Viyana Dönüşü

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Kara Mehmet parlak bir gök ışığı altında bulanık billurlar gibi donuk bir beyazlık belirten köşklere baktı, sönüp parlayan ziyalar gördü, mırıldandı:

“Hünkâr, burada.”

Ve sonra gözlerini aşağıya, Sarayburnu açıklarına çevirdi, acı acı inledi:

“Deli Murat da orada!”

İçinde yaman bir hınç vardı, kuvvetli bir el kendini itiyor gibiydi. Karaya çıkmasını, şu uyuyan köşklere ulaşmasını ve hünkârla yüzleşmesini isteyen bu tazyike iradesini kaptırmamak için âdeta mücadele geçiriyordu, işte o sırada gözüne beyaz bir gölge çarptı. Bu, bahçe rıhtımına doğru yürüyen bir kadındı. Kara Mehmet’in koyu karanlıkları yarmakta kuvvetli bir meleke sahibi olan topçu ve sipahi gözü, kadının adımlarındaki sersemliği bile seziyordu.

Gecenin esmer tülünü yırtmadan çiğneyerek rıhtıma inen bu kadın, kafes kaçkını ve hürriyet şaşkını beyaz bir güvercine benziyordu, o kadar beceriksiz yürüyordu. Ardında kalan kafesle önünde açılan deniz arasında ne yapacağını kestiremiyormuş gibi davranıyordu, sık sık ardına bakıyordu. Bununla beraber yürüdü, yürüdü, kıyıya geldi, yorgun bir düşüşle taşların üzerine oturdu, sabırsız bir hamle ile terliklerini çıkardı, beyaz ayaklarını denize uzattı, akıntının muttarit21 bestesini parmaklarıyla hırpalamaya koyuldu.

Kara Mehmet, kayığı ve kendini görmeyen kadının bütün hareketlerini tarassut ediyordu.22 Gecenin o vaktinde dişi bir saraylının böyle deniz kıyısına gelmesi, açık saçık bir durumda ayaklarını yıkaması gerçekten garip bir şeydi. Bu garabet, Kara Mehmet’i de düşüncelerinden uzaklaştırmış ve dikkatini kendi üzerine çekmişti. Fakat sahnenin tuhaflığı bu kadarla kalmadı. Biraz sonra köşkler istikametinde bir beyaz gölge daha belirdi. Bu, evvelce gelen kadın gibi şaşkın değil, hırçın yürüyordu ve koşar gibi adım atıyordu. Lakin yürüyüşünde esrarlı bir eda vardı.

Şimdi Kara Mehmet, iki kadını birden gözetlemeye koyulmuştu. İdrakini ayaklarına bağlamış gibi görünen birinci kadın, yanına bir eş geldiğinin farkında değildi, derin bir dalgınlık içinde boyuna suyu karıştırıyordu. Yeni görünen kadın da gelişini ona duyurmamak istercesine sinsi bir istical23 gösteriyordu. Nihayet yaklaştı, sessiz bir rüzgâr tarafından sürüklenen iri bir beyaz yaprak düşüşüyle birinci kadının ta ardına geldi ve birden kuvvetli bir tekme hâline inkılap ederek onun beline çarptı, zavallıyı akıntının kucağına düşürdü.

Kara Mehmet, umulmayan bu hadise karşısında derin bir hayret geçirirken denize düşürülen kadın, aşağıya doğru çırpına çırpına sürükleniyor ve cinayeti işleyen ayaklar, uçan bir pamuk yumağı gibi köşklere doğru hızla savuşuyordu.

Şimdi ortada boğulmak üzere bulunan bir kadın ve kaçan bir katil vardı. Kara Mehmet, sarayın koynuna giren katille alakalanmayacağını ve akıntının köpüklerinde örülmeye başlanan mezarı önlemek lazım olduğunu kestirmekte gecikmedi. Gözlerine yapışan hayreti çarçabuk silerek küreklere yapıştı. Genç bir kuğu kuşu gibi süzülerek denizi yendi, eceli geçti, mezara çevrilecek köpükleri çiğnedi, çırpınmaktan yorulup kendini ölüme bırakan kadını yakaladı, kayığa aldı.

Cinayeti gören olmadığı gibi ölümü yenen bu hamleyi de gören yoktu. Kandilli Bahçesi uyuyor, rıhtım uyuyor ve belki katil de uyumaya hazırlanıyordu. Fakat Kara Mehmet’in vaziyeti nazikti. Yaptığı iş, insani bir hareket olmakla beraber, omzuna bir yük iliştirmiş oluyordu. Bu yükü ne yapacaktı ve ondan nasıl kurtulacaktı?

Yiğit sipahi, vereceği kararı sonraya bırakarak önündeki ıslak ipek çilesiyle meşgul olmaya başladı. Nabzını tuttu, kalbini dinledi ve onun yalnız baygın olduğuna kanaat getirerek belinden kavradı, baş aşağı çevirip yuttuğu suları kusturdu, kuvvetli bir masajla kan deveranını düzeltti. Artık yapılacak iş yoktu, kadının ayılmasını beklemek gerekti.

Kara Mehmet, intizar24 dakikalarını uzakta geçirmeyi, Kandilli Bahçesi’nde bir uyanıklık olursa görünmemeyi kendi durumuna uygun bulduğundan küreklere yapışmış, Yemiş’e doğru açılmaya başlamıştı. İşte bu sırada gözü kadının parmaklarına ilişti ve orada güzel bir yüzük gördü. O, iliğine kadar tok bir adamdı, mehtabı yüzük yapsalar imrenip bakmazdı. Lakin gözüne çarpan elmas taş, bir dost bakışı gibi kendine sıcak ve yakın göründüğünden dayanamadı, baygın kadının elini avuçlarına alıp baktı ve şaşırdı: Taş, daha dün Deli Murat’ın koynunda gezen elmastı!..

