Safiye Sultan

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Onlar, istihzaya da tenezzül etmekten uzak bir durumdaydılar, sadece vakur idiler, düzinelerle kadın gözünün -her çeşit sadakayı kabule hazır- birer keşküle döndüğü ve o kadınlardan birçoğu -çeşit çeşit kelime oyunları yaparak- aşk dilenciliğini açığa dahi vurdukları hâlde Elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi muhaverelerine devam ediyorlardı.

Hücuma geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyorlardı. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek raksa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, meftur gönüllere merhem sürmek nezaketini gösterdi. Belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya küçük çapta birçok şişeler saçtı.

“Hanımlar…” dedi. “Bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin yağma edin!”

Ve çığlıklı kısa bir lahza içinde şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir tebliğ yaptı:

“Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konukladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”10

Duçe, basit bir teşrifat memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol göstermek kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafa’ya döndü:

“Buyurun öne düşün. Bize düşen ardınızda yürümektir. Fakat sizi ve bizi saatlerden beri nur içinde yaşatan küçük hanıma da ‘Yine görüşelim.’ demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.”

Bafa gülümsedi.

“Böyle bir yanlışlığın…” dedi. “Vukuya gelmesini temenni ederim ekselans!”

“Tanrı işitsin küçük hanım!”

Duçeyle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar teşyi ettiler, oradan geri döndüler. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca olarak af diledi, “iyi rüzgâr eserse yola çıkmak istediklerini” söyledi. Duçe, “Pek çabuk, değil mi?” diye söze karışmış ve onların hiç olmazsa on gün daha Venedik’te kalmalarını ricaya koyulmuştu. Türkler kısa bir cevap ile o uzun yalvarışı kestiler, kayığa atlayıp açıkta demirli duran gemilerine doğru yollandılar.

Kürekte üç Türk denizcisi vardı, denize duyurmadan kayığı uçuruyorlardı. Onların pençelerinde kürekler, nazik bir kola dönmüştü, açılıp kapanırken okşadıkları sevgiliyi bir buse kadar bile incitmiyorlardı. Kara Kadı, büyük kanala serpilmiş gondolların arasından süzülüp çıktıktan sonra Deli Cafer’in omzuna bir yumruk indirdi.

“Kubat Çavuş’la…” dedi. “Neler konuştuğumuzu biliyorsun, değil mi?”

“Duymadım ama anladım!”

“Verdiğimiz kararı beğendin mi?”

“Beğenmeye beğendim lakin ava kim sahip olacak?”

“Kubat’a kalırsa hünkâr. Bana kalırsa biz!”

Deli Cafer, bir nebze düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.

“Hayır.” dedi. “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da caba!..”

II
BAHT YOLU MU TAHT YOLU MU?

Galerya denilen harp gemilerinden biri, denize düşmüş yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp cenuba doğru iniyor. Deniz sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu galeryayı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırmada. Gülen gülene, oynayan oynayana…

Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir mihraka bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, mabetlerdeki resmî önder durumunda, cemaatin onunla değil, azametine ve kudretine iman taşıdıkları mabut ile ilgilendikleri belli!

Orada o harp gemisi güvertesinde mabut, Venedik’te tanıdığımız Bafa’dır. Tacir ve siyaset bakımından facir Cumhuriyet’in en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, duçeyle senatonun mühim emirlerini, Korfu’ya, Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafa’yı babasına teslim etmek vazifesini yüklenmiş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmetler beklediği Bafa’nın yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut deniz tutması gibi bir arizanın ızdırabı arasında başka bir tutkunluğun hummasına da yakalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çevire gelen asil ailelere mensup iki de muhafız katılmıştır. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününkü Piyetro Kapitano’dur.

Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış vaziyettedir. Gerçi görünüşte dostturlar hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatana taalluk eden herhangi bir mevzuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano mensuplarının birleştiği vakidir. Loredanolulara düşmanlık! Venedik duçesiyle baş müşavirleri işte bu hakikati göz önünde tutarak ve Bafa’yı herhangi bir kazadan korumayı emel edinerek Korfu’ya gidecek harp gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmişler, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişlerdi..

