Safiye Sultan

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Bafa, kaşlarını çattı.

“Yanımıza…” dedi. “Geldiniz. Lakin dost gibi değil.”

Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi:

“Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu, dost işi midir?”

Deli Cafer, yüksek bir heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş olan Venedik dilberini uzunca bir lahza süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu:

“Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”

“Tabii!”

“Venediklilerin Türk gemilerine namertçe baskın yaptıklarını bile bile mi bunu istiyorsunuz?”

Kız, göz bebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi:

“Evet!”

“Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”

“Tabii!”

“Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”

“Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”

Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafa’nın omzuna koydu.

“Biz…” dedi. “Size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi şevketlu padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er veya geç, imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”

Bafa, Osmanlı sarayında Bizanslı, Sırbistanlı, Rusyalı prenseslerin ne muhteşem hayat geçirdiklerini -masal gibi- dinlemiş ve henüz yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmiş bulunuyordu. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i, Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra -yerinde izah ettik- Türklere büyük bir incizap beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman hatırına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşalık vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekâyı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla hatta etiyle istifade eyleyerek yaşayacağını düşününce de içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir helecan geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan âlemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık -suni olarak da- somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan mahzuz ve mesut görünüyordu.

Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini saadet olarak telakki etmekte gecikmediğini görünce yana çekildi.

“Buyurunuz…” dedi. “Bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”

İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu istikbal sırasında yalnız değildi, duçeler sarayında kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafa, o canlı insan minyatürlerini görünce -nasıl bir vaziyette bulunduğunu unutarak- ellerini şımarık şımarık çırptı, şen şen bağırmaya girişti:

“Aman, ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”

Ve cüceleri uzun uzun muayene ettikten, evire çevire seyreyledikten sonra Kara Kadı’yı selamladı.

“Affedersiniz…” dedi. “Cüceleriniz, o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”

Ve biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı:

“Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”

O, boyun kırdı:

“Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu hâlde cüceler sizindir efendim!”12

Bafa, tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun yaşamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmekten çok daha akıllıca bir iş olduğunu ispat etmiş olan Venedik dilaverlerini gemilerine geri yollattıktan sonra kendi evinde bulunuyormuş gibi harekete başladı, imkân nispetinde açılıp saçıldı, Deli Cafer’le ve Kara Kadı ile Türk hayatına dair konuşmalara girişti. En çok temas ettiği mevzu, Osmanlı veliahdının şahsı ve sarayı idi. Evirip çevirip sözü oraya getiriyordu. Şehzade Murat’ı görmeden tanımak hırsıyla bin türlü sualler sıralıyordu.

Fakat cücelerden de ayrılmıyordu. Türkçeden başka birer düzine dil bellemiş ve her birini o dille konuşan bir anadan doğmuş gibi tekellüm etmekte bulunmuş olan bu canlı minyatürler aynı zamanda mükemmel birer mukallit, mükemmel birer hokkabaz olduklarından Bafa’yı kendilerine hayran edip bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup -dişili, erkekli- insanların -gerçeğinden ayırt edilmesine imkân olmayan bir sıhhatle- seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini taklit etmekle, gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla da hokkabazlıklar yapmakla genç kızı âdeta büyülemişlerdi.

Deli Cafer’le Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyorlardı. Çünkü beniâdem denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı -iki deniz kurdunun inancına göre- esir olmaktır, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların kanaatlerince, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan, bir esirin tattığı ızdırabı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. Çünkü esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlığa mahkûm kalıp her nefes alıp verişte bir kere boğulmaktır. Ondan dolayıdır ki yurdunda ekmek bulamadığı ve esir olarak yaşadığı memlekette refaha kavuşturulduğu hâlde gözü hep vatanına çevrili kalmak esirlerin belli başlı şiarıdır. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktan ise yurduna kavuşup çöplükte yaşamayı tercih eder.

Hâlbuki Bafa, kendini baba kucağına götürecek bir yoldan zorla ayıranlarla bir lahzada kaynaşmıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir ızdırap duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık millî bir redîe miydi yoksa iğrenç bir terbiyenin neticesi miydi?..

Deli Cafer’le Kara Kadı ne sosyologdular ne psikolog. Yalnız “insan ruhunun ne gibi tecellilerle temiz ve ne gibi tezahürlerle pis sayılması lazım geleceğini” Türk içtimai heyeti içinde yeni ve yabancı misallerle öğrenmişlerdi.

Değişmesine imkân olmayan o bilgiye istinat ederek Bafa’nın esirlikten elemlenmemesini ruhi bir pislik olarak telakki ediyorlardı, enikonu tiksiniyorlardı. Eğer o, birkaç gün ağlayıp sızlamış olsaydı, hiç de böyle düşünmeyeceklerdi ve kıza tesliyet vermek için ellerinden geleni yapacaklardı. Fakat şimdi derin bir hayret ve derin bir iğreniş içinde onun varlığına karşı kayıtsız kalmak zorunu duyuyorlardı.

