Hürrem Sultan

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Her iki mahkûm, kendilerini baştan çıkarmış olan Rum kızının adını dile almamışlardı. Bu sebeple casusluk yine devam edebilirdi, lakin bir hadise bu imkânı da ortadan kaldırdı.

Pek garip ve o nispette de acıklı olduğu için izah edeceğiz; bu Rum kızı, malum olduğu üzere, gemi süvarilerinden Kara Mahmut’a âşıktı. Rodos’un sükûtuyla beraber onunla evlenmek hülyasını taşıyordu. Kara Mahmut ise, Hekim Salamon’la Almaral’ın parçalandıkları sırada, Poskopya Adası’ndaki Illık Hisarı’nı zapta memur edilmişti. Yiğit denizci, mert bir hamleyle vazifesini yaptı, Illık Kalesi’ni ele geçirdi, lakin yaralanıp öldü. Üstadıazam, bütün şövalyeleri ve halkın ileri gelenlerini Elemonitra Kilisesi’ne toplayarak casusların nasıl ele geçirildiğini, nasıl cezalandırıldığını tebliğ ederken Piskopya Adası’nın Türkler tarafından zapt olunduğunu da söylemiş ve nutkunu şu kelimelerle bitirmişti:

“Piskopya düştü, fakat Kara Mahmut da düşürüldü. Bu adam Türklerce bin kaleye bedel tutulurdu. Demek ki biz küçük bir palankadan mahrum kaldık, Türkler bin kale kaybetti. O hâlde acınmayalım, sevinelim. Rodos elimizde kaldıkça Piskopyaların yine bizim demek olduğunu unutmayalım!”

Kara Mahmut’un âşığı olan Rum kızı da, metresliğini yaptığı İngiliz şövalyesiyle beraber bu toplantıda hazırdı. Üstadıazam’ın nutkunu dinliyordu. O, kendisine candan bağlı olduğu Kara Mahmut’un ölümünü duyunca çıldırayazdı, müthiş bir sinir buhranına tutuldu, ağlaya ağlaya ve çırpına çırpına evine geldi, aziz sevgilisinden yadigâr kalan iki çocuğunu kucakladı, “Sizin artık neyiniz kaldı?” diye kendilerini öpüp koklamaya koyuldu. Gözlerinde cinnet parlıyor, sözlerinde cinnet çınlıyordu.

Kadının kiliseden saçlarını yolarak çıkması, sokakları inleye inleye aşıp evine gitmesi şüphe değilse bile dikkat uyandıracak bir işti. Fakat kimsenin bu hâlle alakalanmasına vakit kalmadı, Türklerin İngiliz burcuna hücum ettikleri haberi kilisedekilerin akıllarını başlarından aldığından bu çıkış ve gidişi düşünen olmadı, herkes savaş yerine koştu.

Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesi de korku ve telaş içinde metresini unutmuştu, müdafaasına memur olduğu burca gitmişti. Orada vaziyeti kavramaya bile zaman bulamadan bir Türk kurşunu geldi, beynini parçaladı. Şimdi Rum kızı hem Kara Mahmut’tan, hem İngiliz şövalyesinden dul kalmış oluyordu. O, burçlardan sokaklara ve sokaklardan evlere yayılan felaket haberini alır almaz büsbütün fenalaştı, tam manasıyla delirdi, bir aşk gecesinde Kara Mahmut’un belinden alıp evinin bir köşesinde saklayageldiği hançeri yakaladı, iki çocuğunun kalbine soktu ve onların ölülerini bir yana bırakarak İngiliz burcuna koştu, kendini erkek tanıtmak fikriyle beyni parçalanmış âşığının mantosunu sırtına geçirdi, kılıcını eline aldı:

“Kara Mahmut’un diliyle konuşanların eliyle ölmek ve ona kavuşmak isterim!” diye haykırdı, burcun hendeklerinde pala sallayıp duran Türklerin arasına atıldı.

Bir lahza sonra o da ölmüştü. Fakat yere düştükten sonra saçlarının dağılıp açılması, hakiki hüviyetini meydana çıkardı ve Türk hücumunu sendeletti. Yiğit Türkler, bir kadının kendilerine saldırmış ve kendi palalarıyla ölüp gitmiş olmasını üzerinde durulacak bir mevzu gibi telakki etmişlerdi, hücumu bırakarak kadının cesedi etrafında kümelenmişlerdi, münakaşa yürütmeye koyulmuşlardı. Bu duruş, o gün için İngiliz burcunun kurtulmasına vesile teşkil etti ve âşığına kavuşmak emeliyle ölümü göze alan kadın, şövalyelere de hizmet etmiş oldu.16

Sultan Süleyman, tahakkuk etmiş bir zaferin elden kaçırıldığını görünce küplere binmişti, dört yanına ateş püskürmeye koyulmuştu. Kalenin günlerce, haftalarca, hatta aylarca düşmemesinde, kendi aşkının güçlüklerle karşılaşacağını temsil eden bir uğursuzluk seziyordu. Hürrem’in kalbiyle bu kale arasında bir benzerlik tevehhüm edegeldiği ve ateş hattında hep aşkını düşündüğü için İngiliz burcunun şövalyelere bağışlanmasını bir türlü hazmedemiyordu. Bu teessürle Rumeli Beylerbeyi Ayas Paşa’yı azlederek mahbese attı, donanmayı harp üzerinde müessir vaziyete sokamayan Yaylak Mustafa’yı bir kazığa bağlatıp kepazeye çevirdi, amiralliği Behram Bey’e verdi.

Fakat İngiliz burcu önünde öldürülen Rum kızının, ele geçmiş esirlerin sorguya çekilmesi suretiyle hüviyeti anlaşılınca o da hadiseyi tuhaf buldu, Ayas Paşa’yı yine yerine geçirdi, Yaylak Mustafa’yı da kazıktan çıkarttı. Yalnız eniştesini seraskerlikte bırakmadı, Mısır valisi yaparak adadan uzaklaştırdı, muhasarayı idare etmek mesuliyetini Üçüncü Vezir Ahmet Paşa’ya yükletti.

Hekim Salamon’un, Almaral’ın parçalanması, Kara Mahmut Reis’in ardınca denilecek kadar kısa bir zamanda Rum kızının ölüme kavuşması hünkârın kafasında bir kargaşalık yaratmıştı. Bütün bu hadiselerde kötülüğe istinat eden işlerin uğursuzluğunu gösteren bir işaret bulunuyordu. Düşüncelerini sevgili nedimine de açtı:

“Bak İbrahim!” dedi. “Casusluk edenler birer birer cezalarını görüyor ve onların yüzünden bize de zarar geliyor. Zaten casus dediğin gidiler haber verebiliyorlar ama kale veremiyorlar. Bunu şu sınayışla da anladık. Şimdi gayret bize düşüyor. Göreceksin ki casuslarımız varken başarılmayacak işler kolaylıkla yürüyecektir. Bu, kulağına küpe olsun. Bir daha casus yardımına bel bağlama. Onları kullan, fakat kuvvetine güvenme!”

Hünkârın görüşü doğruydu. Salamon’dan işaret, Almaral’dan haber beklemek kumandanları serbest hareket etmekten alıkoyuyordu. Kaleyle ordu arasındaki gizli münasebet kesilince vaziyet değişti ve harp, Türk’e yakışan ahengi buldu. Artık her gün bir burcun temeli Türk yumruğuyla sarsılıyor ve kalede barınmak imkânı gittikçe azalıyordu.

Bununla beraber hiçbir burç henüz düşürülmemişti, denizle güneşin çocuğu Rodos, bu muhasaradan da kurtulmak ümidini yine kuvvetle taşıyordu. İkinci Vezir Mustafa, kolayca zapt olunacağını söylediği adadan uzaklaştığı için padişahın sillesinden şerefini kurtarmış sayılabilirse de onunla fikir ortağı olan Kurtoğlu hünkârın gözü önünde bulunuyordu ve her saniye ölüme mahkûm edilmeyi bekleyip duruyordu.

Padişahın sabırsızlık yüzünden birçok hırçınlıklar göstermesi gerçekten umulabilirdi. Fakat onun ateş hatlarında dolaşırken de küllenmeyen aşkı bir yandan sabırsızlık doğursa bile öbür yandan ruhuna tahammül aşılıyordu. Çünkü kaleyi düşürmekle kudret ve şöhret bakımından Fatih Sultan Mehmet’i geçeceğine, Hürrem’in de kalbine hâkim olacağına kanaat besliyordu. Kaleyi düşürmek için ise densizlik, titizlik ve terslik değil, tedbir ve tahammül gerekti. O sebeple bazen sert, bazen mülayim davranıyordu. Gönül kıracak taşkınlıklardan uzak kalmaya çalışıyordu.

Yalnız mektup işinde son derece titizdi. Her gün İstanbul’a kâğıt yolluyordu ve her gün kâğıt bekliyordu. Anasının mektubu bir saat gecikse sinir buhranları başlıyor ve işte o vakit vezirlerin, yeniçeri ağasının, topçubaşının vaziyetleri güçleşiyordu.

Şurası muhakkak ki o, marazi denilebilecek bir ısrarla halketmeye muvaffak olduğu “sabit fikir”i artık mantıki muhakemelerle makul bir şekle de sokmuştu. Hürrem’e tasarruf etmek her zaman elindeyken suni bir hicrana katlanması zevke kanıksamış bir kalbin kaprisi sayılabilirdi. Kaprisler, biraz aşermeyi andırır ve ekseriya “gayritabii” olur. Fakat Süleyman, yarı vehmî, yarı suni olan aşkını şimdi mantığa da istinat ettirmek yolunu bulmuştu.

Ona bu imkânı veren Kara Mahmut’un aşkına kendini ve iki çocuğunu feda etmiş olan kadındı. Süleyman, Hekim Salamon gibi, Kançılar Almaral gibi bir casus olduğu için bu kadının da ölümüne ilkin o kadar alaka göstermemişti. Fakat gün geçtikçe telakkisi değişti ve bu macerada “aşkın kahir kudretini” görmeye başlayarak âdeta imrenir oldu. Artık açıkça görülüyordu ki kendisinin de istediği, aradığı aşk, böyle ölümü yerinde nimet saydıracak bir bağlılıktır!

Süleyman suni olarak yaratıp yaşattığı aşkın nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu böylece anladıktan sonra Hürrem’i daha fazla sever olmuştu. Çünkü kendini Kara Mahmut Reis’ten aşağı görmüyordu ve onun bir anayı evlat katili yapacak ve bu katili güle güle ölüme koşturtacak kadar aşkta muvaffak olmasını kıskanıp aynı kudreti Hürrem üzerinde canlandırmak istiyordu. Genç tâcidarın düşünmediği, düşünemediği nokta, kaderdi. Acaba, perdeler arkasında boyuna hadiseler işleyen o gizli kuvvet, Osmanlı imparatorunun hayatına neler takdir ediyordu? Süleyman, bu ciheti hiç düşünmüyor ve Hürrem’e, her çılgınlığı kabul ettirecek bir aşk telkin edebilmek hülyasıyla nefsini her çılgınlığı kabule müsait bir vaziyete sokuyordu.

Bununla beraber yerinde kalbini kapamayı, gözünü açmayı, harp ve devlet işleriyle samimi surette alakalanmayı ihmal etmiyordu. O korkunç savaşlar, o cehennemi top ateşleri arasında bir gün bile divan kurdurmamazlık yapmamıştı. Sabah namazı kılınır kılınmaz divan, kendi gözü önünde, kurulur, imparatorluğun dört yanından gelen kâğıtlar okunur, mühim davalar görülür ve yığın yığın emirler verilirdi. Bu toplantıların birinde rüşvetçiliklerinden şikâyet olunan yirmi beş kadıyı birden azletmiş ve Piri Paşa’ya bu mürtekip adamları Kara Kadı gibi astırmadığının sebebini şu sözlerle izah etmişti:

“Dedem Yıldırım merhum, bütün kadıları yakmak isteyince mahkemeler için kâfiristandan papaz getirilmek lazım geleceği kendisine anlatılarak emri geri aldırılmıştı. Bana da böyle bir mülahaza sunmanızı istemedim, heriflerin ekmeklerini ellerinden alıp canlarını bağışladım.”

Süleyman, harp sırasında tenezzühten de geri kalmıyordu. Sık sık Saint Eremo bahçesine gidiyor, Hasodabaşı İbrahim’e orada saz çaldırıyordu. Cem Sultan’ın adını taşıyan mesireyi de birçok defa ziyaret etmiş ve onun Rodos’ta bulunan oğlunu yakalarsa bu bahçeye gömdürmeyi tasarlamıştı. Aynı zamanda bayındırlık işleriyle meşgul oluyordu. Şövalyeler, eski Rodos köyünü -taş taş üstünde kalmamacasına- yıkmışlardı. Süleyman bu harabeden Türk zevkini temsil edecek bir mamure çıkarılmasını istedi ve Defterdar Abdüsselam’ı memur ederek yapıya başlattı. Türk topları Rodos Kalesi’ni aman bilmez bir hırsla yıkarken Türk mimarları eski Rodos’u yeniden canlandırıyorlardı.

 

Uzun günler işte bu şekilde ve daimî savaşlarla geçip dururken bir yağmur afeti yüz gösterdi, metrislerde değil, çadırlarda bile barınmak imkânsızlaştı. Bütün ordu bu tatsız ıslaklığın uyandırdığı hoşnutsuzlukla homurdanıyordu. Yalnız Süleyman, gökten yağmur değil de katre katre nur yağıyormuş gibi sevinç içindeydi, ruhi bayramlar geçiriyordu. Çünkü anasından son gelen mektubun yanında: “Ayaklarınızı öperim.” kelimeleri vardı ve bunları Hürrem yazmıştı.

Ayağına bir taç kıymeti getiren bu sözler genç hükümdarı gerçekten sevinç delisine çevirmişti. Hürrem’in Türkçeyi okuyup yazacak kadar öğrenmiş olması zaten kendini mesut etmeye kâfiyken onun ilk selamını bir buseyle göndermesi içine enikonu sarhoşluk getirmişti. Hep o kelimeleri tekrar ediyor ve “Ayaklarınızı öperim.” diyen dudakların tadını bulmaya çalışarak boyuna mektubun o parçasını yüzüne, gözüne sürüyordu.

O gece teşrinisaninin sonuydu ve muharrem ayının onuncu günü akşamına tesadüf ediyordu. Orduya, anane mucibince aşure dağıtılmıştı. Şövalyeler de Sent Andre yortusunu kutlulamaya hazırlanıyorlardı, kilise çanlarını boyuna haykırtıyorlardı. Süleyman, fasılasız düşen yağmurda, kendi saadetini gülsuyuyla yıkayan ananevi bir alaka, çanların sesinde yine kendini, bilerek veya bilmeyerek, çağıran bir davet nidası sezdi. Hürrem’in selamını bir hamle işareti saydı ve bütün kumandanları otağına çağırarak umumi hücum emrini verdi:

“Artık…” diyordu. “Yeter. Düşmana insaf bu kadar olur. Onlar bizim yavaş davranmamızı galiba kudretsizliğimize veriyorlar. Yarın bu zan giderilmeli, kaleye ne pahasına olursa olsun girilmeli.”

Siyasi hesaplar, idari mülahazalar bu suretle bir yana bırakılıp da orduya dilediği gibi yürümek imkânı verilince tabii olan netice gecikmedi, Türk şahbazları -tarihçi Hoca Sadettin- bütün Frenk müverrihlerince iktibas olunan tabiri vecihle zincirden boşanmış aslanlar gibi ileri atılarak hendekleri aştı, duvarları tırmandı, burçlara yükseldi ve İspanyol, İtalyan, İngiliz şövalyelerinin müdafaa ettiği istihkâm manzumeleri birer birer düşürüldü, kalenin muhtelif yerlerinde Türk bayrağı dalgalandı.

Türk gücünün Rodos semalarına astığı bu bayraklar, o yağmurlu havada -Tanrı’nın bile eşini henüz yaratmadığı- birer kavsi kuzah gibiydi ve şimdi yağmur, Türk gücünün azametini toprağın göğsüne nakşetmek için süzülen tarih satırlarını andırıyordu.

Süleyman, kalenin bağrına el sunulduğunu ve Türk kılıcının hâkim mevzilerde yer alarak şövalyelerin diz çöker vaziyette dövüştüklerini görünce hücumu durdurdu:

“Kale…” dedi. “Bizimdir. İstediğimiz anda içeri girebiliriz. Bu durumda boş yere kan dökmeyelim. Heriflere teslim olmalarını teklif edelim.”

Bu mülahaza yerindeydi. Çünkü bir tepeye teşbih edilmesi mümkün olmayan kalenin aylardan beri eteğinde duran Türk ordusu şimdi zirveye yükselmişti ve şövalyeler ordusu tepenin öbür tarafındaki eteğine sürülmüştü. Etekten zirveye yükselen aslanların aşağı süzülmeleri kısa bir zaman işiydi ve bu süzülüşe hiçbir kuvvet engel olamazdı. Bu vaziyette son bir şefkat hamlesi yapmak Türklüğün uluvvücenabına uygun düşecekti.

Ordu, kendi özündeki insani kemale, medeni olgunluğa pek yakışan tevakkufu memnuniyetle kabul etti ve yeni mevzilerine yerleşerek intizar durumuna geçti. Fakat şövalyeler, şaşkınlıktan doğma bir inatla şehri teslime yanaşmamışlardı ve Cem Sultan’ın oğlu Prens Murat’ı da bir pazarlığa mevzu yapmak için Türk karargâhına yollamamışlardı. Bunun üzerine Süleyman şu ültimatomu gönderdi:

“Üç gün daha beklerim. İrademe uyulup da şehir kapıları orduma açılmazsa Rodos’un insanları değil kedileri de ölüme mahkûmdur.”

Şövalyeler dilediklerini yapmak kudretini taşıyan Türklerin bu korkunç tebliği karşısında bütün ümitlerini kaybetmişlerdi, iliklerine kadar titremeye koyulmuşlardı, lakin diplomasi entrikaları çevirmeye yeltenmekten yine geri kalmıyorlardı. Çünkü papadan yardım bekliyorlardı. Avrupa’nın harekete geçeceğini umuyorlardı. Bu sebeple iki yüzlü davranmak yolu tutuldu, Sultan Süleyman’dan beş on gün daha mühlet istendi ve bu müsaade alınır alınmaz, henüz Türkler tarafından işgal olunmayan yerlerin tahkimine girişildi.

Şövalyeler, Cem Sultan’ın oğlu Murat’ı Rodos Adası’yla değiştirmek istiyorlardı. Hünkârın buna muvafakat etmeyeceğini ve etse bile ordunun adadan çıkmayacağını sezince fikirlerini değiştirmişlerdi, prensin adadan kaçırılması çaresini aramaya koyulmuşlardı. Tahakkuk eder gibi görünen felaketin katileşmesi hâlinde bu prensten istifade edilerek Türklerden intikam almayı tasarlıyorlardı.

Her gün Hürrem’den mektupla bir buse alarak yaman bir vuslat iştiyakına kapılan hünkâr, mühlet devresinin sonunu iple çekiyordu. Şövalyelerin işi yine savsaklamak ve yeniden mühlet almak istediklerini görünce, soğukkanlılığını muhafaza edemedi, haykırdı:

“Söz artık ordunundur. Ben susuyorum, şövalye gidilerle gaziler konuşsun.”

Gaziler, düşmanla konuşmak için zaten küçük bir işaret bekliyorlardı. Hünkârın şu sözüyle o işaret verilmiş oldu ve ordu zafer yoluna atıldı. Şimdi yükseklerden aşağıya doğru bir süzülüş başlamıştı. Evvelce yerden göğe çıkar gibi imkânsızlıklar yene yene kalenin hâkim noktalarına yükselen şahbazlar, bu sefer gökten yere ağıyorlardı. Manzara, bir baş üstünde kümelenmiş bulutların kalbe doğru inişini andıracak biçimdeydi ve kale şeklinde tecessüm eden bu kalp, çarçabuk yıldırımlarla örülüvermiş bulunuyordu.

Ortada artık ne burç, ne hendek vardı. Türkler şehrin kapılarına dayanmışlar ve bu kapıların gerçekten mucizeler halkeden Türk kılıcına dayanmasına imkân yoktu. Üstadıazam, bu durumda -yarım ilah çalımı satan- General Guyot de Marsehac’la kendi alemdarı Hanri Mauselli’ye yalvararak onlardan inhizamı zafere çevirecek besalet harikaları bekliyordu. Türklerin sert bir hamlesi onun yalvarışlarına ve umuşlarına da nihayet verdi, generalle alemdar, başlarında bulundukları fırkalarla beraber bir çukurun içine gömüldü. Rodos artık düşüyordu. Bunu yüksek bir noktadan heyecanla seyreden hünkâr da, sığındığı son siperden ağlaya ağlaya temaşaya dalan üs-tadıazam da anlamıştı. Fakat beklenen hadise, umulan anda vukua gelmedi ve binbir renkli dalgalarla kabara kabara, önüne tesadüf eden her şeyi parçalaya parçalaya yürümekte olan coşkun su, ansızın durdu. Dalgalar yine kabarıktı, lakin yürümüyordu.

Hünkâr, şehre girmek üzere bulunan ordunun birdenbire duraladığını görünce şaşırmıştı, yanı başında yer alıp kendisi gibi hayret içinde kalan Hasodabaşı İbrahim’e telaşla soruyordu:

“Ne oluyor böyle?”

İbrahim’den önce rikâb ağalarından biri cevap verdi:

“Beyaz bayrak çekildi, ordu yürüyemez artık.”

Doğru söylenmişti, şövalyeler taştan, demirden, kazıktan, zincirden yapılmış bütün engelleri silip süpürerek, canlı ve cansız tesadüf ettiği her seddi söküp atarak ilerleyen Türk dilaverlerine karşı konulmayacağını anlar anlamaz yer yer beyaz bayrak çekmişlerdi. Galip ordu, işte bu durumda önüne aşılmaz bir uçurum açılmış gibi hareketten kalmıştı, yerinde sayıyordu.

Yekpare taşlardan yapılma ehramvari duvarların, içi su dolu geniş hendeklerin yürümekten alıkoyamadığı bir orduyu üç beyaz bayrağın hareketsiz bırakması garip görünür. Fakat bu hâlde garabet değil azamet ve haşmetli bir rikkat vardı. Çünkü zaafa, acze ve yalvarışa değer veren insan kuvveti, haki ve fani olmaktan çıkar, semavi ve lahuti bir kıymet alır. Türk ordusu da Rodos kıyılarında yıkıcı, ezici, mahvedici bir coşkun sel olmaktan ansızın uzaklaşmış, her zerresinde medeni olgunluğun ışığı yanan bir ulüvvücenap abidesi hâline geçmişti. Cesur şövalyeler, koca bir bahadırlık tarihi ve bütün Rodos, kendilerini temsil eden, üç beyaz bayrağın gölgesinde diz çökerek bu abidenin eteklerini öpüyordu.

Hünkâr, hiçbir kuvvetin, zaafa, acze ve yalvarışa karşı şefkat gösteren orduyu artık yürütemeyeceğini takdir ettiği için sadrazama bir çavuş yolladı, şövalyelerin teslim olmak hakkındaki ricalarını dinlemesini emretti. Rodos burçlarını yıkan, hendekleri aşan Türk ordusu, şimdi şövalyelerin hayatını tekeffül etmiş oluyordu ve sadrazam, kalelerden gelen murahhaslarla görüşürken o alicenap kefilin haysiyetine hürmet etmeyi borç tanıyordu.

Rodos’a ilk Türk güllesi 8 Temmuz 1522’de düştü, beyaz bayraklar ise 21 Kanunevvel 1522’de çekildi. Demek ki kale tam beş ay Türklere karşı koydu ve Türkleri yordu, bu yüz elli gün içinde Kara Mahmut Reis gibi, Elbasan Alay Beyi Murat gibi her biri bir Rodos değerinde birkaç düzine kahraman Türk şehit olmuştu. Yeniçeri Ağası Bali Bey gibi tek katre kanının değeri yüzlerce şövalye eden yiğitler ağır yaralar almışlardı. Yakılan burçların yanında Türk şehitlerinin mezarları yükseliyordu. Harcanan para hesapsızdı, kantarlarla barut sarf olunmuş ve binlerce gülle heder edilmişti. Şövalyelerden diri kalanlar ve şehir halkından onlara uyanlar bütün bu hesapları ödemeye mahkûm bulunuyorlardı. Fakat düşmanı yenen ordu düşmanı affetmek büyüklüğünü de gösterdi ve Rodos’u müdafaa edenlerin hayatını bağışladı.

Teslim mukavelesini hazırlayan Sadrazam Piri Paşa gibi o mukaveleyi imzalayan padişah da ordunun dileğine boyun eğmek mecburiyetindeydi. Bu sebeple mukavele, mağlupların lehine oldu ve Türk ulüvvücenabı, resmî vesikalarla da tespit edildi. İmza edilen vesikalara göre bütün şövalyelerin -eşyalarıyla beraber- adadan çıkmaları için Türkler tarafından gemiler tedarik olunacaktı. Adada kalacak Rum ve Latinlerin şahıslarına, mallarına, mülklerine ve mezheplerine hürmet edilecekti. Herhangi bir korkuya mahal verilmemek için ordunun eşiğinde bulunduğu şehir kapılarından bir mil geri çekilmesi de ayrı bir maddeyle taahhüt edilmişti.

Hünkâr, ada murahhaslarıyla müzakere sırasında Cem Sultanzadeden bahis olunmamasını sadrazama emretmişti. Adadan yalnız şövalyelerin çıkmasına rıza gösterdiği için prensin nasıl olsa elegeçeceğini tahmin ediyordu. Şövalyelerse onun adını ağza almaktan tamamıyla çekinmişlerdi. Çünkü hünkârın, amcasının oğlunu bağışlamayacağını biliyorlardı ve şehzadeyi gizlice kaçırmaya hazırlanıyorlardı.

Ordu, siyasi konuşmalarla, senetleşmelerle alakalanmıyordu. Fakat Rodos’ta esir hayatı yaşayan binden fazla Türk’ün hürriyete kavuşabilmeleri için şövalyelerin selamete ermelerinin şart koşulduğunu duyunca bu alakasızlık heyecana münkalip oldu, müthiş bir feveran yüz gösterdi. Yiğit askerler, merhamet edip de canlarını bağışladıkları mağlup şövalyelerin, mazlum Türk esirlerini beş on gün daha zincirde inletmek gibi gerçekten çirkin bir hareketi ihtiyar etmekten çekinmediklerini görmekle son derece müteessir olmuşlardı.

Şehbazların yerden göğe kadar hakları vardı. Çünkü Rodos’u almak emeli oradaki Türk esirlerini kurtarmak kaygısından doğduğu gibi bu uğurda aralarında binlerce kurban vermişlerdi. Yeryüzünde ancak hür olarak yaşamaya alışkın olan Türklerin ırktaşlarından hatta bir tekini esir durumunda görmeye tahammül etmelerine imkân yoktu. Ordu işte bu imkânsızlığın kudretli bir timsali hâlinde Rodos’a gelmiş, burçlar devirmiş, hendekler aşmış ve halaskârlarını bekleyen ırktaşlarına kurtuluş müjdesini muhteşem bir zaferin kucağına sarıp sunmuştu. Bu hâle rağmen mağlupların şöyle hoyrat bir vaziyet almaları elbette infial uyandıracaktı.

Başta yeniçerilerle sipahiler olmak üzere bütün ordu, mağlup düşmana gösterdikleri şefkati yine muhafaza etmekle beraber, esir Türkleri hemen hürriyetlerine kavuşturmak için harekete geçmiş, şehre doğru yürümüştü. Hepsi silahsızdı ve bu hâlleriyle mağlup düşmanı17 ezmek için değil, millî bir borcu yerine getirmek için hareket ettiklerini göstermek istiyorlardı. Lakin şövalyeler, bu silahsız yürüyüşten de telaşa düştüklerinden bütün şehir kapılarını kapamışlar ve ellerinde bulundurdukları esirleri de -ayaklanmalarına meydan vermemek için- Aziz Yahya Kilisesi’ne doldurmuşlardı.

Silahsız askerin şehir kapılarını kırmaları beş on dakikalık bir iş oldu ve ırktaşlarına hürriyet getiren dilaverlerle bu hürriyeti sarsılmaz bir imanla bekleyen esirlerin kavuşması Tanrı’yı da sevinçten ağlatacak bir manzara teşkil etti. Kurtaranlarla kurtulanlar boyuna kucaklaşıyorlardı. O sırada bir sipahi, Türk’ün hiçbir yerde esir kalmayacağını bir kere daha ispat eden bu tarihî sahnenin heyecanını şehir dışına da aksettirmek istedi. Aziz Yahya Kilisesi’nin çan kulesine çıktı, gür sesle ezan okudu. Bir yeniçeri de Sen Nikola Kulesi mazgallarında bulduğu davulu çalarak manzaraya şen bir ses daha kattı ve o ezanı tarihin kulağına haykırmış oldu.

 

O gün Noel’in sabahıydı. Papa Ardiyen, Sen Piyer Kilisesi’nde kutsi dualar okuyordu. Pencere kenarından ansızın bir taş düştü. Yuvarlana yuvarlana papanın ayağı altına geldi. Kardinaller ve kilisede bulunanlar hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yazısız bir mektuba benzeyen taşa bakıyorlardı. Papa, acı acı gülümsedi:

“Evlatlarım…” dedi. “Kilisenin istinat noktalarından biri bugün düşmüş olacak. Bu taş, o sukutu haber veriyor.”

Ve sonra ellerini yüzüne kapayarak ilave etti:

“Rodos için kana kana ağlayalım!“

Şövalyeler, çektikleri korkunun yersiz olduğunu anlamışlardı. Çünkü şehre, ellerinde sade birer değnek olduğu hâlde giren askerler, kimsenin burnunu kanatmamışlardı. Bu da gayet tabiiydi. Türk, kendi dileğiyle verdiği sözden dönmez. Askerler de, evvelce bağışladıkları ve hünkâra da bağışlattıkları canları incitmeyi hatırlarına bile getirmemişlerdi. Emelleri, esir Türkleri kurtarmaktı. Bu emele erince sevinmişler ve ezanlı, davullu bir nümayişten sonra geri dönmüşlerdi.

Bununla beraber, hünkâr üstadıazamın büyük korkular geçirdiğini düşünerek ona tesliyet ve emniyet vermek istedi, kendisini huzuruna davet etti. Haçı kılıca eş yapmış, dini silah kuvvetiyle yaşatmayı ülkü edinmiş bir tarikatın reisi olan üstadıazam, kendi karakterine göre kıyas yürüterek korktuğundan mı, yoksa şaşkınlığından mı, bilinmez, bu davete icabetten çekinmişti. Fakat şehri değnekle işgal edip de bırakan ordunun ne kendisine, ne başkasına eza etmediğini düşünerek akıllı davranmak yolunu tuttu, Türk ordugâhına gitti.

Hünkâr, divana riyaset ediyordu, memleket işleriyle meşgul oluyordu. Büyük otağın kapısı önünde on beş gemici, zincirler içinde titreşip duruyordu. Bunlar Rodos halkından birkaç kişiydi, Anadolu yakasına geçmeye teşebbüs eden bedbahtlardı. Üstadıazam, uzun müddet onların yanında kaldı, divanın dağılmasını bekledi. Fasılasız dökülen yağmura rağmen o, içine düştüğü sahneyi hayran hayran tetkik ediyordu. Kapıcılar, çavuşlar, divana girmek nöbeti bekleyen beyler, paşalar hep yağmur altındaydı. Fakat kimse, yüzünü ekşitmiyordu, açık havada bulunuyorlarmış gibi sakin görünüyorlardı. Yağmur, ehramlar üstüne düşen jaleler gibi bu demir vücutlu Türkler üzerinde hiçbir ıslaklık vücuda getiremiyor gibiydi. Üstadıazam bu hâle ve her Türk’ün endamında beliren azamete, celale karşı derin bir imrenti seziyor ve bu imrenişin hararetiyle kış yağmurunun soğuk temasını duymaz oluyordu.

O sırada divanda heyecanlı bir münakaşa geçiyordu. Vezirlerden bir kısmı suçlu gemicilerin üçer yüz değnek vurulmak suretiyle cezalandırılmasını, bir kısmı da küreğe konulmalarını istiyorlardı. Hünkâr, iki tarafın da fikrini anladıktan sonra kaşlarını çattı:

“Onları…” dedi. “Kendi kadırgalarının serenlerine asmalı!”

Sadrazam Piri Paşa, sıkıla sıkıla mülahazasını ortaya attı:

“Tanrı’nın merhameti gazabından yüksektir. Efendimin de şefkati hiddetinden galip olmalıdır. Bu bedbahtlar gerçi ağır suç işlemişlerdi. Fakat bizi beş ay burada alıkoyan, binlerce askerimizi şehit eden düşmanın hayatını bağışladınız. Bunların da kuşça canlarına kıymayın.”

Hünkâr, sert bir işaret yaptı:

“Lala…” dedi. “Yanlış düşünüyorsun. Acze düşen düşman affolunur. Lakin bizi acze düşürmek isteyen dost affolunmaz, olunamaz. Bu gemiciler, adadan adam kaçırıyorlardı. Henüz zapt olunan bir yerden adam kaçırmak kazanılmış zaferi küçültmeye çalışmak demektir. Asılmalı hainler!”

Süleyman’ın bu ağır hükmü niçin verdiğini divanda oturanların hepsi seziyordu. O, adadan adam kaçırmak yolunun kapanmaması hâlinde amcası oğlunun da bir yol bulup savuşacağını düşündüğünden sert davranıyordu. Bununla beraber istinat ettiği mantık da yerindeydi. Henüz düşman vaziyetinde bulunanlara el uzatılmak ve onları Anadolu’ya kaçırmak gerçekten müsamaha olunur cürümlerden değildi. Piri Paşa, bir söyleyip de iki dinlemişti, yersiz bir mülahaza yürüttüğünü de anlayarak sıkılmıştı. Hünkâr:

“Düşünüp durma lala.” dedi. “Mahkûmları gidert, kapıda bekleyenleri de yanıma getirt.”

Üstadıazam, on beş gemicinin ölüm hükmünü nasıl bir sükûnetle kabul ettiklerine de şahit oldu. Onlara: “Öleceksiniz!” diyen ağız kadar bu emri dinleyen kulaklar da titremek bilmiyorlardı. Bu, hâkimin kendini adil bulduğu kadar mahkûmun da nefsini haksız ve suçlu gördüğünü gösteriyordu.

Üstadıazam, kılıç vuruşları, kale dervişleri gibi giyinişleri, bakışları ve konuşmaları da ayrı ayrı birer azamet numunesi olan Türklerle nasıl olup da boy ölçüşmeye yeltendiğini kendi kendine soruyor ve yaptığı işi rüyada geçmiş sanarak için için hayret geçiriyordu. İşte o sırada Piri Paşa’nın sesi onunla ilgilendi ve emrin verildiği duyuldu:

“Rodos beyi el öpecektir. