Safahat

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Hasbihâl

 
Ey bülbül-i ter-zebân-ı irfan,
Dem-beste nevâlarınla vicdan
Hem-safvet-i rûh olan o âvâz
Oldukça harîm-i canda dem-sâz,
Pâmâlim olur bütün avâlim;
Lâhûta kadar çıkar hayâlim.
Eşvâkıma dar gelir de eb'âd,
Eyler fikrim fezâlar îcâd!
Ey nûr-i mübîni Kibriyâ’nın,
Sînem olamaz mı âsümânın?
Gökler mi bütün karârgâhın?
Hiç yerlere uğramaz mı râhın?
Ey tâir-i nâz-ı sidre-pervâz,
Kalbimde olaydın âşiyan-sâz;
Bir başka terâne gûş ederdin,
Rûhum gibi sen de cûş ederdin.
Yâdımda duran neşâidinden
Dâim cezebât içindeyim ben.
Verdikçe derûna vecd o âhenk,
Dünya nazarımda teng olur teng!
Âzâdesi büsbütün kuyûdun,
Bir şi'r-i semâ-zemîn sürûdun!
Bir şi'r-i revân ki: Cûy-i cârî
Feyziyle bahâr-ı ömre sârî.
Bir nağme ki: Rûhtur, ledündür;
Kur'an gibi râsihîn içindir.
Bir nâle ki: Şevk-sûz-i idrâk
Havlinde nidâ-yı «mâ-arafnâk!»
Ey şâir-i râzdân-ı mülhem,
Ben râzına olmasam da mahrem,
Hayrân-ı kemâlinim… Beyânın
Gûyâ ki hitâbıdır Hudâ’nın!
 
 
Ey subh-i ezel cebîn-i sâfı,
Envârının olmaz inkisâfı.
Yeldâ-yı adem cihânı alsa,
Eşbâh bütün zalâma dalsa,
Hâlâ görünür o rûhü’l-ervâh
Bir cevv-i münîr içinde sebbâh!
Ey safha-i vechi âyet-i nûr,
Cephende meâl-i kevn mestûr;
Çeşminde ziyâ-yı sermediyyet;
Sönmez ebedî sirâc-ı kudret,
Lâhût ile âşinâ nigâhın,
Ecrâm şühûd-i intibâhın!
Her dem lemeân eder o merdüm,
Mihrakı da zâhirât-ı encüm!
 
 
Her subh gelir nesîm-i dilcû
Dûşunda şemîm-i nâz-ı gîysû.
Eyler yeniden hevâ-yı dîdâr!
Bir nefha ile beni hevâ-dâr!
Sevdâ kesilir bütün süveydâ,
Gûya açılır nikâb-ı Leylâ.
Kehvâre-i dilde nâim ümmîd
Eyler uyanıp figânı teşdîd.
Susturmak için o tıfl-ı zârı,
Kalkar ararım leyâl-i târı!
 
 
Ey leyl, vekârının misâli,
Yâhud bana karşı infiâli!
Vaktâ ki eder revâk-ı deycûr
Altında yatan cihânı mahmur;
Etrafta kalmayınca bir ferd,
Hem-râhım olur hayâl-i şeb-gerd,
Kalkar, gezerim garîb ü tenhâ,
Bir yer bulurum sükûnet-ârâ.
Fevkimde semâ-yı encüm-âlûd;
Pîşimde ridâ-yı leyl-i memdûd;
Yâdımda neşâid-i kemâlin;
Karşımda hayâl-i yâl ü bâlin;
Âzâde kuyûd-i mâsivâdan,
Bîgâile havftan, recâdan;
Bir bezm-i fütûh açar ki vicdan:
Lebrîz-i safâ-yı aşk olur can.
Tasvîr değil o zevki, hattâ
Mümkün olamaz tasavvur aslâ!
Yâ Rab o ne feyz-i cûş ber-cûş!
Yâ Rab o ne leyle-i ziyâ-pûş!
Yâ Rab o ne cilve cilve envâr!
Yâ Rab o ne lem'a lem'a dîdâr!
Yâ Rab o ne encümen, ne âlem!
Yâ Rab o ne mahfil-i muazzam!
Ey leyl, nehârın olmasaydı…
Ey neşve, humârın olmasaydı!
Bîdârın iken uyanmasaydım;
Dünya var imiş inanmasaydım!
 
 
Ey yâr-i vefâ-güzîn-i cânım,
Verdiyse melâl dâstânım,
Mu'tadın olan inâyetinle
Susturma bu rûh-i zârı, dinle!
Hep velvele-i hayât dinse,
Düşmez bu zavallı rûh, ye'se.
Olmazsa zemîn, zaman müsâid;
Feryâdına âsüman müsâid!
Gönder bana sen de neyse derdin…
Yâdında mı bir zaman ne derdin?
Müstakbeli almayıp hayâle!
Gel biz dalalım bu hasbihâle!
Edvâr-ı hayât perde perde…
Allah bilir ne var ilerde.
 