Kara Kadı bir aralık insaflı bulunmak istedi. Deli Cafer’in yanında Bafa’yı müdafaaya yeltendi:

“Canım…” dedi. “Haksızlıkta ileri gitmeyelim. Bu Venedikli kız, nihayet bir çocuktur. Şöyle eğilip koklarsak ağzında henüz süt bulunduğunu görürüz, Böylesi bir çocuğa, yakında Osmanlı padişahının karısı olacaksın, dersek onda akıl kalır mı, fikir kalır mı?”

Deli Cafer başını salladı, bu mülahazayı beğenmediğini hissettirdi ve sonra cevap verdi:

“Yanılıyorsun kardeşim. Çünkü oyuncak, ağlayan çocuğu belki susturur. Fakat o çocuğa anasını, babasını unutturamaz. Biz de bir oyuncak sunar gibi, ona büyük şehzadenin karısı olacağını -bol keseden- müjdeledik. Yüreği temiz olsaydı, bu müjdemizden haz almakla beraber anasını anarak, babasına yanarak bir iki saat olsun ağlardı, hâlbuki kahpenin zil takıp oynamadığı kaldı! Kahkahadan neredeyse çenesine ağrı yapışacak!”

Ve birden kaşlarını çattı, arkadaşının yüzüne gözlerini dikti:

“Sultan Süleyman melek gibi bir adamdı, kimseyi incitmek istemezdi. Moskof illerinden bir Hürrem çıkageldi, o melek padişahı ifrite çevirdi, evlat katili yaptı, torun katili yaptı. Bu Bafa da bir gün Topkapı Sarayı’nda hüküm yürütmek yolunu bulursa efendisi olan hünkârı mutlak maskaraya çevirir, kepaze eder.”

“O hâlde kahpeyi Mısır’a, Trablus’a yahut Fas’a götürelim, esir pazarına verelim, haraç mezat satalım.”

Deli Cafer’in ağlayan sesi bu mülahazayı da beğenmeyip reddetti:

“Kubat Çavuş’a söz verdik, bu kızı padişaha armağanlamayı üzerimize aldık. Sonra seninle düşündük, doğacak güneşin batacak güneşten daha kıymetli olduğunu hatırlayarak kızı Manisa’ya götürmeyi, büyük şehzadeye armağan etmeyi kararlaştırdık. Babayla oğul arasında teklif olamayacağı için Kubat Çavuş’a verdiğimiz söz bozulmamış demektir. Lakin kızı bir esir pazarında satılığa çıkarırsak ünümüzü lekeleriz, üç beş yüz altın için adımıza kir getirmiş oluruz. Kararımız karardır, Bafa, Manisa’ya gidecektir. Yalnız şu var; şehzade dediğimiz devletlu, gafil olmamalı, nasıl bir mala sahip olduğunu anlamalı. Yoksa bu kız onu daha tahta çıkmadan teneşir tahtasına düşürür. Çünkü yaman, çok yaman bir şey!”

Bafa, iki kıranta Türk’ün kendi hakkında edindikleri kanaatten bihaber, eğlencelerinde ve kahkahalarında devam ediyordu. Cücelerine çeşit çeşit numaralar yaptırmakla vakit geçiriyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı’nın biraz uzak dolaştıklarını sezmekle beraber bu durumdan kuşkulanmış değildi. Onların gemi idaresiyle meşgul olmak yüzünden kendisini fazlaca ihmal ettiklerini sanıyordu. Zaten cüceler varken o ihtiyar kurtlara ihtiyaç da hissetmiyordu. Çünkü o insan komprimeleri de Deli Cafer kadar, Kara Kadı kadar vukuf ile şehzadeden bahsedebiliyorlardı, onu hülyalarında şevke getirebiliyorlardı.

 

İşte korsan gemisi, sahipleriyle güzel tutsak arasında -cibillet farkı ve ahlak telakkilerindeki benzemezlik yüzünden- vukuya gelen ruhi ayrılığın gün başına çoğalıp durmasına rağmen arızasız yoluna devam etti, Rodos Adası’na yanaştı, oradan Anadolu yakasına doğru süzülerek Marmaris Limanı’na girdi.

O devirde bütün Anadolu limanlarına sık sık korsan gemileri uğrardı, malzeme ve hatta tayfa tedarik ederlerdi. Fakat Deli Cafer gibi, Kara kadı gibi adları yıllardan beri dillerde dolaşan kahraman denizcilerin limanlarda görülmesi pek seyrek vukuya gelen hadiselerdendi. Onun için Rodoslular da Marmarisliler de büyük bir heyecan göstermişler ve iki meşhur kaptanı alkışlamak için kıyılara dökülmüşlerdi. Bu heyecan onların Manisa’ya gideceklerinin ve büyük şehzadeye kıymetli harp ganimetleri sunacaklarının yayılmasıyla bir kat daha ziyadeleşti.

