Safahat

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Hasır

 
Geçende, yayla civârında bir ufak cevelân
Bahânesiyle, bizim eski âşinâlardan
Bir attarın azıcık gitmek istedim yanına,
Ki her zaman beni dâvet ederdi dükkânına.
Biraz müsâhabeden sonra söktü müşteriler:
– Ver ordan on paralık zencefil, çöroğtu, biber.
Gecenki beş para borcumla on beş etmedi mi?
– Silik bu yirmilik almam…
                                                                                          – Uzatma gör işimi!
– Oğul, çabuk… Bana tiryak… Okunmuş olmalı ha!
Bizim çocuk, adı batsın, yılancık olmuş…
                                                                                 – Ya?
– Sübek kadar yüzü hütdağ kesildi!
                                                                                                         – Vah vah vah!
– Hanım, geçer, nefes ettir…
                                                                                     – Geçer mi? İnşallah.
– Bi yirmilik paket amma sabahki tozdu bütün…
– Ayol hep içtiğimiz toz… Bozuldu eski tütün!
– Efendi amca, sakız ver… Biraz da balmumu kes.
– Kızım, parayla olur ha! Peşinci bak herkes.
 
 
Beşer onar paralar hepsi yaklaşıp deliğe,
Süzüldüler oradan bir kilitli çekmeceye.
Epeyce fâsıladan sonra geldi başka biri:
– Genişçe bir hasırın var mı? Neyse hem değeri.
Cenâze sarmak içindir, eziyyet etme sakın!
Mahallemizde beş aydır yatan o hasta kadın
Bugün, sabahleyin artık cihandan el çekmiş…
– Ne çâre! Kısmeti bir böyle günde ölmekmiş.
– Yanında kimse de yokmuş… Aman bırak neyse…
Ecel gelince ha olmuş, ha olmamış kimse!
– Dokuz kuruş bu hasır, siz, sekiz verin haydi…
Pazarlık etmeyelim bir kuruş için şimdi!
 
 
Hasır büküldü, omuzlandı, daldı bir sokağa;
Sokuldu kim bilir ordan da hangi bir bucağa.
Açıldı, bir ölü saklanmak üzre sînesine;
Kapandı ketm-i adem heybetiyle sonra yine!
Beş on fakîre olup bâr-ı dûş-i istiskâl,
Huzûr-ı lâlini bir nevha etmeden ihlâl,
Sükûn içinde uzaklaştı âşiyânından.
Geçince sûrunu şehrin, uzattı servistan
Garîb yolcuyu tevkîfe bin bükülmez kol!
Omuzdan indi hasır, yoktu çünkü artık yol.
Mezarcının o kürek yüzlü dest-i lâkaydı
İânesiyle nihâyet mezâra yaslandı.
Hücûm-ı mihnet-i peyderpeyiyle dünyânın,
Hayâtı bir yığın âlâm olan zavallı kadın,
Hasırdan örtüsü dûşunda hufreden indi…
Enîn-i rûhu da artık müebbeden dindi.
 
 
Bu hâtırât ile kalbimde başlayınca melâl,
Oturmak istemez oldum, kıyâm edip derhâl;
-Yüzümde âleme nefrin, içimde şevk-i memât;
Gözümde içyüzü dehrin: yığın yığın zulümât!-
Bulunduğum o mukassî mahalden ayrıldım.
Bu perde bitti mi ? Heyhât! Atmadım bir adım,
Ki rûhu eylemesin böyle bin fecîa harâb!
Hayât nâmına yâ Rab, nedir bu devr-i azâb?
 

Geçinme Belâsı

«Ömr-i giranmâye der in sarf şüd

Tâ çiherom sayf, çipûşem şitâ!» 130

Sâdî

 
Doksan senelik ömre, İlâhî, bu mu gâyet?
Bilmem ki ne âlem bu cedel-gâh-i maîşet!
Korkunç oluyor böyle hakîkatleri, gerçek,
Sa'dî gibi bir asr-ı fazîletten işitmek.
Sa'dî o kadar felsefesiyle, hüneriyle,
Fikrindeki hürriyet-i fevk-al-beşeriyle
Esbâb-ı maîşet denilen kayda girerse,
Yâd etmesin âzâdeliğin nâmını kimse.
İnsan ki çıkar perde-i mektûm-i ademden,
Tâ sahne-i hestîde zuhûr ettiği demden,
İkmâle kadar fâciâ-i devr-i hayâtı,
Atlatmaya mahkûm ne mühlik akabâtı!
Zannetme ölüm şahsına bir kerre muhâcim…
Bin kerre olur günde o düşmenle müzâhim.
Âvâre beşer sâha-i gabrâya düşünce
Etrafına binlerce devâhî üşüşünce
Meydan mı bulur râhâtı esbabını celbe?
Başlar o cılız kolları dünya ile harbe!
Kaynar güneşin âteşi mihrâk-ı serinde:
Karlar buz olur hep beden-i bî-siperinde.
Medhûş nigâhında köpürdükçe denizler;
Beyninde bütün dalgalar öttükçe mükerrer;
Sahilden uzansam der, eder tayy-i merâhil;
Lâkin onu bilmez ki uzaklar daha sâil:131
Dağlar o nihâyetsiz olan silsilesiyle,
Ormanlar o dünyâyı tutan velvelesiyle,
Emvâc-i serâbıyla, vuhûşuyle bevâdî.
Her hatve-i azminde olur ye'sine bâdî.
Fevkınde, semâvâtın o ecrâm-ı mehîbi;
Pîşinde, zemînin o temâsîl-i acîbi;
Bîçâreyi medhûş ederek her nefesinde,
Muztar bırakır mün'adim olmak hevesinde.
 
