Hürrem Sultan

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

HAVVA ROLÜNÜ DEĞİŞTİRİYOR

Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş kızıl bir iştiyak içinde yerlere kadar eğildi; ela, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz kapandıkları noktada müşterek bir heyecanla titredi: Hünkâr geçiyordu. Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, muzdarip bir hayret içinde yükseldi; ela, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, nemli bir iştirak içinde saray dehlizlerinin loşluğuna dikildi: Hünkâr uzaklaşmıştı.

Bu üç yüz güzel baş, iki yüz otuz uzun günden beri şu gelişi bekliyordu, bu üç yüz çift göz yedi buçuk aydan beri şu mesut günün doğuşunu tahayyül ediyordu. Barut kokusu, is ve duman içinde aylar geçiren padişahın saraya adım atar atmaz yorgunluk giderici şen bir gece yaşamak ihtiyacına mağlup olarak kendilerine alaka göstereceğini uman bu başlar ve öyle bir gecenin kucağında iki bahtiyar yıldız olmak hülyasını -ayrı ayrı taşıyan bu gözler- ansızın hüsrana uğramışlardı, güzel bir şaşkınlık eseri gibi bulundukları yerde buhran geçiriyorlardı. Çünkü hünkâr, tek bir saniye bile kendileriyle alakalanmamıştı, gül ve sümbül kümelerini okşamadan geçen bir rüzgâr gibi uzaklaşıp gitmişti. O renk renk güller, zarif uğultusunu duyup da serinliğini sezmedikleri rüzgârın arkasından bükük boyunlarını uzatarak bu umulmaz kayıtsızlığın matemini yaşıyorlardı.

Elemin büyüğünü duyan Haseki Mahidevran’dı. O, renkten ve ziyadan yapılmış canlı birer top dizisi gibi yol üstünde uzanan üç yüz başı birer tebessüm sadakasıyla okşaya okşaya geçecek hünkârın kendi yanına gelir gelmez mücessem bir muhabbet, mücessem bir iltifat kesilerek dinleneceğini, bülbülleşeceğini ve sonra açık bir kucak hâline çevrilerek -yan yana durduğu- oğluyla birlikte kendisini sarıp sürükleyeceğini umuyordu. Hâlbuki hünkâr, bütün o başlar gibi kendi başına da gözünü çevirip bakmadan, oğlunu öpüp okşamadan yürümüş, geçmişti, dairesine kapanmıştı.

Bu, bir cilve olabilirdi. Fakat Valide Sultan’la Hürrem’in hünkârla beraber yürümüş ve yine birlikte gözden kaybolmuş bulunması hadiseyi mağrur bir erkek cilvesi olmaktan çıkarıyordu, tehlike hissettiren bir mahiyete sokuyordu. Yedi buçuk aylık bir hicrandan sonra gözdesine göz ucuyla bakmayan, oğlunu okşamayan hünkârın yaman düşünceler taşıdığına şüphe yoktu.

Mahidevran bu durumda ilkin sarardı, ardından iradesini kaybedecek kadar sendeledi, yüzlerine bakılmayan şu halayıklarla bir seviyede bulunmayı nefsine yediremeyerek bir şeyler yapmak istedi ve hemen oğlunun eline yapıştı, hünkârın izine düştü. Onu kapandığı yerde yakalamak, ihmal olunmuş vazifelerini hatırlatmak kaygısıyla hareket ediyordu. Fakat, sonunu düşünmeyerek, ittihaz edivermiş olduğu bu karar da, biraz sonra kırık bir hülyaya münkalip oldu. Çünkü padişahın dairesi önünde duran iki harem ağası, siyah birer uçurum gibi onun önüne dikilmişler ve beyaz dişlerinin ördüğü kısa bir zincirle zavallının adımlarını kösteklemişlerdi.

“Şevketli hünkâr halvette!”

Efendiden sonra kölelerin takındığı ağır tavır, gözdelik ve analık haklarını aramaya gelen sinirli kadını büsbütün kızdırdı ve bağırttı:

“Ayağının tozuyla halvete girmez o. Siz çekilin, benim işime karışmayın.”

Berikiler, aşılmaz birer siyah uçurum gibi görünmekte ısrar ettiler ve yalvardılar:

“Titizlenmeyin sultanım, soğukkanlı olun. İçeride valide hazretleri var. Ferman dinlemeyip halveti bozarsanız gül hatırınıza toz kondurmuş, bizim de ocağımızı söndürmüş olursunuz.”

O da ayak diredi:

“Şehzadem babasını görmesin, mübarek elini öpmesin mi? Valide hazretleri kendi aslanını koklayıp okşarken benim aslanım baba hasreti mi çeksin?”