Deli Cafer’le Kara Kadı, at ve tahtırevan bulmak ve bir kervan kurmak zorunda oldukları için şehzade sarayına gideceklerini Marmaris memurlarına söylemeyi gerekli görmüşlerdi. O memurlar bu noktayı öğrendikten sonra telaşa düşmüşlerdi. Ünlü reislerin istedikleri şeyleri tedarik etmeye koyulmuşlardı. Halk da yine bu yüzden Manisa’ya bir dünya güzelinin götürüleceğini öğrendiklerinden korsan gemisini âdeta göz hapsine almışlardı. Gece ve gündüz murakabe ediyorlardı.

Bafa da cücelerle bile avunamayacak kadar sabırsızlanmıştı. Bir ayak önce karaya çıkmak istiyordu, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı sıkıştırıp duruyordu. Nihayet kara hazırlıkları bitti. Venedikli güzele kalın tülden uzun bir peçe örtüldü, büyük bir ihtimamla gemiden çıkarılıp kıyıya götürüldü. İhtiyar korsanlar, onun karaya ayak basmasıyla beraber tahtırevana girebilmesi için lazım gelen tedbirleri almışlardı. Fakat halkın gösterdiği büyük ilgi yüzünden bütün tedbirler altüst oldu ve Bafa -bir kısmı Rodos’tan kayıkla Marmaris’e gelmiş olan-yüzlerce adamın ortasında kaldı.

Bu meraklı kitle, şehzade sarayına gitmekte olan bir kadına el sürecek kadar kaba davranmak temayülü göstermiyordu. Lakin “dünya güzeli” olarak kendilerine uzaktan tanıttırılan nefis bir mahluku yakından görmek iştiyakını da hiçbir sebeple feda etmek istemiyordu. Bundan ötürü onu kademe kademe sıkıştırıyorlar ve bir çalımına getirip peçesinden ayırmaya savaşıyorlardı.

Deli Cafer’le Kara Kadı ve yanlarındaki leventler, o kalabalığın bu durumundan sinirleniyorlar, bir dilim cazibe kıvraklığıyla halkı gıcıklayan Bafa’yı tahtırevana sokmak azmiyle didinip duruyorlardı. Kız, halkın dilini anlamadığı hâlde meramlarını sezmişti, pabuçlarının üstüne kadar uzayan tülün altında, fıkır fıkır gülüyordu. Hamlesiz lakin hararetli bir kitlenin ruhundaki heyecan onun da şuhluk damarlarını şahlandırmış gibiydi, zararsız cilve oyunlarıyla o halkı, biraz daha çileden çıkartmak, biraz daha delirtmek istiyordu.

Fakat korsanlar sert pazılarının ve onlar kadar kuvvetli bakışlarının yardımıyla kalabalığı yardıklarından Bafa’nın düşüncesi yetim kalmaya mahkûm görünüyordu. Bunu kendisi de anladığından iki yanında yer alan Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adımlarını birden ve bir sözle sendeletti:

“Bu zavallılar…” dedi. “Ne istiyor?”

Söylerken durduğu için korsanların sessiz lakin yorucu bir mücadele sonunda elde ettikleri kazanç kaybolmuştu. Tahtırevana gidecek kısa yol yine uzaklaşıvermişti. Çünkü yoldan çekilenler Bafa’nın durmasından istifade ederek yine araya sokulmuş bulunuyorlardı.

Deli Cafer, nasıl bir işvebazlığa mağlup olduklarını anlamakla beraber soğukkanlılığını korudu, cevap verdi:

“Sizin yüzünüzü görmek istiyorlar.”

“Onlar için bu, zahmete değer bir şey mi teşkil ediyor?”

“Öyle olmasa böyle davranırlar mıydı?”

Bafa, bir el darbesiyle peçeyi sol omzuna attı, hafifçe terlemiş olan “gümüşten beyaz ve gülden yumuşak” yüzünü o muattar jaleler ile birlikte halka gösterdi, üstelik bir tebessüm yağmuru içinde o kalabalığı sersemletti, sonra sağına soluna selam vererek yürüdü. Korsanların demir omuzlarına karşı koyarak yerlerini uzun dakikalardan beri muhafaza eden kalabalık, onun açık yüzle yürümeye başlaması üzerine güneş görmüş çığlara döndü, âdeta eridi ve Bafa, kısa bir lahza içinde tahtırevana ulaştı.