O devirde İtalya’nın ne yaman bir ahlak bozukluğu içinde bulunduğunu kavrayabilmek için meşhur Makyavel’in (Machiavelli) hikâyemize rastlayan tarihten kırk yıl evvel öldüğünü ve onun siyasette yalancılığı, ikiyüzlülüğü, fitnekârlığı, nifakçılığı tavsiye eden eserinin basılmasından ise -Bafa’nın Korfu’ya doğru yollandığı yılda-henüz otuz altı sene geçtiğini hatırlamak kâfidir. Venedikliler başta olmak üzere bütün İtalyanlar o sırada Makyavel’e layık bir vatandaş olmaya çalışıyorlar ve İncil’i bir köşeye atıp bütün dikkatleriyle Makyavel’in “Prens”ini okuyorlardı.

Bu meşhur ahlaksız adam, malum olduğu üzere, kuvveti yegâne ilah olarak tanımış ve kuvvetlenmek uğrunda -dinî, içtimai, ahlaki- her türlü mukaddes mevzuların inkâr edilmesini caiz görmüş idi. Onun mezhebinde aile bağlılığı, ahdüpeyman kaygısı, şeref ve haysiyet endişesi, vicdan düşüncesi yoktur. Siyasetin manası onca “muvaffak olmak”tan ibarettir ve bu manayı tahakkuk ettirmek için de her şeyin -yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin- yapılması caizdir.

Fakat Makyavel, siyasette muvaffak olmak meselesini her şeyden ziyade “tefrika”dan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı şakirtlerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hâkim ol!” demişti. Venedik Cumhuriyeti -Makyavel’in adı sanı ortada yokken-bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün muvaffakiyetlerini de o siyasetteki maharetine borçlu bulunmakta idi. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık İncil’i gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükûmetlerin idari ve içtimai ahengini -bin türlü entrikalarla- bozmak, o devletler halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek siyasetinde kullanılacak eller bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan dâhilî siyasette de istifade etmeyi düşündüklerinden Makyavelizmin kendi aralarında da tatbikine girişmişlerdi, mükemmel bir casus şebekesi kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir tefrika vücuda getirmişlerdi.

 

İşte Akdeniz adalarından birkaçını dolaşacak olan fakat ana vazifesi güzel Bafa’yı Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu harp gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kimsenin bulunması da o tefrika siyaseti yüzündendi. Fakat duçeyle senato, Loredano’yu Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafa’yı da her üçünün murakabesi altına korken tam Makyavelvari davrandığı için gemide kimsenin vaziyetten haberi yoktu. Ondan ötürü de umumi neşe yerindeydi, asilzadeler ve gemi zabitleri -heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen- mavi deniz üzerinde gülüyorlar, eğleniyorlardı.

Gemidekiler -garip bir tesadüf(!)– hep gençti, Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs Kumandanı Marko Antonio Bragadinoya, senatonun mahrem emirlerini tebliğe memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço, Loredona’dan üç yaş küçüktü. Korfo’daki istiratyotlara (muntazam süvari) kumandan tayin edilmiş olan Piyerto Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi zabitleri ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki umumi neşeyi tabii görmek lazım geliyordu.

Lakin bir hakikati de unutmamak gerek: Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahendazlar başbuğu, dümencisi, hesap memuru, bunların muavinleri, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyerto Kapitano, aralarında Bafa bulunmasaydı, yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edeceklerdi? Muhakkak ki hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Herkes, büyük ve küçük rütbede herkes, ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını döküp de hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.

Bir dişi, otuz erkek!.. Bu, bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında şuurun hâkim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi vaziyetlerin belirmesine mâni oluyordu, Yani kemiğe herkes geviş getiriyor fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden kuvvetlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun tazyiki altında ihtirasına hâkim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatkârlık gösteremez!

Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetmek istidadındaydılar. Engin bir deniz, ılık bir hava, hudutsuz bir gök, hüsnün cazibesini çoğaltmakta, kalbin mukavemetini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor; “Seviniz, sevişiniz!” diyor gibiydi. Kulağa değil, kalbe ve iradeye hitap eden bu sesten heyecana gelmemek imkânı yoktu.

