Kilitli Oda

Text
Aus der Reihe: Martin Beck #8
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

9

Polis köpekleri bir tarafa, polisler nadiren insan yeteneklerinin üstüne çıkabilir. En önemli ve ciddi soruşturmalar esnasında bile tipik insani tepkileri gösterebilirler. Örneğin, önemli ve sonuca götüren bir kanıt incelenecekse ortaya çıkan gerginlik çoğu zaman tahammül edilemez olur.

Tüm bunlar içinde, o özel banka soygunu ekibi de bir istisna değildi. Tıpkı yüksek rütbeli ve davetsiz misafirleri gibi onlar da nefesini tutmuştu. Loş odanın içindeki bütün gözler, banka soygununda kaydedilen filmin birazdan gösterileceği dikdörtgen ekrana odaklanmıştı. Kendi gözleriyle hem silahlı bir banka soygunu ve cinayeti izleyecekler hem de bunu kimin işlediğini göreceklerdi. Bu kişiye akşam gazeteleri acayip sıfatlar yakıştırmış, ona ‘seksi katil’ ve ‘güneş gözlüklü sarışın tetikçi’ gibi isimler takmışlardı. Bunlar kendi hayal gücünden yoksun gazetecilerin de nerelerden ilham aldığını gösteren ifadelerdi. Durum yani silahlı soygun ve cinayet onlar için fazlasıyla sıradandı.

En son bir banka soyarken yakalanan seks kraliçesi, kırk beş yaşlarında, düz taban, sivilceli bir kadındı. Güvenilir kaynaklara göre, neredeyse doksan kiloydu ve oldukça belirgin gıdısı vardı. Fakat mahkemenin önünde dökülen takma dişleri bile bu yalanı çürütemiyordu, gazetelerin kanısına göre, kadın dış görünüşüyle bir içim suydu. Ve eleştirel gözlerden yoksun okur kitlesine göre, kadın sonsuza dek, gözlerinden yıldızcıklar çıkan, Kâinat Güzeli yarışmasına katılması gereken bir dilber olarak kalacaktı.

Hep böyle olurdu. Kadınlar alenen çirkin bir suç işleyerek dikkatleri üstüne çekerse, akşam gazeteleri onları hep sanki Inger Malmroos mankenlik okulundan fırlamış gibi yazar çizerdi.

Soygunun görüntüleri ellerine daha yeni geçmişti. Bunun sebebi, her zamanki gibi kasetin bozuk olmasıydı ve fotoğraf laboratuvarı, negatiflere hasar vermemek için deveye hendek atlatmak zorundaydı. Sonunda neyse ki makarasından kurtarmayı başarmışlar ve kenarlarını yıpratmadan filmi basabilmişlerdi. En azından bir kereliğine ışık doğruydu ve sonuçlar teknik açıdan kusursuz çıkacak diye tahmin ediliyordu.

“Ne çıkacak?” diye atladı Gunvald Larsson. “Donald Duck mı?”

“Pembe Panter daha komik,” dedi Kollberg.

“Bazı adamlar tabii,” dedi Gunvald Larsson, “Nuremberg’deki Nazi mitingleri olsa iyi olur diyor.”

İkisi de en önde oturuyor ve yüksek sesle konuşuyordu ama arkalarında, derin bir sükûnet hâkimdi. Emniyet Genel Müdürü ve Ulusal Polis Kurulu’ndan Müdür Malm’a kadar tüm ağır toplar sessizdi. Kollberg, akıllarından ne geçtiğini merak etti.

Şüphesiz taş gibi sağlam astlarının hayatını cehenneme çevirme şanslarını ölçüyorlardı. Hatta belki de düşünceleri Heydrich’in alkışlarla Uluslararası Polis Birliği başkanlığına seçildiği, bazı şeylerin gerçekten bir düzene girdiği o eski günlere kaymıştı. Ya da belki de yalnızca bir yıl önce, tüm polis eğitimi askeri yetkililere teslim edilmeden önce, durum ne kadar da iyiydi diye düşünüyorlardı.

Bıyık altından gülen tek kişi Buldozer Olsson’du.