Deli Cafer’le Kara Kadı, onun yüzünü açmasından, halka tebessümler dağıtmasından sinirlenmişlerdi. Lakin kalabalığın tazyikinden ancak bu sayede kurtulduklarını da göz önünde tuttuklarından kıza bir şey söylemiyorlardı. Yalnız somurtuyorlardı. Bafa, güzel şallarla süslenmiş olan tahtırevana binerken o somurtkanlığı da gidermek istedi:

“Dostlarım…” dedi. “Venedik’te herkesin gördüğü bir çehrenin burada herkese kapalı kalması saçmadır. Sizin de benim gibi düşündüğünüzü sanıyorum.”

Ve telaşlı bir tavır alarak korsanlara sordu:

“Cücelerim nerede, onlar mutlaka benim yanımda, dizlerimin dibinde bulunmalıdır.”

Deli Cafer, isteksizliğine rağmen gülümsedi, tahtırevanın perdesini açarak küçük çapta bir hasır sandık gösterdi:

“Onlar, bu sandığın içinde. Kendilerini açıkta getirseydik bir hücuma daha uğrardık. Belki herifçikleri ezdirirdik. Onun için sepete koyup taşıttık.”

Biraz sonra kafile hareket etti. On korsan atlı olarak tahtırevanın önünde ve ardında yürüyorlardı. Manisa’ya doğru yol alıyorlardı. Venedik’i ve Venediklileri bütün Avrupa’da eşi olmayan bir güzele sahip olmak zevkinden, saadetinden mahrum ve o güzeli Türk yurduna mal etmek kaygısı işte, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı -yetmişinden sonra- böyle sıkıntılara düşürüyordu. Onların yeryüzünde kimseden pervaları ve kimseye sunulacak dilekleri yoktu. Hür bir hayat içinde mertçe ve pek mesut olarak yaşıyorlardı. Fakat her şeyin en güzelini vatanlarına layık gördükleri için Bafa’yı da -Kubat Çavuş’un ihtarı üzerine- Türkiye’ye götürmeye karar vermişlerdi. Şimdi, o kararı yerine getirmek için at üzerinde seyahat külfetine katlanıyorlardı. Gemilerini bırakıp karada dolaşıyorlardı.

Bafa, dizlerine oturtarak masallar söylettiği, taklitler yaptırdığı cücelerin sayesinde zaman ve mekân mefhumlarını unutmuş gibiydi. Lakin ardı arası kesilmeyen kahkahalarına, sonsuz neşesine ve yolculuk zahmetlerini duymaz görünmesine rağmen göz bebeklerinde sık sık bulutlar dolaşıyor ve gün geçtikçe neşesine bir sahtelik rengi bulaşıyordu. O, kanatlanıp uçmak ve uça uça baht yolundan taht yoluna geçmek istiyordu. Bunun imkânsızlığını ve mukadder olan hedefe tahtırevan katırlarının adımıyla ulaşmaktan başka çare olmadığını düşününce işi kayıtsızlığa vuruyor, cücelerle oyalanmaya koyuluyordu.

İşte bu suretle Kargasekmez Boğazı aşıldı, Gökova geçildi, Karabağ’a ulaşıldı, nihayet Yamanlar Dağı göründü. Manisa o dağın eteğinde ve dağdan dökülüp gelen üç ırmağın ortasında sakin ve bahtiyar uzanıyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı, atlarının başını şehzade sarayına doğru çevirmişlerdi. Doğrudan doğruya o devletluya konuk olmak ve Bafa’yı hanlarda halkın merakına açık tutmamak istiyorlardı.

Onlar, Türk yurdunda her kapıyı kendilerine açtıran bir anahtar taşıyorlardı: Şöhret! Ege, Akdeniz, Marmara, Karadeniz, Kızıldeniz kıyılarında olduğu gibi Bağdat’a, Viyana yakınlarına kadar uzayan iç ülkede de Deli Cafer ve Kara Kadı adını duymayan hemen hemen yoktu. Barbaros’un adını ölmezleştiren ve onun açtığı yolu genişleten deniz hamlelerinin çoğuna bu iki yiğit Türk de iştirak ettiklerinden kendileri de pek derin bir ün almışlardı. Ondan ötürü şehzade sarayına pervasız gidiyorlardı ve şehzadeyi teklifsizce göreceklerinde şüphe etmiyorlardı.

Sarayda rastladıkları ilk muamele onların ümidine uygundu. Kapıcılar güler yüz göstermişler, kafileyi içeri almışlar, hayvanlarını ahırlara çekmişler ve korsanlarla cüceleri -yüzü peçeli olarak tahtırevandan inen Bafa’yla beraber- bir daireye yerleştirmişlerdi. Fakat şehzadeyle görüşmek meselesi ortaya konulunca birtakım teşrifat başladı ve korsanların sinirleri bozuldu. Misafirlerle meşgul olan memur, nazik olduğu kadar kati bir lisanla, ilkin Kadı Üveys veya Şeyh Şüca Hazretleri’nden biriyle görüşmek, şehzadeye arz olunacak haceti evvela onlara anlatmak lazım geldiğini ihtar etmişti.