Şimdi Kara Mehmet, önündeki kadının uğradığı gadri unutmuş, idrakini yüzüğe bağlamıştı. Erdel kralının Deli Murat’a yıllardan beri taşıttığı bu elmas dert, nasıl olup da şu kadının parmağına geçmişti?.. Zeki sipahi, kısa bir düşünce sonunda bu muammayı çözmekten geri kalmadı ve Murat’ın yüzüğü karısına takamadan saraya götürüldüğünü, kafası kesildikten sonra taşın bir ganimet gibi hünkâra sunulduğunu, ondan da şu kadına geçtiğini anladı.

Deli Murat’ın mirasına konan kadın, şu vesikaya göre, hünkârın yakınlarından ve gözdelerinden biri olacaktı. Acaba kimdi ve efendisinden böyle parlak bir armağanı aldığı günün gecesinde nasıl olup da ölüme mahkûm ediliyordu?..

Zekâ, bu bilmeceyi halledemezdi. Kara Mehmet de fazla düşünmeyi manasız buldu, merakını tatmin için kadının ayılmasını beklemeye koyuldu ve biraz sonra bu hadise vukuya geldi. Midenin boşalması, kanın düzelmesi, ölümden kurtulan kadını baygınlıktan çıkarıyordu. O, tesadüfen uzaklaştırılan ecelin henüz silinmeyen ağırlığını duya duya gözlerini açmış ve şuursuz bakışlarla yanını, yönünü dolaştıktan sonra Kara Mehmet’i görüp mırıldanmıştı:

“Ben neredeyim?”

Yiğit sipahi, kendine has olan vecizevi şive ile bütün hadiseyi bir çırpıda anlattı.

“İşte…” dedi. “Olan biten bu. Seni öldürmek istiyorlardı, ben kurtardım. Şimdi söz senin: Dilersen kayığı çevireyim, seni saray bahçesine bırakayım. Oraya dönmek işine gelmiyorsa bir yer salık ver, seni oraya götüreyim. Fakat şu yüzüğü nereden bulduğunu söylemedikçe bir yere gidemezsin.”

Kadın, takatsiz bir kımıldanışla kolunu kaldırdı, yüzüğe baktı, gamlı gamlı içini çekti.

“Uğursuz taş!” dedi. “Beni ölüme sürüklüyordu!”

Ve sonra ıslak vücudunu doğrulttu, göğsünü örtmeye çalıştı.

“Ben…” dedi. “Ahiretin eşiğinde sayılırım. Orada kaçgöç yoktur, değil mi?.. Öyleyse senin yanında baş açık oturuşum da günah değildir. Ne yapayım, örtüm yok. Olsa da sarınmak boş. Sen beni sudan çıkardın, en yakın kimsem oldun. Anadan yakın, babadan yakın dost. Senden niye kaçayım?”

Ve biraz dinlendi, hızlı hızlı nefes aldı, sonra sözüne devam etti:

“Ben hünkârın gözdelerindenim. Adım Gülbeyaz’dır. Dün, haseki sultanın tuzağına düştüm, esir pazarından alınacak bir halayık için titizlik gösterdim, hünkârı gücendirdim, dayak yedim. O kızı bir levent alıp evine götürmüş. Burada kıyametler koptu. Bu sabah da adamcağızın kafası kesilmiş. Hünkâr, o işi yaptırdıktan sonra bahçeye döndü, bana bu elmas yüzüğü gönderdi. Fakat yanına çağırtmadı. Ben de üzüntüden deniz kıyısına indim, hava almak istedim. Sonrasını sen biliyorsun.”

Kara Mehmet, ızdıraplı bir heyecan içindeydi. Deli Murat’ın aldığı kızla şu kadının birbirini tanımadan rakip olmaları, Murat’ın öldürülmesinden on üç on dört saat sonra bu kadının da öldürülmek istenilmesi ve elmas yüzüğün Murat’tan buna geçmesi, yiğit sipahinin kafasında uzun bir kargaşalık yaratmıştı. Bunları, bütün bu işleri kader denilen meçhul kudrete atfediyor ve Deli Murat’tan dul kalan kızla şu kadının kendisiyle tanışmalarını da aynı kudretin bir cilvesi sayıyordu.

Acaba kader, Deli Murat’ın öcünü aldırmak için kendisine yardım mı etmek istiyordu?.. Kara Mehmet, bir aralık böyle bir kuruntuya da düştü, denizden çıkarıp ayılması için hayli emek verdiği kadını ilk olarak alıcı bir gözle süzdü. Onunla karşılaştığı dakikadan beri gözüne bu bakışı vermemişti, cinsî bakımdan tamamıyla kayıtsız kalmıştı. Fakat onu kendi önüne kaderin attığını zannetmeye başlar başlamaz kayıtsızlığı silindi, tam bir erkek bakışı takındı ve Gülbeyaz’ı, bir güvercinle yakından meşgul olan bir aslan gibi tetkike girişti.