Lakin Bafa’nın kayıtsızlığı bütün bu heyecanları sersemletiyor, hedefsizleştiriyor, şuursuzlaştırıyordu. Bütün erkekler, o kayıtsızlığı yıkmak kudretini nefsinde göremediklerinden aptal aptal gülüp duruyorlardı. Ağlasalar, şüphe yok ki daha iyi yapmış olacaklardı. Fakat birbirlerine gülünç olmamak için hep birden gülüyorlardı.

Bu hâl, Bafa’nın kendi kendini dinlemekten yorulmasına ve gözlerini sersemler kafilesine çevirerek her erkeği bir lahza süzmesine kadar devam etti. Şimdi büyük, küçük bütün o avareler, keskin ziyadan örülme bir ağ içine düşmüşler gibi üzerlerinden geçen bakışın ışığına sarılmışlardı. Yeni bir sersemliğin vecdini yaşıyorlardı.

Kaptan Loredano, en cesur dil oldu ve yılışa yılışa Bafa’ya sokularak yaltaklandı:

“Otuz erkek…” dedi. “Gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”

Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka bir ağza düşmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta tehalük gösteren mahluklar gibi hemen atıldı:

“Sinyoritanın…” dedi. “Korfo’yu düşündüğüne eminim. Çünkü istikbal, geride değil ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”

Genç Kapitano da bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa harharasını hissettirmek istiyordu. Fakat Bafa, aptal kadınlar yüreğinden başka hiçbir duygu kaynağı üzerinde dalga yaratamayacağına kanaat beslediği bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükümüyle tezyif ettikten sonra, yüzü denize çevrili olduğu hâlde düşüncelerinin hakikatini onlara bildirdi:

“Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir muhayyile, ne Venedik ne de Korfo üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden mevzu mutlaka deniz kadar engin olmak lazım gelir. Venedik böyle bir vaziyette bir parça köpük, Korfo da bir tutam su hükmünde kalır.”

Ve ortaya atacağı hakikatin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelere yüksek bir tınnet vererek ilave etti:

“Türkleri düşünüyordum!”

Kıza hayli sokulmuş olan üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, derileri üzerinden bir soğuk seyyale geçti ve bütün başlar ihtiyarsız denize çevrildi. Hepsi, istisnasız olarak hepsi, gözlerinin görme hududu dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruntuluyorlar ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyorlardı.

Ne ileride ne geride ne sağda ne solda bir yelken hatta bir gölge görünmemesi -yine öbürlerinden önce- Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafa’nın Türkleri yükselten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden mevzuyu tahrifle söze girişti:

“Sinyorita…” dedi. “Bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir ‘Cali Bey’ olmak ister ve önüme çıkmak alıklılığını gösterir?”11

Bafa, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki sükûtunun elemini merhemlemek istedi, söze karıştı:

“Muhterem Loredano, dedesinin babası tarafından bir buçuk asır evvel Gelibolu önlerinde kazanılan deniz zaferini hatırlatmak istiyor. Müsaade ederseniz ben de aynı yıllarda bir ‘Kapitano’nun Osmanlıları Kesendire’den tart, Kristopolis Kalesi’ni (Kavala) onlardan zapt ettiğini size hatırlatmakla müftehir olacağım. Söylemeye hacet yoktur ki o Kapitano’nun asil kanı, hiç bozulmadan bu kölenizin damarlarında dolaşıyor.”

Suranço, bir suçlu gibi kötü kötü düşünüyor ve öbür asilzadelerden -cesur kan itibarıyla- geri kalmaktan ürkerek -işe yarar bir tarih hatırası bulmak için- hafızasını yorup duruyordu.

Bafa da gözlerini ona dikmişti ve maskaralık yarışında bu sersemin nasıl davranacağını öğrenmek istiyordu. Suranço, işte bu müstehzi bakış altında bir iki asır evvelki Venedik tarihini hatırladı, dedelerinin o devirlerde neler yaptıklarını göz önüne getirebildi ve üç beş kere öksürdükten sonra, “budala mağrurlar” kafilesine katılarak şu cevheri yumurtladı:

“Asil arkadaşlarıma son derece müteşekkirim. Çünkü dedelerini yüksek huzurunuzda münasebet getirerek anmakla beni de büyük ceddim Civani Suranço’nun aziz hatıraları arasına sürüklediler, heyecanlandırdılar. Loredano da Kapitano da bilirler ki Gelibolu ve Kesendire zaferlerini kolaylaştıran büyük ceddim olmuştur. Çünkü o, Venedik’ten kalkarak ve bin türlü güçlükler yenerek Konya’ya kadar gitmiş, Karamanoğulları’nı, Osmanoğulları aleyhine ayaklandırmıştı.”