Deli Cafer’le Kara Kadı -kısa bir müzakereden sonra- Şeyh Şüca ile görüşmeyi tercih ettiklerinden konuklar memuru olan zat kendilerini sarayın başka bir dairesine götürdü, uzun bir gidip geliş sonunda -terli terli- korsanların yanına gelerek müjde verdi:

“Şeyh hazretleri sizi bekliyor!”

Korsanlar, Afrika şimalinde yıllarca dolaşmış ve Türk yurduna da oralardan, Arap diyarından sirayet eden şeyhlik sanatının ne derece revaçta bulunduğunu görüp anlamış takımdan oldukları için Osmanlı padişahının büyük oğlu yanında başmüşavir gibi bir durum kazanmış olan Şeyh Şüca’yı ne hissen ne fikren yadırgamadılar. Herifin elini öperek birer mindere iliştiler. Büyük bir odanın başköşesine kurularak harıl harıl tespih çeken şeyhin elleri -sanki kırk yıl çapa kullanmış gibi- nasırlıydı. Bakışında öbür şeyhler gibi efsunlu bir kudret sezilmiyordu. Giyimce de garip bir biçim taşıyordu.

Korsanlar, yanına gelenlere saygı telkin etmekten ziyade kahkahalarla gülmek ihtiyacı aşılayan şeyhin, tuhaf bir adam olduğunu anlamakla beraber ağır davranıyorlardı. Süklüm püklüm oturuyorlardı. Şeyh Şüca, uzun bir zaman tespihle meşgul olduktan sonra, yüzünü onlara çevirdi.

“Hoş geldiniz şehbazlar…” dedi. “Yolculuk nereden?”

Kara Kadı, iki elini dizleri üstüne koyarak -bir mürit saygısıyla-cevap verdi:

“Venedik’ten!”

Şeyh Şüca’nın gözleri parladı, dudaklarında geniş bir tebessüm ve şu sözler belirdi:

“Demek devletlu şehzadeye güzel kadifeler, cins cins çuhalar, çeşit çeşit aynalar getirdiniz. Acep beni de hatırlayıp bir şeyler aldınız mı?”

İçin için la havle okumaya başlayan Deli Cafer, ağır bir küfür savurmaktan ve densizlik etmekten kendini korumak için tırnaklarını avuçlarına batıradururken Kara Kadı dile geldi, vaziyeti anlattı:

“Şeyh efendi biz tacir değiliz, korsanız. Venedik’e vurgun malları satmak, sağı solu dinleyip işe yarar haberler uğrulamak için uğramıştık. Elçilikte kullanılan Kubat Çavuş da orada idi. Gözümüze hasna, müstesna bir parça ilişti. Sanki ayla güneş evlenmiş, bu yavru dünyaya gelmiş. Ne yalan söyleyelim, bu yaşta ağzımız bir karış açık kaldı. Yalnız biz mi ya?.. Kubat’ınki de öyle. Ey, serde Türklük var. Önümüze böyle bir cennet kaçağı çıksın da biz alık alık duralım ha! Bu, doğru değildi. Nitekim biz de kendimizi tutamadık, Kubat Çavuş’la baş başa verip kızı aşırmayı kararlaştırdık. Zaten kız, Kor-fu adasına gidecekti. Biz de fırsatı kaçırmadık. O yola çıkmadan Venedik’i bıraktık, denizde bir müddet dolaştık. Nihayet onu taşıyan Venedik kadırgasını yakaladık.”

Şeyh Şüca, büyük bir sırra akıl erdirmiş gibi sabırsızlık göstererek korsanın sözünü kesti:

“Ganimet…” dedi. “Yaman. Gelgelelim ki paylaşılmasına imkân yok. Ortaklaşa gönül idaresi de müşkül. Onun üzerine düşündünüz, kırk yıllık dostluğu bir kız uğrunda feda etmemek için onu devletlu şehzadeye satmayı tasarladınız. Çok akıllı kişilermişsiniz. Yalnız şehzade sarayının korsan artığı yosmalar için kurulmadığını düşünmemişsiniz.”

Ve iki diz üstü geldi, bar bar bağırmaya koyuldu:

“Tez, çıkın, gözümün önünden yıkılıp gidin! Yoksa şimdi cellatlar getirtirim, derinizi yüzdürürüm!”