Eskiden Kollberg ve Gunvald Larsson’un birbiriyle pek işi olmazdı. Fakat son yıllarda ortak çalışmaları, bu durumu bir nebze değiştirmişti. Canciğer kuzu sarması denecek kadar ya da iş dışında bir araya gelmek akıllarından geçecek kadar olmasa da sıklıkla aynı frekansta buluşabiliyorlardı. Burada, özel ekip içinde, yine sorgusuz sualsiz dip dibe olmak zorundaydılar.

Teknik hazırlıklar tamamlanmıştı. Oda, heyecanla dolup taşmıştı.

“Eh, şimdi göreceğiz işte,” dedi Buldozer Olsson hevesle. “Görüntüler söyledikleri kadar iyiyse, bu akşam televizyon haberlerinde gösteririz. Böylece bütün bir çeteyi kafesleriz.”

“Gufi de gayet iyi,” dedi Gunvald Larsson.

“Ya da İsveç Seksi,” dedi Kollberg. “Düşünsenize hiç bunu izlemedim, Louise, on yedi yaşında, şöyle bir soyunuyor, ya da…”

“Yeter artık, kesin!” diye çıkıştı Emniyet Genel Müdürü.

Film başladı. Görüntü mükemmeldi. Orada bulunanlardan hiç kimse, böylesi müthiş sonuç veren bir şey izlememişti. Genellikle hırsızlar sadece belirsiz lekelere ya da haşlanmış yumurtalara benzerdi ama bu kez görüntü mükemmeldi.

Kamera, veznedarın masasını arkadan alacak şekilde ustaca yerleştirilmişti ve yeni üretilen aşırı hassas filmler sayesinde veznenin karşı tarafında duran kişiyi mükemmel bir netlikte görebiliyorlardı.

Önce orada kimse yoktu. Ama yarım saniye sonra, birisi görüntü alanına girdi, durup etrafına baktı; önce sağa, sonra sola. Bunun arkasından bahsi geçen kişi kameranın tam içine gözlerini çevirdi, sanki bilerek yüzünü sergiliyordu.

Giysileri bile net bir şekilde ortadaydı; süet bir ceket ve uzun, sivri yakalı, iyi kesimli bir gömlek.

Suratı sert ve acımasızdı, sarı saçları arkaya taranmıştı ve sarı kaşları çalı gibiydi. Gözlerde bir parça tatminsizlik okunuyordu. Sonra bu kişi kocaman kıllı elini kaldırıp burnundan bir kıl kopardı ve uzun uzun inceledi.

Herkes kim olduğunu anında gördü.

Gunvald Larsson.

Ardından ışıklar yandı.

Özel ekip nutku tutulmuş vaziyette oturuyordu.

İlk konuşan Emniyet Genel Müdürü oldu.

“Bunlar kesinlikle dışarı sızmamalı.”

Doğal olarak. Hiçbir şeyin sızmasına asla izin yoktu.

Emniyet Müdürü Malm tiz bir sesle şöyle dedi: “Kesinlikle, bunun tek bir parçası bile sızmamalı.”

Kollberg burnunu sıkarak güldü.

“Bu nasıl olmuş olabilir?” diye sordu Buldozer Olsson.

O bile afallamış hâldeydi.

“Eh,” dedi film uzmanı, “teknik bir açıklaması olabilir. Kameranın düğmesi takılmış olabilir ve çekim, başlaması gerekenden sonra başlamış olabilir. Bunlar, biliyorsunuz, hassas cihazlar.”

“Eğer gazetelerde tek kelime görürsem,” diye kükredi Emniyet Genel Müdürü, “o zaman…”

“… o zaman Bakanlık yeni bir büro halısı daha ısmarlar herhâlde,” dedi Gunvald Larsson. “Belki bir çeşit ahududu çeşnilisi vardır.”

“Şahane giyinmiş,” diye gülmesini bastırdı Kollberg.

Emniyet Genel Müdürü soluğu kapıda aldı. Müdür Malm da arkasından gitti.

Kollberg nefesini tuttu.

“Bununla ilgili ne yorum yapılabilir ki?” dedi Buldozer Olsson.