Onu güzel ve çok güzel buluyordu. Fakat bu buluş, içine garip duygular ve kafasına karışık düşünceler dolduruyordu. Masallarda söylenen deniz kızlarından biriyle karşılaşmış gibi heyecanlı bir hazza kapılmakla beraber bir sürü de mülahaza geçiriyordu. Her şeyden önce padişah denilen adamın böyle binbir perinin yanında ömür geçirişindeki zevki ölçmeye çalışıyor ve onun esir hanındaki kızlara kadar el uzatmasındaki açgözlülüğü hatırlayarak iğrenti duyuyordu. Bu iğreniş feveranlı bir hınçla karışıktı. Deli Murat’ı gerdekten mezara fırlatan hünkâra iyi bir oyun oynamak hırsı da araya girerek onun duygularını ve düşüncelerini büsbütün karıştırıyordu.

 

Hünkâr, almak istediği kızın Serçeşme tarafından alınması üzerine yakışıksız bir cinayet işlemişti. Şimdi Kara Mehmet, onun bir gözdesine tasarrufla o cinayeti cezalandırmak istiyordu. İşte fırsat önünde apaçık duruyordu, tek bir hamle, hünkârı ta yüreğinden yaralamaya ve Deli Murat’ın öcünü almaya kâfi gelecekti.

Fakat yiğit sipahi bu hamleyi yapmadı, bir katili incitmek için bir kadını hırpalamayı mertliğine yakıştıramadı, karışık düşüncelerinden bir silkinişte sıyrıldı.

“Çalınan mal…” dedi. “Nerede bulunursa geri alınır. Ben de bu yüzüğü senden alıp sahibine vereceğim.”

Kadın, hayran hayran sordu:

“Sahibi kim?”

“Bu sabah kafası kesilen Deli Murat’ın karısı. Şu senin kıskandığın kız. O şimdi dul kaldı, benim koltuğumun altına sığındı.”

Ve kadının yüzükle Deli Murat ve dul kadın arasındaki münasebeti kavrayamadığını sezerek bütün bildiklerini kısaca anlattı:

“Görüyorsun ya…” dedi. “Bu elmasın yeri o dul kadının parmağıdır. Ölüden çalınan malı o ölünün mirasçısına vermeliyiz.”

Gülbeyaz, memnun bir uysallıkla yüzüğü parmağından çıkardı. Kara Mehmet’e uzattı. Bu hareket, ikisini pek yakınlaştırmıştı. Birbirlerinin göz bebeklerinde kendilerini görebilecek kadar nefes nefese gelmişlerdi. Ölümden kurtulan kadın işte bu durumda halaskârını iyice görmek fırsatına erdi ve birden sarsıldı. Kara Mehmet ona, başlarında asılı duran muhteşem aydan parlak görünmüştü. O güne kadar erkek olarak yalnız hünkârı tanıyan Gülbeyaz, bu mevzudaki dar bilgisinin birden genişlediğini seziyor ve zihninde açılan o genişlik, yüreğine de aktığı için garip bir zelzele geçiriyordu. Bir erkek bakışının nasıl olabileceğini işte şimdi anlıyordu. Kara Mehmet’in gözleri ona, bu yaman hakikati de öğretmişti ve bu taze bilgiden içine tatlı bir sarhoşluk yayılıyordu.

Erkek, uzatılan yüzüğü alıp çekilirken kadın, kalbinden süslü bir hayalin kırık dökük fırlayıp denize düştüğünü ve güçlü kuvvetli bir hayalin kırarak dökerek onun yerini işgal ettiğini sezdi, ellerini yüzüne kapayarak inledi:

“Yiğidim, senin adın ne?”

“Sipahi Kara Mehmet!”

“Kara öbürü yiğidim, öbürü. Sen şu aydan beyazsın!”

***

Gülbeyaz, saraya dönmeyi artık düşünmüyordu bile. Çünkü padişahın hayaliyle beraber sarayın bütün cazibesi de yüreğinden sökülüp gitmişti. Bakışları ancak yüzde ve deri üzerinde donuk donuk dolaşıp yüreğe inmeyen, sesinde yalnız altın şıkırtısı duyulan hünkâr ile bakışlarını yaralayıp kanatmayan bir hançer kesikliğiyle ta kalbe sokan, sesinde denizlerin azametli uğultusunu taşıyan Kara Mehmet’in arasındaki farkı sezmek onu birden çılgına çevirmişti, her fedakârlığa katlanacak vaziyete düşmüştü.

Kendi düşüncelerine çok uygun olan bu hâletten istifade etmeyi Kara Mehmet de ihmal edemezdi, Gülbeyaz’la nikâhlanmayı hemen tasarladı, kayığı gene Yemiş’e sürdü, ıslak kadını saracak bir örtü buldu ve doğruca Bülbül Hatun’un evine yollandı. Bütün bu işlerde ilahi bir kudretin dileğini ve bileğini sezinsediği için endişesiz davranıyordu, gökten omzuna bir vazife yükletilmiş gibi şen bir itimat içinde düşüncelerine düzen vermeye savaşıyordu.

Onu, küçük bir lahza demlendiren şey, iki kadını karşılaştırmak oldu. Hünkârın dileyip de alamadığı Bülbül’le onu görmeden kıskanan ve hünkârın koynundan alınan Gülbeyaz iki masum rakip ve iki mazlum kadın vaziyetinde bulunuyorlardı. Birinin yüzünden yiğit bir hayat heder olup gitmişti, birinin de gene o hadise ile ilgili entrikalar sebebiyle bizzat heder olmasına ramak kalmıştı. Bu işler, Bülbül’le Gülbeyaz’ı hem dost hem düşman yapabilecek amillerdi. Kara Mehmet, arada düzeltici bir rol oynayarak onları kardeş yapmak istiyordu.