 
Lâkin bu heves bir heves-i dîğere mağlûb:
İnsan yaşamak hırs-ı cibillîsine meclûb.
Her devresi bir devr-i azâb olsa hayâtın,
Râzîsi değildir yine bir türlü memâtın!
Ömr olsa da binlerce tekâlîf ile meşhûn,
İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun!
Artık neye mevkûf ise te'mîn-i bekâsı,
Yalnız ona masrûf olur âvâre kuvâsı.
Durmaz boğuşur bunca mühâcimlere rağmen,
Düşmez, o mesâî denilen seyfi elinden.
Çıplaktır o, ister ki soğuklarda ısınsın;
Bir dam çatarak her gece altında barınsın.
İster yiyecek şey, giyecek şey, yakacak şey…
Bin türlü havâic daha var bunlara der-pey.
Âvâre beşer işte bu bâzâr-ı cihanda,
Her gün yeni bir kâr peşinden cevelânda.
Maksad bu kadar dağdağadan bir yaşamaktır…
Lâkin bunun altında ne maksad olacaktır?
Heyhat, onu idrâk için i'mâl-i hayâle
Yok vakti: bütün demleri mevkûf cidâle!
İnsan ki, onun rûh ile insanlığı kaaim,
Dâim oluyor cisminin âmâline hâdim;
Gelseydi eğer rûhunu i'lâya da nevbet,
Anlardı nedir, belki, hayatındaki gâyet.
Bir anladığım varsa şudur: Hâlik-i âlem,
Hilkat kalıversin, diye, bir ukde-i mübhem,
Daldırmada insanları hâcât-i hayâta,
Döndürmede ezhânı bütün başka cihâta.
 
 
Ömrün öteden, berk-süvârâne şitâbı,
Iyşin beriden lâzım-ı bîhadd ü hesâbı,
Göstermede dünyâya, nedir maksad-ı Hâlik…
«Kimden kime şekvâ edelim biz de şaşırdık!»132
 

Meyhâne

 
Hurûşan bâd-ı süfliyyet derûnundan, kenârından;
Girîzan ruh-i ulviyyet harîminden, civârından.133
Çıkar bin nâle-i nevmîd hâk-i ra'şe-dârından,
İner bin zulmet-i makber fezâ-yı şeb-nisârından.134
Gelir feryâdlar ebkem duran her seng-zârından:
Yıkılmış hünümanlar sanki çıkmış da mezârından,135
Dehân-ı hasret açmış rahnedâr olmuş cidârından!
Çöker bir dûd-i mâtem titreyen kandîl-i târından:136
Sönüp gitmiş ocaklar yükselir gûyâ gubârından!
Giren bir kerre nâdimdir hayât-ı müsteârından;
Çıkan âvâredir artık cihânın kâr ü bârından.137
 
 
Dökülmüş âb-rûlar bâde-i pesmande hâlinde…
Emel bir münkesir peymânedir saff-ı niâlinde!138
Boğulmuş rûh-i insanî şarâbın mevc-i âlinde.
Nümâyan mel'anet sâkîsinin çirkin cemâlinde!139
Ne mâzî var, ne âtî, bak şu ayyâşın hayâlinde…
Tutup bir zehr-i âteşnâk dest-i bî-mecâlinde,
Zevâl-i ömrü bekler hem şebâbın tâ kemâlinde!140
Merâret intıbâ’ etmiş cebîn-i infiâlinde…
Derin bir iltivânın sîne-i zerd-i melâlinde
Odur ancak hüveydâ ser-nüvişt-i bî-meâlinde,
Müebbed bir de nisyan nazra-i sengîn-i lâlinde.141
 
