Hürrem Sultan

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Üstadıazam o tarihte henüz altmış yaşındaydı. Fakat son altı aylık hayat onu müthiş surette yıprattığından yetmişini aşmış gibi görünüyordu. Padişahın elini öperken titriyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Süleyman yurdundan ebedî surette cüda düşürülen şu mağlup düşmanın gözyaşlarından müteessir oldu ve iyi Rumca bilen Ahmet Paşa’ya yüzünü çevirdi:

“Bu ihtiyarı…” dedi. “Gurbet illere sürdüğüme müteessifım. Bana değil, talihine küsmesini kendisine tatlıca anlat.”

L’isle Adam bu iltifata da teşekkür ettikten sonra otağdan çıktı, arkadaşlarıyla birleşerek kıyıya indi, gemiye binmeye hazırlandı. Padişah namına bir çavuş onu uğurlamaya memurdu, Mısır gemicilerinden Pir Ali Reis de çavuşa arkadaşlık ediyordu. Bu denizcinin oraya gönderilmesi, Cem Sultan’ın oğlunu şahsen tanımasından dolayıydı. Mısır’ın Yavuz tarafından alınmasından önce Şehzade Murat, kölemenler sarayının konuğuydu. O saray, Yavuz’un hücumuyla ortadan kalkınca -çoluğuyla, çocuğuyla- Rodos’a kaçmıştı. Pir Ali Reis, işte o konukluk yıllarında bu derbeder prensi görmüş, iyiden iyiye tanımış bulunuyordu.

Cemzade hakikaten şövalyeler tarafından kaçırılmak isteniyor muydu? Hünkârın buna tam bir kanaati vardı. Çünkü amcasının oğlunun Rodos’ta kalmak isteyeceğine asla ihtimal vermiyordu. Böyle bir hareket, göz göre göre ölümü beklemek olurdu. Hâlbuki Cem Sultan’ın oğlu, ölüme susamış bir adam değildi. Öyle olsa İstanbul’un fethi sırasında Bizans Sarayı’nda bulunan Şehzade Orhan gibi davranırdı, kendi kendini yok ederdi. Bunu yapmadığına göre halas çareleri aradığına şüphe edilmezdi ve bu çare de şövalyelere katılıp kaçmak olabilirdi. Rodos’tan kovulan müsellah papazların galipten öç almak için bu yurtsuz prensten istifade etmek istemeleri de kuvvetle muhtemel olduğundan Sultan Süleyman ihtiyatlı davranmak zorunluluğunu duymuştu, Pir Ali Reis’i sahile yollamıştı.

Hadiseler, hünkârın doğru düşündüğünü ispat etmekte gecikmedi. Prens Murat, gerçekten kaçmak istiyordu ve şövalyeler de kendisini teşvik ettiklerinden İspanyol papazı kıyafetine girerek göçmenler kafilesine katılmıştı. İki kızıyla bir oğlu ve karısı da beraberdi, kendisi gibi kılıklarını değiştirmişlerdi. Üstadıazam, bu kaçma ve kaçırma işleminde amir bir rol oynadığı hâlde ne olur, ne olmaz mülahazasıyla alarga bir vaziyet almıştı, Prens Murat takımından uzakta bulunuyordu, onlarla ilgili değilmiş gibi görünüyordu. Berikiler de -bütün harp müddetince ve harpten sonraki günlerde kendi adlarının hünkâr tarafından dile alınmamasından doğma bir ümitle- pek telaş göstermiyorlardı, kayığa atlamak üzere sahilde sıra bekliyorlardı.