Fakat ilk karşılaşmada hayli kekeledi, Bülbül’ü ağlatmamak için sarayı ve hünkârı ağza almaktan mümkün olduğu kadar çekindi, sadece Gülbeyaz’ın denize atılmış bir kurban olduğunu söylemekle iktifa etti, onunla nikâhlanacağını ise ancak hissettirdi. Lakin bu dikkatlere, bu inceliklere hacet yoktu. Bülbül, kendine can yoldaşı olacak bir kadın görünce çocuk gibi sevinmişti, onun kim olduğunu öğrenmeye bile lüzum görmeden boynuna sarılmıştı.

“Seni…” diyordu. “Allah gönderdi. Ben düşünde er gören bir kadınım. Gözümü açtım, kendimi dul buldum. Şimdi ağanın kanadı altında yaşıyorum. Fakat o, bir erkek. İşi var, gücü var. Öyle de olmasa derdimi kendine dinletemem. Şimdi sen geldin, içime ferahlık getirdin, öz kardeş gibi yan yana, can cana yaşarız. Değil mi?”

Kendini kıskanan, kendini kündeden atıp inciten ve sonunda ölüme sürüklemek isteyen haseki sultanla Bülbül arasındaki ruh farkını hemen kavramış olan Gülbeyaz da bu çocukça sevince karşılık vermekten geri kalmadı, Bülbül’ü göğsüne bastırıp uzun uzun sıktı.

“Senin…” dedi. “Ablan olacağım. Yaralı yüreğini tımar edeceğim.”

Kara Mehmet bu sahneyi seyrettikten sonra iki kadının yanlarına sokuldu.

“Böyle…” dedi. “Canciğer oluşunuz hoşuma gitti amma beni unutmanız doğru değil. Siz, ulu Tanrı’dan sonra bana bağlısınız. Onun için ne dersem onu yapacaksınız.”

Ve hemen düşüncelerini sıraladı:

“Ben sipahiyim, her yıl sefere aşarım. Siz de saraya karşı suçlusunuz, ulu orta yaşayamazsınız. Mutlaka gizlenmelisiniz. Hünkâr, ilk kızgınlık hızıyla Bülbül’ü unutmuş görünüyor. Fakat yarın aratır, ondan da hınç çıkarmaya çalışır. Gülbeyaz ise büsbütün tehlikede, belki şimdiden denize dalgıçlar inmiştir, bütün Marmara’ya kayıklar yayılmıştır. Olur ki bir iz bulunur, o izin üzerinde yürünür, buraya kadar gelinir. İyisi, yakamızı ele vermeden savuşmak. Ben Bülbül’ü hazırladım. Şimdi Gülbeyaz’ı da ona benzeteceğim. İstanbul’dan çıkaracağım.”

Kara Mehmet dediğini yaptı. Denizden çıkardığı kadını da Bülbül Hatun gibi erkek kılığına soktu, silahlandırdı, atlandırdı. Daha önce nikâh işini de başardı. O, şeri hilelere akıl erdiren bir adamdı. Gülbeyaz’ın yeniden dünyaya gelmiş sayılacağını esas tutarak hürriyetine fetva veriyor ve bu fetva ile onun kendine varmasını caizleştiriyordu. İddet meselesini ise beş altı aydan beri hünkârla uzaktan merhabalaştığını söyleyerek, bizzat Gülbeyaz halletmişti.

İşte bu suretle her iş yoluna girdi, kadınların sipahi kalabalığına karışmalarına hiçbir engel kalmadı. Fakat Kara Mehmet, birisi kendisinin eşi olan şu iki kadını gelişigüzel ortaya çıkarmaktan çekiniyordu. Onların kadınlığı sezilirse rezalet muhakkaktı.

Bu endişeyi umulmaz bir tesadüf giderdi. Elçilikle Viyana’ya gitmesi kararlaştırılan Müteferrika Kara Mehmet Ağa’ya yeni vazifesi dolayısıyla paşalık verilmişti. Elçi paşa, muhteşem bir daire tertip etmek mecburiyetinde bulunuyordu. En azından üç yüz kişiyi ihtiva edecek olan bu daireye -yerinde silah kullanmayı bilir- beş on yiğidin de alınması lazımdı. Kara Mehmet Paşa, işte bu zaruretle sipahi hanına başvurdu, Viyana’ya gidip gelinceye kadar kendisine yoldaşlık etmek üzere birkaç er istedi. Böyle işlere ünlü sipahilerin yanaşmasına imkân yoktu. Fakat Kara Mehmet, iki kadını İstanbul’dan kolaylıkla uzaklaştırabilmek düşüncesiyle elçi paşanın dileğine hemen muvafakat gösterdi ve kendisiyle kısa bir görüşmeden sonra genç sipahi kılığındaki kadınları alarak Kara Mehmet Paşa’nın konağına gitti, yerleşti.