Selmâ

«Hemşirezâdemdir. Dört yaşında öldü.»


 
«Bütün gün işte boğuştum, içim sıkıldı. Yeter!
Yarın da aynı mezâhimle uğraşıp duracak
Değil miyim? Bana öyleyse, şimdilik ister,
Ferâğ içinde düşünmek, vücûdu yormayarak.
Hayât, ceng-i maîşet; cihansa ma'rekedir;
Zaman zaman bu sükûnlar birer mütârekedir.»
Dedim, zemîne uzandım. Fakat huzûr o ne zor!
Dakika sürmedi hattâ benim bu yaslanmam…
Bir eski komşu gelip: «Vâliden selâm ediyor,
Diyor ki: Hasta ağırlaştı, durmasın, akşam
Hemen bizim eve gelsin.» deyince davrandım,
O âşiyân-ı perîşâna doğru yollandım.
 
 
Sarıldı boynuma annem, girince ben içeri.
Diyordu ağlayarak:
                                                                           – Görme, Âkif'im çocuğu!
Senin değil yedi kat ellerin yanar ciğeri,
Ölüm döşekleri üstünde görse yavrucuğu.
Şükür, bugün azıcık farklıdır diyorduk dün…
O pembe pembe yanaklar kireç kesildi bugün!
 
 
Filân hekim, dediler. Geldi, baktı, anlamadı.
Hayır, filân daha bir anlayışlıdır, dediler;
Meğer yalan yere çıkmış o sersemin de adı!
Bırak ki anlasalar var mı çare hiç? Ne gezer!
Hekim ilâçları, oğlum, bütün tesellidir.
İlâç yiyip iyi olmak, o bir tecellîdir.
Kesildi kardeşin artık yemekten, içmekten;
Lâkırdı dinlemiyor, kendini helâk ediyor.
O, hastadan daha şâyân-ı merhamet… Görsen…
Dedikçe «Anne, çocuktan ümîdi kes… Gidiyor!»
Telâş içinde kalıp büsbütün şaşırmadayım.
Eğer yetişmese imdâda yok mu komşu hanım…
 
 
– Görünmüyor, hani hemşîre nerdedir? Gelsin.
Benim sözüm ne kadar olsa başkadır, belki
Biraz bulurdu teselli…
                                                                                                 – Nasıl da söylersin!
Lâkırdı kâr edecek kim? Duyar mı hiç beriki?
Kolay bir iş mi? Senin anne olduğun var mı?
Çocuk o hâlde iken anne sözden anlar mı?
 
 
Bu hem kaçıncı felâket? Beşinci! Yâ Rabbi,
Tamam beşinci seferdir ki kız ölüm görecek!
Bu son ümîdi de şâyed giderse dördü gibi,
Zavallı kendini vaktinden evvel öldürecek.
Çıkıp da gör hele bir kerre şimdi Selmâ'yı…
Ne hâle koydu felek, git de bak, o sîmâyı!
 
 
Sabahleyin dili, baktım, biraz ağırlaşıyor…
Melil melil bakıyor şimdi bülbül evlâdım!
Ne zâlim illet imiş: Bir çocukla uğraşıyor…
O olmasaydı da ben keşke hasta olsaydım.
Şikâyet olmasın amma tahammülüm bitti…
Günâha girmedeyim durmuşum da bak şimdi!
 
 
Ne manzaraydı ki bir kuş kadar uçan o melek
Dururdu bî-hareket, kol kanad kımıldamıyor!
Gözünde nûr-i nazar titriyor, hemen sönecek…
Dudakta nâtıka donmuş; kulak söz anlamıyor!
Türâb rengine girmiş cebîn-i sîmîni;
Ölüm merâreti duydum, öpünce leblerini!
 
 
Başında annesi -mâtem tecessüm etmiş de
Kadın kıyâfeti almış gibi- durur mebhût;
Yanında komşu kadınlar hurûşa âmâde,
Eğerçi ortada dönmekte bir mehîb sükût.
Girince ben odadan hepsi kalktılar ayağa,
Kızıyle annesi mıhlıydılar fakat yatağa!
 
 
Dedim: Nedir bu senin yaptığın düşünsene bir.
Bırak şu hastayı artık biraz da kendisine.
Ne çâre, hükm-i kader âkıbet zuhûra gelir,
Cenâze şekline girmekte böyle fâide ne?
Senin bu yaptığın Allah'a karşı isyandır;
Asıl felâkete sabreyleyenler insandır…
 
 
Şu yolda başlayan âvâre bir talâkatle,
Devâm edip gidiyordum ben ictihâdımda…
Ne oldu, hastaya bir şey mi oldu, anlamadım…
O beht içindeki kızdan kemâl-i şiddetle,
Şu sayha koptu ki hâlâ enîni yâdımda:
«Ne taş yüreklisiniz… Âh gitti evlâdım!..»
 