 
Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim;
Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim.
Bitince bir sıra ev, sonra bir de vîrâne,
Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhâne:
Basık tavanlı, karanlık, sefîl bir dükkân;
İçinde bir masa, yahut civar tabutluktan
Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.
Sakat, bacaksız on, on beş hasırlı iskemle,
Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle,
Beş on kadeh, iki üç testi… Sonra, tezgâhlık
Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık.
Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lamba…
Önünde bir küme: fes, takke, hırka, salta, aba
Kımıldanıp duruyorken, sefîl bir sohbet,
Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet:
– Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyâdece ver…
– Ziyâde, anladık amma ya içtiğin şişeler?
– Çizersin…
                                           – Öyle mi? Lâkin silinmiyor çetele!
Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu…
                                                                                                         – Hele!
– Bizim peşin paramız… Almadın mı dün kuruşu?
– Ayol, tükendi mezem… Bari koy biraz turşu.
Arattı kendini ustan… Dinince dinlensin!
– Hasan be, sen de nasıl nazlı nazlı söylersin!
Nedir o türkü… Aman başka yok mu?… Hah, şöyle!
– Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle.
– Nevâzil olmuşum, Ahmed, bırak sesim yok hiç…
– Sesin mi yok? Açılır şimdi: Bir imam suyu iç!
Yarın ne iştesin Osman?
                                                                                  – Ne işteyim… Burada!
– Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşun orada?
– O kim gelen?
                                  – Baba Ârif.
                                                           – Sakallı, gel bakalım…
Yanaş.
         – Selâmünaleyküm.
                                                                                     – Otur biraz çakalım…
– Dimitri, hey, parasız geldi sanma, işte para!
– Ey anladık a kuzum…
                                                                     – Sar be yoldaşım cıgara…
– Aman bizim Baba Ârif susuz musuz içiyor!
– Onun bi dalgası olmak gerek: Tünel geçiyor.
– Moruk, kaçıncı kadeh ? Şimdicik sızarsın ha!
– Sızarsa mis gibi yer, yatmamış adam değil a.
 
 
Yavaş yavaş kafalar, kelleler kızışmıştı,
Ağız, burun, hele sesler bütün karışmıştı;
Dikildi ağzına baktım, açık duran kapının,
Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın.
Beş on dakika süren bir düşünceden sonra,
Kadın da girdi o zulmet-serâ-yı menfûra.
Gözünde ebr-i teessür, yüzünde hûn-i hicâb,
Vücûdu ra'şe-i nâ-çâr-ı ye's içinde harâb,
Teveccüh eyleyerek sonradan gelen Baba’ya:
– Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya!
Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık…
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!
Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sâde;
Sakın düşünme çocuklar aceb ne yer evde?
Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa!
Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa!
Zavallı ben… Çamaşır, tahta, her gün uğraş da,
Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta!
O tahtalar, çamaşırlar da geçti; yok hâlim…
Ayakta sallanışım zorladır Hudâ âlim!
Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın;
O yavrucakları çıplak, sefîl alıştırdın;
Bilir mahalleli kim, aldığın zamanda beni,
Çeyiz çimenle donatmıştı beybabam evini.
Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin!
Evet, kumarda yedin, hem de Karşılar’da yedin!
Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran
«Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman!»
Diyen kadınlara; «Pek doğru, pek» deyip gidiyor.
Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor!
Benim güzel meleğim, hiç de tâli'in yokmuş:
Anan benim gibi sersem, babansa bir sarhoş!
Necip de minderi koltukta geldi mektepten…
Demiş ki kalfa: «Sekiz aydır almadım hele ben
Ne haftalık, ne de aylık… Senin baban olacak
Kumarcı, oğlu için az yesin de tutsun uşak!»
Koğuldum anne! deyip ağlıyor zavallı çocuk…
Ne yapsın annesi ? Dünyâda bir güvendiği yok!
O bâri bir adam olsun da kalmasın câhil
Demiştim olmadı… Lâkin kabâhat onda değil:
O her sabah okuyordu gürül gürül cüz'ünü;
Ayırmıyordu kitaptan ne olsa hiç gözünü.
 
 
Üç akşam oldu ki yoksun. Necip: Babam nerde?
Ben isterim onu mutlak demez mi? Bak derde!
Sular karardı; bu sâatte hiç gezer mi kadın ?
O, sarhoşun biri, tut kim sokak sokak aradın…
Nasıl bulursun a yavrum? Yarın gelir belki
Dedim. Fakat çocuğun durmuyordu. Baktım ki
Avutmanın yolu yok; komşunun Hüseyin Ağayı
Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dünyâyı.
Anam benim gibi evlâd doğurmaz olsaydı,
Bu hâli görmeden evvel gözüm yumulsaydı!
Herif! Şu hâlime bak, merhametli ol azıcık…
Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık.
Efendiler, ağalar, siz de bir nasîhat edin,
Sizin de belki var evlâdınız…
                                                                                             – Hasan, ne dedin?
– Bırak, köpoğlu kadın amma çalçeneymiş hâ!
– Benimki çok daha fazlaydı.
                                                                                    – Etme!
                                                                                                                         – Elbet ya!
Onun için boşadım. Sen işitmedin mi Halim?
– Kadın lâkırdısı girmez kulağıma zâti benim.
Senin kadın dediğin âdetâ pabuç gibidir:
Biraz vakit taşınır, sonradan değiştirilir.
 