Deli Cafer de Kara Kadı da behtbaht içindeydiler, bön bön herifin yüzüne bakıp susuyordular. Çünkü böyle bir kabule uğramak hatırlarından geçmemişti, kendilerine çirkin işler ve maksatlar atfolunacağını asla düşünmemişlerdi. Fakat herif gittikçe feryadı arttırdığından ve çok ağır kelimeler kullanarak kendilerini tahrike giriştiğinden o beht ve hayret silindi, iki yiğit denizcinin gözleri büyüdü, renkler uçtu ve üç beş saniyelik bir zaman içinde kerametlu Şeyh Şüca Hazretleri, oturmakta bulundukları posttan yere atıldı, bir yumruk yağmuruna tutuldu.

Korsanlar, öküz deviren cinsten yumruk taşıyorlardı. Şeyh Şüca, -bir iki öküz kuvvetinde görünmesine rağmen- bu müthiş yumruklara uzun müddet dayanamadı. Küfrü ve feryadı bırakarak ayak öpmeye koyuldu. O koca gövdesiyle yerde sürüne sürüne Deli Cafer’in topuklarına ağzını koyuyor ve bir lahza sonra aynı ağzı Kara Kadı’nın pabuçlarına sürüyordu. Lakin kopardığı feryat bütün daireye aksettiğinden şu ve bu dayak sahnesinin cereyan etmekte olduğu odaya gelmeye başlamıştı. Şeyh, faciayı bilmeyerek seyre gelenlerin hayli kabarık bir yekûn tuttuğunu -yüzükoyun süründüğü sırada- görmekten geri kalmadığı ve korsanlar da gazaplarını yenemeyerek yumruk sallamakta devam ettikleri cihetle sahne birden değişti, topuk öpüp duran ağız bu sefer, daire halkından yardım dilenmeye koyuldu. Kerametmeap, ayağa kalkmamakla, kalkamamakla beraber, adamlarını imdada çağırıyordu: “Katilleri tutun, şehzade sarayına baskın yapanları yakalayın!” diye bağırıp duruyordu.

 

Odaya dolanlardan bir kısmı, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adını, konuklara memur olan adamdan duyup öğrenmişlerdi. O sebeple kendilerine el kaldırmaktan utanıyorlardı, çekiniyorlardı. Bu iki ünlü denizcinin hüviyetini henüz öğrenmeyenler ise Şeyh Şüca’nın vaziyetinden ibret alarak araya girmek istemiyorlardı. Ancak bir iki bedbaht, şeyhten ikram görmek düşüncesiyle korsanların yakasına yapıştığından biraz güldürücü olan sahneye fecaat bulaştı, o bedbahtların birer yumrukta dişleri boğazlarına aktığından şeyhin feryadına kanlı harharalar da karıştı.

Vaziyet ne gibi safhalardan geçecek ve nasıl bir neticeye erecekti? Bunu ne dayak atanlarla o dayağı yiyenler ne de seyredenler biliyordu. Fakat eşik önünde durarak dövenlere ve dövülenlere uzaktan merhaba demeyi tercih edenlerden birinin ansızın “Şehzade hazretleri geliyorlar!” demesi üzerine durum değişti, Şeyh Şüca -inanılmaz bir hamle ile- yerinden fırlayıp kapıya koştu, dişleri dökülenler dudaklarındaki kanlı salyaları mendillerle silerek birer tarafa çekildi, korsanlar da bu değişiklikten hayrete düşerek oda ortasında dikilekaldılar.

Şehzade Murat, birçok dualar sıralayan Şeyh Şüca’nın önünde yürüyerek odaya girince şöyle bir bakındı, sonra yüzü gözü bere içinde bulunan şeyhe yüzünü çevirdi.

“Ne o hazret…” dedi. “Burada güreş mi vardı, yoksa dövüş mü?”

Ve korsanları göstererek ilave etti:

“Yoksa seni şu hâle koyan bu yiğitler mi? Onları nereden buldun, hele güreş yapıp da maskara olmayı nereden hatırladın? Şeyhlikle pehlivanlığın münasebeti ne? Yoksa fazla tespih çekmek yüzünden kaçırmaya mı başladın?”

Şeyh Şüca bu bir sürü suale nasıl cevap vereceğini henüz kestiremeden Kara Kadı, şehzadeye doğru ilerledi, mertçe selamladı.

“Şehzadem…” dedi. “İzin verirsen kaziyeyi anlatayım. Yalnız şu kalabalık dışarı çıksın!”