“Ben diye demiyorum,” dedi Gunvald Larsson, “bence gayet güzel bir filmdi.”

10

Kollberg kendini toplayıp şimdilik patronu olarak görmek zorunda olduğu kişiye şüpheyle baktı.

Buldozer Olsson, özel ekibin kilit ismiydi. Banka soygunlarının müptelasıydı ve geçen yıl bu tür olayların çığ gibi yükselmesinden sonra daha önce olmadığı kadar popülerleşmişti. Tüm enerji ve fikirler hep ondan geliyordu. Her hafta, bir kez bile şikâyet etmeden, depresyona girmeden ve hatta gözle görünür şekilde yorgun düşmeden günde on sekiz saat çalışabiliyordu. Zaman zaman bitkin meslektaşları, üstüne çok konuşulan, İsveç Suç Teşkilatı denen o bozulmuş örgütün yöneticisi olup olmadığını merak ederlerdi. Buldozer Olsson’a göre, polis olmak hayal edilebilecek en heyecanlı ve keyif verici şeydi.

Bunu düşünmesinin sebebi şüphesiz, kendisinin polis olmamasıydı.

Kördüğüm olmuş silahlı banka soygunlarının hazırlık soruşturmalarından sorumlu bölge savcısıydı. Bu olaylardan biri çözülmek üzereydi ve birkaç sanık gözaltındaydı, hatta kimilerinin duruşması başlamıştı. Fakat şimdi olaylar öyle bir noktaya gelmişti ki silahlı soygunlar haftada birkaç kez yaşanıyordu ve herkes bir şekilde ve bir bakıma bu olayların bağlantılı olduğunu düşünüyordu ama kimse bir şey diyemiyordu.

Dahası bankalar tek hedef değildi. Vatandaşlara saldırıda da inanılmaz bir artış yaşanıyordu. Günün ve gecenin her saati, insanlar şehrin sokaklarında ve meydanlarında, kendi mağazalarında, metroda ya da evlerinde, kısacası her an ve her yerde saldırıya uğruyordu. Fakat banka soygunları bunlar içinde açık ara en ciddi olanıydı. Toplumun bankasını işgal etmek, toplumun temeline bir hakaret anlamına geliyordu.

Mevcut sosyal sistem açıkça pek iyi değildi ve işlevini yerine getiremiyordu. Emniyet için bu bile söylenemezdi. Son iki yılda, sadece Stockholm’de 220.000 adli vaka soruşturması rafa kalkmıştı ve en ciddi suçlar da dâhil yalnızca çeyreği çözülmüştü.

Hâl böyleyken bunda sorumluluk taşıyanların da başlarını iki yana sallayıp düşünceli görünmek dışında elinden gelen bir şey yoktu. Uzun bir süredir herkes birbirini suçluyordu ve artık suçlanacak kimse kalmamıştı. Yakın zamanda öne sürülen tek yapıcı öneri bira tüketiminin yasaklanmasıydı. İsveç zaten bira tüketiminin düşük olduğu bir ülke olduğu için ülkenin en yüksek otoritelerinin sözde temsilcilerinin gerçeklerden ne kadar kopuk olduğunu buradan anlamak kolaydı.

Ne var ki bir şey açıktı. Polis suçu sadece kendinde arayabilirdi. 1965 yılındaki ulusallaştırılma hareketinden sonra artık bütün teşkilat tek çatı altında toplanmıştı ve bu çatının daha en başından beri yanlış taban üstünde kurulduğu belliydi.

Uzun zamandır birçok analist ve araştırmacı, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yürüttüğü felsefenin ne olduğunu soruyordu kendilerine. Tabii ki bu cevapsız kalan bir soruydu. Emniyet Genel Müdürü, hiçbir şeyin dışarı sızmasına asla izin verilmemesine ilişkin öğretiyle uyumlu olarak prensip olarak hiçbir şeye cevap vermezdi.

Öte yandan konuşma yapmaya bayılırdı, bu konuşmalar da safi güzel söz söyleme sanatlarından oluşurken tamamen sıkıcıydı.