 
Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi;
Herif mezar taşı tavrıyle sâde dinlerdi;
Açıldı ağzı nihâyet, açılmaz olsa idi!
Taşıp döküldü, içinden şu lâ'net-i ebedî:
– Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!
– Ben anladım işi: sen komşu, iyice sarhoşsun;
Ayıltınız şunu yahu!
                                                           – İlişmeyin!
                                                                                                                            – Bırakın!
Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı kadın!
 

Mezarlık

 
Bakma kabristânın ancak sâha-i medhûşuna,
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna!
Kalbi hiç benzer mi bak sîmâ-yı heybet-pûşuna!
Kim ki dalmıştır hayâtın seyl-i çûşâ-çûşuna,
Can atar, bir gün gelir, yorgun düşüp âgûşuna!142
 
 
Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratin!
Sende pinhân en güzîn evlâdı insâniyyetin;
Senden istimdâd eder feryâdı ye'sin, haybetin.
Bir yığın göz nûrusun, yahut muhammer tıynetin
Rûh-i pâkinden coşan gözyaşlarından milletin!143
 
 
Şanlı bir târîhsin: mâzî-i millet sendedir.
Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;
Devr-i istîlâ durur yâdında, devlet sendedir!
Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir,
Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir!144
 
 
Ey ademle varlığın ser-haddi, iklîm-i salâh!
Başlarında sermedî bir sâye, bir müşfik cenâh
Olmasan, bî-vâyeler nerden bulurlar inşirâh?
Zıll-i memdûdunda var âsûde bir reng-i felâh.
Leyl-i dûrâ-dûruna olsun fedâ yüz bin sabâh !145
 
 
Cevherin toprak değil, pek başka bir ma'den senin.
Âh bilmezler ki üstünden geçerlerken senin,
Bin dimâğın lübbüdür her zerre hâkinden senin.
Öyle feyyâz, ey zemîn-i ma'rifet, mâyen senin:
Sâye-gâhından çıkarken rûh olur her ten senin!146
 
 
Ey mezâristan, nihan ka'rında yüz binlerce mâh,
Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-i nigâh!
Nâzeninler yâl ü bâlinden nişandır her kiyâh…
Serviler Mevlâ'ya yükselmiş birer berceste âh,
Hufreler Mevlâ'dan inmiş en emin bir hâb-gâh.147
 
 
Ey şebistan, ey adem, ey perde perde kibriyâ,
Sendedir ümmîdler: senden doğar fecr-i bekâ,
Her hacer-pâren okur bin şi'r-i lâhûtî edâ;
Her neşîden rûhu eyler sermediyyet-âşinâ.
Ey semâvî hâk, benden bin selâm olsun sana.148
 
***
 
Sıkınca rûhumu ba'zen metâlibiyle hayât,
Olur yegâne mesîrem mahalle-i emvât.
Muhît-i velvele-dârında zindegânînin,
Ferâğ-ı dâimi yoktur hayât-ı sânînin.
Ne levs-i hırs ü mezellet zemîn-i pâkinde,
Ne hây ü hûy-i maîşet harîm-i hâkinde,
Bu kâinât-ı huzûrun fezâ-yı sâmitini
Görünce, ömr-i perîşânımın merâretini,
Velev bir an için olsun atıp hayâlimden,
Uzaklaşır giderim mâsivâya artık ben.
Su mâsivâ denilen kayd-ı ukde ber-ukde
Kırılmadan olamaz rûh bir dem âsûde.
Fakat kırılmak için böyle bir zemîn ister…
Zemîn değil yalınız, kalb-i âhenîn ister!149
 
 
Geçen sabah idi Eyyûb'a doğru çıkmıştım.
Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım,
Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan;
Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan.
Fakat o bir koca deryâ-yı sermediyyet idi,
Ki her haziyre-i sengîni mevc-i müncemidi!
Kenarda durmayarak girdim en derin yerine,
Oturdum arkamı verdim de taşların birine.
Ridâ-yı samte bürünmüş bütün yesâr ü yemîn,
Huzûr içinde ağaçlar, sükûn içinde zemîn.
Bütün o yükselen emvâc, o bî-nihâye deniz,
Derin bir uykuya dalmıştı, her taraf sessiz.
Yavaş yavaş açılıp perde-i likâ-yi muhit;
Harîm-i rûhumu doldurdu kibriyâ-yı muhit.150
 