Rodos’un artık Türk tabiiyetine girmiş sayılan ahalisi, dişili erkekli, hep birden kıyıya dökülmüşlerdi, denizin kucağında yeni bir yurt aramaya giden mağlupları seyrediyorlardı. Bu güzel adaya haksız olarak yerleşmiş ve oradan haklı olarak kovulmuş olan şövalyeler halkın yüreğinde hiç de yer tutmuş değillerdi. Onlar, salibi gösterip kendilerine yol açan ve fakat açılan yolda kılıçla yürüyen müstebit bir zümreydi. Tanrı’ya dua yerine kesilmiş insanlardan küme küme kurban sunuyorlardı. Kiliseleri dindar Hristiyanların gönül hoşluğuyla verdikleri nezirlerle, sadakalarla süslemek istemezlerdi, korsanlık yapıp çaldıkları Türk malıyla doldurmaya savaşırlardı. Kendilerine yer veren, saygı gösteren halkıysa ancak köle gibi kullanırlardı.

Bu sebeple Rodoslular için için seviniyorlardı ve şövalyeleri Rodos’tan atan Türk pençesinde kendilerinin de ruhlarına vurulmuş zincirleri kıran bir halaskâr kudret görüyorlardı. Kıyıya dökülüşleri işte bu kurtuluşu kutlamak ve müstebitlerin denize sürülüşünü sevine sevine seyretmek içindi.

Karadan ayağını ilk çeken üstadıazam oldu. Hünkârın gönderdiği çavuş ona birkaç nazik kelime söyledikten sonra geri çekildi, şövalyelerin kayığa binmelerini seyrediyormuş gibi bir vaziyet aldı. Pir Ali Reis de aynı durumdaydı, fakat gözleri boyuna hareket ediyor, dört yanını tarassut altında bulunduruyordu. işte bu sırada Prens Murat’ın kafilesi göründü. Murat karısıyla çocuklarını ardına takmış olarak geliyordu. Pir Ali Reis, geniş siperli papaz başlığının altında, kiraza ağmış şahin gagasını andıran tarihî burnu daha uzaktan sezdiği için yanı başında duran çavuşa fısıldadı:

“Şehzade geliyor!”

Fatih Sultan Mehmet, taht-ü tacını bırakamadığı oğluna gasbolunmaz bir miras olarak meşhur burnunu terk etmişti. Bu burun Cem’den Murat’a geçmiş bulunuyordu. Ne makyaj, ne başka bir şey bu mirasın yapıştığı yerde delalet edegeldiği nesep alakasını örtemezdi. Prens Murat, sırtına geçirdiği papaz kıyafetine, beline sardığı zünnara, boynuna astığı haça ve taşıdığı serpuşa güveniyordu. Bu kılıkla tanınmayacağını umuyordu. Başta Süleyman olmak üzere o sırada adada bulunan bütün Türklerin de kendisini hiçbir yerde görmediklerini düşünerek bu ümidini kuvvetlendiriyordu. Hâlbuki burun, o gagamsı burun, bir veraset hücceti gibi hakikati haykırıp duruyordu. Nitekim Pir Ali Reis de o hücceti yirmi metre mesafeden okumakta güçlük çekmedi, bulunduğu yerden yavaşça ayrılarak kalabalığa karıştı ve prens kafilesinin arkasına düşecek surette davranarak onlara yetişti ve henüz sekiz yaşında bulunan kız çocuğunun kulağına doğru eğilip Türkçe fısıldadı:

“Nereye gidiyorsunuz sultanım?”

Önde giden prens değil, karısı ve öbür çocukları da kızın kulağına böyle bir şey fısıldandığını sezmemişlerdi. Çocuksa kendi ana diliyle söylenen sözlerden tatlı bir hayrete düşüp hemen cevap vermişti:

“Başka memlekete dostum!”

Tarihî burnun tebarüz ettirdiği hakikati şu üç kelime tevsik etmiş oluyordu. Türkçe konuşan şu yavru, bir şövalyenin veya şövalyeler hizmetinde bulunan herhangi bir rahibin çocuğu olamazdı. Bu sebeple Pir Ali Reis hemen atıldı, Şehzade Murat’ın koluna girdi:

“Şevketli hünkârın…” dedi. “Selamı var, papazlar ardına düşmesin, benim yanıma gelsin, diyor.”