Birkaç sene önce polis kuvvetinde birisi, suç istatistiklerini manipüle etmenin bir yolunu keşfetmişti. Kullanılan yöntemler basit olsa da ilk bakışta bariz değildi ve doğrudan uydurma olmasalar da yine de tamamen yanıltıcıydı. Hepsi daha militan ve homojen bir polis teşkilatı yaratma, genel anlamda daha geniş teknik kaynaklara ve daha fazla ateşli silaha sahip olma talepleriyle başlamıştı. Bunu başarmak için polislerin yüz yüze geldiği tehlikelerin abartılması gerekliydi. Kelimeler politik açıdan yeterince etkili olmadığından başka bir yönteme, yani istatistiklerin manipülasyonuna başvurmak gerekliydi.

Bu noktada altmışların ikinci yarısındaki siyasi gösteriler muhteşem olanaklar yaratmıştı. Barış isteyen göstericiler, şiddet kullanılarak bastırılmıştı. Ellerindeki afişler ve fikirleri dışında silahlanmamış bu vatandaşlar, göz yaşartıcı bomba, tazyikli su ve plastik coplarla dağıtılmıştı. Arbede ve kaosla sona ermeyen, şiddet içermeyen gösterilerin sayısı çok azdı. Kendilerini savunmaya çalışan insanlar hırpalanmış, tutuklanmış ve ‘polise saldırmaktan’ ya da ‘tutuklanmaya direnmekten’ dava edilmişlerdi. Tüm bu bilgiler de istatistiklere eklendi. Yöntem kusursuz bir şekilde işlemişti. Bir gösteriyi ‘kontrol’ etmek için ne zaman birkaç yüz polis gönderilse, polise karşı sözde saldırıların rakamları tavan yapmıştı. Üniformalı polisler tabiri caizse ‘yumruklarını çıkarmamaya’ teşvik edildi ki polis memurlarının en severek başvurduğu düzen biçimiydi bu. Bir ayyaşa copla vurursan, onun da sana vurma ihtimali her zaman oldukça yüksektir.

 

Basit bir dersti bu, herkes öğrenebilirdi.

Bu taktikler işe yaramıştı. Şimdi artık İsveç polisi tepeden tırnağa silahlıydı. Kurşun kaleme ve bir parça sağduyuya sahip tek bir insanın çözebileceği durumlar birdenbire, otomatik silahlar ve kurşungeçirmez yelekle kuşanmış polislerle dolu bir otobüs gerektiriyordu.

Gelgelelim uzun vadede ortaya çıkan sonuç, kimsenin öngörmediği bir şeydi. Şiddet yalnızca antipati ve nefreti değil aynı zamanda güvensizliği ve korkuyu da besliyordu.

Sonunda, olaylar öyle bir hâl almıştı ki insanlar artık birbirinden korkmaya başlamıştı ve Stockholm dehşete kapılmış on binlerce insanla dolu bir şehir hâline gelmişti. Korkan insan, tehlikeli insandı.

Birdenbire, altı yüz memurun çoğu, sahiden de korktukları için istifa etmişti. Evet, her ne kadar tepeden tırnağa silahlanmış olsalar da ve çoğu zaman sadece arabalarının içinde aylaklık etseler de.

Birçoğu, ya buradan artık hoşlanmadıkları için ya da artık uygulamaları gereken muameleden tiksinmeleri nedeniyle Stockholm’den kaçmıştı.

Sistem geri tepmişti. En derinde yatan şeylere gelince, karanlığın kisvesine sarılı kalmıştı, öyle bir karanlık ki bazı insanlar ufaktan Nazi kokusu alıyordu.

Buna benzer manipülasyon örnekleri çoktu ve bazıları açıktan açığa eleştiriliyordu. Bir sene önce, karşılıksız çek yazanlar dikkat çekmişti. İnsanlar banka hesaplarının limitini aşarak para çekiyordu ve paranın bir kısmı yanlış ceplerde son bulmuştu. Çözülemeyen küçük dolandırıcılık vakalarının sayısı yüz kızartıcıydı ve radikal önlemler gerektiriyordu. Ulusal Polis Kurulu çeklerin, yasal ödeme aracı sayılmasına itiraz ediyordu. Herkes bunun ne anlama geldiğini biliyordu: İnsanlar yanlarında yüklüce nakit taşımak zorundaydı ve bu da şehrin sokak ve meydanlarındaki yan kesicilere yeşil ışık yaktı. Tam da öyle olmuştu. Naylon çekler elbette ortadan kayboldu ve polis, bu konuda az da olsa bir başarıyla övünebilirdi. Sayısız vatandaşın her gün dayak yemesi artık önemsiz bir ayrıntıydı.

