun!
– Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle inkisâr edecek?
– Ya ben yetîm avuturken, Emîr uyur mu gerek?
Raiyyetiz, ona bizler vedîatu’llâhız;317
Gelip de bir aramak yok mu?
                                                                                              – Haklısın, yalnız,
Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez;
Gidip de söylememişsen ne hâldesin bilemez.
– Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl?
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl?
Zavallının işi çokmuş!.. Nedir, muhârebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medîne halkını üryan bırak, Mısır'da dolaş…
«Gazâ! Gazâ!» diye git soy cihânı, gel paylaş!
 
 
Çocukların bu sefer yükselince feryâdı,
Kadın, tehevvürü artık cünûna vardırdı:318
– Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine;
Ömer! Savâik-i tel'în olur, iner tepene!319
 
 
Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme:
O sayha ra'd-ı kazâdır ki gönderir ademe!320
– Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver…
– Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!
Gidip de söyleyeyim hâ?.. Dilencilik yapamam!
Ömer de kim? Benim ondan kerîm adamdı babam,
Ölür de yüz suyu dökmem sizin halîfenize!…
Ömer vuruldu bu son sözle…
                                                                                           – Haklısın, teyze!
Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim.
 
***
 
Halîfe önde, bitik, suçlu, münfail, nâdim;
Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık.
Sabâha karşı biraz başlamıştı aydınlık.
Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor?
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor?
Medîne'nin dalarak münhanî sokaklarına;321
Dönüp dönüp hele geldik zahîre ambarına.
Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle.
Arandı her yeri, bir mum yakıp alel'acele.
– Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.
Çuval Halîfe'de, yağ bende, çıktık ambardan;
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.
Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı;
Dedim ki:
                                – Ben götüreydim… Verir misin çuvalı?
– Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebâli kendine âiddir İbni Hattâb'ın.
Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?
 
 
Yarın, huzûr-i İlâhî’de, kimseler, Ömer'in
Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;322
Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle.
Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu!
Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes'ul!
Yetîmi, girye-i hüsran alır, Ömer mes'ul !323
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdâp olur boğar Ömer'i!
Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
Ömer koğulmada her mâtemin civarından!
Ömer halîfe iken başka kim çıkar mes'ul?
Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!324
Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den…
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?
 
 
– Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi,
İdâre eyleyecek düştüğün bu ma'rekeyi ?
Evet, adâleti «mutlak» hayal edersen eğer,
Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder!
Beşer, adaleti «mutlak» tahayyül eylerse,
Görür ümîdini mahkûm her zaman ye'se.
Sen ey Ömer, ne meleksin, ne bir emîr-i zalûm.
Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlûm!
Görür bürûc-i semânın bütün sitâreleri,325
Zalâm içinde, yük altında inleyen Ömer'i!326
Huzûr-ı Hakka çıkarken bu unlu cephenle,
Değil zemîni, getir şâhid âsümânı bile!
– Uzak mı yol? Daha çok var mı?
                                                                                    – Ancak üç beş adım.
 
 
Mecâli kalmamış artık zavallının… Baktım:
Olanca azmini cebr eyleyip, nefes nefese;
Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise!
Sokuldu haymeye, indirdi arkasından unu:
– Bırak da testiyi yerleştirin kenâra şunu.
Hemen çakılları çömlekten indirip attı;
Uzandı testiye, yağ koydu, sonra un kattı.
Oturmak istedi, lâkin belâya bak ki: Ocak,
Hemen sönüp gidecek…
                                                            – Teyze, yok mu hiç yakacak?
 
 
Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer'e;
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere.
Ocak tüter, Ömer üfler zefîr-i hârıyle;327
Zemîni lihye-i beyzâ-yı târumârıyle328
Sücûd tavr-ı huşûunda, muttasıl süpürür;
İçinde rûhu yanar, cephesinde ter köpürür!
Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman;329
Bulut geçer gibi necmin hıyât-ı nûrundan!330
 
 
Ocak tutuştu, yemek pişti.
                                                                                      – Var mı teyze kabın?
Getir de indirelim…
                                                                   – Var büyükçe bir kap, alın.
Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekleyecek!
Ömer çocuklara bir bir yedirdi üfliyerek!
 