O, Bülbül’le Gülbeyaz’ı tanıştırırken elmas yüzüğü dile almadığı gibi sonra da meydana çıkarmamıştı. Onu, bir uygun fırsat bulup da Bülbül’ü evlendirdiği gün vermek kararıyla koynunda taşıyordu. Yiğit adamı, yüzük işinde böyle davranmaya sevk eden sebep gayet sade idi. O, Deli Murat’tan hünkâra, ondan Gülbeyaz’a geçen yüzüğün şu sırada meydana çıkmasını, tehlikeli telakki ediyordu. Çünkü Bülbül, yüzüğe baktıkça Deli Murat’ı ve Gülbeyaz da onu Bülbül’ün parmağında gördükçe hünkârı hatırlayacaktı. Kara Mehmet ise onların böyle bir hatırlayışla boyuna üzülmelerini istemiyordu.25

2
TÜRK ELÇİSİ VİYANA YOLUNDA!

Elçi paşa, öteden beri ününü duyup durduğu Kara Mehmet’ten seçme iki genç sipahi ile kendi dairesine iltihak etmesinden son derece memnundu, hatta biraz gurur bile duyuyordu. Kara Mehmet de onu pek zeki ve pek cesur bularak sevmişti, candan saygı gösteriyordu. İkisinin de aynı adı taşımaları aralarında daimî bir şaka mevzusu oluyordu. Elçi paşa ona “yiğit adaş” diye hitap ediyordu, Kara Mehmet de onu “adaş paşa” diye anıyordu. Her gün sık sık temas ettikleri gibi sofrada mutlaka beraber bulunuyorlardı. Yalnız Aygut’la Gültekin, Bülbül’le Gülbeyaz, ayrı yiyorlardı, ancak gece yarısından sonra birleşiyorlardı. Elçi paşa, yolda barınmak için üç sipahiye mükemmel bir çadır ve bir de çerge vermişti. Ayrıca üç de at uşağı tahsis etmişti. Bu sebeple Kara Mehmet’in ve yanındaki kadınların rahatı yerinde idi. Onların durumlarından tek bir kimsenin kuşkulanmaması ise bu rahatı manen de tekemmül ettiriyordu.

Onlar baş başa kalınca Deli Murat’ın öcünü almak meselesini konuşurlardı, Gülbeyaz da Bülbül’e acıdığı ve kocasının her fikrine hemen uyduğu için o meseleye candan ilgi gösteriyordu. Bir gün hünkârdan mazlum ölünün öcü alınırsa kendini denize atan kadının da hırpalanacağını düşünmek onu bu işle ayrıca alakalandırıyordu. Fakat konuşmalar, hülya hududunu geçmiyordu, müspet bir yol düşünülemiyordu.

İşte bu vaziyette bir gün elçi paşa, Kara Mehmet’i çağırdı.

“Yiğit adaş…” dedi. “Yarın yola çıkıyoruz. Sultan Süleyman’ın konakladığı yerlere uğrayarak Beç’e kadar gideceğiz. O, koca bir orduyu bu yolda yürüttü. Biz bakalım, şu küçük kalabalığı onun izinde sızıltısız sürüp gidebilecek miyiz?”26

Ve sonra dört yanına bakındı, bir sır tevdi ediyormuş gibi davranarak fısıldadı:

“İşler, gün geçtikçe acayipleşiyor. Yedi düvel bize diş bileyip duruyor. Çok geçmez, saman altındaki sular meydana çıkar, büyük bir savaş başlar. Mümkün ki biz çevrilen Frenk dolabını temelinden yıkmak için gene Beç’e saldıralım. Bunun gününü kestiremem amma er geç olacaktır. Onun için yolculukta açıkgöz davranmalıyız. Suları ölçmeliyiz, köprüleri arşınlamalıyız, konak yerlerini bir iyi incelemeliyiz, ileride yapılacak yürüyüşte işe yarayacak bilgi elde etmeliyiz.”

Elçi paşa, sade siyasi bir vazife görmekle iktifa etmeyeceğini, askerî tetkikler de yapacağını Kara Mehmet’e anlattıktan ve bu yolda çalışması lazım geldiğini ona hissettirdikten sonra bir cemile göstermek istedi:

“Hünkârın Nemse çasarına27 yolladığı armağanları sana göstereyim. Bak, neler götürüyoruz. Yüz yıl önce böyle külfetlere katlanmazdık. Yalnız alırdık, şimdi veriyoruz, bol bol veriyoruz. Çünkü devir değişti, ihtiyar aslana döndük, kükrüyoruz amma korkutamıyoruz.”

Elçinin Kara Mehmet’e seyrettirdiği armağanlar gerçekten nefis şeylerdi. En başta elmaslı bir sorguç vardı. Elçi bu armağanın bir yıllık Mısır vergisi değerinde olduğunu söylüyor ve bu kıymeti biçerken gözleri nemleniyordu, sonra bir direkli otağ geliyordu. Bu da Türk şaheserlerinden sayılacak bir şey olup halis ipekten örülmüştü, her yanı eşsiz resimlerle süslü idi, direği som gümüştendi. Otağa serilmek için yirmi seccade seçilmişti, her biri bir başka hüner taşıyordu. Onlara katılan beş Acem halısı ise paha biçilmez metalardandı.

 

Kara Mehmet bütün bu güzel şeyleri hayran hayran seyretti, armağanlar arasındaki yüz muslin sarıkla kırk sırmalı ve kürklü hilati de gördü. Sonra elçi paşa ile ayrı bir yerde tavlaya bağlanmış olan on dört çöl dilberini, Arap atlarını temaşa ederek imrendi ve hayıflandı. Ancak bir Türk sipahisine yaraşan bu güzel hayvanların ata sağdan mı soldan mı bindiği belli olmayan Nemse çasarına gönderilmesini aykırı buluyordu. Atların on ikisi yelkendest dedikleri biçimdeydi, sade yularla gidiyorlardı. İkisi yetmiş akçeli yüz yetmiş sipahinin yetmiş yıllık gelirleriyle de tedarik olunamayacak kadar kıymetli eyerlerle süslenmişti.

Elçi paşa, hayvanları adaşına gösterdikten sonra elini onun omuzuna koydu.