Bafa, yüzlerine tükürmek istediği bu şımarık gençlerin o biçim davrandığı takdirde utanacak yerde, kıvanç duyacaklarını sezdiğinden tükürüklerini heder etmedi. Lakin ölülerin kahramanlığını kendilerine mal etmeye savaşan budalalara edep ve izan dersi vermekten de kendini alamadı:

“Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl evvel yurtlarına alın açıklığıyla hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede?.. Cüret, zekâ, haysiyet, bilgi ve namus; para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki Gelibolu önünde bir deniz harbi kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamışlar hatta harbin yüzünü görmek imkânını bulamamışlardır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu hâlde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, kabilse, o satıra birkaç kelime ilave etmeli.”

Bir lahza durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelime hâlinde heriflerin idrakine kustu:

“Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl bir cihan olduklarını öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”

Asil olmayanlar yüreklerinde bir tat dolaştığını duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihî hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalar ise sillelenmiş gibi kızardılar, sustular. Bafa’yı gücendirmemek kendilerince zekâ borcu ve hülya vecibesi olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten bahsin münakaşaya tahammülü de yoktu. Bafa, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle gıdalanmanın ahmaklık olduğunu söyledikten sonra, kendilerine ancak susmak düşerdi.

Bafa, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de iktifa etmeyerek Türklerin ufak mikyastaki askerî talihsizliklerini dile alan budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnundu, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.

Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sükût garip bir tezat teşkil ediyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafa, susuyordu.

Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu sükûnet belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfadan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve Kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var!” diye verdiği haber, ortalığı telaşa vermeseydi daha da sürecekti.

Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmişti, herkes elini siper yapıp gözünün bütün kudretiyle denizi tarassuda girişmişti ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra görünen geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşıldığından vaziyet büsbütün değişti, kaptandan en basit nefere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan kapladı.

Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttular. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz veçhile- Venedik’te cumhurreisinin misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hâle göre de Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak manasızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki sulhe -otuz yıldan beri- iştirak etmediklerini ve nerede Venedik gemisi görürlerse köpürmüş, kabarmış bir hınç denizi gibi amansızlaştıklarını biliyorlardı.

Bunun sebebi, Venediklilerin iki namert hareketleri olup Türk korsanları -Topkapı Sarayı tarafından ilan olunan sulhe ve affa rağmen-o sefil hamleleri unutmuyorlardı, Venedik bayrağını Akdeniz’de dolaştırmamak azmini besliyorlardı. Korsanların hakları da vardı. Çünkü Venedikliler 1536’da İskenderiyeli genç Mürabit diye anılan meşhur bir Türk denizcisini, sebepsiz ve haksız pusuya düşürerek ölüm derecesinde yaralamışlardı, kumanda ettiği bütün filoyu da zapt etmişlerdi. Vakıanın çirkinliği, elli altmış gemi ile genç Mürabit’in yedi sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin sulh hâlinde bulunmasından ileri geliyordu.

Genç Mürabit, bire karşı on gemi ile ve pusu kurmak suretiyle hücum eden düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek harbi, yani ölümü kabul etti. İlkin amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar içinde küle çevrildi. Bizzat Mürabit sekiz on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı. Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo Cenapları, bir zafer alayında boynuna zincir vurup teşhir etmek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırdı, gemisine aldı. Fakat meramına erip de onu Venedik sokaklarında gezdirttiremedi. Zira duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında tarumar olacağını düşünerek pusucu amirali azlettikleri gibi genç Mürabit’in de yaralarını tımar ettirmişler, elini ayağını öpüp affını dilemişler ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişlerdi. Osmanlı hükûmeti, Mürabit hakkında yapılan son muameleleri tarziye olarak kabul ettiğinden bu hadiseden harp çıkmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldılar, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydılar.

