Kilitli Oda

Text
Aus der Reihe: Martin Beck #8
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

4

Västberga Bulvarı üzerindeki Güney Emniyet Müdürlüğü’ndeki oda, Cinayet Masası şefini temsil eden birisinin mekânıydı uzun süredir. İçerisi temiz ve derli toplu olmasına rağmen, birisi zahmet edip masasına koca bir vazo çiçek koymuştu, çoğu şey bıraktığı gibi değildi. Olması gerektiği gibi olmasa da bariz bir şekilde sıcacık bir yuva gibi. Özellikle de çalışma masasının çekmeceleri. İçinden bir sürü şey çıkarılmıştı ama epey bir eşyası da yerli yerindeydi. Eski vergi fişleri ve sinema biletleri mesela, kırık tükenmez kalemler ve boş şeker kutuları. Kalem tepsilerinin çoğunda ataşlardan yapılmış zincirler, lastikler, küp şekerler ve sakarin tableti kutuları duruyordu. Ayrıca iki paket ıslak mendil, bir paket kâğıt mendil, üç kartuş ve bozuk bir Exacta saat. Temiz, okunaklı bir yazıyla bölük pörçük notlar yazılmış bir sürü kâğıt parçası.

Martin Beck merkezde dolaşıp herkese selam vermişti. Hepsi olmasa da çoğu eski dostlarıydı. Şimdiyse masasında oturuyor, kol saatini inceliyordu, tamamen işe yaramaz görünüyordu. Kristal camı içeriden lekeliydi ve saati sallayınca çerçevesinden paslı, kötü bir ses çıktı, sanki vidalarından biri gevşemiş gibiydi.

Lennart Kollberg kapıyı tıklatıp içeri girdi. “Selam,” dedi. “Hoş geldin.”

“Teşekkürler. Bu senin kol saatin mi?”

“Evet,” dedi Kollberg iç karartıcı bir şekilde. “Yanlışlıkla çamaşır makinesine atmışım. Pantolon cebimde unutmuşum.” Şöyle bir etrafına bakındı ve özür diler gibi açıklama yaptı: “Aslında geçen cuma tamir etmeye çalışıyordum ama araya bir şeyler girdi. Eh, bilirsin nasıl olduğunu…”

Martin Beck başıyla onayladı. Kollberg uzun nekahet döneminde en çok gördüğü insandı ve birbirlerine anlatacak yeni haberleri yoktu. “Diyet nasıl gidiyor?”

“Güzel,” dedi Kollberg. “Bu sabah yarım kilo vermişim, 104 kilodan 103,5 kiloya düşmüşüm.”

“Yani başladığından beri sadece on kilo almışsın?”

“Sekiz kilo diyelim,” dedi Kollberg, incinmiş bir ifadeyle. Omuz silkti ve sızlanarak devam etti: “Berbat bir şey. Doğama tamamen aykırı bu. Gun da bana gülüp duruyor. Bodil de öyle. Sen nasılsın bu arada?”

“İyiyim.”

Kollberg kaş çattı ama bir şey demedi. Evrak çantasının fermuarını açıp içinden açık kırmızı plastik bir dosya çıkardı. Pek ayrıntılı olmayan bir rapor vardı elinde. Otuz sayfa civarında bir rapor.

“Bu ne?”

“Bir hediye diyelim.”

“Kimden?”

“Benden. Aslında değil. Gunvald Larsson ve Rönn’den.

Son derece komik olduğunu düşünüyorlar.”

Kollberg dosyayı masaya koydu. Sonra şöyle dedi: “Maalesef çıkmak zorundayım.”

“Ne için?”

“UPK.”

Yani yeni Ulusal Polis Kurulu.

“Neden?”

“Şu kahrolası banka soygunları.”

“Ama onlarla ilgilenen özel bir ekip var.”

“Özel ekibe destek gerekiyor. Geçen cuma, kalın kafalı beyinsizin teki gene vurulmuş.”

“Evet, okudum.”

“Dolayısıyla Emniyet Teşkilatı özel ekibi hemen genişletmeye karar verdi.”

“Seninle mi?”

“Hayır,” dedi Kollberg. “Aslında sanırım, seninle. Ama bu emir geçen cuma geldi, ben hâlâ burada görevdeyken. O yüzden kendim karar verdim.”

“O da?”

“O da seni o tımarhaneden korumak ve özel ekibe destek vermek için kendim gitmek.”