O sırada çavuş da onların yanına gelmişti, prensin eteğini öptükten sonra aynı sözleri tekrar etmiş ve bir de tavsiyede bulunmuştu:

“Sultanım şu halkın saygısızlık göstermesinden korkarım. Sırrınız faş olmadan ben kulunu takip edin, şevketli hünkârın yüce barigâhına sığının. Necat orada, hayat oradadır. Vehme kapılıp cennetmekân pederiniz gibi kâfiristanda zelil olmak, hele şu masumları zelil etmek şanınıza düşmese gerek!”

Şehzade Murat hafakanlar geçiriyordu, bayılmak üzere bulunuyordu. Kurtuluş yolunun eşiğinde ecelle karşılaştığını görerek ruhi bir sendeleyişe uğramıştı, sararıp soluyordu, iki yanına sallanıp duruyordu. Karısıyla yetişkin oğluysa feryadı koparmışlardı, kayığa binenlerin ve kıyıda kümelenenlerin gözlerini kendi üzerlerine çekecek surette haykırmıyorlardı.

Saray çavuşu, işin tatsız bir biçim alacağını anladığından yüzünü ekşitti:

“Sultanım…” dedi. “Sana telaş yakışır mı? Ağyarı hâline güldürürsen babanın ruhunu ağlatırsın, şevketli hünkârın da gazabına uğrarsın. Merdane bas, lütfedip bizimle bile gel.”

Murat’ın gözü denize dikilmişti, kayıklarla gemilere doğru açılan şövalyelerden medet umuyordu. Şuurunun o sırada tamamıyla tarumar olmasına rağmen kayıklarda geri dönmek değil, ileriye doğru çala kürek koşmak durumu sezmişti, tam bir fütura düşmüştü. Pir Ali Reis onun sezişini kuvvetlendirmekten geri kalmadı:

“Şehzadem…” dedi. “Şövalyeler senden uzaklaşmak için küreklere yelken takmışa benziyorlar. Mübarek gözünü onlara dikip durmanın ne zevki var? Yürü, şevketli hünkârın otağına. O, seni bekliyor!”

Murat kendini bekleyen bahtın huzuruna çıkamamazlık edemeyeceğini anlamıştı, füturdan tevekküle geçerek mahzun bir tebessüme bürünmüştü, karısıyla çocuklarına teselli veriyordu:

“Ömür ne azalır, ne çoğalır. Alın yazısı da bozulmaz. Boş yere çırpınmayın, cesur olun, ardımdan gelin.”

Fakat şu kılıkta koca bir ordunun önüne ve amcası oğlunun huzuruna çıkmaktan utanıyordu. Taşıdığı kıyafet, papalara kafa tutan babasının hatırasını da incitecek kadar galizdi. Bu sebeple çavuşa yalvardı:

“Şehre dönüp üstümü değiştireyim. Bu biçimde hünkârla buluşmak doğru değil.”

Çavuş, kendi mülahazasına göre yol gösterdi:

“Hanım sultanlar Pir Ali Reis’le bile saraya dönmek, cenabınız ve oğlunuz doğru otağı hümayuna gitmek gerek. Şevketli hünkâr kıyafetinizi mazur görür. Şövalyeler katında mücevveze, yahut kallavi bulunacak değildi ya. Elbet size zünnar kuşandıracaklar, katrani libas giydireceklerdi. Bunun için üzülmeyin.”

Çavuş da, Pir Ali Reis de bir şehzade huzurunda bulunduklarını unutmuyorlardı, çok hürmetli davranıyorlardı. Fakat o şehzadenin bir siyasi mücrim olduğunu da hatırlarından çıkarmıyorlardı, saygılarını açık bir huşunetle meze ediyorlardı. Murat, divan durur gibi görünen bu ellerin kelepçe olmakta gecikmeyeceklerini takdir ettiğinden yine tevekkül gösterdi:

“Elhükmülillah!” dedi. “Kazaya rızadan gayri elimizden ne gelir!”

Ve Pir Ali Reis’le şehre dönecek olan karısına, kızlarına birkaç tesliyet kelimesi fısıldadı, oğlunu yanına aldı, çavuşun önüne düştü, ordugâha doğru yürümeye koyuldu.