Münakaşa uzayıp gitmek istidadını gösteriyordu, harem ağaları da müşkül bir mevkiye düşmek üzere bulunuyorlardı. Hünkârın halvete çekildiğini söyleyen Valide Sultan’dı. Onun emrini çiğnemek ve çiğnetmek ellerinden gelemezdi. İçeri girmek isteyen de padişahın o güne kadar göz bebeği sayılan nazlı gözdesi olup yanında şehzadesi bulunuyordu. Bu zorlu ziyaretçileri zorla geri çevirmek de çok tehlikeliydi. Ağalar, her iki tarafı bir anda korumak ve kollamak imkânını bulamadıklarından yalvarmaya germi vermişlerdi, Mahidevran’ın eteğini bırakıp elini, elini bırakıp ayağını öpüyorlardı.

Fakat onun gözleri enikonu kararmıştı, halvet denilen âlemin esrarını yırtmak ve çiğnenmiş gördüğü haklarını elde etmek kayırışıyla ter ter tepiniyordu. Nihayet harem ağalarını mağlup etmek yolunu hatırladı ve Şehzade Mustafa’ya kalın perdeyle örtülü yaldızlı kapıyı gösterdi:

“Gir yavrum…” ded. “İçeri gir, baban orada; koş, ayağına kapan, elini öp!”

Çocuk bu sözlere uyacak, iki seddi aşacak ve anasının işaret ettiği hedefe ulaşacaktı. Yarının efendisine bu zavallı köleler engellik edemezlerdi. Kendisini yolundan çeviremezlerdi. O, hünkârın mukaddes varlığından bir parçaydı, dil ve el uzatılmaktan münezzehti.

Harem ağaları, bu sebeple ince boyunlarını bükmüşler, küçük şehzadeye yol vermeye hazırlanmışlardı. Mahidevran da, her engeli devirmek kudretini taşıyan oğlunun izine basa basa halvet âleminin bağrına sokulmak için sabırsızlanıyordu. Orada nasıl karşılanacağını ve nelerle karşılaşacağını bilmemekle beraber her şeyi göze almıştı, efendisi tarafından tek bir bakışla olsun okşanmamak felaketini tamir uğrunda bütün ömrünü yıktırmaya rıza gösteriyordu.

Fakat oğluna karşı açılacağına emniyet beslediği halvet kapısı, onu ve kendisini içeri almak için değil, belki büsbütün kapanmak için açıldı ve beslenen ümitler, eşik önünde eriyip gitti; Valide Sultan önlerine dikilmişti.

Mahidevran, böyle bir tecelliyi hatırına getirmediği için şaşırmış, küçük şehzade ise büyükannesini görünce geri çekilmişti. Harem ağaları memnun bir eğilişle iki büklüm olmuşlardı, kendilerini muhataradan kurtaran meleği selamlıyorlardı.

Hafsa Sultan ilkin torununun yüzünü okşadı:

“Burada…” dedi. “İşin ne yavrum? Çağırılmadığın yere gelmek sana yakışır mı? Bir daha böyle yapma.”

Ve sonra Mahidevran’a gözlerini dikti:

“Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”

Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü:

“Düş ardıma…” dedi. “Daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”

Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber “emir kulu” olmak mevkisinden bir parmak bile yükselemediğini anladı, dilediği vakit sormadan, rızasını bile tahsile lüzum görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini -istediği şekilde- tasarruf eden, edebilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü, gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti, hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini, canını, ruhunu yakıyordu. Fakat vaziyeti olduğu gibi kabul etmek zaruretini de seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultan’ın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı:

“Haydi o padişahtır, bir kadına değer vermez, acımaz diyelim. Sen ki kadınsın, anasın. Ne çektiğimi anlamaz mısın, bana acımaz mısın? Suçum ne? Kocadım mı, çirkinleştim mi, onu oyalayamaz mıyım?”

Hafsa Sultan, bir mindere bağdaş kurup oturdu, torununu da yanına oturttu.

“Deli kız…” dedi. “Saçmalıyorsun. Sana kocamış, çirkinleşmiş diyen yok. Gençsin, dinçsin, nur gibi kadın, kadıncıksın. Fakat düşüncesizsin. Padişahların bir gülle yaz geçirmeyeceklerini bilmiyorsun. Bırak aslanımı kendi hâline. Varsın, dilediği çiçeği koklasın. Burnu o çiçeğe yapışıp kalacak değil ya. Yarın canı çekerse seni de koklar!”

Mahidevran, kapandığı yerden başını kaldırdı, yaş dolu gözlerini kolunun yeniyle sildi.

“Ya!” dedi. “Arada güller, sümbüller de var ha, demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu şevketli hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”

Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp yanına çekti:

“Aslanınıza…” dedi. “Fare kılıklı Hürrem’i peşkeş çektiniz, değil mi? Tanrı sizi amelinize göre sevindirsin, fakat ben yapacağımı bilirim.”