“Sağ ol.” Martin Beck gerçekten de ciddiydi. Özel bir ekipte çalışmak demek, her gün Emniyet Genel Müdürü ile, en az iki daire şefiyle, farklı başkomiserlerle ve başka amatörlerle haşır neşir olmak demekti. Kollberg bu çileyi gönüllü olarak üstlenmişti.

“Eh,” dedi Kollberg, “karşılığında bunu aldım.” Plastik dosyaya kalın işaret parmağını koydu.

“O ne?”

“Bir vaka,” dedi Kollberg. “Gerçekten de son derece ilginç bir vaka, banka soygunları ve o tarz şeyler gibi değil. Tek eksik…”

“Neymiş?”

“Senin polisiye roman okumaman.”

“Niye?”

“Çünkü okusaydın, kıymetini daha çok bilirdin. Rönn ve Larsson herkesin polis hikâyeleri okuduğunu zannediyor. Aslında bu vaka da onların ama şimdilik o kadar sefil durumdalar ki küçük işleri için destek istiyorlar, her isteyeni kabul ediyorlar. Bunu bir düşünsen iyi olur. Sadece sakince otur ve düşün.”

“Tamam, göz atarım,” dedi Martin Beck gönülsüzce.

“Gazetelerde bu konuda tek kelime yazmıyor. Merak etmiyor musun?”

“Tabii.”

“Hoşça kal o zaman.”

“Görüşürüz,” dedi Kollberg.

Kapının dışında durup birkaç saniye bekledi, kaş çattı. Sonra dertli dertli başını sallayıp asansöre doğru yürüdü.

5

Martin Beck, kırmızı dosyada ne olduğunu merak ettiğini söylemişti ama bu pek doğru değildi. Aslında, uzaktan yakından ilgisini çekmiyordu. Buna rağmen o soruya neden kaçamak ve doğru olmayan bir cevap vermişti bilmiyordu. Kollberg’i mutlu etmek için mi? Pek sayılmaz. Onu kandırmak için mi? Bu daha da alakasız. Bir kere, bu çok anlamsızdı, buna kanmazdı. Birbirilerini yakından tanıyorlardı, hem de uzun yıllardır. Bunun yanı sıra, Kollberg, Martin Beck’in hayatında tanıdığı en kandırılmayacak adamdı. Belki de kendini kandırmak istemişti? Düşüncesi bile saçmaydı.

Martin Beck ofisini incelemeye devam ederken bu soruyu kafasında evirip çevirdi. Çekmeceleri karıştırmayı bitirince mobilyalara geçti, sandalyeleri sağa sola çekti, masayı başka tarafa çevirdi, dosya dolabını kapıya birkaç santim daha yaklaştırdı, ofis lambasının vidasını söküp masasının sağ köşesine aldı. Belli ki vekaleten yerine bakan kişi lambayı solda tercih ediyordu ya da o şekilde kalmıştı. Koll-berg böyle ufak tefek şeylerde hep özensizdi. Ancak mühim bir durum varsa, son derece mükemmeliyetçiydi. Örneğin, kafasındaki kusursuz eşe kavuşma motivasyonuyla, evlenmek için kırk iki yaşına kadar doğru kişiyi beklemişti.

Öte yandan Martin Beck, neredeyse yirmi yıl süren başarısız evliliğinin yanlış bir seçim olduğunu kolayca anlayabilirdi. Neyse ki boşanmıştı zaten; bunu bile çok uzatmıştı.

Son altı ay içinde, hayatını gözünün önünden geçirdiği zamanlarda kendini boşanmasının bir hata olup olmadığını düşünürken bulurdu. Belki de dırdırcı ve sıkıcı bir eşinin olması hiç olmamasından daha iyiydi?

Eh, her şeyin bir bedeli vardı. Martin Beck çiçeklerle dolu vazoyu alıp sekreterlerden birine verdi. Kız buna sevinmişti. Martin Beck masasına oturup etrafına bakındı. Düzeni yeniden oturtmuştu.

Acaba bunu kendini hiçbir şeyin değişmediğine inandırmak için mi yapıyordu? Anlamsız bir soruydu bu ve Martin Beck soruyu en kısa zamanda unutmak için kırmızı dosyayı önüne çekti. Plastiği şeffaftı ve Beck anında bunun bir cinayet dosyası olduğunu anladı. Tamam. Cinayet, mesleğinin bir parçasıydı zaten. Ama nerede olmuştu bu olay? Bergs Caddesi no 57. Neredeyse polis merkezinin dibinde.