 

Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmak suretiyle gemilerini Türk korsanlarının öç ateşinden koruyabiliyorlardı. Arada sırada da -denizin dili yok diyerek- zayıf buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu şakavet, İstanbul’a aksedince de elçi üzerine elçi yollayıp tarziyeler vermekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanlarının -Venedik’e gelmekte olan- bir Türk elçisini denizde -öldürmek, yok etmek kastıyla- takibe cüret etmesi Venediklilerin sulh için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kere daha meydana koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat ziyadeleştirdi.

Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfo sularındaki Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhur’un dolgun mevcutlu bir donanması -yine denizin dili yoktur kanaatiyle- bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı, açık denizde taarruza geçti.

Yunus Bey’i getiren filo, harp için hazırlanmamış ve dost bir devlet merkezine doğru yola çıkmanın verdiği emniyetle zayıf bir durumda bulunmuş olduğundan Cumhur donanmasının hücumuna karşı koyamadı, kaçmaya çalıştı, Himara sahillerinde karaya oturdu. Ora halkı, Türklere saygı göstermediler, hayli sıkıntı verdiler ve Yunus Bey’in rütbesine öğrenince edepli davrandılar.

Bu hadise, Venedik aleyhine harp açılmasını zaruri kılacaktı. Lakin Venedik duçesi, senatosu -İstanbul’un vakayı haber almasından önce- harekete geçti, Yunus Bey’in kadırgaları üzerine yürüyen Kont Grade Niko’yu zindana attı, Korfo sularında bir Türk gemisi zapt eden filo kumandanı Proveditör Kontarini’yi de muhakeme altına aldı, İstanbul’a etraflı tarziyeler verdi, rüşvetler sundu. Fakat Türk korsanları, silahsız elçilere bile hücum etmeyi kabul eden Venedik ahlaksızlığını affetmedi, öç alma siyasetini kuvvetlendirdi.

İşte Bafa’yı taşıyan gemideki asilzadeleri ve kaptanından dümen neferine kadar bütün o cesur denizcilerini renkten renge sokan, telaş içinde bırakan sebep buydu. Görünen geminin korsanlara ait olması ihtimaliydi. Eğer o ihtimal doğru çıkarsa harp muhakkaktı. Yani Türklerin Venedik gemisine saldırmaları yüzde yüz beklenebilirdi ve bu, felaket kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar büyük bir talihsizlik olacaktı. Çünkü iki kere ikinin dört etmesi nasıl tabii ise tek bir Türk gemisinin yine tek bir Venedik gemisini haklaması da o ayarda tabiiydi. Hatta manevi veya maddi bir sebeple, göze görünmeyen ve akla sığmayan bir amilin zoruyla iki kere iki bazen beş yahut üç olabilir. Fakat bir Türk’ün bir yahut iki yahut üç Venedikliyi bir çırpıda mağlup etmesi, tepelemesi, daima doğru çıkan ve çıkacak olan bir hakikatti.

Korfo’ya doğru süzülen galeryadaki asilzadeler, askerler, tayfalar, kürekçiler de işin böyle olacağını bildiklerinden sararıp soluyorlardı. Bayılıp ayılıyorlardı. Herkes sersemlediği için gemi de başıboş kalmıştı. Gelişigüzel deniz üzerinde yuvarlanıp gidiyordu. Hâlbuki enginde görünen Türk gemisi, nereye doğru süzüleceğini tespit etmişe benziyordu. Gittikçe büyüyen bir deniz ejderi hâlinde Venedik teknesinin üzerine doğru koşa koşa geliyordu.

Erkeklerin telaşına, manasız kekelemelerine karşı gözünü ve kulağını kapamış görünen Bafa, deniz üstünde belirişi bir tehlike işareti olarak kabul olunan geminin gerçekten Türklere ait olduğuna kanaat getirdikten sonra yüzünü kaptan Loredano’ya çevirdi.

“Bu geliş…” dedi. “Avcı gelişine benziyor. Harp edecek misiniz?”

Daha bir iki saat önce, tarihî hatıralardan gurur hissesi almak isteyen ve Türklere -tek bir Türk’ün bulunmadığı yerlerde- meydan okuyan Loredano’nun ilkin dudakları, sonra çenesi titredi, dişleri arasından şu miskin birkaç kelime döküldü:

“Kuvvetler arasındaki nispeti bilmiyorum, şerefimizi tehlikeye düşürmekten korkuyorum.”