Sultan Süleyman, Hürrem’i kendine bir kere daha unutturan heyecanlı bir telaş içinde çavuşu bekliyordu. Onun geldiğini ve Cem-zadeyi de getirdiğini haber alınca hemen yerinden fırladı, tutsakların yanına sokulmaları emrini verdi. Üç beş saniye sonra Fatih Sultan Mehmet’in iki ayrı babadan üremiş olan üç torunu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu.

Süleyman, evvelce de işaret ettiğimiz veçhile, dedesi Beyazıt’ı kıymetsiz bulacak kadar kıymete meftun bir adamdı. Yavuz’un oğlu olmasa kendini pek bedbaht sayacaktı. Büyük amcası Cem’i de bu hissiyat dolayısıyla takdir ediyor ve hatta seviyordu. Fakat tahtın selameti uğruna babası birkaç kardeşini bir düzine yeğenini fedadan çekinmediği gibi kendisi de aynı kaygıyla aynı cinayeti işlemek ıztırarındaydı.

Yalnız utanıyordu, kolu ve kanadı kırık bir adamı yok etmek kendine çok çirkin geliyordu. Hele o adamın bir felaket destanı yaratmış, adı talihsizliğe timsal olarak dillere düşmüş biçare Cem’in oğlu olması, içine bambaşka bir rikkat veriyordu. Ordunun ve memleketin yapılacak cinayeti sükûnla telin edeceğini düşününce tahtın selameti namına cani olmak zaruretinden uzaklaşmayı kabul etmek derecelerinde zaafa düşüyordu. Rodos’u, biraz da bu amca oğlunu yakalamak için aldığını âdeta unutmak üzereydi.

 

Lakin Prens Murat’ı bir papaz kıyafetinde görünce bütün bu düşünceler zihninden silindi, sinirlerine ateşli bir gerginlik geldi ve amcasının oğluna ilk hitabı bir haykınş oldu:

“Bre sütü bozuk adam, nedir bu kılık, nedir bu kıyafet?”

Ve el öpmek için ilerlemeye yeltenen Murat’ı sert bir işaretle yerinde alıkoydu.

“Düşman ayağı öpen bir ağzın elime değmesini istemem.”

Beriki can havliyle kendini müdafaaya çalışıyor, muvazenesiz bir ifadeyle ayetler, hadisler okuyarak vaziyetini mazur göstermeye savaşıyordu. Pek uzun süren musibetli bir ömrün acılıklarını okumakla geçirdiği anlaşılan Cemoğlu, Tanrı ağzıyla, peygamber ağzıyla konuşarak Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu söyleyen hünkârı merhamete getirmek istiyordu. Onun bu suretle yalvarışı Süleyman’ın rikkatini celbetmekten geri kalmadı, çünkü bilgi sezdiren bir ağlayıştı ve ilmi seven Süleyman, ilmin gözyaşı oluşuna karşı kayıtsız kalamıyordu.

Murat, kudretli amcazadesinin biraz yumuşar gibi olduğunu görünce cesaretlendi:

“İnsaf et ulu hünkâr!” dedi. “İnsaf et. Tehlikeden kaçmanın peygamberler sünneti olduğunu söyleyen, halifesi olduğun zat değil midir? Musa’nın peygamberliği yurdundan firar edişinden sonra vukua gelmedi mi? Muhammed’in kızı Rukiye, damadı Osman, halazadesi Zübeyr, Habeş iline hicret etmediler mi? Halife Osman’ın katli hadisesinde ashaptan bir kısmı Medine’den savuşmadılar mı? Ceddin ve amcam Beyazıt, babamın ölüsüne saygı göstermedi mi ve bir firari olduğu hâlde bütün ülkede adı rahmetle anılmadı mı?”