Genellikle onun ya da dairesinin değil de Stockholm Adli Suçlar Soruşturma Birimi’nin işi olduğunu düşünürdü. Bir an için Kungsholmen’i arayıp konu nedir diye sormak geldi içinden. Ya da sadece belgeleri dosyaya geri sokup gönderene iade etmek. Martin Beck katı ve resmî olmayı istiyordu ve bunu bastırmak için de büyük bir iradeyle mücadele etti. Dikkatini dağıtmak için saate baktı. Öğle yemeği vakti gelmişti bile. Ama karnı hiç de aç değildi.

Martin Beck kalktı, lavaboya gidip bir bardak ılık su içti.

Geri dönünce odasındaki havanın sıcak olduğunu ve kötü koktuğunu fark etti. Yine de ceketini çıkarmadı, kravatını bile gevşetmedi. Oturdu, sayfaları önüne çekip okumaya başladı.

Polis olarak geçirdiği yirmi sekiz yıl ona birçok şey katmıştı. Raporları önemsiz detaylara ve tekrarlara takılmadan hızlıca okuma da bunlardan biriydi, eğer varsa, bir ortak nokta saptama da.

Dosyayı görev bilinciyle okuması bir saati bulmadı. Çoğu kötü yazılmıştı, bazı şeyler hiç anlaşılmıyordu ve bazı bölümler oldukça kötü bir araya getirilmişti. Martin Beck yazan kişiyi hemen tanıdı. Einar Rönn üslubuna bakılırsa ünlü trafik yönetmeliğinin mucidiyle akraba gibi, hani şu diğer yerlerin yanı sıra sokak lambaları yandığında karanlık çöker diyen yönetmeliğin mucidiyle.

Martin Beck dosyayı bir kez daha karıştırdı, bazı detayları kontrol etti. Sonra raporu bıraktı, dirseklerini masaya, alnını avuçlarına koydu. Kaş çatarak olayları uzun uzadıya düşündü.

Olay iki bölümden ibaretti. Birinci bölüm, gündelik ve iğrençti.

15 gün önce, yani 18 Haziran Pazar günü, Kungsholmen’deki Bergs Caddesi 57 numaradan bir kiracı polisi aramıştı. Konuşma öğleden sonra saat 2.19’da kaydedilmişti ama içinde iki memur bulunan bir devriye arabası ancak iki saat sonra oraya ulaşmıştı. Bergs Caddesi’ndeki ev, Stockholm Emniyet Müdürlüğü’nden taş çatlasın yürüyerek dokuz dakika mesafedeydi ancak bu gecikme kolaylıkla açıklanmıştı. Başkentte feci bir polis kıtlığı vardı; ayrıca yaz tatili dönemiydi, hem de günlerden pazardı. Dahası durumun acil olduğunu gösteren hiçbir işaret yoktu. Karl Kristiansson ve Kenneth Kvastmo adlı iki devriye polisi binaya girip, arayan kişiyle konuşmuştu. Arayan, evin sokağa bakan cephesinde iki kat yukarıda oturan bir kadındı. Kadın onlara birkaç gündür, merdiven boşluğundan gelen nahoş bir kokudan rahatsız olduğunu ve bir şeylerin yolunda gitmediğinden şüphelendiğini anlatmıştı.

İki memur da kokuyu anında almıştı. Kvastmo kokunun çürümeden kaynaklandığını belirtmişti; kendi deyimiyle çürümüş et kokusunu andırıyordu. Yine Kvastmo daha yakından koklayınca birinci kattaki bir dairenin kapısına geldiler. Ellerindeki bilgilere göre, tek odalı bir dairenin kapısıydı bu, bir süredir, muhtemelen ismi Karl Edvin Svärd olan, altmış beş yaşlarında bir adam orada yaşıyordu. İsim, zilin altındaki elle yazılmış bir kartonun üstünde yazıyordu. Tahmin edildiği üzere, koku intihar etmiş ya da doğal sebeplerle ölmüş birisinin cesedinden, bir köpekten -Kvastmo’ya göre- ya da muhtemelen hasta veya çaresiz bir duruma düşmüş bir insandan geliyor olabileceğinden zorla içeri girmeye karar vermişler. Zil çalışmıyormuş ama kapıyı ne kadar yumruklasalar da bir ses çıkmamış. Bir kapıcı, ev sahibi ya da yardımcı olabilecek birileriyle temasa geçme çabaları da sonuç vermemiş.