Bafa’nın gözleri Kapitano’nun yüzüne dikilince o, asilzade hemşehrisinden daha akıllı davrandı, korkaklığın ağırlığını güzel kızın varlığına yükledi:

“Harp etmek kolay. Fakat sizi muhataraya düşürmek meselesi var.”

Suranço da bu ara mırıldandı, Kapitano’nun yumurtladığı cevhere cila verdi:

“Biz ölmeye hazırız. Sizin yaşayacağınıza emin olmak şartıyla!..”

Bafa, İtalyan kamusunda bulunan en ağır kelimeleri bir araya getirerek ve onları tükürükten bir zarfa koyarak sırayla şu üç asilzadenin yüzüne fırlatmak için hafızasını yoruyordu. Yüreği bulana bulana tahkir cümleleri hazırlamaya savaşıyordu. Fakat top menziline girmiş olan Türk gemisinden uçup gelen ilk gülleyle galeryadaki Venedik bayrağı uçup gidince ihtiyarsız titredi, hakaret etmek istediği gençleri o suretle küçültmekten vazgeçti; cesaretlendirmeye yeltendi:

“Haydi!” dedi. “Ne duruyorsunuz? Vazife başına geçsenize! Yoksa teslim mi olmak istiyorsunuz?”

İkinci, üçüncü ve dördüncü gülleler yelkenleri, direklerden bir kısmını tarumar ederken Loredano, Bafa’nın önünde diz çöktü, yalvardı:

“Emri siz verin, topçulara siz kumanda edin. Ben size baka baka, harp işareti veremeyeceğim.”

Güzel kız, gözlerini göğe kaldırarak ilahtan bir şeyler niyaz etmek isterken gemi mürettebatının grandi direğine beyaz bayrak çektiklerini gördü, iliğine kadar titreyerek o işareti Loredano’ya gösterdi:

“Askeriniz sizi iyi tanımış! İşte bu tanımanın vesikası da çirkin çirkin sallanıyor!”

Ve yüzüne enikonu renk gelen, yüreğine neşe dolan Loredano’nun yakasını tutarak olanca kuvvetiyle sarstı:

“Şimdi, şimdi…” dedi. “Yolumuzu kaybediyoruz, başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”

Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano, küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:

“Baht yolu sinyorita, baht yolu! Biz fâniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfo’ya giderken Türklerin taarruzuna uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, tahammül gösterin!”

O sırada Türk gemisi de pek mahirane manevralar yaparak, muhtelif genişlikte daireler çizerek galeryaya yanaşmak üzereydi. Bafa, mukadderata boyun eğmişti ancak kendisinin gençliğine, güzelliğine, zekâsına ve bütün benliğine tasarruf edecek şahıs veya şahısları görmek ihtiyacını duyarak nemli gözlerini, mağlup ve namert galeryaya rampa etmek üzere bulunan Türk teknesine çevirmişti. Birden o nemli gözler büyüdü, solgun dudaklar titredi ve güzel Bafa -sevince de hayrete de delalet eder bir sesle- bağırdı:

“Deli Cafer Reis, Deli Cafer Reis!”

Doğru görüyor ve doğru söylüyordu. Dört gülleyle koca bir galeryayı teslime mecbur eden Türk gemisinin güvertesinde Deli Cafer’in heybetli endamı yükseliyordu. Üç gün önce Venedik’te arşın arşın kumaş satan, duçeler sarayında harp hikâyeleri, düğün masalları anlatan iri boy Türk, bu korsan gemisi güvertesinde -o kırmızı cepkeniyle, kırmızı fesiyle ve kuşağıyla- kızıl kana boyanmış bir harp ilahı gibi muhteşem görünüyordu.

Bafa, bu müşahedede hakikati de görmüş oluyordu. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında tekevvün eden şu vakıanın sırrını okumak demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu harp gemisi, tesadüfün zoruyla değil duçeler sarayında üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte “baht yoluna” düşüyorlardı. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyorlardı.

Bu vaziyette ne yapmak lazımdı? Bafa, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde o suale cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir inkıyattan başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince ağlamak mı somurtmak mı yoksa gülümsemek mi şence görünmek mi lazım geleceğini kestiremiyordu.