İkinci Selim’in oğlu, Şeyh Şüca’dan başkalarını bir işaretle odadan dışarı sürdükten sonra bir köşeye oturdu, merak ile ve hatta heyecan ile Kara Kadı’yı dinlemeye koyuldu. O, inandıran ve itiraz kabul etmeyen selis bir ifade ile macerayı anlattı, sonunda sesini yükselterek şu ricada bulundu:

“Şimdi sen elini yüreğine koy doğru söyle: Suç ölende mi öldürende mi? Biz, Venedik kadırgasıyla cenkleşip bir esir tutuyoruz, onu senin hizmetine layık buluyoruz, birçok zahmetlere katlanıyoruz, denizde yürüyoruz, karada yürüyoruz, saraya geliyoruz. Bu adam bize ağız dolusu sövüyor, üstelik derimizi yüzdürmeye kalkışıyor! Biz, rahmetli dededen Süleyman Han’ın devrinde ün almış, Barbaros’la dolaşmış, Turgut’la yoldaşlık etmiş denizcileriz. Bu şeyh gidisi gibilerin bize küfür etmesine nasıl tahammül ederiz?”

Şehzade Murat, heyecan duymak için çok şeyler feda eden bir adamdı. Masal olsun, sahih olsun canlı bir vaka dinlerken âdeta gaşyolurdu. Şimdi Kara Kadı’nın hikâyesini derin bir heyecan ile dinlemişti. İhtiyar korsanın susması üzerine kendini ancak topladı.

“Hakkınız var…” dedi. “Şeyhim size yakışıksız davranmış. Fakat siz de insafsızlaşmışsınız, onun pestilini çıkarmışsınız. O hâlde şeyhe yahut size ceza vermeye lüzum yoktur. Ödeşmiş bulunuyorsunuz.”

Ve Şeyh Şüca’nın yüzüne bakmadan ilave etti:

“Şimdi o kadar övdüğünüz kızı görelim. Nerede bu haspa?”

“Burada, bizi koydukları dairede.”

“Zahmet olmazsa gidiniz, kendisini alıp buraya getiriniz!”

Beş on dakika sonra Osmanlı veliahdı ile Venedikli Sinyorita Bafa karşı karşıya gelmişlerdi, birbirlerini gözlerinin olanca görüş, seziş ve anlayış kabiliyetiyle süzüyorlardı.

Erkek, tabiatıyla pervasızdı, anasının karnından beşiğe değil, yüzlerce halayığın kollarından teşekkül eden pamuk ve muattar bir kucağa düşmüş, bütün hayatını aynı kucakta geçirmiş olmaktan gelme bir alışkanlıkla karşısına getirilen kızın açık ve gizli bütün güzelliklerini keşfe çalışıyordu. Lakin Bafa da cesurdu. Yarı dünyayı avuçları içinde tutan Türklerin imparator mevkisinde bulundurdukları bir haşmetpenahın oğluyla karşılaşmamış da müsavi seviyede biriyle yüzleşmiş gibi iradesine sahip, vakarına sahip, gururuna sahip bulunuyordu. Onu kısa bir baş işaretiyle selamlamış ve sonra gözlerini, sarsılmaz bir sebatla, şehzadeye dikip incelemeler yapmaya koyulmuştu. Ona, bu yaman cüret, şuurunun üstünü ve altını saran meraktan, aynı zamanda “bahtını bütün açıklığıyla okumak” ihtiyacından geliyordu.

Merakını tahrik eden, şehzadenin bünyece taşıdığı kıymetlerin veya kıymetsizliklerin mahiyetiydi. Bunları bir çırpıda görmek, kavramak ve öğrenmek için ruhunda enikonu bir kıvranış, bir sabırsızlanış vardı. Bahtını okumak ihtiyacı ise gayet tabiiydi. Çünkü taht yolunda ricate mahkûm olmamak için bahtının falso yapmaması, şehzadenin -kayıtsız ve şartsız- kendini beğenmesi lazımdı.

İşte bu sebeple kirpiklerini kıpırdatmadan, göz bebeklerini küçük bir hedef inhirafına uğratmadan şehzadeyi tepesinden tırnağına kadar süzüyor ve bu süzüş sırasında genç prensin bünyevi kıymetlerini de ölçüyordu.

Hemen haber verelim ki aşk kadını olarak doğan bu tam dişi mahluk, uzun uzun üzülmeden merakını neşeye çevirmek ve yüreğine tutam tutam haz dökmek imkânını bulmuştu. Çünkü şehzadeyi bünyece arzusuna uygun gördüğü gibi kendi güzelliğinin, cinsî cazibesinin bu delikanlı üzerinde derin tesirler yaptığını da sezmişti.

Görüşü doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, o sırada henüz yirmi dört, yirmi beş yaşlarında bulunuyordu. Boyu kısa olmakla beraber, endamsız bir genç değildi. Teni beyazdı, kaşları açık kumraldı. Bıyıkları az ve sarı, dudakları -çirkin görünmeyecek bir nispette- kalın, burnu kıvrıktı. Mahzun gibi duran mavi gözlerinde hayli bir derinlik hissolunuyordu.13

Bafa, o dudaklarla o gözleri -candan, yürekten- beğenmişti. Daha şimdiden kendi ince dudaklarını şehzadeninkilerin üzerinde tatlı tatlı dinlendireceğini ve o mavi gözlerin derinliklerinde de kendi yeşil gözlerini uzun uzun dolaştıracağını düşünerek iliğine kadar neşeleniyordu.