 

Bunun üstüne polisler, daireye girmek için izin istemiş ve bir arama emri çıkarttırmışlar. Bir çilingir çağrılmış, bu da bir yarım saatlik daha gecikmeye yol açmış.

Çilingir kapının oldukça güçlü bir kilidi olduğunu, posta deliği bulunmadığını söylemiş. Böylece kilit özel bir alet sayesinde delinmiş fakat bu bile kapıyı açmayı mümkün kılmamış.

Kristiansson ve Kvastmo’nun bu olayla geçirdikleri zaman mesai saatlerini çok aşmış. Yeni emir isteyip kapıyı kırarak açma emri çıkarttırmışlar. Cinayet Büro’dan birileri mi katılsa acaba şeklindeki sorularına, başka müsait personel yok gibisinden kısa ve öz bir cevap almışlar. Artık çilingir de işinin bittiğini düşünüp oradan ayrılmış.

Akşam saat yedi sularında Kvastmo ve Kristiansson, kapının dışındaki menteşeleri kırarak kapıyı açmayı başarmışlar. Buna rağmen, onları yeni bir zorluk bekliyormuş zira kapı, iki güçlü metal sürgüyle sağlamlaştırılmış, ayrıca üstüne bir de tilki-kilidi denen, doğramaların ortasına yerleştirilmiş bir dökme demir çubuk oturtulmuş. Bir saat daha süren çalışmaların ardından, polisler dairenin içine girmeyi başarmışlar, içeride onları boğucu bir sıcak ve burunlarının direğini kıracak kadar ağır bir ceset kokusu karşılamış.

Sokağa bakan odanın içinde ölü bir adam bulmuşlar. Ceset sırtüstü uzanmış, Bergs Caddesi’ne bakan pencereden yaklaşık üç metre uzaktaymış, açık bir elektrikli radyatörün yanındaymış, bu radyatörden gelen sıcaklık, bir de devam eden sıcak hava akımı sayesinde ceset normal hacminin en az iki katı şişmiş. Ceset, yoğun bir çürüme evresindeymiş ve her taraf kurt kaynıyormuş.

Sokağa bakan pencere içeriden kilitli, jaluzi de inikmiş. Açık mutfaklı dairenin diğer penceresi avluya bakıyormuş. Pencere lastikleri yapıştırılmış ve uzun zamandır açılmamış gibiymiş. Mobilyalar az, süpürgelikler sadeymiş. Dairenin tavanı, zemini, duvar ve duvar kâğıtları, boyası harap bir hâldeymiş. Mutfak ve oturma odasında sadece birkaç parça alet edevat bulunmuş.

Orada buldukları resmî bir belge, ölen adamın yani altmış iki yaşındaki Karl Edvin Svärd’ın emeklilik yaşı gelmeden altı yıl önce işiyle ilişiği kesilmiş bir depo çalışanı olduğunu gösteriyormuş.

Bütün dairenin içi Gustavsson adında bir komiser tarafından incelendikten sonra ceset Adli Tıp Kurumu’na, rutin bir otopsi incelemesine gönderilmiş.

Vaka ilk olarak intihar diye değerlendirilmiş; açlıktan, hastalıktan ya da başka doğal sebeplerden ötürü doğal bir ölüm olmasından da şüphelenilmiş.

Martin Beck ceketinin cebini yoklayıp olmayan Florida paketini aradı.

Gazetelerde Svärd hakkında tek kelime haber yoktu. Haber, dünya üstünde en yüksek intihar oranlarından birine sahip Stockholm için fazla sıradandı. Herkes bu konudan bahsetmekten dikkatlice kaçınır ve konu açılırsa da manipüle edilmiş ve gerçek dışı istatistikler yoluyla bunu örtbas etmeye çalışırdı. En sık rastlanan açıklama en basit olandı: Diğer bütün ülkeler, bu tür istatistiklerle oynuyordu. Gelgelelim son yıllarda, artık devlet büyükleri bile bunu halk arasında yüksek sesle dile getirmeye cesaret edemez olmuştu, belki de her şeye rağmen insanlar kendi gözleriyle gördükleri kanıtlara, siyasi açıklamalardan daha fazla inandığı içindi. Ayrıca bu böyle olmasa bile mesele yine de utanç vericiydi. Çünkü konunun özü, Refah Devleti’nin hastalar, fakirler ve yalnız insanlarla dolup taşmasıydı. Bu kişiler en iyi ihtimalle köpek mamasıyla beslenen, fare deliğinden hallice kiralık dairelerinde ölene kadar bakımsız kalıyorlardı. Hayır, bunlar halkın duyacağı şeyler değildi. Polise bile uygun değildi.