Tüm bunlar artan şiddetin ayrılmaz bir parçasıydı, buna tek çareyse daha fazla sayıda ve daha da çok silahlanmış polisti.

Peki ama bu kadar polis nereden bulunabilirdi?

İlk altı ayın resmî suç rakamları büyük bir zaferdi. Yüzde ikilik bir düşüş gösteriyordu, gerçi herkes biliyordu ki aslında muazzam bir yükseliş olmuştu. Açıklama basitti. Var olmayan polisler, suçları ifşa edemezdi. Limiti aşmış her bir banka hesabıysa kendi içinde işlenmiş bir suçtu.

Siyasi polisin, insanların telefonlarını dinlemesi yasaklandığında, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün teorisyenleri derhâl yardımlarına koştu. Parlamento korku propagandası ve iğrenç mübalağalar yoluyla uyuşturucuya karşı verilen mücadele kapsamında insanların telefonlarının dinlenmesine izin veren bir yasa çıkardı. Bunun üstüne anti-komünistler, sakin sakin kulak misafiri olmayı sürdürdüler ve uyuşturucu ticareti daha önce olmadığı kadar dalgalandı.

Hayır, polis olmak hiç eğlenceli değil, diye düşünüyordu Lennart Kollberg. Kendi içinde bulunduğu kurumun yavaş yavaş yozlaştığına tanıklık eden bir adam ne yapabilirdi ki? Faşizmin farelerinin, süpürgeliklerin arkasında pıtır pıtır gezindiğini duyarken? Neredeyse tüm hayatı boyunca bu örgüte sadakatle hizmet etmişti.

Ne yapmalıydı? Aklından geçenleri söylemeli ve kapının önüne mi konmalıydı? Pek tatsız olurdu bu. Daha yapıcı bir yolu olmalıydı. Elbette her şeyi onunla aynı açıdan gören, ondan başka polis memurları da vardı. Ama kimlerdi ve kaç kişilerdi ki?

Buldozer Olsson’un böyle sorunları yoktu. Ona göre hayat, kocaman neşeli bir oyundu ve çoğu şey su kadar berraktı. “Ama anlamadığım bir şey var,” dedi.

“Gerçekten mi?” diye sordu Gunvald Larsson. “Neymiş?”

“Arabaya ne oldu? Çevirme yapıldı herhâlde?”

“Öyle görünüyor.”

“O hâlde beş dakika içinde bütün köprülerde adamlar bekliyor olmalıydı.”

Stockholm’ün güneyi altı tane giriş noktası olan bir adaydı. Özel ekip uzun zaman önce, Stockholm’ün merkez mahallelerinin hızla kapatılmasını sağlayan detaylı planlar çıkarmıştı.

“Elbette,” dedi Gunvald Larsson. “Büyükşehir Emniyeti’yle temasa geçtim. Bir kez olsun her şey tık diye işlemiş.”

“Ne modelmiş?” diye sordu Kollberg. Hâlâ bütün ayrıntılara hâkim olacak fırsatı bulamamıştı.

“Gri ya da bej rengi bir Renault 16, plakası ‘A’ ve içinde iki tane 3 rakamı varmış.”

“Muhtemelen sahte plaka takmışlardır,” diye ekledi Gunvald Larsson.

“Herhâlde. Fakat Maria Meydanı ile Slussen arasında bir yerde arabayı spreyle boyayabilecek kimse yoktur sanırım. Eğer araba değiştirmişlerse de…”

“Evet?”

“O zaman birincisi nereye kayboldu?”