 
Fakat bu beste-i lâhût nerden aksediyor,
Ki «Ellezî halâka’l-mevte vel-hayâte…» diyor?
Nedir samîm-i sükûnette böyle bir feryâd?
Neşîde Hâlik'ın, amma kim eyliyor inşâd?
Zaman zaman ederek yükselen terâne hurûş,
Enîne başladı nâgâh kâinât-ı hamûş!
O serviler müteheyyiç cemâat-i kübrâ
Kesildi… Her birisinden duyuldu aynı sadâ.
Mekâbir inledi, taşlar birer lisân oldu;
Kitâbeler de o taşlarla hem-zebân oldu.
Görünce zinde bütün mahşer-i heyûlâyı,
Mezâra rûh veren nefh-i pâk-i Mevlâ’yı,
Hayâle daldım; o füshat-serâ-yı dûrâ-dûr
Göründü dîde-i medhûşa bir cihân-ı nüşûr!
Kefen be-dûş-i bekâ bî-nihâye ecsâdın,
O, dehri hîçe sayan, kârbân-ı ecdâdın
Akın akın geçerek pîşgâh-i izzette,
-Muhît-i havf ü recâdan makâm-ı hayrette
Kıyâm-ı aczini seyreyledim… Ne dehşetmiş
Sücûd-i hilkati görmek huzûr-i kudrette!151
 
 
Bu here ü merc-i kıyâmet-nümûna hâkim olan
Hatîb-i âlem-i ulvî nihâyet oldu ıyan:
Gözüm, uzaktaki bir medfenin ayak ucuna
Çöküp ziyaret eden, bir çocukla bir kadına
İlişti. Sonra biraz yaklaşınca, iyden iyi
Tezâhür eyledi: baktım, çocuk «Tebâreke» yi
Kemâl-i vecd ile ezber tilâvet eylemede;
Yanında annesi gözyaşlarıyle dinlemede.
Zemîne ra'şe verirken neşâid-i melekût,
Ne manzaraydı, İlâhî, o makber-i mebhût?
Çocuk hayâta, o makber de mevte bir levha.
Tezâd-ı kudreti gör: bak şu levh-i zîrûha!152
 
***
 
Biraz geçince o sesler bütün hamûş oldu.
Deminki mahşer-i pür-cûş sâye-pûş oldu.
Çocuk kadınla beraber çekildi âlemine,
Gömüldü gitti mezarlık sükûn-i dâimine.153
 

Bayram

 
Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır;
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!
Bayramda güler çehre-i mâsûm-ı sabâvet,
Ümmîd, çocuk sûret-i sâfında iyandır.
Her cephede bir nûr-i mücerred lemeânda;
Her dîdede bir rûh demâ-dem cevelândır.
Âlâm-ı hayâtın iki kat büktüğü ecsâd
Feyzindeki te'sîr ile âsûde revandır.
Ferdâ-yı sükûn-perveridir sâl-i cidâlin,
Nevmîd düşen kalbe ümîd-âver-i candır.
Heycâ-yı maîşetteki feryâd-ı mehîbin
Dünyâda biraz dindiği an varsa bu andır.
Subhunda bahârın şu sabâhat bulunur mu?
Bak çehre-i gabrâya: Nasıl şen, ne civandır!
Her sînede bir kalb-i meserret darabanda,
Her kalbde bir âlem-i eşvâk nihandır.
Raksân oluyor cünbüş-i dûşiyle anâsır,
Gûya ki bütün sadr-ı zemin pür-galeyandır.
Eşbâhı da cûşan ediyor feyz-i mübîni,
Yâ Rab bu nasıl rûh-i avâlim-sereyandır!
Bayramda gelir yâda ne hoş hâtıralar ki:
Bir ömre verilmez, o kadar kadri girandır.
Iydin bana dâim görünür levh-i kerîmi:
Mâzî-i tufûliyyetimin yâd-ı besîmi.
 
***
 
Birinci gün hava bir parça nâ-müsâiddi;
İkinci gün açılıp, sonra pek güzel gitti.
Dedim ki: «Fâtih'e çıksam yavaşça, bir yanda
Durup o âlemi seyreylesem de meydanda,
Ziyâret etsem ehibbâyı sonradan… Hoş olur.
Bütün gün evde oturmak ne olsa pek boş olur.»
Bu arzû-yi tenezzüh gelince, artık ben
Durur muyum? Ne gezer! Fırladım hemen evden.
 