Murat, ileri sürdüğü hadiselerin çoğunu ayetle veya hadisle tevsik ettiği, Arabi ve Farisi beyitler okuyarak mevzuyu heyecanlandırdığı için Süleyman tatlı tatlı dinliyordu. Fakat Cemzade yere diz çöküp, henüz bıyıkları terlememiş olan oğluna da diz çöktürtüp: “Bir lokmaya razıyım. Göstereceğin yerde yaşayayım, candan duacın olayım. Suçumu bağışla, temiz elini kirli kanıma sokma!” diye yalvarmaya başlayınca vaziyetini değiştirdi:

“İyi ama…” dedi. “Bu saydığın adamlar şerri hayra tahvil için gurbet ellere savuştular, yurtlarından uzaklaştılar. Babanın vatanından çıkışı hayrı şerre çevirmek içindi. Onun ölüsüne saygı gösterilmekle bir fitnenin sönmesi kutlulanmıştı. Sen, yirmi sekiz yıl önce sönen o fitnenin sürünür gölgesisin. Aslına kavuşmalısın ki memleketin rahatı bozulmasın, yüreklerde nifak tohumu kalmasın.”

Ve fitne gölgesi dediği sefil, zelil ve perişan varlıktan üstüne bir şey bulaşmasından korkuyormuş gibi otağın bir kenarına çekildi:

“Kalk bedbaht!” dedi. “Kalk. Boynundaki salibi at, belindeki zünnarı çıkar, ağzını bir iyi yıka, imanını tazele, babanın yanına bir Frenk şövalyesi gibi değil, bir Osmanoğlu gibi git! Tanrı yardımcın olsun.”

Murat da, oğlu da düştükleri yerden kalkabilecek durumda değillerdi. Hünkârın verdiği işaret üzerine, kendilerini otağa getirmiş olan çavuş koştu, her iki prensi ayağa kaldırdı ve dışarı çıkardı. Cellat otağın önündeydi, mahkûmları yere kadar eğilerek selâmlıyordu, “Buyurun sultanım, şu çadıra buyurun.” sözleriyle kendilerini mezara açılan kapıya doğru sürüklüyordu.

Süleyman kendini artık bahtiyar sayıyordu. İstanbul fatihinin mağlup olduğu iki mühim yerde, o galip olmuştu, muzaffer olmuştu Belgrat elinde, Rodos elindeydi. Hükümdarlığa geçer geçmez kazandığı bu iki muhteşem zafer, iki kuvvetli meşale gibi istikbal yolunu aydınlatıyor ve kendisine sayısız zaferlerin hayalini seyrettiriyordu.

Cem Sultanoğlu meselesini kökünden hallettiği, bir tarih pürüzünü temizlediği için de ayrıca memnun oluyordu. Frenkler elinde bir Osmanlı şehzadesi tahtın selâmetini gece gündüz tehdit eden bir kâbus demekti. Şimdi o kâbus, kendine peyklik eden yavrusuyla beraber mezara gömülmüştü. Artık tâcütaht emin ve müsterih yaşayabilirdi. Ne toz, ne bulut onun ışığını incitmeyecekti.

Şimdi sıra kalbin zaferine gelmişti. Rodos’u nasıl topla döve döve, burçları yıka yıka ele geçirmişse “yârican”ının da kalbini ateşli kelimelerle sara sara ve o yürekte bulunması mümkün olan her türlü mukavemet imkânlarını devire devire bir aşk zaferi elde edecekti. O, henüz on üç yaşındayken “kadın” yenmeyi sınamıştı. On dört yıldan beri aynı sınayışı tekrar ediyordu. Fakat zaman geçtikçe anlamıştı ki kadını yenmek başka, kazanmak başkadır. Sayısını pek de hatırlayamadığı mağlup kadınların hepsi kölelerin efendilerine gösterdikleri miskin mütavaatla18 boyun eğmişlerdi. Küçük bir işaret görür görmez diz çöken kadın ise muhasarasız, hücumsuz ve zahmetsiz ele geçen kale gibidir. Galibini mahzuz etmez, belki mahcup eder.