Fakat hepsi bu kadarla kalmıyordu. Karl Edvin Svärd adlı, vaktinden önce emekliliğe ayrılmış adamın hikâyesinin bir de devamı vardı.

6

Martin Beck, bir raporda bir şey anlaşılmaz görünüyorsa, sebebin yüzde doksan dokuz, birisinin dikkatsizliğinden, hatasından ya da kaleminin sürçmesinden, meselede can alıcı bir noktayı gözden kaçırmasından ya da kendini anlaşılır kılma yeteneğinden mahrum olmasından kaynaklandığını bilirdi.

Bergs Caddesi’ndeki dairede ölen adam hakkındaki hikâyenin ikinci kısmı, en hafif ifadeyle, alengirliydi. İlk başta, işler her zamanki gibi gelişmişti. Pazar akşamı, ceset oradan alınıp morga kaldırılmıştı. Ertesi gün, evin içi dezenfekte edilmişti, bu kesinlikle şarttı ve Kristiansson ve Kvastmo olay hakkındaki raporlarını sunmuştu.

Cesede otopsi salı günü yapılmıştı ve sorumlu polis departmanı, ertesi gün kararı almıştı. Uzun süre beklemiş cesetlere otopsi yapmak oldukça kötüydü, özellikle de bahsi geçen şahsın, intihar ettiği ya da doğal sebeplerle öldüğü baştan biliniyorsa. Dahası, eğer malum şahıs toplumda pek ehemmiyetli bir statüye sahip değilse, mesela vaktinden önce emekliye ayrılmış bir depo işçisiyse, o zaman olaya karşı gram ilgi alaka kalmazdı.

Otopsi raporunu Martin Beck’in adını daha önce hiç duymadığı birisi, muhtemelen geçici bir görevli imzalamıştı. Rapor aşırı derecede bilimsel ve anlaşılmaz bir dildeydi. Belki de bu sebepten, konuya bu kadar miskinlikle yaklaşılmıştı. Martin Beck’in anlayabildiği kadarıyla, dosyası Cinayet Masası’ndaki Einar Rönn’e bir hafta sonra bile ulaşmamıştı. Olaya ilgi ancak bu noktada başlamıştı.

Martin Beck telefonu kendine doğru çekip uzun zaman sonra ilk kez bir görüşmeye hazırlandı. Ahizeyi kaldırdı, sağ elini tuşların üstüne koydu, bir süre öyle kaldı. Adli Tıp Kurumu’nun numarasını unutmuştu, rehberden bakmak zorunda kaldı.

Patoloji uzmanı çok şaşırdı. “Tabii,” dedi. “Tabii hatırlıyorum. Rapor iki hafta önce gönderildi.”

“Biliyorum.”

“Net olmayan bir kısım mı var?”

Martin Beck, kızın bozulmuş gibi konuştuğunu duydu.

“Sadece birkaç noktayı anlamadım. Raporunuza göre, bahsi geçen kişi intihar etmiş.”

“Tabii.”

“Nasıl?”

“Kendimi bu kadar mı kötü ifade etmişim?”

“Ah, hayır, hiç değil.”

“O zaman neresini anlamadınız?”

“Büyük bir bölümünü doğrusu ama bu tamamen benim cahilliğimden kaynaklanıyor.”

“Terminolojiyi mi kastediyorsunuz?”

“Nedenlerden biri de bu.”

“Eğer tıp bilginiz yoksa,” dedi kız moral verir gibi, “bu tür zorluk genelde yaşanır.” Sesi ince ve netti. Gençti kesin.

Martin Beck bir süre konuşmadan oturdu. Bu noktada şöyle demeliydi: “Sevgili genç hanım, bu rapor patoloji uzmanlarına hitaben yazılmadı, farklı bir kesim okuyacak. Ne de olsa Büyükşehir Emniyeti talep etmiş, bir polis komiserinin anlayabileceği kelimeler kullanılarak yazılmalıydı.” Ama demedi. Neden? Düşünceleri doktor tarafından yarıda kesildi: “Alo, orada mısınız?”