Buldozer Olsson odada volta attı, avuçlarını alnına vurdu. Kırklı yaşlarında, tombul, ortalamadan çok daha kısa, hafif kırmızı yüzlü bir adamdı. Hareketleri de zekâsı kadar renkliydi. Şimdi tamamen kendi kendine konuşuyordu: “Arabayı metro ya da otobüs durağına yakın bir kapalı otoparka park ettiler, sonra içlerinden biri çaldıklarıyla birlikte tabanları yağladı; diğeri arabaya sahte plaka taktı. Sonra o da topukladı. Cumartesi günü arabacı adam geri dönüp arabayı sprey boyayla boyadı. Dün sabah da araba götürülmeye hazırdı. Ancak…”

“Ancak ne?” diye sordu Kollberg.

“Ancak adamlarımıza dün gece sabah bire kadar güneyden çıkan her bir Renault’yu kontrol ettirdim.”

“O zaman ya kaçma fırsatını buldu ya da hâlâ burada,” dedi Kollberg.

Gunvald Larsson hiçbir şey demedi. Onun yerine Buldozer Olsson’un hâlini tavrını inceledi ve ona çok antipatik geldi. Buruşuk açık mavi bir takım elbise, domuz pembesi bir gömlek ve çiçek desenli geniş kesim bir kravat. Siyah çoraplar ve çok da temiz olmayan, dikişli kahverengi sivri burun ayakkabılar.

“Peki arabacı derken neyi kastediyorsun?”

“Arabaları hiçbir zaman kendileri halletmezler. Muhakkak arabaları önceden kararlaştırdıkları bir noktada bırakırlar, sonradan onu oradan alan özel bir adam tutarlar. Genellikle Malmö ya da Göteborg gibi şehrin başka bir bölgesinden gelir. Firar ettikleri arabalara her zaman çok dikkat ederler.”

İyice düşünceli görünen Kollberg şöyle dedi: “Onlar derken? Onlar kim?”

“Malmström ve Mohrén tabii.”

“Malmström ve Mohrén kim?”

Buldozer Olsson ona şaşkınlıkla baktı. Ama sonra kendine geldi. “Ah, evet, tabii. Sen ekipte yenisin, değil mi? Malmström ve Mohrén bizim en kurnaz iki banka soyguncumuz. Çıkmalarının üstünden dört ay geçti. Bu da o günden beri dördüncü işleri. Şubat sonunda Kumla Hapishanesi’nden kaçtılar.”

“Ama hani Kumla’dan kaçmak imkânsızdı,” dedi Koll-berg.

“Malmström ve Mohrén kaçmadı. Sadece hafta sonu şartlı tahliyelerinden sonra geri dönmediler. Anlayabildiğimiz kadarıyla, nisan sonuna kadar hiçbir iş yapmadılar. Ondan önce de kesinlikle Kanarya Adaları ya da Gambiya’dalardı. Muhtemelen on dört günlük bir tur yaptılar.”

“Ondan sonra?”

“Sonra teçhizatı topladılar. Silahlar vesaire. Bunu genellikle İspanya ya da İtalya’da yaparlar.”

“Ama geçen cuma, bankayı soyan bir kadındı, öyle değil mi?” diye belirtti Kollberg.

“Kılık değiştirmiş olarak,” dedi Buldozer Olsson didaktik bir öğretmen edasıyla. “Sarı peruk ve takma şeyler işte. Ama suçu işleyenin Malmström ve Mohrén olduğuna kalıbımı basarım. Başka kimin gözü yerdi ya da böyle ani bir hamlede bulunacak kadar aklı çalışırdı? Bu özel bir iş, görmüyor musunuz? Son derece entrika dolu gerçekten. Oldukça heyecan verici. Aslında tam şey gibi…”

“…bir şampiyonla uzaktan satranç oynamak gibi,” dedi Gunvald Larsson. “Ama şampiyon olsun olmasın, Malmström de Mohrén de boğa kadar iri ve bunun aksine kendini inandıramazsın. İkisi de doksan beş kilo, ayak numaraları kırk yedi ve elleri kürek gibi. Mohrén’in göğüs ölçüsü 116 santim yani Anita Ekberg’in en olgun hâlinden yirmi santim daha geniş. Onu bir elbisenin içinde, takma göğüsle filan hayal edemiyorum.”