Süleyman da kadınlar üzerine on dört yıldan beri kazandığı zaferlerden haz değil, hicap duyuyordu. Onlar daima etlerini vermişler, gönüllerini kendilerine saklamışlardı. Çünkü kendisi hiçbir kadının yüreğine girmeyi denememişti ve böyle bir zahmete katlanmayı da düşünmemişti. Hürrem’i görüp beğendikten sonra ansızın “mücadele” kararı işte bu sebeplerdendi ve kadın eti üzerinde arsız bir sinek gibi dolaşmaktan artık utanç duyuşundandı.

Evet, aşk sahnesinde sinek rolü oynamaktan bıkıp usanmıştı. Şimdi heyecanlı bir pervane olup Hürrem’in yüreğine kapanmak atıyordu. Bunun için o yüreği evvela açmak lazımdı. Bir kadın yüreğini açabilmekse iyi müdafaa olunan bir kale kapısını açmaktan daha zordu. Belgrat’ı, Rodos’u düşüren genç hükümdar -belki de sınamadığı bir iş olduğu için- bu kanaatteydi ve kendini tahayyül yahut tevehhüm ettiği güçlüklere karşı hazırlamak kaygısına kapılmıştı.

Her şeyden, her hamleden önce şiiriyle Hürrem’i ateşlemek azmindeydi. Bütün şairler gibi o da şiirin sihir olduğuna inandığı için her kelimesinde gönül ateşinden bir kıvılcım yanan gazellerle sevgilisinin kalbinde sönmez yangınlar tutuşturabileceğini umuyordu. O güne kadar yendiği kadınlara yalnız elini ve ağzını uzatmıştı. Hürrem’e kalbini, ruhunu, vicdanını uzatmak ve onların sesini de şiir hâlinde kıza duyurmak istiyordu.

Fakat heyecanı daima feveran hâlindeydi, dudaklarını ve düşündüklerini bir türlü kâğıda geçiremiyordu. Bu sebeple Rodos’un alındığını, Cem Sultanzadenin -yetişkin oğluyla birlikte- giderildiğini anasına müjdelerken Hürrem’e okunmak için yepyeni bir şiir yazamamış, eski şairlerden birinin şu gazelini mektubuna ilave etmişti:

 
Sernamei muhabbeti cânâne yazmışam
Hasret risalesin varakı câne yazmışam
Nâlişlerini derd ile biçâre bülbülün
Bâdisabâ elile gülistâne yazmışam
Zülfün hikâyetini gönülde misal edip
Gam kıssasını levhi perişâne yazmışam
Resmetmişem gözümde hayalini güyâ
Nakşi nigârı sağari mercane yazmışam 19
 

Lakin kanmıyor, kanamıyordu. Gözünü kapayarak Hürrem’i, kendinden gelen mektupları dinler vaziyette tahayyül ederken onun bu şiirdeki tahassür ateşini azımsadığını, dudağını büküp durduğunu görür gibi oluyor ve bu vehmi müşahededen üzülerek hemen beraberinde taşıdığı divanları karıştırmaya, aşkını ve hicranını daha canlı surette hissettirecek şiirler aramaya koyuluyordu.

Rodos’tan sonra gemilere bindirilerek yollanan müfrezelerin Leryos, İstanköy, Gelmez, İncirli, İleki, Sombeki adalarını işgal etmeleri üzerine anasına yazdığı başka bir mektuba da, işte o arayışlar arasında beğenip seçtiği şu manzumeyi koydu:

 
Kıldım belâyı aşk ile ben mübtelâ sefer
Meşhurdur ki âşıka ya sabr, ya sefer!
Hayretteyim ki böyle havadar iken sana
Çün erdi kûyine niçin ede saba sefer?
Gitmez kapından ol ki görüp zülfü haddini
Akereb de olsa mâh değildir reva sefer!
Katî alâyık eyleyip bizler gibi kalır
Sevdayi zülfuyâr ile müsgi hatâ sefer!
 