Merhum İbrahim Bey

(İbrahim Bey merhum ki tabâbet-i baytariyye ulemasındandır, hâk-i pâk-i şarkın yetiştirdiği nevâdır-i irfân ü faziletin biridir. Merhumu yakından tanıyanlar dört sene evvelki fecîa-i irtihâlinin millet için ne elîm bir zıyâ', hükûmet için ne azîm bir hacâlet olduğunu teslimde tereddüt etmezler. Şarkın, garbın bedâyi-i ilm ü fennini toplayıp hâfızasına doldurmuş; mahfûzâtını muhâkemâtıyle, meşhûdâtıyle şâyân-ı hayret bir surette tevsî' etmiş; şarkın her tarafını defeât ile dolaşmış; garbın en medenî memâlikini görmüş, gezmiş; elsine-i şarkıyyeyi edebiyâtiyle bilir; Fransız, Rus lisanlarını hakkıyle öğrenmiş olan bu büyük adam fıtraten mahviyyete âşık, iştihâra düşman olmasaydı, eminim ki, hükûmet-i sâbıkanın o sâbıkalı ricâli yüzünden gureba hastahanelerinde ölen öyle bir hakîm-ı zû-fünûnu tanımak için kariîn-i kirâm benim gibi bir âcizin delâletine müftakir kalmazdı!)

 
Dönen muhît-i nigâhımda yâl ü bâlindir,
Bütün hayâlim o fevka’l-hayâl hâlindir.
Zalâm-ı hayrete düşmüş, batar çıkarken ümid,
Önünde rehber olan meş'alem hayâlindir.
Semâ-güzîn olarak gittin ey İlâhî nûr,
Peyinde şimdi ufuktan geçen zılâlindir.
Bu kâinât senin hâtıranla hep lebrîz:
Zemin, zaman bana yâd-âver-i cemâlindir.
Bütün cihâtta akseyleyen hemâlindir,
Esîr, sanki bir âyîne-i celâlindir!
Nücûm-i lâmia-zâ bârikât-ı irfânın,
Leyâl, ihâta-i eşyâdaki kemâlindir.
Seher o nâsiyeden bir nişân-ı feyzâ-feyz,
Şafakta dalgalanan renk, reng-i âlindir,
Ulüvv-i kâ'bını tasvîr eder nigâhımda
Semâ, olanca vuzûhuyle bir misâlindir.
Cibâl, heykel-i sâhib-vekâr-ı azmindir,
Suhûr, hiffete düşman olan hisâlindir.
Bulut yemîn-i leâlî-nisâr-i cûdundur,
Güneş müfekkire-i herdem-iştiâlindir.
Tulû', levha-i rengîn-i ibtisâmındır,
Gurûb, safha-i gamkîn-ı infiâlindir.
Havâda mevcelenir sânihât-ı kudsiyyen,
Riyâh, rûhumu pür-cûş eden mekâlindir.
Çemende cilveler eyler bahâr-ı dîdârın,
Sabâ, nüvîd-i ümîd-âver-i visâlindir.
Şitâ, peyinde hurûşan kıyâmet-i kübrâ,
Rebi', hâtıra-i şi'r-i lâ-yezâlindir.
Hulâsa, nazra-i im'ânımın önünde cihan
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlindir.
 
 
Senin hayâl-i sabîhin -ki bir zaman ey yâr,
Edince leyle-i rûhumda bin emel bîdâr;
Kıyâs ederdim açılmış sabâh-ı istikbâl-
Bugün bulutların altında eylemekte karâr!
Garib, şâm-ı garîban kadar hazîn oluyor,
Nigâh-ı rikkatimin karşısında fecr-i bahâr.
Birer bürehne kadîd-i mehîbi andırıyor
Hayat hulle-i sebzinde cilveger eşcâr.
Bütün bu sâha-i hadrâ, bu nev-demîde çemen
Yeşil bir örtünün altında bir amîk mezâr!
Sımâh-ı cânıma bir uhrevî sadâ geliyor
Neşîdeler okuyorken gusûn-i terde hezâr.
Temevvüc eyleyerek gözlerimde jale-i nûr
Şükûfe-zârda gûyâ ki ağlıyor ezhâr.
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlin iken
Bütün cihân-ı bedâyi'de müncelî âsâr,
Samîm-i rûhumu pür-çûş ü bîkarâr ediyor
Bugün o sîne-i hilkatte inleyen eş'âr!
Muhît şimdi şebistân-ı iğtirâbındır:
Bugün uyanmıyor artık o nâzenîn eshâr!
Sen ey semâları işrâk eden ziyâ-yı ezel,
Bu hâkdânı bıraktın peyinde zulmet-zâr!
Gerildi bir ebedî perde beynimizde, senin
Açıldı pîş-i celâlinde âlem-i dîdâr.
Cihan cihan dolaşırsın fezâ-yı lâhûtu,
Nasıl ki yâd-ı hazînin gezer diyar diyar!
Hayât varsa senin sermedî hayâtındır,
Azâb, yoksa, bu fânî hayât-ı velveledâr.
Sükûnu nerde bulur âh kalb-i mehcûrum?
Derûn-i sînede bir herc ü merc-i dâim var!
 