Salondan, oğluyla beraber uzaklaşırken Valide Sultan sordu:

“Yapacağını da söyler misin hanım sultan?”

O, başını çevirmeden cevap verdi:

“Bana yakışanı!”

Sultan Süleyman, kendini harem dairesinin ilk eşiğinde karşılamaya koşan anasının yanında Hürrem’i görünce tepeden tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde vakarına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki mühimsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir tehalükle kucaklayıverecekti, çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha hoş ve cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Kızıl Rusya dağlarından koparılıp İstanbul Sarayı’na getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir inkişaf, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi, eskisine nazaran, iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar tenasüp farkı taşıyordu. Evvelce yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi munis ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti hâlindeydi, kalkıktı ve üzerinde bulunduğu çehreye çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.

Süleyman, goncalık taravetini ve letafetini muhafaza etmekle beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in güzellik bakımından elde ettiği terakkiyi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi:

“Çok teşekkür ederim valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz bile gidelim, halvette konuşalım.”

Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilahileşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü için yanını, yönünü görmüyordu, göremiyordu.

 

Kendi dairesinde anasıyla ve Hürrem’le yalnız kalınca ruhundaki sersemlik geçti, yerine alevli bir iştiha geldi. Küçük Rus kızını, bir cennet elması gibi dilim dilim soyarak yemek, ruhuna hazmettirmek istiyordu. Yedi buçuk ay süren meşakkatli bir perhizin vücuda getirdiği açlık, manevi ihtiyaçları kamçıladığından âşık hünkâr, homur-dayan bir kurt gibi görünüyordu.

Fakat maddeyle mananın birbirini tamamlamak suretiyle kendisine aşılamış olduğu bu kurt ihtirasını yenmekte gecikmedi ve birden soğukkanlılığını ele aldı. Çünkü Hürrem’in parlak bakışlarında aşk yoktu. Yalnız sevinç ve biraz da gurur vardı. Süleyman, damarlarını yakan ateşe ve gözlerini bürüyen dumana rağmen bunu sezince iradesini topladı, aylardan beri taşıyageldiği düşünceye avdet etti. Şimdi, avcunun içinde gibi duran güzellik goncasını ulu orta koklamak hırsından uzaklaşmıştı, onun her yaprağına bir aşk kokusu işlemek ve bir goncadan muattar bir sevda kıvılcımı yaratmak emeline kapılmıştı.

Valide Sultan, henüz seferber kılığını terk etmeyen, zırhı içinde demirden bir heykel gibi görünen oğlunun karışık düşünceler geçirdiğini sezdiğinden şefkatli sesiyle bir muhasebe mevzusu açtı:

“Aslanım…” dedi. “Gazan mübarek olsun. Şanına şan kattın, fakat ben de burada az yorulmadım. Şu küçüğü adam etmek için çekmediğim zahmet kalmadı. Allah’a şükür, emeklerim boşa gitmedi, seni hoşnut olmuş gördüm.”

Ve “Öp, aslanımın ayaklarını!” emriyle Hürrem’i secdeye kapandırdıktan sonra oğlunun zelzeleler geçirdiğini sezmeksizin sözüne devam etti:

“Haspa çok akıllı şey. Mektuplarımda da yazıyordum ya. Bir sözü iki ettirmiyor, şıp diye belliyor. Türkçeyi benim kadar öğrendi. Okumada, yazmada ise beni fersah fersah geçti. Kaleminden kan damlıyor desem yalan değil. Neler yazmıyor, neler!”

Hünkâr, duyan fakat anlamayan bir kulakla anasını dinliyordu. Hürrem’in ayaklarını öpmesi üzerine soğukkanlılığını yeni baştan kaybetmişti, yine aç kurt ihtirasına kapılmıştı. Ayaklarına sürünen dudakların ateşi, ta başına yükselmiş gibiydi, beynini yakıyordu. Bu sebeple yalnız kalmak, ihtirasına biraz sükûn getirmek istedi.

“Tekrar teşekkür ederim valide…” dedi. “Gerçekten iyi bir iş işlemişsin, nurdan oya yapmışsın. İznin olursa onu bir sınayayım, neler öğrendiğini gözümle göreyim.”

Hafsa Sultan afallar gibi oldu, bön bön oğluna baktı. Seferden gelen oğlunun üstünü değiştirmeden, yüzünü yıkamadan, karnını doyurmadan Hürrem’le baş başa kalmak isteyişini garip bulmuştu. Gerçi padişahın bu küçük kıza pek değer verdiğini biliyordu. Ondan dolayı da kendisi gece gündüz demeden Hürrem’i terbiyeye çalışmıştı. Bütün bunlara rağmen oğlunun bu kadar sabırsız davranacağına ihtimal vermiyordu.