 
Kesildi haymede mâtem, uyandı rûh-i sürûr;
Çocuklar oynaşıyorlar, kadın ferîh ü fahûr.
Ömer bu âlemi gördükçe gaşy içindeydi…
Dedim:
– Sabâh oluyor kalkalım…
                                                                                                                  – Evet, haydi!
Yarın Emâret'e gel, teyze, öğleyin beni bul;331
Emîr'e söyleriz, elbette hayr olur me'mûl.
 
***
 
Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık,
Biz de çıktık vedâ edip artık.
Hiç görünmeksizin gelip geçene,
Doğru indik Halîfe'nin evine.
“Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver”.
Diye, koyvermiyordu, çünkü, Ömer.
Etti az sonra subh-i velveledâr
Uyuyan şehri kâmilen bîdâr.
 
 
Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.
– Gâlibâ, teyze, uykusuz kaldın!
İşte bağlanmak üzredir nafakan,
Alacaksın her ay gelip buradan.
Şimdi affeyledin, değil mi beni?
– Böyle göster fakat adâletini.
 
211Nevha-i mâtem: Mâtem iniltisi.
212Nâle-serâ: inleyen, feryâd eden.
213Tanîn: Tın tın öten ses. Tınlama.
214Neva-yi beşaret: Müjde sesi, Peyam-ı vedâd: Dostluk haberi.
215Sine-çâk: Sine yırtan; Enin: İnilti.
216Mütevâlî leyal-i dûra-dûr: Birbirini takibeden davâmlı geceler.
217Âfâk-ı târ-ı ömr: Ömrün karanlık ufukları.
218Hande-i ümmid: Ümit gülümsemesi.
219Perde-puş-i melal: Usanç ile baştan başa örtülü.
220Hakîkat-i yeldâ: Uzun bir geceye benzeyen hakîkat.
221Yeldâ-yı bî-tenâhî: Sonsuz, uzun gece.
222Şedâid-i eyyâm: Günlerin şiddeti.
223Sütre-i bîtâb: Mukavemetsiz sütresi, örtüsü.
224Emvâc-ı berf ü bârân: Kar ve yağmur dalgaları.
225Sâil; Dilenci,
226Hâil: Engel.
227Vâpesîn nefes: Son nefes.
228Nâle-i tezallûm: Tezallûm, şikâyet iniltisi.
229Nâzende: Nazlı, hoş. Sürûd-i ümid: Ümit sevinci.
230Sakbe: Delik.
231Cûş-i merhamet: Merhamet coşkunluğu.
232Bu manzumeyi Mithat Cemal ile beraber yazmıştık. Bu birinci parça onun, aşağıda gelecek ikinci parça benimdir.
233Bütün dünya mülkü, bir damla kanın yere dökülmesine değmez.
234Ey alnı kanlı müstebit; zulmünü temsil eden ağır gürzünü süs olsun diye altın yaldızlı duvarına as!
235Çadırının kurulduğu yeri al kanlı kefenlerle donat! Matem sığınağı olan meşalelerini can yakmakla parlat!
236Ey alnının kara yazısı, binlerce kabrin kitabesi olan zalim; mezar çukurlarının karanlık ağızları, kin ve kahır dişlerine benzeyen kemikleri, ebede kadar senin zulümlerini hatırlasın ve hatırlatsın.
237Ey binlerce hakîkati bir hayale feda eden; ey demir pençeleriyle milletin mezarını kazıp hayat nurunun ufuklarını karmakarışık bir hâle getiren ve gecelerin şiddetli karanlıklarını ruha karıştıran, ey fikir nurlarını topraklara bulayıp ölü kemikleri gibi dağıtan; ey mâtemli âile yuvalarını yıkan! Başındaki devlet tacı, kudurmuş bir at gibi olan zulmünün ayakları altında çiğnenmiş olanların mezarlarında açmış bir gül goncası mıdır?
238Fikir âlemlerini şöhretin tutmakla beraber o iştiharı hükümetinin taç ve tahtı sayesinde hâsıl olmuş sanma. O şöhret, Sadi gibi İran büyüklerinin, üstünde çimenler bitmiş, mezarları sayesindedir.