Sezişi de doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, elmasın ve zümrütün iyisini bir bakışta anlayan usta bir kuyumcu dikkatiyle kızı süzerken tabii durumunu bir lahzada kaybetmiş ve eşi bulunmaz bir metaya rastlamış gibi heyecana düşmüştü. Gerçi bir şey söylemiyordu, vakarını muhafaza ediyordu. Lakin ucu kıvrık burnunun deliklerinde garip garip açılıp kapanmalar, mahzun bakışlı gözlerinde sık sık doğup sönen pırıltılar, kalın dudaklarında belli belirsiz titremeler vardı ve bunlar Bafa’nın gözünden kaçmıyordu.

Şehzade, kendini beğendirmek zorunda olmadığı ve hangi millete mensup hangi içtimai seviyeye bağlı olursa olsun, bütün kadınların kendisini sevmeye mecbur oldukları kanaatini taşıdığı için Bafa’ya hulus çakmak, cemileler göstermek lüzumunu hissetmiyordu. Onca gerekli olan şey, önüne getirilen metayı beğenmekten ibaretti. Bu meta bir at, bir tazı, bir papağan, bir zümrüt olabileceği gibi, bir kadın da olabilirdi ve hoşuna giden metanın bedelini ödedikten sonra -cinsine, kabiliyetine, mahiyetine göre- vazifesini tayin etmek hakkı -hiçbir istişare zaruretiyle mukayyet olmaksızın- kendinindi.

Bu sebeple kızın düşünceleriyle, duygularıyla ilgilenmiyordu hatta onun fikir ve terbiye bakımından da değerini araştırmaya lüzum görmüyordu. Kendine lazım olan genç ve temiz bir etle uzun boy, kıvrak endam, parlak göz, renkli yanak, kusursuz diş olup bazen bu kıymetli şeylerden ikisini, üçünü şahsında toplayabilmiş halayıklar için avuçlar dolusu altın feda ettiği de görülmüştü. Hâlbuki Venedik’ten aşırılıp huzuruna çıkarılan kız inci gibi, elmas gibi, zümrüt gibi pahalı satılıp alınan nesnelerin en güzellerinin bir araya getirilmesiyle vücut bulmuş bir gerdanlığa benziyordu. Kendi hazinesinde bu ayarda bir meta yoktu. Yarı dünyaya hükmetmiş olan dedesi Sultan Süleyman’ın sarayında da böylesinin görülmediğine emin idi. Çünkü -büluğa ermediği bir devirde- o saraya -dedesi tarafından misafir olarak- davet olunduğu vakit gecesini, gündüzünü halayıklar koğuşunda geçirmiş ve ihtiyar padişaha güzelliklerini dirhem dirhem satan o yüzlerce dişinin hepsine münasip birer kıymet biçmişti.

Bir yıldan beri tahtta bulunan babasının da şu kıratta canlı bir elmas parçası görmediğine şüphe etmiyordu.

Zira sarayda bulunan casuslarından aldığı raporlara göre, o baba, harıl harıl “güzel halayık” aratıyordu ve canevinde yer alacak bir güzel bulduramadığı için de boyuna şarap içip gecesini, gündüzünü sızgın geçiriyordu.

12Sagredo’dan ve Gerlach’dan naklederek Hammer, Bafa’nın Türkler eline geçişini şu suretle anlatır: ‘‘Venedik’in asil Bafo ailesine mensup olan Safiye Sultan henüz pek genç iken Venedik’ten -babasının valiliğinde bulunduğu- Korfu’ya azimeti sırasında Osmanlı korsanlarının eline geçmiş ve Şehzade Murat’ın haremine alınmış idi.” (C: 7, s. 13)
13Peçevî (C: 2. s. 3) Şehzade Murat dediğimiz Üçüncü Sultan Murat’ı şöyle tarif eder: “Kasirden balaca alçak boylu, beyaz tenli, ela gözlü, ebrüleri ve mehasini letafetnümunları kumral ve lahmü şahmede vasatülhal idiler.” Fakat Viyana İmparatorluk Kütüphanesi’nde Mafey Venyeri’nin el yazısı ile mevcut bir seyahatnamedeki tarif şöyledir. “Orta boyludur, teni beyazdır. Saçları ve sakalı sarıdır. Sakalı çenesinin altından geçerek bir şakağından öbür şakağına kadar uzar, bıyıkları azdır, dudakları kalındır, burnu kıvrıktır, gözleri mavidir, kaşları mukavves ve kısadır.” Bu tarif padişahlık zamanına aittir. Şehzade iken sakalsız olduğunu söylemeye lüzum yoktur.