 
Gelin de bayramı Fâtih'te seyredin, zirâ
Hayâle, hâtıra sığmaz o herc ü merc-i safâ,
Kucakta gezdirilen bir karış çocuklardan
Tutun da, tâ dedemiz demlerinden arta kalan,
Asırlar ölçüsü boy boy asâlı nesle kadar,
Büyük küçük bütün efrâd-ı belde, hepsi de var!
Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar,
İçinde darbuka, deflerle zilli şakşaklar.
Biraz gidin: Kocaman bir çadır… Önünde bütün,
Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için
Nöbetle bekleşiyorlar. Aceb içinde ne var?
«Caponya'dan gelen, insan suratlı bir canavar!»
Geçin: Sırayla çadırlar. Önünde her birinin
Diyor: «Kuzum, girecek varsa, durmasın girsin.»
Bağırmadan sesi bitmiş ayaklı bir îlân.
«Alın gözüm buna derler…» sadâsı her yandan.
Alettirikçilerin keyfi pek yolunda hele:
Gelen yapışmada bir mutlaka o saplı tele.
Terazilerden adam eksik olmuyor; birisi
İnince binmede artık onun da hemşerisi:
“Hak okka çünkü bu kantar… Firenk icâdı gıram
Değil! Dirhemleri dört yüz, hesapta şaşmaz adam.”
– Muhallebim ne de kaymak!
                                                                                             – Şifâlıdır mâcûn!
– Simid mi istedin ağa?
                                                            – Yokmuş onluğum, dursun.
O başta: Kuskunu kopmuş eyerli düldüller,
Bu başta: Paldımı düşmüş semerli bülbüller!
Baloncular, hacıyatmazcılar, fırıldaklar,
Horoz şekerleri, civ civ öten oyuncaklar;
Sağında atlıkarınca, solunda tahtırevan,
Önünde bir sürü çekçek, tepende çiftekolan.
Öbek öbek yere çökmüş kömür çeken develer…
Ferâğ-ı bâl ile birden geviş getirmedeler.
Koşan, gezen, oturan, mâniler düzüp çağıran,
Davullu zurnalı «dans!» eyleyen, coşup bağıran
Bu kâinat-ı sürûrun içinde gezdikçe,
Çocukların tarafındaydı en çok eğlence.
Güzelce süslenerek dest-i nâz-ı mâderle;
Birer çiçek gibi nevvâr olan bebeklerle
Gelirdi safha-i mevvâc-ı ıyde başka hayat…
Bütün sürûr ü şetâretti gördüğüm harekât!
Onar parayla biraz salanırdılar… Derken,
Dururdu «Yandı!» sadâsıyle türküler birden.
– Ayol, demin daha yanmıştı a! Herif sen de…
– Peki kızım, azıcık fazla sallarım ben de.
 
 
                                «Deniz dalgasız olmaz,
                                Gönül sevdasız olmaz,
                                Yâri güzel olanın
                                Başı belâsız olmaz!
                                Haydindi mini mini mâşallah
                                Kavuşuruz inşallah…»
 
 
Fakat bu levha-i handâna karşı, pek yaşlı
Bir ihtiyar kadının koltuğunda, gür kaşlı,
Uzunca saçlı güzel bir kız ağlayıp duruyor.
Gelen geçen, «Bu niçin ağlıyor?» deyip soruyor.
– Yetim ayol… Bana evlâd belâsıdır bu acı.
Çocuk değil mi? «Salıncak!» diyor…
                                                                                                                 – Salıncakçı!
Kuzum, biraz bu da binsin… Ne var sevâbına say…
Yetim sevindirenin ömrü çok olur…
                                                                                                                       – Hay hay!
Hemen o kız da salıncakçının mürüvvetine,
Katıldı ağlamayan kızların şetâretine.
 