239Evet, Sadi ve emsalinin kabirleri bir avuç topraktan ibaret kalmış, senin tahtın ise senin düşünüşüne göre göklerin bile sığınacağı bir cihandır. Lâkin bence o mübarek mezara senin tahtın ve tacın fedadır.
240Kabre çekilmek suretiyle şikâyeti kesilmiş olanların son feryadına senin gürültülü, patırtılı saltanatın değmez.
241Korkunç hükümdarlığın benim temaşa nazarıma karşı güldürücü görünür.
242Feleğin binlerce devlet ve milleti yok etmiş olan pençesi hiçbir şahsı ebedî bırakmaz.
243Mazi denilen şey, mezarların öte tarafı ve milletlerin ziyaretçisiz kalmış bir türbesidir.
244O mezarların karanlık diplerine bakacak olsan orada çürümüş cesetler yerine milletler görünür.
245Dârâ'ların dökülmüş alın saçlarına, ecdâdının çökmüş mezarlarına ibret gözüyle bak da düşün ki bir avuç toprak için bu kadar istibdat çoktur.
246İklimler almış olan büyük Napolyon'un kazandığı şey; bir çukurdur, onun en son tahtı mâtemli kabridir ki, orada nedimleri akrepler, enisleri yılanlardır.
247Vatanın sahası, bütün mâtemhanelerle dolmuş, orada senin yüksek sarayına yer kalmamıştır.
248Senden evvelkilerin emîrleri, dünyayı itaate mecbur etmişken bugün toprak dolan ağızları feryada bile muktedir değil. O halde sendeki bu azamet ve gurur velvelesi nedendir?
249Halkın, zalimliğinden dolayı Allah’a sığındığı kimselerin devletin başında kalması doğru değildir.
250Ey Şah; bu dehşetli patırdın İran'ı daima inletecek sanma. Sana «muzaffersin!» diyen seslere aldanma ki onlar hulûskâr birer haindir.
251Galebe ettiklerinin kim olduğunu düşün. Onlar milletin efradı değil mi? Adâlet istiyen bir kavmi vurmak ve ezmek sence gâlibiyet mi sayılıyor?
252İnsanlıktan bir parça olsun nasîbin yok mu ki, milletten yükselen feryatlara aldırmıyorsun?
253Emin ol ki, bunca mazlumun yüreklerinden kopup fışkıran ahlar, bir gün Allah’ın lanetini tepene indirecektir.
254İçinde bulunduğun zulüm sarayını pek sağlam sanıyorsun, lâkin Kahhar-ı Mutlak’ın heybetiyle ne kadar müstahkem ve burc ü bârûlu sığınaklar, temelinden devrilmiş ve toprakla bir olmuştur.
255Bütün İran bir mezarlığa dönmüşken, senin birçok memleket yıkıp da yaptırdığın saray harap olmayacak mı?
256Evet, İran'ı öldürdün ve bir kabristana döndürdün, milletin ümit yakasını yırttın, kefen hâline getirdin.
257«Bütün dünya için bir damla kan dökülmesi çoktur.» denilmişken sen şu mâsum ümmetin kanlarından seller akıttın.
258Temkin ve ihtiyat perdesini yüzünden attın; nasıl bir yaratılışın olduğunu dünyaya anlattın.
259İslâm’ın ümidi, gayesi, hürriyet liva’ül-hamdi iken öyle bir mukaddes sancak, istibdadının ayakları altında kaldı.
260Ta Rusya'dan Kazak'lar getirip seyitleri çiğnettin ve Yezid'in ruhunu şadettin.
261Beytullâh olan birçok camiyi şehametinle bastırdın, şecaatinle de birçok ricâlullahı (Tanrı erlerini) astırdın.
262Ne Allah'tan korktun, ne Peygamberden utandın. Dinin yüksek kâ'besini devirdin ve toprakla bir ettin.
263Milletin hamaset sahibi olanlarını tutturup öldürttün ve şu hareketinle bütün Şark'ı ağlattın, bütün Garb'ı güldürdün.
264Hayır, hayır… Zalimane icraatına karşı gülen yok. İran toprağının mazlum sergisi olduğunu gören Garb'ın da vicdânı sızlıyor.