Kadıncağızın böyle bir ihtimale zihninde yer vermemekte hakkı vardı. Çünkü saray ananelerine göre padişahların yeni bir gözde seçmeleri hususi merasime bağlıydı. Onlar, o tâcidar hovardalar, kapı artlarında aşk yakalayan tesadüf avcısı çapkınlar gibi ulu orta hareket etmezler ve edemezlerdi. Her bayram gecesi kendilerine anaları tarafından birer halayık sunulmak âdeti o zaman henüz teessüs etmemişse de gözdeyi seçmek usulü çoktan kurulmuş bulunuyordu. Bu usule nazaran hünkâr, kalbi olmayan taze bir aşk yaratmak isteyince harem ağalarının reisine fikrini açar, o da bütün kızları hazırlayıp efendisinin yolu üstüne sıralar ve hünkâr, içlerinden kimi beğenirse onun omzuna mendilini atarak seçme rasimesini tamamlardı.

Süleyman, bu ananeye saygı göstermiyor ve anasının sadece terbiyesini tebarüz ettirmek düşüncesiyle odaya getirdiği bir kızı yanında alıkoymak istiyordu. Fakat ne denebilirdi? Hünkâr, ananeden de üstün bir kudretti. Bu sebeple Valide Sultan, hayretini çabuk giderdi, hatta gülümsemeye çalıştı.

“Allah…” dedi. “Safayı hatır versin. Umarım ki küçükten memnun kalacaksın!”

İşte o sırada Mahidevran harem ağalarıyla dil kavgası yapıyordu, içeriye girmek istiyordu. Hafsa Sultan, dışarıdaki gürültüyü -hassasiyeti bir nokta üstünde toplanmış ve Hürrem’den başka bir şey görmemek mevkisine düşmüş olan- oğlundan önce duydu ve hemen perdeye koştu, vaktinde yetişmiş ve halvetin zevkine balta asılmasına engel olmuştu.

O, hırçın hasekiyi oradan uzaklaştırmakla yine bir ananenin, bir kadınlık ananesinin hükmüne riayet göstermiş oluyordu. Çünkü kendisi Valide Sultan olmakla beraber nihayet bir kaynanaydı. Mahidevran, gözde ve haseki adını taşıyan bir gelindi ve anane, kaynananın her fırsatta gelini üzmesini emrediyordu.

Onlar, beri yanda ve bildiğimiz şekilde karşılaşırken Süleyman da, Hürrem’in karşısına geçmişti, derin bir istiğrak içinde onu temaşa ediyordu.

Gerçekten vecde düşmüş gibiydi, içinde yepyeni bir âlemin safha safha açıldığı ve bu âleme boyuna garip renkler, keskin ışıklar saçıldığını sanıyordu. Karşısında elpençe divan duran kız, bütün bu işleri hareketsizlik içinde yapıyor ve bu yeni âlemi örüyordu.

Süleyman, uzun ve pek uzun bir lahza bu durumda kaldı; yeriyle, göğüyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, çiçekleriyle, kuşlarıyla ruhunda tekevvün eden âlemin inkişafını safha safha seyretti ve sonra harikalar kuruntulamaktan yorulmuş, bunalmış bir hayal avaresi gibi silkindi, hakikatin kucağına atılarak dinlenmek istedi, Hürrem’in iki elini avuçlarına aldı:

“Kız…” dedi. “Sen yaman şeysin. Aslını bilmesem gökten indiğine inanırdım. Bu ne güzellik, ne güzellik!”

Şimdiye kadar hiçbir kadına şu şekilde iltifat etmemişti, “güzelsin” dememişti. Bütün temas ettiği kadınların gördükleri en yüce lütuf ve en yüksek muhabbet nişanesi, yanaklarının okşanmasından, saçlarının biraz karıştırılmasından ibaretti. Sürekli aşk dakikalarının yegâne cümlesini de “hazzettim” kelimeleri teşkil ederdi. Fakat o okşanışı gören, o basit kelimeleri duyan kadınlar, yanaklarını mehtaba değmiş, saçları yıldızlarla örülmüş ve meleklerle dudak dudağa gelmiş gibi ışıklı bir sersemliğe kapılırlardı, gülerek, ağlayarak şükranlarını terennüm ederlerdi.

Hürrem öyle yapmadı, yere kapanmadı, sevinç yaşları dökmedi, şükran kasideleri kekelemedi, sadece gülümsedi:

“İnsanın…” dedi. “Ayna gibi dostu var. Ben de kendi değerimi o dost ağzından her gün dinliyorum, dediğiniz kadar güzel olmadığımı duyuyorum efem.”

Hünkâr, eğilmek bilmeyen güzelliğe biraz hareket olsun vermek istedi. Hürrem’i göğsüne doğru çekti ve gözlerini onun gözlerine dikerek cevap verdi:

“Aynaya benim gözlerimle bakarsan ne kadar yanıldığını anlarsın.”