Bunda, bu şiirde kendi dileğine uygun bir vuzuh görüyordu ve Hürrem’in maksadı sezip mütehassis olacağını umuyordu. Fakat bir yandan da sabırsızlanıyordu. Harp bitmiş, zafer kazanılmış olduğu hâlde henüz Rodos’tan ayrılmamak sinirine dokunuyordu. Gözü ve yüreği İstanbul’da, ayağı Rodos’ta olarak yaşamak neşesini kaçırıyor ve yapılması gerekli işlerin hızla görülmesi için sadrazamı boyuna sıkıştırıyordu.

Nihayet bu işler bitti, fetholunan yerlere muhafızlar konuldu, bayındırlık maslahatıyla uğraşacak memurlar seçildi, Kırım Hanı’na, Mekke Şerifi’ne, Venedik Doçi’ne zafernameler yollandı ve adadan ayrılmak zamanı geldi. Bu, bayram sevinci veren bir hadise olmakla beraber hükümdara ihmali kabil olmayan vazifeler de tahmil ediyordu. Adadan çıkmadan önce orada kalan şehitlere veda etmek lazımdı. Süleyman, bu büyük vazifeyi çok tantanalı bir rasimeyle yaptı. Zaferin bütün şerefi kendine ait olan ölülerin işgal ettiği sahaya, orduyu beraber alarak gitti, Hürrem’i kendisine bir kere daha unutturan uzun bir heyecan saati geçirdi. Sonra Cem Sultanzadeyle oğlunun mezarlarını ziyaret etti, bol bol gözyaşı döktü, avuç avuç para dağıttı ve ayağa kalkıp da ıslak mendilini koynuna koyar koymaz Marmaris’e hareket emrini verdi.

O, orduya karşı büyük bir cemile göstermek istiyordu. Bu maksatla Şehit Kara Mahmut Reis’in kadırgasına bineceğini vezirlere söyledi. Rodos’un alınması için çalışanların başında bu yiğit denizci vardı. O, tam iki yıl, dalgalar arasında mekik dokumuş ve bu adaya gidip gelerek müstakbel harbin planlarını hazırladığı gibi kanını da bu ülkü uğrunda dökmüş, düşmanla çarpışa çarpışa şehit düşmüştü. Süleyman, bu bahadır Türk’ün hatırasına hürmet göstermekle orduyu hoşnut edeceğini düşündüğünden mübarek bir yetim gibi limanda boynunu büküp duran kadırgayı hazırlattı, donattı ve onunla adadan ayrıldı.

İçinde şimdi uçmak ve orduyu da beraber uçurmak ihtiyacı tutuşmuştu. Bu ihtiyacın zoruyla menzil cetveli üzerinde boyuna düzeltmeler yapıyor ve merhalelerin çoğunu hazfederek avdet yolunu -imkân müsait olamayacağı şekilde- kısaltmaya çalışıyordu. Ordu da, kazanılan büyük zaferin şerefine, ona uysallık gösteriyor ve yorucu bir yürüyüşü kabul etmekten çekinmiyordu. Netice gerçekten parlak oldu, Rodos’a gelinirken kırk üç günde alınan yol, bu sefer yirmi günde aşıldı ve Muğla, Kuduş köyü, Alaşehir, Torasili, Torahanlı, Paşaköyü, Susığırlık, Kemede, Subaşı, Anafor, Kurşunlu, Pazarköy merhaleleri -hemen hemen hiç durmadan- geçilerek Dil iskelesine varıldı. Orada hünkârı Sarayburnu’na çıkaracak bir gemi hazırdı. Süleyman, kalbini arayan heyecanlı bir göğüs gibi çırpına çırpına gemiye atlarken bir harem ağası anasının son mektubunu sundu. Bu kâğıdın bir köşesinde şu satırlar ve altında da “Cariyeniz Hürrem” imzası vardı.

“Hoş geldiniz sultanım, velinimetim efendim”

18Mütavaat: İtaat, baş eğme. (e.n.)
19Bu gazel, Bursalı Veliyeddinzade Ahmet Paşa’nındır.