“Evet, buradayım.”

“Özellikle sormak istediğiniz bir şey mi vardı?”

“Evet. Öncelikle intihar olduğu varsayımınızın dayanağını öğrenmek istiyorum.”

Doktor kadın cevap verdiğinde, sesinde bir şaşkınlık gizliydi. “Sevgili Başkomiserim, bize bu ceset polisten geldi. Otopsi yapmadan önce, soruşturmadan sorumlu olduğunu düşündüğüm polis memuruyla bizzat telefonda konuştum. Bunun rutin bir iş olduğunu söyledi. Cevaplanmasını istediği tek soru vardı.”

“Neymiş?”

“Bu kişi intihar etmiş mi, etmemiş mi?”

Sinirlenen Martin Beck, parmak boğumlarını göğsüne sürttü.

Kurşunun girdiği yer bazen acıyordu. Ona bunun psikosomatik olduğu söylenmişti, bilinçaltı geçmişle ilişiğini kestiğinde bu acı da geçecekmiş. Tam şu andaysa, onu büyük ölçüde sinir eden şey, şimdiydi. Aslında bu da bilinçaltının hiç ama hiç ilgi duymadığı bir şeydi.

Basit bir hata yapılmıştı. Otopsi, polisten en ufak bir ipucu alınmadan yapılmalıydı. Adli tıp uzmanlarına, şüpheli ölüm sebebini sunmak küçük çapta bir yetki aşımıydı, özellikle de bu durumda olduğu gibi patoloji uzmanı genç ve tecrübesizse.

“Memurun adını biliyor musunuz?”

“Dedektif Komiser Aldor Gustavsson. Sanırım davadan o sorumlu. Tecrübeli ve işini bilen birine benziyordu.”

Martin Beck Dedektif Komiser Aldor Gustavsson hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Dedi ki: “Yani polis size bazı talimatlar mı verdi?”

“Öyle de denebilir, evet! Her hâlükârda polis, olayın şüpheli bir intihar meselesi olduğunu açıkça belirtti.”

“Anladım.”

“İntihar demek, bildiğiniz üzere, birisinin kendini öldürdüğü anlamına gelir.”

Beck bir cevap vermedi. Bunun yerine şöyle dedi: “Otopsiyi yapmak zor muydu?”

“Pek sayılmaz. Kapsamlı organik değişimler haricinde tabii. Bu, her zaman işimizi karmaşıklaştıran bir etken olur.”

Martin Beck, kadının kaç otopsi yaptığını merak etti ama yorum yapmaktan kaçındı. “Uzun sürdü mü?”

“Pek değil. İntihar mı, bir akut hastalık sorunu mu diye bakmak için göğüs kafesini açmakla başladım.”

“Neden?”

“Çünkü merhum yaşlıca bir adamdı.”

“Neden ölümün ani olduğunu düşündünüz?”

“Polis memuru bana öyle olduğu izlenimini verdi.”

“Nasıl?”

“Hatırladığım kadarıyla doğrudan meseleyi anlatarak.”

“Ne dedi?”

“‘İhtiyar ya canına kıydı ya da kalp krizi geçirdi.’ Bu tarz bir cümle kurdu.”

Bir başka yanlış çıkarım daha; saçını başını yolacaktı! Svärd’ın ölmeden önce felçli ya da çaresizce, günlerce orada kalmış olabileceğini gösteren hiçbir kanıt yoktu.

“Yani göğsünü açtınız.”

“Evet, ve sorunun cevabı hemen ortaya çıktı. Hangi seçeneğin doğru olduğuna dair şüphe kalmadı.”

“İntihar mı?”

“Tabii ki.”

“Hangi şekilde?”

“Kendini kalbinden vurmuş. Kurşun hâlâ göğüs kafesindeydi.”

“Kurşun kalbi delmiş miydi?”

“Çok yaklaşmış. Asıl hasar aorttaydı.” Kız kısa bir an durdu, sonra bir nebze laf sokar gibi ekledi: “Anlaşılacak bir biçimde ifade edebildim mi?”

“Elbette.” Martin Beck sıradaki sorusunu dikkatlice düşündü. “Kurşun yaraları hakkında tecrübeniz var mı?”

“Yeterince tecrübem var. Her neyse, bu vakada karışık bir nokta yoktu.” Kız hayatı boyunca kurşun yarası almış kaç kurban üstünde otopsi yürütmüş olabilirdi ki? İki mi? Üç mü? Ya da belki de bir?