265Sâdi, Hâfız, Firdevsî, Râzî, Gazalî, Kütbüddin, Sa'düddin, Kadı Beyzavî gibi zevatı yetiştirmiş; Örfî’nin ve daha birçok irfân güneşinin ziyasından aydınlanmış olan İran, bugün bir haydut fırkasının cehliyle mağdur ve makhur bir hâlde… Allah’ın bundaki gizli esrarı nedir bilmiyorum.
266Hayır bunları Mabud’a isnad etmekte de mâna yoktur. Hâşâ, Cenabı Hak bir caniye yataklık etmez.
267Ey şehametli Iran Şahı; öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, zulme kimsenin tahammülü yoktur. «Ben yapacağımı yapayım, kimse aldırmaz!» diyorsan aldanıyorsun.
268Artık bu istibdâda nihâyet ver ki istikbal karanlık derler ama bunun gizli kapaklı yeri yok. Harekâtının sonu izmihlâl olacaktır.
269Mezbûhane: Son, fakat ümitsiz bir gayretle.
270Bâr-ı meş'um: Uğursuz yük.
271Zıll-i mevhum: Mevhum gölge.
272Hayme: Çadır.
273Lerzan: Titriyerek.
274Nekbet: Felâket.
275Semâ-peymâ: Göklerde yüzen, Râyât: Bayraklar.
276Âba: Babalar, atalar.
277Müstahîl: Mümkün ve kabil olmayan, imkânsız.
278Kâbus-ı hûnî: Kanlı kâbus.
279Gamz eden: Belirten.
280İntibâh: Uyanıklık.
281Ferş-i râh: Yol yaygısı.
282Müeyyed: Destekli.
283Serir-ârâ-yı ikbâl: İkbal tahtına yerleşen.
284Füsûl: Fasıllar, mevsimler.
285Leyal: Geceler; Yelda: Uzun.
286Nigâh-ı sîmîn: Gümüş gibi bakış.
287Tarassut etmek: Gözetlemek.
288Safha-i mînâ: Mavi safha; semt-i re's: Gökte tam tepe.
289Sirac-ı ezel: Ezelî kandil, çerağ.
290Sahne-i deycur: Karanlık sahne.
291Lems: Temas, değme.
292Nevâ-sâz: Ses veren.
293Cezbe-fezâ: Cezbe verici.
294Şekl-i mûhiş: Korkutan, dehşet veren şekil.
295Refik-i ömrü: Hayat arkadaşı, kocası.
296Âşiyan-i lâl: Sessiz yuva.
297Seyl-i dümu': Gözyaşı seli.
298Subh: Sabah.
299Hürriyetin ilânını bildiren top sesleri.
300Zade-i hûr: Huri yavrusu.
301Seher-pâre: Seher parçası. Perran: Uçan.
302Dûş-i nâz: Nazlı sırt. Sehâbe-i nûr: Nur bulutu.
303Hâk-dân: Yeryüzü.
304Dûra-dûr: Uzun uzadıya.
305Hâle-dâr : Hâle içine alınmış.
306Etfal: Çocuklar.
307Mevkib-i şâdi: Sevinç alayı.
308Ahrâr: «Hür» ün çoğulu, serbest adamlar.
309Lücce-i etfal: Çocuk dalgası.
310Dür-dâne-i ismet: İsmet incisi.
311Ukde: Düğüm
312Sıyânet-i Hak: Hakkın sıyaneti, Allah’ın koruması.
313Necm-i sâhir: Uyumayan yıldız.
314Beşûş: Gülümser yüzlü.
315An-karib: Yakında.
316Râyet-i ikbali ser-nigûn olsun: İkbal bayrağı yerlerde sürünsün.
317Raiyyetiz : Tebaayız. Vedîa-tullah: Allah’ın emaneti.
318Tehevvür: Son derece hiddet, deliren öfke.
319Savaik: Saikanın çoğulu, yıldırımlar.
320Ra'd-i kaza: Kazanın gök gürlemesi, ilâhî hikmetin gök gürültüsü gibi tahakkuk etmesi.
321Münhani: İğri
322Şerik-i haybet: Ziyan ortağı.
323Girye-i hüsran: Hüsran gözyaşları.
324Zalûm ü cehul: Fazla zalim ve fazla cahil.
325Görür büruc-i semanın bütün sitâreleri: Gökyüzündeki burçların bütün yıldızları görür.
326Zalâm: Karanlık.
327Zefir-i hâr: Sıcak soluk.
328Lihye-i beyzâ-yı târumâr: Dağılmış beyaz sakal.
329Tûde tûde: Yığın yığın.
330Hıyat-ı nur: Nur iplikleri.
331Emaret: Emîrlik, Devlet Reisi Dairesi.
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?