“Buna imkân var mı efem? Ben sizin gözlerinizi kullanabilir miyim?”

“Aşka düşersen kullanabilirsin!”

“Aşk nedir efem? Yeni işitiyorum bunu!”

Süleyman, ne taaccüp etti ne de hiddet. Kızın aşk cahili olmasını tabii buluyordu. Yeryüzünde herhangi bir kimsenin kendini sorguya çekmesini havsalasına sığdıramamakla beraber yapılan şu sorudan heyecanlı bir haz alıyordu. Ondan ötürü şevkle aşkı anlatmaya koyuldu:

“Aşk!” dedi. “Bir yüreğin başka bir yürekle kaynaşması demektir. Aşka düşüp de ikilikten çıkan yürekler şeker karıştırılmış süte yahut güzel kokulu güle benzerler. O sütte şeker, o güldeki koku neyse birleşen gönüllerde de aşk odur, iki ayrı şeyi bir yapan kuvvettir.”

Hürrem gülümseyerek dinliyordu. Hünkâr yaptığı tarifi eksik ve kendi düşüncelerini hakkıyla ifade etmek kabiliyetinden uzak bularak, kızın da gülümsemesinden ilham alarak sözüne devam etti:

“Yıldızlar…” dedi. “Niçin parlar, bilir misin? Güneşe âşık olduklarından. Ay niçin incelir, solar, erir: aşktan. Çünkü yıldızlar gibi o da güneşe gönül vermiştir. Rüzgârlar, aşkın çocuğu ve aşkın esiri olan tabiatın sesidir. Kuşlar, hep aşk cıvıldar. Bülbülün bildiği tek bir beste varsa aşktır. Aşk olmasaydı yer olmazdı, gök olmazdı, hayat olmazdı, anladın mı küçük?”

Hürrem ellerini hünkârın avuçlarından çekmeden, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan bir kelime söyledi:

“Hayır!”

Süleyman, hayretle karışık bir infialle iki adım geri çekildi, kızı serbest bırakarak kollarını göğsüne kavuşturdu:

“Hayır mı?”

“Evet efem, anlamadım. Çok tatlı söylüyorsunuz ama ben bir şey anlamıyorum. Merhamet buyursanız da bana aşkın kendisini gösterseniz.”

Hünkâr, güç bir durumda kalmıştı. Kendisi aşkın illeti tekvin20 olduğuna inananlardandı. Bu imanını o devirde pek makbul olan (sofiye hikmeti)21 bakımından izah etmeye muktedirdi. Fakat aşkın sütte şekere, gülde kokuya benzemesini kavrayamayan Hürrem’e, vücudu mutlak, kemali mutlak, cemali mutlak, hayrı mutlak bahislerini nasıl anlatabilirdi?

Hâlbuki şu güç işi başarmaya mecburdu. Yedi, sekiz aydan beri kurduğu hülyalara gerçekleşmek yolunu açabilmek için her şeyden önce yâricana aşkı anlatmak ve tattırmak lazımdı. Şu lüzumla maslahatın ansızın aldığı çapraşıklığı uygunlaştırmak ise kaleler devirmekten çok müşküldü.

Süleyman, yaradılışındaki tahakküm meyline ve aldığı terbiyeye göre davrandığı takdirde bütün güçlüklerin -hatta bir lahza içinde-sönüp gideceğini biliyordu. Aşk nedir diyen kıza bir yastık göstermek kâfiydi ve şimdiye kadar düzinelerle halayığa aşkın kuş tüyü yastıklar üstünde bir nakış olduğunu hissettirmekle iktifa etmişti. Fakat Hürrem’e karşı böyle davranmak istemiyordu. Onun konuşur gibi görünüp de safiyetle karışık masum bir tahakküm göstermesi, kendisini sorguya çekmesi hoşuna gidiyordu. Bu durumda, biraz küçülmek ve değişilmeden taşınılan bir elbisenin ağırlığından biraz kurtulmak zevki seziyordu. Henüz beşikteyken endamına çizilen yaldızlı irtifadan ve ruhuna geçirilen altın zırhtan bıkıp usandığı için Hürrem’in o irtifaı yontup kısaltan, o zırhı hırpalatan tahakkümünden bahtiyar oluyordu. Ona aşkı telkin etmeyi ise zaten emel edinmişti. Bu sebeplerle mesut bir özenişe kapıldı ve aşkı yeni baştan tarife girişti.

“Gündüz.” dedi. “Her yanda ne görürsün?”

“Aydınlık!”

“O aydınlığı avuçlayabilir misin, mendile koyup taşıyabilir misin, teraziye atıp tartabilir misin?”

“Hayır!”