Böyle sık dokuyup ince elemeye vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak galeryayı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini mağlupların yanına göndermek üzere bulunuyordu. Bundan ötürü Bafa, hadiselerin inkişafını beklemeye ve göreceği muameleye göre hareket etmeye karar verdi.

Deniz harplerinde, hele o devirde, kara harpleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi hezimete çevirmeye muktedir unsurlardandı. Muharipler, onun ansızın coşup haileler vücuda getirmesinden korktukları için iş başında pek çevik hareket ederlerdi. Türkler ise süratin, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf numunelerini teşkil eden bir milletti. Denize bile “emrivaki”ler yapmak fırsatını kolay kolay vermezlerdi.

Bu sebeple Bafa çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin galeryaya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu hâlde -teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış olan- gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler, ondan emir almaksızın vazifelerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.

O, işte bu muhtasar takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafa’nın yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığı zehabını uyandıran heybetli bir eda ile eğildi.

“Küçük hanım…” dedi. “Sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiklerini söylemekliğime müsaade eder misiniz?”

Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti:

“Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin bizim yaptığımız gibi davranmayacaklarını size söyleyeceklerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”

10Osmanlı elçilerine Avrupa payitahtlarında ve devlet merkezlerinde nasıl hayranlıklar gösterildiğini tevsik için -İnhitat Devri’nde Paris’e giden- iki elçinin maceralarından birer ikişer satır alıyoruz. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, XV. Lui nezdine elçi olarak gittiği vakit bütün Paris ayağa kalkmıştı, resmî ziyafetlerden sonra kral ava gideceği zaman davet olunur, Paris’in en seçme ve kibar kadınlarıyla at üzerinde ava gidiyor, geçit resimleri temaşa ediyordu. Yirmisekiz Çelebi, Paris halkını o derece cezp etmişti ki herkes onun şahsıyla meşgul olmayı az görerek Türk hayatını incelemeye de koyulmuşlardı. Artık roman kahramanları Türklerden seçiliyordu ve bütün romanlarda korsanlardan, saraylara kapatılmış genç cariyelerden, odalıklar kaçıran sipahilerden, kıskanç ağalardan bahsolunuyordu. Yirmisekiz Çelebi’nin oğlu Sait Mehmet Efendi’nin Paris’e elçi olarak gelişi daha mühim tesirler yaptı. O, sık sık tiyatroya gittiğinden halk da ardından tiyatrolara doluyorlardı. Opera veya komedi Fransez ilanlarında “Türk imparatoru hazretlerinin elçisi Sait Efendi Hazretleri de oyunumuza teşrifleriyle mübahi kılacaklar.” müjdesi her gün görülüyordu. Kendisinin ziyaretine her gün Paris’in en zarif kadınları geliyorlar, billuri kahkahalarıyla enine boyuna sarhoş ediyorlardı. Kadınlar Türk elçisine kıymetli hediyeler de getiriyorlardı. Madamlardan biri de bir gün ona bir fiyango takdim etmişti. Bunların içlerinde Türklerin niçin birden ziyade kadın aldığını merak edenler ve meraklarını Sait Mehmet Efendi’nin cevabıyla tatmin etmek isteyenler de görülüyordu. İşaret ettiğimiz veçhile bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun diş ve tırnağı dökülmüş, gücü kuvveti son derece azalmış bir aslana döndüğü devirdeki elçileridir. Kubat Çavuş ise Türklerin bütün cihan mukadderatını avuçlarında tuttukları bir devrin elçisi idi. (y.n.)
1116 veya 29 Mayıs: 1416’da Gelibolu önünde vukuya geldiğini Frenk tarihlerinin -dil birliği ile- yazdıkları bu deniz harbinde Osmanlı donanmasına Cali Bey, Venedik filosuna da Amiral Piyetro Loredano kumanda ediyordu. Neticede Osmanlılar mağlup olmuşlar, Cali Bey de dâhil olmak üzere üç bin şehit vermişler ve Venediklilerin eline beş galerya ile dokuz galyot bırakmışlardır. Fakat bu harbin siyasi hadiseler üzerinde hiçbir tesiri olmamış ve Osmanlılar -eskiden olduğu bibi- Venediklilerin ensesinde çorba pişirmeye devam etmiştir. (y.n.)