“Kadının üstünde pantolon yok muydu zaten?” diye sordu Kollberg. “Ve ufak tefek değil miydi?”

“Muhtemelen başka birisini göndermişlerdir,” dedi Buldozer Olsson sakinliğini bozmadan. “Her zamanki numaralarından biri.” Çalışma masalarından birine doğru koşup bir kâğıt parçası aldı. “Ne kadar vurgun yapmışlardır?” diye sordu kendi kendine. “Borås’ta 50 bin, Gubbängen’den 40 bin, Märsta’dan 26 bin, şimdiyse 90 bin. İki yüz binden fazla! Yakında hazır olurlar.”

“Hazır mı?” diye sordu Kollberg. “Neye hazır?”

“Büyük vurgunlarına. V’yi büyük harfle yazalım. Bütün bu diğer işler, finansman sağlamak içindi. Şimdi artık en büyük vurgunu yapma zamanı.” Coşkudan kendinden geçmiş hâlde odanın içinde uçuşuyordu resmen. “Ama nerede, beyler? Nerede? Bir düşünelim, bir düşünelim. Kafa patlatmalıyız. Şimdi ben Werner Roos olsam, ne yapardım? Şahına nasıl saldırırdım? Nasıl yapılırdı? Ve ne zaman?”

“Werner Roos da kim?” diye tekrar sorguladı Kollberg.

“Bir kabin şefi,” dedi Gunvald Larsson.

“Ama her şeyden öte, bir suçlu,” diye bağırdı Buldozer Olsson. “Werner Roos kendi çapında bir dâhi. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar kurgulayan kişi. O olmasa Malmström ve Mohrén bir hiçti. Arka plandaki beyin o. O olmasa çoğu kişi işsiz kalırdı. Hepsinin içinde baş kokuşmuş, baş sansar o! Bir çeşit profesör…”

“Bu kadar çok bağırmasana,” dedi Gunvald Larsson. “Duruşmada değilsin.”

“Onu yakalayacağız,” dedi Buldozer Olsson, sanki dâhiyane bir fikir akıl etmiş gibi. “Onu hemen şimdi kıskıvrak enseleyeceğiz.”

“Yarın da salarız artık,” dedi Gunvald Larsson.

“Boş ver. Sürpriz olacak. Gafil avlayacağız.”

“Öyle mi diyorsun? Bu sene beşinci olacak bu.”

“Fark etmez,” dedi Buldozer Olsson, kapıya doğru yönelirken. Aslında Buldozer Olsson’un ilk adı Sten’di. Fakat bu, muhtemelen karısı hariç herkesin uzun zaman önce unutmuş olduğu bir şeydi. Karısıysa, tam aksine, adamın neye benzediğini unutmuş gitmişti.

“Anlamadığım bir sürü şey var,” diye sızlandı Kollberg.

“Roos konusunda Buldozer muhtemelen haklıdır,” dedi Gunvald Larsson. “Adam her zaman kendine şahitlik edecek birisini ayarlayan zeki bir şeytan. Şahane şahitler. Ne zaman bir olay olsa, adam ya Singapur’da ya San Francisco’da ya da Tokyo’da.”

“Peki ama Buldozer, bu işin arkasında Malmström ve Mohrén olduğunu nereden biliyor?”

“Bir nevi altıncı his sanırım.”

Gunvald Larsson omuz silkip ekledi: “İyi de buradaki mantık nerede? Malmström ve Mohrén, tanınmış iki gangster, hiçbir zaman itiraf etmeseler de kaç kere hapse girip çıktılar. Ve sonunda, nihayet Kumla’da hapisteler ve hafta sonu şartlı tahliyelerine izin veriliyor!”

“Eh, insanları sonsuza dek bir televizyonun bulunduğu bir göz odaya kilitleyemeyiz ya, değil mi?”

“Hayır,” dedi Gunvald Larsson. “Orası doğru.”