“Aşk da böyledir çocuğum. Kuvvetli bir ışıktır hatta ışıktan da üstün bir şeydir, ateştir. Sezilir, görülür fakat tutulmaz, ölçülmez, tartılmaz.”

Hürrem, anlamıyor gibi görünmekte ısrar etti:

“Güzel buyuruyorsunuz ama efem, gündüzün aydınlığı güneşten geliyor. Aşk ışığı nereden çıkar, nasıl görülür!”

Süleyman, bu çocukça soru üzerine dayanamadı, Hürrem’i yakalayıp bir endam aynasının önüne götürdü:

“Bak!” dedi. “İyi bak. Ne var orada?”

“Cariyeniz Hürrem!”

“Yani bir güneş.”

Ve kızın cevap vermesine meydan bırakmadan başını bir kolunun üzerine yatırdı:

“İşte…” dedi. “Aşk, senin gibi güzellerden doğar, karanlık gönüllere gecesi olmayan bir gündüz işler.”

Birbirlerini göz bebeklerinde görecek kadar yakın bulunuyorlardı. Hünkâr, tantanalı kelimelerle anlatamadığı aşkı, hararetli buselerin belagatiyle ve kulaktan değil, dudaktan kalbe inen yolla Hürrem’e hissettirmek üzere bulunuyordu. Fakat kızın göz bebeklerinde beliren kendi çehresini görünce garip bir ürpertiye kapıldı ve kızı yarı yatar vaziyetten ayırarak geri çekildi. Başındaki tuğla ve üzerinde zırhla aşk yoluna girmekten utanmıştı!

Hürrem, dudaklarına kadar yaklaşan sarhoşlatıcı saadetin ansızın uzaklaşmasından şaşırmıştı, açık bir kızgınlıkla hünkârı süzüyordu. Onda henüz işgal edilmiş ve tadı alınmadan kaybedilmiş bir taht hasreti baş göstermiş gibiydi. Hünkârın göz bebeklerinde kendini seyrederek kürenin en muhteşem bir tahtına yükseldiğini tahayyül ediyordu. Şimdi o yükseklikten ayrıldığını görerek elemleniyordu. Fakat zekâsı hissine galip bir mahluk olduğu için kalbine çöken sızıyı sezdirmemeye muvaffak oldu, tabii bir duruma bürünerek sordu:

“Benim güneş olamadığımı siz de anladınız, değil mi efem?”

Hünkâr, çılgın bir tehalük içinde tolgasını attı, zırhını çözüp çıkarmaya koyuldu ve homurdandı:

“Güneşten de parlak olduğunu anladım ve yandım Hürrem!”

Biraz sonra Kızıl Rusya’dan gelen küçük halayık, Osmanlı İmparatoru Sultan Süleyman’ın göz bebeklerinde yıkılmaz bir taht kuruyor ve bu tahtın temellerini haşmetli hükümdarın kalbine atmış bulunuyordu. O, güzeller güzeli sayılan halayıkların yıllarca beklemek ve birçok üzüntüler çekmek şartıyla ancak erebildikleri bir saadeti yedi sekiz ay içinde ele geçirdiğinden dolayı değil, bu nimetin kolay kolay elden çıkmayacağına kanaat hasıl ettiği için gurur duyuyordu. Tabiatın numunelik yarattığı kadınlardan biri olmak kuvvetiyle hünkârın hissî vaziyetini çarçabuk kavramıştı ve onun aşkı tarif ederken olduğu gibi telkin ederken de samimi davrandığını anlamıştı. Şimdi bu vaziyetten istifade etmek ve bir kalp kazandığını kuruntulayarak zafer sersemliği geçiren padişahı o vehmin ve o sersemliğin hazzı içinde bunaltmak istiyordu.

 

Tabiatın olgun bir şakirdi olarak hayata gözlerini açmış olan bu çok hassas ve çok dessas kadın, hangi yolun başında bulunduğunu tamamıyla görüyordu. Bu yol, gelişigüzel gözdelik yolu değildi. Eğer kalbini dudaklarına alarak ve o kalbi buse yaparak kendine aşk ilan eden şu erkeği daimî bir heyecan içinde bırakabilirse yarı kürenin hâkimi olacaktı. Önünde işte bu muhteşem hâkimiyet yolu açılmıştı. Hüner, başka kadınların bir türlü aşamadıkları ve ilk merhalesinde sendeleyip kaldıkları bu yolu aşmaktaydı ve bunun için yapılacak şey, öbür kadınları sendeleten sebeplerden uzak kalmaktan ibaretti.

Kızıl Rusya’nın fettan çocuğu, Sultan Süleyman’la vukua gelen ilk mahrem temasının yorgunluğu arasında işte böyle düşündü ve bütün kadınları yorgunluğa düşürüp kendisi dinç kaldığı için gönülden gönüle dolaşmak kudretini muhafaza eden hünkârı o kudretten yaklaştırmayı planına temel yaptı, sunulan gıdayı azımsamış bir kedi sokulganlığıyla, zaferin humarını henüz gideremeyen erkeğe yanaştı:

“Aşk…” dedi. “Rüyaymış efem!”