130Ömür, yazda yiyim; kışta giyim derdine harcanıp son buldu.
131Sâil: (Sad ile, savlet'ten) Saldırıcı, saldıran.
132Şeyh Sâdi, doksan senelik ömrüne şu sözlerle nihayet veriyor: Yaşamak için uğraşılmak lâzım gelen dünya, ne acayip bir âlem! Sâdi gibi fazilet asrında bu hakîkatleri işitmek, gerçekten korkunç oluyor. Hazret, o hikemiyatı, o hüneri ve fikrindeki fevkalbeşer hürriyetiyle yaşamak çareleri denilen kayda bağlanırsa dünyada kimse hürriyetin adını anmasın! İnsan yokluğun gizli perdesinden sıyrılıp varlık sahnesinde göründüğünde hayat denilen facia devrini bitirinceye kadar ne öldürücü tehlikeler geçirmeye mahkûm. Ölüm ona bir kere hücum eder sanma. Her gün o düşmanla bin ker karşılaşır ve çarpışır. Serseri insan, şu tozlu sahaya yani dünyaya ayak basınca ve etrafına binlerce belâ üşüşünce rahat etmenin çarelerini toplamaya meydan mı bulur? Geçinmek ve yaşamak için dünya ile uğraşmaya mecbur olur. Yazın çalışırken güneşin ateşi beyninde kaynar, kışın uğraşırken üstüne yağan karlar buz tutar. Dehşetle bakan gözlerinin önünde denizler köpürdükçe, coşkun dalgaların uğultusu kafasında öttükçe kıyıdan uzaklaşmak ister, enginlerin daha saldırıcı olduğunu bilmez. Dağlar sonu gelmeyen zincirleme sıralanmalarıyla, ormanlar dünyayı tutan iniltileriyle, çöller vahşî hayvanları ve serap dalgalarıyla onu attığı azim ve teşebbüs adımlarında ümitsizliğe düşürür. Başının üstündeki semanın heybeti yıldızları, ayağının altındaki arzın acayip nakışları zavallıyı her nefesinde dehşete uğratır ve yok olmak hevesine düşürür! Lâkin bu heves, başka bir hevesin mağlûbudur ki o tabiî bulunan yaşamak hırsıdır. Hayatın her anı, bir azap derdi olsa da insan bir türlü ölüme razı olmaz. Ömür bin türlü meşakkatle yüklü olsa da beşer yaşamaktan memnundur. Dünyada kalabilmesi için ne lazımsa âciz kuvvetlerini onun elde edilmesine sarf eder. Çalışma denilen kılıcı elinden bırakmaz, üstüne saldıran zaruret ve ihtiyaç ile boğuşur. Soğuklarda ısınmasını, bir dam çatarak altında barınmasını ister. Yiyeceğe, giyeceğe, yakacağa ve daha bin türlü şeylere ihtiyacı vardır. Zavallı insan, bu dünya pazarında her gün bir kâr için dövünüp dolaşmaktadır ki bu kadar uğraşmadan maksat, yaşamaktan ibarettir. Yaşamaktan da elbet bir maksat olacaktır. Lâkin bunu bulmak ve anlamak için düşünmeye vakti yoktur. Zira olanca vakti yaşamak için uğraşmaya sarf edilmektedir. İnsanın insanlığı ruhu ile kaim olduğu hâlde birçok kimselerde o ruh, bedenin emellerine hâdim olmaktadır. Eğer ruhu yükseltmeye nöbet gelmiş olsaydı hayattan gaye ne olduğu anlaşılırdı. Benim yaradılıştan anladığım bir şey varsa şudur : Dünyayı yaratan Allah hilkat mübhem bir düğüm gibi kalsın diye insanları hayat ihtiyaçlarına daldırmış, ezhan-ı beşeri başka taraflara çevirmiştir. Ömrün şimşek gibi süratli geçişi, geçinmenin hadsiz, hesapsız ihtiyacı, Hâlik’ın maksadı ne olduğunu dünyaya göstermektedir. Kimden kime şikâyet edeceğimizi biz de şaşırdık.
133Sülfiyet rüzgârı, içinden ve kenarından fırtına koparıyor. Ulviyet ruhu da hariminden ve civarından kaçıyor.
134Sarsılan ve titreyen toprağından binlerce ümitsizlik iniltisi çıkmakta, gece karanlığı saçan fezasından kabir zulmetleri inerken sessiz duran, fakat kalben inleyen her taşından gizli gizli feryatlar duyulmakta!
135Bozulmuş aile yuvaları, sanki mezarlarından çıkmış da çatlamış duvarlarından tezallûm için ağız açmış!
136Sönük sönük titreyen kandilinden etrafa matem isleri yağıyor, sahasını kaplıyan tozlar içinden sönüp gitmiş ocaklar yükseliyor!
137İçerisine bir kere giren, iğreti hayatına nâdim olur, sallanarak çıkan ise artık dünya işlerine yabancı bir serseri hâlini alır.
138Buraya devam edenlerin yüzsuyu, artık şaraplar gibi zemine dökülmüş, emel ve arzuları kırık bir kadeh gibi süprüntü tenekesine atılmış.
139İnsanlık ruhu şarap dalgaları arasında boğulmuş, mel'anet ve
140Şu ayyaşın hayalinde ne mazi ne de gelecek düşüncesi vardır. Mecalsiz elinde yakıcı bir zehir tutarak, en genç çağında ölümünü bekler.
141Sararmış alnında derin bir çizgi arasında ömrünün acılığı teressüm etmiş! Alnının, meali olmayan kara yazısından ancak o anlaşılıyor. Bir de taş kesilmiş dilsiz bakışlarında ebedî bir unutkanlık hissediliyor!
142Kabristanın dehşetli sahasına bakıp geçme. Birazcık olsun dur da sukûtî iniltisine kulak ver. Bak ki, kalbi heybetli simasına benziyor mu? Hayatın coşkun seline kapılmış olanlar, yorgun düşüp bir gün gelirler, bunun kucağına can atarlar.