“İşte…” dedi. “Bunlar güçsüzlük vergisidir. Bilek zayıfladı mı kese hafifler. Hazinenin musluğu kuvvettir.”

Ve ilave etti:

“Bir okka da amber var, gümüş bir çekmecede kapalı, Nemse çasarını eşine hoş göstermek için koku dahi götürüyoruz.”

Elçi paşa, şu sözleriyle de anlaşıldığı üzere, hamiyetli bir adamdı. Kara Mehmet onun bağrı yanık görünmesinden istifade ederek sordu:

“İşlerin gidişatını galiba hoş görmüyorsunuz.”

O içini çekti, mırıldandı:

“Allah encamımızı hayretsin. Biz boşuna akan bir suya benziyoruz. Kaynağımıza bakan yok. Bu bakımsızlığın sonu çok kötüdür. Ne yapalım ki bize sezip susmak ve fırsat düşünce güle güle ölmek düşüyor. Hünkâr av delisi. Askeri sınırdan sınıra koşturuyor. Kendi tavşan ardında koşuyor. Niçin her yıl savaş yaptığımız belli değil. Moskof’la dargınız, Lehli ile dargınız, Nemse’yle dargınız, Fransız’la dargınız, Venedikli ile dargınız. Yeryüzünde tek bir dost edinmemişiz. Kılıcımıza dayanıp sağa sola saldırıyoruz. Bu, niceye dek böyle sürer, bilmem ki.”

“Hünkâr neden gözünü açmıyor, işlere çekidüzen vermiyor?”

Elçi paşa, dik dik baktı:

“Bunu bir gün gelir, onun yüzüne karşı soran bulunur, nasıl ki babasına da sormuşlardı. Şimdilik susmak gerek.”

Kara Mehmet, bu doğru özlü ve doğru sözlü adamın şahsında kendi düşüncelerine uygun bir ruh sezip sevindi, fakat bahsin ilerisine gitmekten çekindi ve hazırlığını tamamlamak için izin alıp çekildi.

Ertesi gün 295 kişilik bir kafile hâlinde yola çıkmışlardı. Kanuni Sultan Süleyman ruznamesine göre konaklaya konaklaya Viyana’ya doğru yol alıyorlardı.

Kara Mehmet bu sırada Evliya Çelebi ile tanıştı. Sesi güzel, sohbeti tatlı bir adam olan bu ünlü seyyah, Viyana’ya elçi gideceğini işitir işitmez paçaları sıvamış, bir yolunu bulup kafileye iltihak etmişti.

Her telden çaldığı için -elçiden seyislere kadar- bütün Viyana yolcularına çarçabuk kendini sevdirmiş bulunuyordu. At koşturuyor, cirit atıyor, kılıç oyunu yapıyor, masal söylüyor, şarkı ırlıyor, ilahi okuyor ve karşılaştığı adamın meşrebine göre davranıp gönül kazanıyordu. Kara Mehmet de bu gün ve yer görmüş adamdan hemen hoşlanıvermişti.

İkinci menzil Çatalca idi. Elçi paşa orada yüz kırk üç yıl evvelki haşmetli gidişten bir hatıra nakletti:

“Sultan Süleyman…” dedi. “Ara sıra dörtnala kaldırdığı atının kuyruğu ucundan bir karış geri kalmayan yayalara burada otuz bin altın bahşiş verdi. Hakkı da vardı: Attan ayrılmayan yaya… Öylesi adamları bugün bulsam eğilir, topuklarını öperim.”

Evliya Çelebi de ayrı bir vakıa hatırlattı:

“Galata’da Frenk beyzadesi Giriti de ordu ile beraberdi. Nemse ve Macar ili hakkında hünkâra haberler ulaştırıyordu. Kendisine bu menzilde ödünç diye otuz bin altın ve üç yüz bin akçe verildi.”

Kara Mehmet, böyle hazineler dağıta dağıta giden o vakitki Türk ordusu hakkında malumat almak istedi ve sordu:

“Sultan Süleyman’la bile kaç kişi ve kaç top vardı?”

Evliya Çelebi, tarih aşkıyla sabırsızlık gösterdi, elçi paşadan önce cevap verdi:

“Üç yüz top, iki yüz elli bin asker, altmış bin deve!.. Fakat topları çeken camuslar28 bile kanuna saygı gösteriyorlardı. O koca orduda çıt yoktu, dalgasız bir göl gibi azametli bir külçe hâlinde yürüyüp gidiyordu.”

Bunları konuşurken üçünün de gözleri yaşarıyordu, çünkü üçü de bu ordu nizamının çoktan yıkılıp gittiğini biliyorlardı. Onlar, yeniçeri ve sipahi ocaklarının dalgasız göl olmaktan uzaklaşıp bir tayfuna döndüğünü ve korkunç velveleler içinde yakarak, yıkarak yürümeye alıştığını gözleriyle görmüş kimselerdi. Eski devrin düzenini hatırladıkça üzülüyorlardı.

Hemen her konak yerinde bu hasbihâller tazeleniyordu. İnceğiz yanındaki Kabasakal köyünde, Hedikli’de hep o eski hatıraları terennüm ettiler. Karlı köyünde elçi paşa havuzumsu bir noktayı Kara Mehmet’e gösterdi.

“Türk ordusu Viyana’ya giderken…” dedi. “Burada bir su birikintisi vardı. Kapıcıbaşı Mehmet, Sultan Süleyman’ın otağını gölceğizin üst yanına kurdu, hünkâr da memnun oldu, kapıcıbaşıya altı yüz altın ihsan etti.”