“Neden?”

“Elde avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”

“Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”

“Orada tatlı bir sızı var efem.”

“İşte aşk budur Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”

“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu efem?”

Bunu söylerken Süleyman’ın ellerini yakalamıştı, sezdirmemeye çalışır gibi görünerek boyuna öpüyordu. Hünkâr, böyle sokulganlığı bütün hayatında ilk defa görüyordu. Hiçbir kadın kendisi tarafından işaret edilmedikçe yanına yaklaşmamış, hiçbir dudak böyle müsaadesiz teninde dolaşmamıştı. Hürrem, bu sınanmamış zevki ona tattırıyordu ve bir taraflı aşkların kıymetsizliğine şu hâliyle tatlı bir örnek vermiş oluyordu.

Hünkâr gerçekten sarhoşluyordu. Düşündüğü ve emel edindiği gibi Hürrem’e aşk aşılayıp aşılayamadığını henüz takdir edemiyordu. Daha doğrusu bu işin öyle bir hamlede başarılabileceğine inanamıyordu. Fakat müstesna bir zekâ, müstesna bir hassasiyet ve müstesna bir cilvekârlıkla karşılaştığına iman getirmişti. Düşüncelerini, duygularını, dileklerini hatta yanıp yakılışlarını, sarsılıp yıkılışlarını saklamayı zevk sayan ve aşk mihrabına hislerini kefenleyerek yaklaşan kadınlarla gözünü yüreklerde dolaştırmak, dudağını damarların ta içine sokmak isteyen Hürrem arasındaki engin fark içine hem haz, hem hayret yayıyordu, beynini hoş bir sarsıntıya düşürüyordu.

Berikiler, o Mahidevranlar ve benzerleri nihayet birer kalıptı. Hürrem, coşmaya ve taşmaya müsait bir kalpti. Onun bu hususiyeti Süleyman’ın yüreğindeki kıvılcımı birden yangına çevirdi, ruhundaki iştahı arttırdı ve o yangınla o iştaha bir sayha olup dudaklarında titredi:

“Yüreğimde oturuyorsun da onun nasıl sızladığını görmüyor musun? Gözünü aç Hürrem, kalbime iyi bak. O, yanıyor, senin için yanıyor!”

Kız sanki bu yanan kalbi avucuna alıp oynamak istiyormuş gibi sokuluyor, başını hünkârın göğsüne dayayarak uzun uzun kokluyordu. Fakat hesaplı davranmaktan geri kalmıyordu. Emeli yanmadan yakmak, yıkılmadan yıkmak, incinmeden yenmekti.

Dessas zekâsının bütün inceliklerini kullanarak bu emeline erdi, genç hükümdarı inhizamdan inhizama uğrattı, okşaya okşaya yıprattı, rüyadan rüyaya geçerek tamamıyla sarhoşlattı ve sonra tek bir ter damlası taşımayan zinde alnını onun dizlerine dayayarak sordu:

“Ben sizin nenizim efem?”

“Aşkım.”

“Ya siz benim nemsiniz efem?”

“Aşkın!”

“Valide Sultan efendimiz, hasekiniz, halayıklarınız, köleleriniz, uşaklarınız da beni böyle mi tanıyacaklar?”

Hünkâr sustu ve somurttu. Kendini iliğine kadar teshir eden şu oynak kadına evet diyemezdi çünkü ona sunduğu ve ondan karşılığını aldığına inandığı aşk, hudutsuz bir zevk ifade etmekle beraber ne Hürrem’e bir hak temin ne de kendisine bir vazife tahmil edebilirdi. İkisinin kalbi şekerle süt gibi karışmış da olsa sütün aslı başka, şekerin aslı başkaydı ve herkes Hürrem’i halayık, kendisini padişah tanıyacaktı. Aşk, esirle sahibi arasındaki farkı gideremezdi.

Süleyman, bu hakikati düşünerek susuyordu fakat dizine yapışık duran o parlak alın yavaş yavaş yükselerek gümüş bir levha gibi dudaklarının hizasına gelince dayanamadı, dudaklarını uzattı ve kekeledi:

“Sana hünkârın gözdesi, göz bebeği diyecekler yavrum.”

“Başkalarına da öyle diyorlar efem. Ben, beni size bağlayan zincirin adını öğrenmek istiyorum.”

“Sevgi!”

“Onu yalnız biz görürüz. Beni, sevenlerin, sevmeyenlerin de görecekleri bir bağla bağlamaz mısınız?”