 
Demek, görünmeyeceksin ilelebed bana sen,
Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihribân benden!
Hayâta sen beni rabteylemiş iken, şimdi
Aceb nasıl yaşarım, söyle, âh sensiz ben?
«Günün birinde gelirsin de eski âlemler
Devâm eder yine birlikte öyle şâtır, şen…
Bu gîrûdar-ı maîşetten el çeker, ararız
Seninle sîne-i uzlette gizli bir me'men…
Karışmayız şu cihanın nebûd ü bûduna hiç,
Nasıl ki bunca zamandır karışmadık zaten!
Uzakta aksede dursun o hây ü hûy-i mehîb…
Sükûn içinde biz, ey dost, yek-revan, yek-ten,
Devâm eder gideriz her zamanki âhenge,
Döner muhîtimiz üstünde hep senin nağmen…
Beyân-ı ukde-güdâzınla mübhemât-ı şu’ûn
Yavaş yavaş açılıp bir vuzûh olur rûşen.
Verâ-yi perde-i kudrette gizlenen râzın
Önünde feyz-i beyânın açar da bin revzen,
İyân olur o zaman karşımızda âlem-i rûh,
Düşüp gider gözümüzden bütün kuyûd-i beden!
Birer terâne-i ilhâm olan neşâidini
Kemâl-i vecd ile tekrâr dinlerim…» derken,
Bugün emellerimin hepsi ser-nigûn oldu…
Meğerse olmayacakmış ne bir gelen, ne giden!
Meğer açılmayacakmış müebbeden artık
O perde perde hakâik, o ukdeler, o dehen!
Yazık ki yükselerek matla’ında etti karar
O lem'a lem'a sünûhât… Hem de pek erken!
Niçin gurûb ediverdin sen ey sitâre-i şark,
Henüz kemâlini derk etmeden zavallı vatan?
 
 
Şu son zamanda ziyâ’ın kadar zıyâ’ı elîm
İsâbet etmedi âfâk-ı şarka, İbrâhîm!
Eğerçi milletin ümmîd-gâh-ı ikbâli
Olan beş on büyük âdem, beş on vücûd-i kerîm
Birer birer heder olmuştu senden evvelce…
Senin peyinde fakat kaldı bin ümîd-i akîm.
Yarım asırda uyanmış çerâğ-ı feyze bakın:
Bir anda oldu sönüp perde-pûş-i hâk-i remîm!
Tasavvur eyleyemezdim ki ansızın dursun
Felâh-ı ümmet için çarpınan o kalb-i rahîm.
Tahayyül eyliyemezdim ki seyrden kalsın
Muhît-i şarkta cevlân eden o fikr-i hakîm.
Ridâ-yı hâke büründün sen ey sirâc-ı edeb,
Fakat o lem'a ki yâdımdadır… Zevâli adîm,
Durup mezârının üstünde ağladıkça sehâb;
Gelip başında enîn eyledikçe rûh-i nesîm;
İnip melâik-i rahmet cihân-ı bâlâdan,
Harîm-i kabrine ettikçe her zaman ta'zîm;
Bahâr vakti çiçeklerde yâd-ı enfâsın
Meşâm-ı câna duyurdukça bin lâtîf şemîm;
Döner hayâlimin en muhterem harîminde
Senin o tayf-ı lâtifin ey âşinâ-yı kadîm!
 
 
Musâb olan yalnız âilen midir? Heyhât,
Bıraktın arkada binlerce hânümânı yetîm!
Olurdu dest-i tesellî-medâr-ı lûtfunla
Sirişk içinde yüzen çehreler bir anda besîm;
Ederdi cûd-i merâhim-nümûd-i feyyâzın
Hazâin olsa bütün ehl-i fâkaya taksîm.
O bir cihân-ı fezâildi, mahvolup gitti…
Nedir? Niçindir İlâhî bu inkılâb-ı azîm?
 
 
Ey yâd-ı güzîn-i ihtirâmı,
Rûhumda hayâtının devâmı;
Ey lem'a-i feyzinin tamâmı,
Subh-i ezelînin ihtişâmı;
Âmâline dar gelince nâsût,
İkbâline sîne açtı lâhût.
 