Ahmetbey, Hamza köylerinde ve Hasköy’de gene o büyük ordunun hatıraları canlandırıldı, Edirne’ye varıldı. O devrin Edirne’si pek mamurdu. Dört yüz on dört mahallesi, elli üç kervansarayı, altmış tüccar hanı, büyük bir bedesteni, yedi bin dükkânı vardı, pek işlek bir ticaret merkezi idi. Buğdayı, yemişi boldu, gül suyu ile şekerlemeleri çok meşhurdu.

Elçi paşa kafilesi Edirne’de üç gün mola verdi. Başta, saray Bostancıbaşısı Kırkayak Koca Sinan Ağa olmak üzere, bütün şehir uluları tarafından saygı gördü. Oradan Kızılağaç Yenicesi’ne geçildi. Evliya Çelebi, eski Viyana seferine gidilirken bu menzilde halkın Sultan Süleyman’a arzuhâl sunup kadı ile hatibin hırsızlıklarından şikâyet ettiklerini ve hünkârın onları yakalatıp astırdığını anlattı. Oradan Çermen Ovası’na, Beyulahın’a varılarak ve Sazlıdere, Keklik, Halidçayırı, Dogoviçe aşılarak Filibe’ye gelindi.

Evliya Çelebi, Filibe’ye yaklaşınca Kara Mehmet’in yanına sokuldu.

“Yiğidim…” dedi. “Türkler Beç’e giderken burada yaman bir yağmura tutulmuşlardı. Meriç coşmuştu, köprüyü aşmıştı. Çadırlarda barınmak imkânı yoktu. Toplar su altında idi, topçeker hayvanlar boyunduruktan sıyrılıp yüzgeçlik yapıyorlardı. Bereket versin ki her yer ağaçlıktı, askerler üçer beşer, hatta onar yirmişer ağaçlara tırmanmışlardı. İki gün böyle geçti, bütün ordu bir kuş hayatı geçirdi, dallar arasında pinekledi. O hengâme arasında tuhaf bir vaka da oldu. Tanılmış beyler arasında bir Nakkaş Ali Bey vardı. O da bir ağaca çıkmıştı. Meğer sudan ürken bir sürü küçük yılan da aynı ağaca sığınmış imiş. Zavallı hayvancıklar Ali Bey’in ağzını, kulaklarını delik sandıklarından boyuna oraya saldırıp durmuşlar, adamcağızı yerinde duramaz hâle koymuşlar. Çok şükür ki biz iyi bir havada Filibe’ye ulaşıyoruz.”29

Elçi kafilesi Filibe’den sonra Kuruçay’da, Karapınar’da, Manendler’de, İhtiman’da, Karaman köyünde konakladı. Bütün o merhalelerde istila devirlerinin izleri, eserleri vardı. 1529’da Viyana’ya giden azametli ordunun hatıraları ise hemen her adımda göze çarpıyordu. Türk, Bulgar, Rum, Ulah, Yahudi ve bütün halk, o hatıraları nesilden nesile yadigâr kalmış birer tarih sahifesi gibi saygı ile terennüm ediyorlardı. Müslümanlar belki Kur’an okumuyorlardı, Hristiyanlar İncil ayetlerini anlamıyorlardı, Tevrat yalnız hahamların koynunda geziyordu. Lakin yüz kırk üç yıl önce Viyana’ya giden büyük ordunun menkıbeleri her dilde ve her evde yaşıyordu.

Kafile bu konuşulan tarihi dinleye dinleye ve kendi aralarında onu yaşata yaşata ilerledi, Eflaklar köyünü, Karayel Boğazı’nı, Sokova’yı, Ozor köyünü geçti, Ilıcaları ve Şehirköy’ü dolaşıp Niş şehrine geldi.

Burada elçi paşayı sipah kethüda yeri, yeniçeri serdarı, muhtesip, voyvoda, dizdar karşılamışlar ve Ali Ağa’nın konağına konuk vermişlerdi. Ev sahibi 295 kişiyi kolayca barındırdığı gibi üç gün de mükellef ziyafetler çekerek ağırlamıştı. Elçi paşa, bu cömert ağaya bir at verdi ve o, misafirlerine bohça bohça kumaş, yüz hayvan dağıttı. Kara Mehmet’le Evliya da ikramdan hisse alanların başında bulunuyorlardı.

Niş’ten sonra, Yerlidere, Alacahisar, Serloç, İre menzillerinde çadır kuruldu, Morava Suyu aşılarak Baniçe’ye, Libaniçe’ye, Korşoviçe pazarına, Akkilise’ye, Hisarlık’a varıldı ve oradan Belgrad’a gidildi.

İstanbul’dan çıkıldığı günden beri her yerde karşılanıp uğurlanan kafile, Belgrad’da yapılan parlak istikbali hiçbir yerde görmemişti. Semendere beyi iki bin cebelisiyle, alay beyi ve çeribaşısı yiğitleriyle elçi paşayı karşılamaya çıktıkları gibi her biri bir saray sahibi olan Macar Ali Ağa, Zülfikar Ağa, Parmaksız Hüseyin Ağa, Ramazan Ağa, Alacahisarlı İbrahim Çelebi, Koca Yusuf Ağa, Şit Efendi gibi eşraf da debdebeli bir alayla üç saatlik yere kadar gelmişlerdi.