Doktor belki de Martin Beck’in dillendirmediği şüpheleri sezinleyerek açıkladı: “İki sene önce, İç Savaş sırasında Ürdün’de çalıştım. Orada bildiğiniz üzere kurşun yarasından geçilmiyordu.”

“Fakat tahminen o kadar çok intihar görülmüyordu.”

“Hayır, pek değil.”

“Eh, genelde,” dedi Martin Beck, “çok az sayıda intihar vakasında kalp hedef alınır. Çoğu kendilerini ağzından, kimileri de şakağından vurur.”

“Olabilir. Fakat bu adam benim gördüğüm ilk vaka değildi. Psikoloji okurken intihar edenlerin, özellikle de duygusal olanların kalplerini hedef almak gibi derin içgüdüleri olduğunu öğrenmiştim. Anlaşılan, yaygın bir eğilim.”

“Sence Svärd bu kurşun yarasıyla ne kadar süre hayatta kaldı?”

“Uzun değil. Bir dakika, bilemedin iki ya da üç. İç kanama her yeri kaplamıştı. Ben bir dakika derim. Yine de çizgiler çok küçük. Bir şey değişir mi?”

“Belki değişmez. Fakat ilgimi çeken bir nokta daha var. Cesedi 20 Haziran’da incelediniz?”

“Evet, doğru.”

“Sizce adam o gün, kaç gündür ölüydü?”

“Mmm…”

“Bu noktada, raporunuz muğlak.”

“Açıkçası tam olarak söylemek kolay değil. Belki benden daha tecrübeli bir patoloji uzmanı size daha net cevap verebilir.”

“Peki ama siz ne düşünüyorsunuz?”

“En az iki aydır, ama…”

“Ama ne?”

“Ama bulunduğu yere bağlı. Sıcaklık ve nemin etkisi önemli bir faktör. Zaman daha kısa olabilir. Örneğin bedenin yüksek ısıya maruz kalması. Diğer yandan dezentegrasyon çok kapsamlı, dediğim gibi…”

“Peki kurşunun girişte açtığı yara?”

“Şu doku bozulması bu konuda bir şey demeyi zorlaştırıyor.”

“Namlu bedenle temas hâlinde mi ateş edilmiş?”

“Bana göre öyle değil. Ama yanılıyor olabilirim tabii.”

“Tamam da siz ne düşünüyorsunuz?”

“Başka türlü ateş ettiğini. Bilinen iki klasik tür var, değil mi?”

“Evet,” dedi Martin Beck, “öyle.”

“Ya namluyu vücuda dayayıp tetiği çeker yahut silahı, artık her neyse, tutan kolunu ileri uzatıp silahı ters çevirir, bu durumda tetiği başparmağıyla çekmesi gerekir.”

“Kesinlikle. Yani siz böyle düşünüyorsunuz?”

“Düşünülebilecek her ihtimali hesaba katarak evet. Bu kadar çok bozulmuş bir bedende yakınlığı tespit etmek gerçekten zor.”

“Anlıyorum.”

“O zaman bir şey anlamayan tek benim,” dedi kız rahatça. “Bu soruları niçin soruyorsunuz? Kendini hangi yönden vurduğunun bir önemi var mı?”

“Evet, öyle gözüküyor. Svärd evinde, bütün pencere ve kapılar içeriden kapalı hâlde ölü bulundu. Elektrikli bir radyatörün yanında yatıyordu.”

“İleri seviyede çürümenin açıklaması bu,” dedi. “O zaman bir ay süre yeterlidir.”

“Gerçekten mi?”

“Evet. Aynı zamanda neden nokta atışa rağmen cildinde barut yanığı bulamadığımızı da açıklayabilir.”

“Anladım,” dedi Martin Beck. “Yardımınız için teşekkürler.”

 

“Ah, bir şey değil. Açıklayabileceğim başka şey varsa arayabilirsiniz.”

“Hoşça kalın.” Ahizeyi yerine koydu. Kız açıklama konusunda kaçın kurasıydı. Yakında geriye açıklanacak tek şey kalacaktı. Ama o hepten şaşırtıcıydı. Svärd kesinlikle intihar etmiş olamazdı. Tabanca olmadan kendini vurmak her yiğidin harcı değildi.

Bergs Caddesi’ndeki dairede silah bulunmamıştı ki.