 
Bakmaz da bu dâr-ı iptilâya,
Rûhun can atardı i'tilâya;
En sonra o nûr-i arş-pâye
Yükseldi civâr-ı Kibriyâ'ya…
Dem şimdi dem-i saâdetindir:
Ervâh, nedîm-i hazretindir.
 
 
Tevfîk olarak yolunda hem-râh,
Aştın şu fezâ-yı târı nâgâh;
Tâ fecr-i bekâda oldun âgâh…
Hâlâ gidiyorsun, Allah Allah!
Pervâzına yok mudur tenâhî?
Ey tâir-i gülşen-i İlâhî!
 
 
Her gül dibi medfen-i hayâlin,
Her gonce kitâbe-i kemâlin;
Her yerde nihân olan cemâlin,
Her yerde iyân olan meâlin;
Bir yerde görünmüyorsun ammâ:
Her yerde bedâyi’in hüveydâ!
 
 
Ey sen ki harîm-i Hakk'a mahrem
Oldun da yabancın oldu âlem;
Yâd eyleyecek misin ki bilmem?
Dünya denilen bu sicn-i mâtem
Hâlâ bana dâr-i imtihandır…
Kurtulmadım işte an bu andır!
 
 
Ey yâr-i azîz-i gam-küsârım,
Mahvoldu, Hudâ bilir, karârım,
Sarsıldı olanca ıstıbârım;
Bî-zâr peyinde rûh-i zârım!
Gittin, beni kimsesiz bıraktın,
Yaktın beni hasretinle, yaktın!
 

Azim

 
Sa'dî, o bizim Şark'ımızın rûh-i kemâli,
Bir ders-i hakîkat veriyor, işte meâli:154
 
 
«Vaktiyle beş on kâfile sahrâya düzüldük;
Gündüz yürüdük hep, gece bir menzile geldik.155
Çok geçmedi, baktım, bir adam hâsir ü hâib
Koşmakta… Meğer eylemiş evlâdını gâib.156
Bîçâre gidip haymelerin hepsine sormuş;
Bir taş bile görmüşse, hemen oğluna yormuş.157
Âvâre peder, nerde bulursun! derken…
Gördüm ki ciğer-pâresinin tutmuş elinden,158
Lebrîz-i meserret geliyor bizlere doğru,
Taşmış da gözünden akıyor şimdi sürûru!159
Yaklaştı şütürbâna nihâyet, dedi yekten:
«Evlâdımı buldum… Nasıl amma? Onu bilsen…160
 
 
Karşımda ne görsem, «O!» dedim geçmedim asla.161
Aldatsa da tahminimi binlerce heyûla,
Azmimde fütûr eylemedim, ye'si bıraktım…
Mâdem ki dünyâdadır elbet bulacaktım…162
Kumlarda yüzüp, zulmetin a'mâkına daldım;
Hep rûh kesildim… Ne boğuldum, ne bunaldım.
Tevfîk-i İlâhî edip en sonra inâyet,
Gördüm gözümün nûrunu karşımda nihayet.»163
 
 
İm'ân ile baksak oluyor işte nümâyan.
Sa’dî bize göstermede bir meslek-i irfan:164
Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem,
Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem,
Er geç bulacak sa'y ile dil-hâhını elbet.
Zira bu şu’un-zâr-ı tecellîde, hakîkat,
Tevfîk, taharrîye; taharrî ona âşık;
Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık.
Olsun da emel azm ü taharrîye mukârin;
Tevfîk zuhûr eylemesin sonra… Ne mümkin!165
Ba'zen iki üç haybet olur rehzen-i ümmîd…
İnsan o zaman etmelidir azmini teşdîd…
 
 
Ye'sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen
Hüsrâna düşersin, çıkamazsın ebediyyen!
Mahkûm olarak ye'se şu bîçâre peder de,
Evlâdını şâyed o karanlık gecelerde,
Vaz geçmiş olaydı aramaktan, ne bulurdu?
Elbet biri candan, biri cânandan olurdu!166
 

Seyfi Baba

 
Geçen akşam eve geldim. Dediler:
                                                                                                                   – Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
                                                                                        – Nesi varmış acaba?
– Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
– Keşki ben evde olaydım… Esef ettim, vah vah!
Bir fener yok mu, verin… Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin… Zîrâ yol
Hem uzun, hem de bataktır…
                                                                                                – Daha âlâ, kalınız:
Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.
 