143Ey mezarlık, ne acayip bir âlemsin. Fıtratın ne kadar da yüksek! İnsanlığın en seçme evlâdı sende gizlenmiştir. Korku ve ümitsizliğin feryadı, senden imdat ister. Sen bir yığın göz nurusun, yahut milletin coşan gözyaşlarıyla yoğrulmuşsun!
144Sen şanlı bir tarihsin ki milletin mazisi sende gömülüdür, ibret sende, hikmet sende, istilâ devri hatırında olduğu için devlet de sendedir. Mâdem ki hürriyet ve hamaset sendedir, bence yaşamak zillettir, şeref izzet sendedir.
145Ey yoklukla varlığın sınır başı olan salâh iklimi; kimsesizlerin başlarında ebedî bir saye ve şefkatli bir kanat olmasan o biçareler nereden bir ferah ve inşirah bulabilirler. Uzun ve koyu gölgende öyle bir kurtuluş rengi var ki, uzun uzadıya olan gecene yüz bin sabah feda olsun.
146Senin cevherin toprak değil, başka bir maden. Üzerine basıp geçenler, toprağının her zerresi binlerce beynin hülâsası olduğunu bilmezler. Ey marifet zemini, senin mayan o kadar feyizli ki, her beden senin gölgeliğinden çıkarken ruh olur.
147Ey mezarlık, senin derununda binlerce ay yüzlü gizlenmiştir, çürümüş toprağından bütün göz nuru fışkırmaktadır. Her otun, nazlı güzellerin boy ve boslarından nişandır. Servilerin Allah’a yükselmiş derunî birer ah, çukurların da Mevlâ’dan inmiş emin ve tecavüzden mâsûm bir uyku yeridir.
148Ey gece odası, ey yokluk bucağı, ey Hakk’ın perde perde azamet ve kibriyası; bütün ümitler sendedir, bekâ sahası senden doğar. Dikili taşların her parçası, lâhutî manalı binlerce şiir okumakta, taşlarındaki neşideler ebediyeti ruha tanıttırmak. Ey semâvî toprak; benden sana binlerce selâm ve ihtirâm.
149Hayatın istekleri ruhumu sıkınca ölüler mahallesi, yani mezarlık biricik seyir yerim olur. Yaşayışın gürültülü muhitinde daimî bir ferah yoktur, ikinci hayatın zemin-i pâkinde ne hırs ve mezellet bulaşıklığı vardır, ne de harim-i hâkinde geçinmenin hây ü huyu mevcuttur. Bu huzur ve sükûn kâinatın sessiz fezasını görünce, perîşân ömrümün acılığını bir an için olsa bile hayalimden atarım; mâsivâ tâbir edilen şu âlemden uzaklaşırım. Şu mâsivâ denilen düğüm üstüne düğüm olmuş bağlar kırılıp açılmadan ruh bir dem bile rahat edemez. Fakat o düğümün kırılması için böyle bir zemin ve bir kalb-i âhenin ister.
150Geçen sabah Eyyûb'a doğru gidiyordum. Şehrin surundan çıkıp birkaç adım atınca nazarımda ufuk değişti, önümden eski cihan çekildi, karşımda geniş bir mezarlık göründü ki, koca bir ebediyet denizi idi. Taştan mezarları da o denizin donmuş dalgaları demekti! Onun kenarında durmadım. En derin yerine girdim. Taşlardan birine dayanıp oturdum. Sağ ve sol, sükût örtüsüne bürünmüştü. Ağaçlar ve zemin sükût içinde idi. O yükselip donmuş dalgalar ve koca deniz, derin bir uykuya dalmış, her taraf sessizlik içinde kalmıştı. Muhitinin yüzündeki perde yavaş yavaş açıldı ve ondaki azamet heybeti ruhunun harimini doldurdu.
151Fakat “Ellezi halâka’l-mevte vel-hayate…” (O, ölümü ve hayatı yarattı.) diyen bu lâhûtî beste nereden aksediyor? Sessizliğin tam ortasında bu feryat nedir? Kelâm, Allah’ın; amma okuyan kimdi? O ilâhî terane zaman zaman yükseliyordu ki onun cezbesiyle o sakin âlem inlemeye başladı. Sakin serviler, heyecanlı bir cemaat-i kübra kesildi ve her birinden aynı sada işitildi. Kabirler inledi, taşlar fasih bir lisan hâlini aldı. Üzerlerindeki yazılar da taşlarla ağız birliği etti. Allah’ın nefhasiyle dirilmiş olan bu heyûla mahşerini görünce hayale daldım. O geniş kabristan, dehşete uğrayan gözüme kıyamet âlemi göründü. Zamanı hiçe saymış olan ecdadımızın, kefenleri omuzlarında olarak teşkil eyledikleri cesetler kervanının huzur-i ilâhiden akın akın geçtiğini, korku ve ümit muhitinden kalkıp hayret makamında durduğunu gördüm. Kudret-i Rabbâniye karşısında mahlûkatın secdeye kapandığını görmek ne dehşetli imiş.
152Kıyametten numune bu here ü merce hâkim olan âlem-i ulvî hatibi nihâyet göründü. Uzakta bir kabrin ayak ucuna oturmuş bir kadınla bir çocuk gördüm ki o kabri ziyarete gelmişlerdi. Çocuk «Tebareke» sûresini vecde tutulmuşçasına ezber okuyor, anası da göz yaşlarıyla onu dinliyordu, İlâhî; kelâm-ı celilin zemini titretirken o sakin ve sâkit kabir, nasıl bir manzara teşkil ediyordu. Çocuk hayatı, kabir de ölümü tasvîr eden bir levha idi. Şu canlı levhaya bak da kudret-i îlâhiyenin izhar eylediği tezadı seyret.
153Biraz geçince o sesler sustu. Demin coşkun bir mahşer hâlini alan manzara gölgelenerek silindi. Kadınla çocuk âlemlerine çekildiler. Mezarlık da daimî sessizliğine gömüldü.