Bir süre sessizce oturdular. İkisi de aynı şeyi yani devletin Kumla Hapishanesi’ni inşa etmesinin ve toplumdaki uyumsuzları tecrit etmek için akla hayale gelebilecek her türlü incelikle tasarlayıp donatmanın nasıl milyonlara mal olduğunu düşünüyordu. Uzaktan yakından cezaevi ve ona bağlı kurumlarıyla deneyimleri olan yabancılar Kumla’nın tüm dünya çapında en insanlık dışı yer olduğunu söylemişlerdi. İnsanları tamamen kişiliksizleştiriyordu. İletişimsizlik, şiltelerden pire ya da yiyeceklerden kurt çıkmasından daha kötüydü.

“Horns Caddesi’ndeki şu cinayete dönersek…” diye başladı Kollberg.

“Cinayet sayılmaz. Büyük ihtimalle kazaydı. Kadın yanlışlıkla ateş etti, hatta belki de tabancanın dolu olduğunun bilincinde bile değildi.”

“Kadın olduğundan eminsin yani?”

“Evet.”

“Peki tüm bu Malmström ve Mohrén muhabbeti ne öyleyse?”

“Eh, bir kadın göndermiş olmaları mümkün…”

“Hiç mi parmak izi yok? Bildiğim kadarıyla kadın eldiven takmıyormuş.”

“Tabii parmak izleri vardı. Kapının kolunda. Fakat bizim almamıza kalmadan bankadaki çalışanlardan biri oraya dokunmuş ve hepsini mahvetmiş. Bu yüzden parmak izi kullanamıyoruz.”

 

“Balistik?”

“Çok net. Uzmanlar hem kurşunu hem de kovanı buldu. 45 kalibrelik bir silah, tahminlerince bir Otomatik Llama kullanıldığını söylediler.”

“Büyük silah… özellikle bir kadın için.”

“Evet. Buldozer’e göre, bu da Malmström, Mohrén ve Roos çetesini gösteren başka bir büyük delil. Onlar panik yaratmak için hep büyük, ağır silahlar kullanıyorlar. Ama…”

“Ama ne?”

“Malmström ve Mohrén insanları hedef almaz. En azından daha önce hiç yapmadılar. Eğer birisi sorun çıkarırsa, kontrol altına almak için tavana bir kurşun sıkıyorlar.”

“Şu Roos denen adamı alıkoymanın bir manası var mı?”

“Hımmm, bence Buldozer’in mantığı şuna dayanıyor: Roos eğer her zamanki mükemmel tanıklarından birine sahipse, örneğin geçen cuma Yokohama’daysa, o zaman bu işi planladığından kesinkes emin olabiliriz. Öte yandan, eğer Stockholm’deyse, o zaman durum daha şüpheli.”

“Roos kendisi ne diyor? Hiç kızmıyor mu?”

“Asla. Malmström ve Mohrén’in, eski arkadaşları olduğunu ve hayatın onlar için böyle kötüye gittiğine üzüldüğünü söylüyor. En son, eski dostlarına nasıl yardım edebilirim diye bizim fikrimizi sormuştu. Malm tesadüfen oradaydı. Neredeyse aklını yitirecekti.”

“Ya Olsson?”

“Buldozer sadece esti gürledi. Buna bayıldı.”

“Ne bekliyor öyleyse?”

“Bir sonraki hamleyi, duymadın mı? Ona göre Roos büyük bir iş planlıyor ve Malmström ve Mohrén’e yaptıracak. Tahminen Malmström ve Mohrén birlikte sessizce kaçıp ömürlerinin sonuna kadar geçinmelerini sağlayacak kadar çok para koparmaya çalışacaklar.”

“Ve bu da bir banka soygunu olacak?”

“Buldozer’in umurunda olan tek şey banka soygunları,” dedi Gunvald Larsson. “Böyle çalışıyor, öyle diyorlar.”

“Ya tanık?”

“Einar’ın tanığı mı?”

“Evet.”

“Bu sabah buradaydı, fotoğraflara baktı. Kimseyi tanımadı.”

“Ama arabadan emin?”

“Aynen.”

Gunvald Larsson sessizce oturdu ve parmak boğumlarını çekerek her birini çıtlattı. Uzun bir süre geçtikten sonra şöyle dedi: “Şu araba olayında bir bit yeniği var.”

Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?