Süleyman, tepeden tırnağa kadar sarsıldı, kızın ne demek istediğini anlamıştı ve bu anlayış onun bütün benliğini hayret içinde bırakmıştı. Aşk yolunun ilk merhalesinde nikâha temas eden Hürrem’i şimdi yalnız güzel, zeki, duygulu değil tehlikeli de buluyor ve bir kat daha meshur oluyordu. Çünkü kendisi yaradılış ve terbiye dolayısıyla harp meftunu bir adamdı, bu meftunluk onu tehlike sever bir insan yapmıştı ve Hürrem’de tehlike sezince ona ait sevgisi de tabiatıyla çoğalıyordu!

Bununla beraber kadının masum bir sadeliğe sarıp ortaya attığı bu mevzu üzerinde durmayı şanına layık bulmadı, bahsi değiştirmek istedi:

“Sen benim aşkımsın, kalbimin ışığısın. Başkalarının ne diyeceğini düşünme, ne yapacaklarını düşün.”

“Ne yapacaklar efem?”

“Önünde eğilecekler, eteğini öpecekler; kulun, kölen olacaklar!”

“Kula kul, köleye köle olmak? Onlara belki hoş gelir ama beni sıkar efem!”

Hünkâr, verdiği hazzın bedelini çok başka türlü ödetmek isteyen zeki kadını bir daha ve bütün idrakini kullanarak süzdü, yeni baştan titredi. Öper gibi görünen, yalvarır gibi görünen o gözlerde derin ve pek derin bir kudret yanıyordu. Hünkâr, bu ateşten idrakine bulaşacak yangından korunmak için gözlerini kapadı:

“Aşk…” dedi. “Dilsizlikten de hoşlanır. Susalım ve sevişelim!”

***

O gece, sarayda mumlar yorulup uyudu; nöbetçiler yorulup uyudu, bütün hayat uyudu; dört kişi uyumadı: Hünkâr, Hürrem, Hafsa Sultan, Haseki Mahidevran! Süleyman’la sevgilisi yemeği unutmuşlar, içmeyi unutmuşlar, hatta kendilerini unutmuşlardı, yüreklerini kanat yaparak istiğrak âleminde yükselmişlerdi, binbir heyecan merhalesi dolaşarak sabahı bulmuşlardı. Güneş iki genci erimiş bir durumda buldu ve onların dirilişi gerçekten yeni bir doğum oldu. İkisi de başka bir hayata göz açıyormuş gibi tatlı bir hayret içindeydi. Süleyman, dedeler mirası tahtıyla ölçülmesine imkân olmayan yüksek ve pek yüksek bir tahta sahip olmuş gibi ruhi bir irtifa sezerek beyin dönmesi geçiriyordu. Hürrem, göz kamaştırıcı âlemlerin bir erkek kılığına temessülle koynuna sığıştığını sanarak benliğinde hudutsuz bir enginleşme, bir genişleme görüyor, gurur buhranlarına kapılıyordu.

Hünkâr, yanı başında uzanan kadının mesut bir sersemlik içinde bulunduğunu gördü, taze bir cezbeye tutuldu:

“Hürrem…” dedi. “Gün doğmuş! Senin yüreğinde bir şeyler doğmuyor mu?”

O, mahmur mahmur gülümsedi:

“Benim günüm dünden doğdu efem, bir daha kararmaz o!”

“Senin günün ne çeşit şey?”

“Göktekinden daha nurlu, daha güzel, daha kuvvetli!”

“Aşk mı bu?”

“Sizsiniz efem! Ben aşkı sizin bakışınızda, sizin konuşmanızda buluyorum.”

“Demek ki aşkı artık gördün, anladın. Memnun musun bari?”

“İnsan, karanlıktan ışığa çıkar da sevinmez mi efem?”

“Sevincini bana da tattır öyleyse!”

Hürrem’i ona eskisinden yüz kat fazla sevdiren de başkalarının sustuğu yerde konuşabilmesi, başkalarının uyuduğu dakikalarda uyanık görünmesiydi. Şimdi de onun bu hissi inceliklerinden katre katre haz almak ve derece derece sarhoşlaşmak istiyordu. Kadın, bu arzuya karşı uysal görünmekle beraber ilk karşılaşma deminden beri tebarüz ettirdiği “maksatlı davranış” sisteminden ayrılmadı. Zevkin yanında fikri de hareket ettirdi ve Süleyman, hayatı kâinatı unuturken o, bir saniye bile emelinden uzaklaşmayarak eski mevzuya geçti:

“Şimdi beni kovacaksınız, odama yollayacaksınız değil mi efem?”

“Odana gideceksin fakat akşama yine gelmek için!”

“Sizden koca bir gün ayrı kalacağım ya. Yeter bu acı bana!”

“Ben yüreğinde değil miyim? Niçin ayrılmış olalım?”

20Caus de la creation.
21Philosophie mystique.