Elçi paşa, üç yüz yıllık tarihin şerefini Tuna boylarında çelik göğüslerini gere gere koruyup duran bu eski fatihler evladını görünce heyecana kapıldı, yanı başında duran Kara Mehmet’e doğru eğildi, fısıldadı:

“Bir gün şu kale elden çıkarsa ne olur bilir misin?”

O, hayran hayran mırıldandı:

“Ne olur?”

“Osmanlılar bütün Rumeli’den kovulur!”

“Allah o günü göstermesin.”

“Âmin amma devletlilerimiz har vurup harman savurursa bu felaketin er geç yüz göstereceğine iman getir!”

Belgrad beyleri, ağaları elçi paşayı kolaylıkla bırakmak istemiyorlardı ve sabah akşam ziyafet çekerek ikrama boğuyorlardı. Bu ziyafetlerden haz alan en çok Evliya Çelebi idi. Ünlü seyyah, has un yufkasından tereyağıyla, bademle yapılan ve araba tekerleği kadar büyük tepsilere dizilen baklavaları, tarçınlı, karanfilli zerdeleri, kırmızı burunlu iri boy tavukların kebaplarını, fırına verilen sazan ve misin balıklarını, kırk dirhem çeker kuru kayısıları, her biri yumruk büyüklüğünde şeftalileri atıştırdıkça neşeleniyor ve her lokmayı bir hatıra olarak defterine kaydediyordu.

Fakat elçi acele etmek mecburiyetindeydi. Çünkü sınırda Avusturya sefiriyle mübadele olunacaktı. Bu sebeple Belgrad’da fazla kalmadı, gene Sultan Süleyman devrinde Viyana’ya giden büyük ordunun silinmeyen izi üzerinde yürüyerek yola çıktı, Semlin’e geçti. O eski ve haşmetli yürüyüş sırasında bir sipahi burada ekili tarlalara at bırakmış ve birkaç tutam ot yedirmişti. Elçi paşa, Kara Mehmet’i çağırarak bir ağaç gösterdi.

“İşte…” dedi. “O sipahi bu ağaca asıldı. Ağır, fakat doğru bir ceza. Harbe giden asker, kendi yurdunda da düşman yurdunda da tarla çiğnetemez.”

O vaktin devletlileri böyle işlerde çok titiz davranırlardı. Başka türlü de iki yüz elli bin asker, tek bir nefer gibi Viyana önüne götürülebilir miydi?

Kara Mehmet, hasretle anılan o devirlerin böyle bir tahassüre layık olduğunu anlamakla beraber elçi paşanın tarizli30 sözlerindeki sırrı kavrayamıyordu. Asılan sipahi hikâyesini dinledikten sonra açıkça sordu:

“İçiniz pek yanık. Fırsat düştükçe sağa sola sitem püskürüyorsunuz. Hikmeti ne ola sultanım?”

Elçi paşa hiç düşünmeden cevap verdi:

“Hünkârın avcılığı, vezirin mansıp31 hırsı, ocağın esnafla dolması, sipahiliğin erimesi, halkın salgın altında ezilmesi bu koca devleti kökünden sarsacaktır. Ben, gülün dikenini seziyorum. Devletliler kokusunu paylaşıyorlar.”

“Dini bütün, eli temiz birkaç kişi ile dertleşseniz de işlere düzen vermek yolunu arasanız olmaz mı?”

21Muttarit: Tekdüze. (e.n.)
22Tarassut etmek: Gözlemek, gözetlemek. (e.n.)
23İstical: İvedilik, acele etme. (e.n.)
24İntizar: Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. (e.n.)
25Gülbeyaz hadisesinin sarayda nasıl bir tesir uyandırdığını yazmayı gereksiz bulduk. Romanımıza taalluk eden nokta bu kadının Kara Mehmet tarafından denizden çıkarılması ve nikâhla alınmasıdır. Hünkârın, alamadığı bir kız için Deli Murat’ı öldürmesine karşı en sevgili gözdelerinden birinin bir sipahiye eş ve Deli Murat’tan dul kalan kadınla arkadaş oluşu garip bir tesadüf teşkil ettiğinden okunmaya değer. Bununla beraber Gülbeyaz’ın hedef olduğu suikast hakkındaki tarihî kaydı, Ahmet Refik’in “Kadınlar Saltanatı” adlı eserinden alıp buraya koyuyoruz: “Rebia Gülnuş Avcı Mehmet’e son derece mecluptu, padişahı daima kıskanırdı. Onun en müthiş rakibesi Gülbeyaz’dı. Rebia, padişahın ona iltifatını çekemezdi, vücudunu kaldırmak için tedbirler düşünürdü. Nihayet bir gün Kandilli Sarayı’nda Gülbeyaz deniz kenarında dolaşırken Rebia Gülnuş geldi, güzel rakibesini boğazın dalgalarına gömdü…” Silahtar tarihi de padişahın bu hadiseden çok müteessir olduğunu ve Kandilli’de elli gün oturmayı kurmuşken hemen göçtüğünü yazar. Bu vaziyette Turhan Sultan, Haseki Gülnuş’a oyun oynayamamış demektir. (y.n.)
26Osmanlılar, uzun asırlar, Viyana’yı Beç diye anmışlardı.
27Çasar: Viyana’da oturan Alman imparatoruna verilen unvan. (e.n.)
28Camus: Su sığırı, manda, kömüş. (e.n.)
29Bu hikâye, Celalzade tarihinden alınmak suretiyle Ali ve Solakzade tarihlerinde yazılıdır. (y.n.)
30Tariz: Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taşlama. (e.n.)
31Mansıp: Makam, yüksek memuriyet. (e.n.)