 
Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak,
«Gel!» diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine.
Boğuyordum müteveffâyı bütün âferine.
Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk; o yüzer, ben yüzerim.
Çok mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrâfını tektük hisse.
Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun…
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;167
Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh bir ma'bed-i fersûdenin üstünden aşar;168
 
 
Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;169
Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, üryan,170
Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan
Hânüman yoksulu binlerce sefîlân-ı beşer;171
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı;
O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları;
Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:
Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!
Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!
Serseri, derbeder, âvâre, harâmî, kâtil…
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre… Niçin? Belli değil!
Ya o bîçâre de rahmet suyu nûş eyleyerek172
Hatm-i enfâs edivermez mi heman «cız!» diyerek?173
O zaman sâmianın, lâmisenin şevkiyle174
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi…
Ne yalan söyleyeyim kalbime haşyet geldi.175
 
 
Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener
Geçiyor… Sapmayarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından… Yolu buldum zaten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!
İşte karşımda bizim yâr-i kadîmin yurdu.176
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
 
 
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem… İyi amma kapı zaten aralık…
Galiba bir çıkan olmuş… Neme lâzım, artık,
Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.
Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:
 
 
—Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabâhat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun…
Hele dinlen azıcık, anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın…
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.
 
 
Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım,
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!
O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,177
Gördü bir sahne-i üryân-ı sefâlet ki nigâh,178
Şâir olsam yine tasvîri olur bence muhâl:
O perişanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!
Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.
– Ihlamur verdi demin komşu… Bulaydık şunu, bir…
– Sen otur, ben ararım…
                                                                                            – Olsa içerdik, iyidir…
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme…
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vermeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.
 
 
– Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
– Mehmet Ağa'nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem! desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktarmayayım… Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor, iş diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç179
Görüyorsun daha gelmez… Yalınızlık pek güç.
Ba'zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!
– Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.
 
 
İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına…
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse, yorulmuş da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakîr âdemi memnun edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!
 

İnsan

«Ve tez'umu enneke cirmun sagîrun, ve fike ntave-l’âlem-ul-ekberu» 180

 
 
İmam Ali

 
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
«Muhakkar bir vücûdum!» dersin ey insan, fakat bilsen…
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:181
Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i yezdânî182
Musaggar cirmin ammâ gâye-i sun'-i İlâhîsin;
Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin!183
Edîb-i kudretin beytü’l-kasîd-i şi'ri olmuşsun;
Hakîm-i fıtratın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun.184
Esîrindir tabîat, dest-i teshîrindedir eşya;
Senin ahkâmının münkâdıdır, mahkûmudur dünya.185
Bulutlardan sevâik sayd eder irfân-ı çâlâkin;
Yerin altında ma'denler bulur nakkâd-ı idrâkin.186
Denizler bisterindir, dalgalar gehvâre-i nâzın;
Nedir dağlar, semâ-peymâ senin şehbâl-i pervâzın!187
Havâ, bir refref-i seyyâl-i hükmündür ki bir demde,
Olur dem-sâz-ı âvâzın bütün aktâr-ı âlemde.188
Dayanmaz pîş-i ikdâmında mâni'ler müzâhimler;
Kaçar, sen rezm-gâh-i azme girdikçe muhâcimler.189
Karanlıklarda gezsen, şeb-çerâğın fikr-i hikmettir,
Ki her işrâkı bir sönmez ziya-yı sermediyyettir;190
Susuz çöllerde kalsan, bedrekan ilhâm-ı sa'yindir,
Ki her hatvende eyler sâye-küster vâhalar zâhir.191
Ne zindanlar olur hâil, ne menfâlar, ne makteller…
Yürürsün sedd-i râhın olsa hattâ âhenîn eller.192
Yıkar bârû-yi istibdâdı bir âsûde tedbîrin;
Semâlardan inen te'yidisin gûya ki takdîrin!193
Teharrîden usanmazsın, teâlîden teâlîye
Atıldıkça, «Atılsam şimdi, dersin, başka âtîye!»194
Senin en şanlı eyyâmında, en mes'ûd hâlinde,
Bir istikbâl-i dûra-dûr vardır hep hayâlinde.195
O istikbâledir şevkin, odur ma'şûk-i vicdânın,
O kudsî neşvenin şeydâ-yı bî-ârâmıdır cânın.196
O şevkin dâim ilcâsıyle seyrin ıztırârîdir;
Terakkî meyli artık fıtratında rûh-ı sârîdir!197
Bütün esrâr-ı hilkatten haberdâr olmak istersin,
Bu gaybistân-ı hîçâ-hîçten kurtulmak istersin!198
Meâdın, mebdein, hâlin ki üç müthiş muammâdır…
Durur edvâr-ı müstakbel gibi karşında hep hâzır.199
Koşarsın bunların sevdâ-yı idrâkiyle durmazsın,
Hakikatten velev bir şenime duymazsan oturmazsın.200
Serâir perde-pûş-i zulmet olsun varsın isterse…
Düşürmez düştüğün yeldâ-yı hirman rûhunu ye'se:201
Emel, meş'al-keşin, bir reh-nümâ hem-râhın olmuşken,
Tehâşî eylemezsin sîne-i deycûra girmekten,202
Gelip bir gün tecellî etse mâhiyyât-ı masnûât,
Taharrîden geçer, bir dem karâr eyler misin? Heyhât!203
Tutar mâhiyyet-i Sâni', o en heybetli mâhiyyet
Olur âteş-zen-i ârâmın, artık durma cevlân et!204
Tevakkuf yok seninçin, daimî bir seyre tâbi'sin…
Ne zîrâ hâle râzîsin; ne müstakbelle kâni'sin!205
Dururken böyle bî-pâyan terakkî-zâr karşında;
Nasıl dersin ya «Pek mahdûd bir cirmim» tutarsın da.206
Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazharsin:
Tekâlîfin emânet-gâhısın bir başka cevhersin!207
Hayâtın eksik olmazken ağır bir bârı arkandan;
Ölümler, korkular savlet ederken hepsi bir yandan;
Şedâid iktihâm etmekte müthiş bir mekânetle,
Yolundan kalmayıp dâim gidersin… Hem ne sür'atle!208
Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkat olduğun elbet,
Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet:209
Nasıl olmak gerektir şimdi ef'âlin ki, hem-pâyen
Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken?210
 
154Şarkımızın kemal ruhu olan Şeyh Sadi, bize şöyle bir hakîkat dersi veriyor.
155Vaktiyle beş on kervan halkı çölde yola koyulmuştuk. Gündüz yürümüş, geceleyin bir menzile gelmiştik.
156Bir de baktım ki bir adam hüsrân ve haybet içinde koşup gidiyor. Meğerse o dehşetli çölde evlâdını kaybetmiş.
157Zavallı adam, çadırların hepsine birer birer uğramış ve evlâdını sormuş. Bir taş bile görse belki oğludur diye gidip bakmış.
158Biçare baba, onu nerede bulacaksın? Derken, ciğer-pâresinin elinden tutmuş olduğunu gördüm.
159Sevinç içinde ve sürûru gözlerinden yaş şeklinde akarak bize doğru geliyordu.
160Geldi ve deveciye: «Evlâdımı buldum, fakat nasıl buldum bilir misin?
161Karşımda her ne gördümse geçmedim. «Odur!» diyerek yanına gittim.
162Binlerce heyûla tahminimi aldatsa da azmimde fütura düşmedim, bulmak ümidini terk etmedim. Dedim: Mâdem ki dünyadadır, elbet bulacağım.
163Âdeta kumlarda yüzdüm, karanlıkların derinliklerine daldım. Ebedî bir ruh kesilip ne boğuldum, ne bunaldım. Nihâyet Allah’ın tevfikı inayet etti de gözümün nuru evlâdımı karşımda gördüm.
164Sadi bize bir irfân mesleği gösteriyor. Dikkatle bakacak olursak bize de görünüyor ki:
165Bir maksat uğrunda koşan kimse, iptida azim ve teşebbüsünü sağlam tutmuşsa elbette gönlünün istediğini ergeç bulacaktır. Zira Hakkın şüûnatına tecelli-gâh olan bu âlemde tevfik-i ilâhî taharriye, taharri de o tevfike âşıktır. Azmin de emel, ayrılmaz bir karinidir. Emel, azim ve taharri ile birlikte olsun da tevfik zuhur eylemesin, bunun imkânı var mıdır?
166Bazen iki üç muvaffakiyetsizlik, ümit yolunu kapatır, insan o vakit azim ve teşebbüsünü şiddetlendirmelidir. Ümitsizliğin sonu yoktur. Ona bir kere düşecek olursan bir daha altından kalkamayacağın büyük bir zarara düşersin. Şu biçare baba da ümitsizliğe düşüp o karanlık gecede evlâdını aramaktan vazgeçmiş olaydı, evlâdı candan, babası da canandan olurdu.
167Mürde şuâ’ât: Ölü ışıklar.
168Ma'bed-i fersûde: Eski mâbet.
169Eşhâs: Şahıslar, kimseler.
170Sütre-i yelda: Uzun gecenin örtüsü: Üryan: Çıplak
171Sefilân-ı beşer: İnsan sefilleri.
172Nûş eyleyerek: İçerek.
173Hatm-i enfâs: Nefesleri tüketmek.
174Sâmia: İşitme; Lâmise: Dokunma.
175Haşyet: Korku, ürperme.
176Yâr-i kadim: Eski dost.
177Perde-i zulmet: Karanlık perdesi; Nâgâh: Ansızın.
178Göz öyle çıplak bir sefalet sahnesi gördü ki.
179Ezânî Saatle, güneş battıktan üç saat sonra.
180Sen küçük bir cisim olduğunu sanırsın ama, en büyük âlem senin içinde gizlidir.
181Ey insan; sen hâlâ kendini tanımıyorsun da, «ben hakir bir varlıktan ibaretim…» diyorsun. Fakat mahiyetinin meleklerden yüksek bulunduğunu, âlemlerin sende gizlenmiş, cihanların sende dürülüp bükülmüş olduğunu bilsen…
182Allah’ın feyzi; yerlerden, göklerden taşıp dururken senin kalbin, Cenabı Hakkın münevver bir tecelligâhı olur.
183Bünyen küçük ama ilâhî sanatın gayesisin. Bu itibarla sonun bulunmaz ve nihâyetin gelmez.
184Kudret-i ilâhiye edebiyatının en güzel bir beyti, Hakîm-i fıtratın anlaşılmaz bir sırrı olmuşsun.
185Tabiat senin esirin, bütün eşya senin musahharındır. Dünya ise hükümlerinin münkad ve mahkûmudur.
186Çevik ve atik irfânın bulutlardan yıldırım avlar. Ayırd edici idrakin yerin altından madenler bulur, çıkarır.
187Denizler yatağın, dalgalar nazlı beşiğin olmaktadır. Dağların yüksekliği bir şey mi? Senin kanatların gökleri ölçmektedir.
188Hava, hükmünü bir demde dünyanın her tarafına götürmek için akıp giden bir vasıtandır.
189Mâni'ler, müzâhimler; ikdamına karşı duramaz. Sen azim ve teşebbüs denilen savaş alanına girdikçe hücum edenler dayanamaz.
190Karanlıklarda gezsen hikmetli düşüncen öyle bir kandilin olur ki, her parlayışı sermedi bir ziya teşkil eder.
191Susuz çöllerde dolaşsan kılavuzun sa'yinin ilhamıdır ki her adımında gölgelik vahalar gösterir.
192Zindanlar, menfalar ve makteller, ilerlemene engel olamaz. Demir eller yolunu tutmak istese bile dinlemezsin, yürür gidersin.
193Göklerden inen kaderin müeyyidesi imişsin gibi zulüm ve istibdat burçlarını rahatça bir tedbirin yıkıverir.
194Aramaktan üşenmez, bulmak arzusundan usanmazsın. Yükseklerden daha yükseklere çıktıkça, başka bir istikbale atılsam dersin.
195En şanlı günlerinde, en mesut hâllerinde bile hayalinde uzak bir gelecek bulunmaktadır.
196İştiyakın o istikbaldir ki vicdânının maşuku odur. Ruhun o mukaddes neşenin durup dinlenmez bir soydaşıdır.
197O şevkin sevkiyle yürüyüp gidişin mecburidir. Terakkiye olan meylin, yaradılışında sâri bir ruh hâlindedir.
198Hilkatin bütün esrarını bilmek, hiçten ibaret olan bu gayb âleminden kurtulmak istersin.
199Mead, mebde ve halini teşkil eden üç tane muammâ, gelecek devirler gibi karşında durur.
200Onları halletmek şevkiyle durmaz, koşarsın. Bir şemme olsun hakîkati duymadan oturmazsın.
201Bütün sırlar isterse zulmet perdeleri arkasında saklansın, düştüğün mahrumiyet gecesi ruhunu ümitsizliğe düşürmez.
202Emelin, önünde meş'ale çektikçe, bir kılavuz da yoldaşın oldukça karanlıkların içine dalmaktan çekinmezsin.
203Bütün masnuatın mahiyetleri bir gün sana tecelli ediverse, aramaktan vazgeçer, oturur musun? Hayır…
204O vakit o masnuatın sâniine sıra gelir. O en heybetli mahiyet sabır ve ârâmını tutuşturup yakar.
205Hulâsa senin için bir lâhza durup dinlenmek yok. Daimî bir ilerleyişe tâbisin. Çünkü ne hâle razı olursun, ne de istikbale kanaat edersin.
206Karşında böyle bir terakki mahalli dururken nasıl olur da, «Ben hakir bir varlıktan ibaretim.» dersin?
207Meleklerinkinden çok büyük bir tazime mazhar olmuş, Allah’ın tekliflerine emanetgâh ittihaz edilmiş bir cevhersin.
208Hayatın pek ağır binlerce yükü arkandan eksik olmazken, korkular, ölümler de bir yandan saldırırken müthiş bir temkinle o şiddetli hâllere tahammül eder, yolundan kalmazsın, daima ve süratle gidersin.
209Yaradılışın bir nüsha-i kübrası olduğun anlaşıldı. Artık düşün de hükmünü kendin ver ki yapacağın işler nasıl olmalıdır?
210Kadrin meleklerden muazzezken hayvanlar seninle eşit olmasın.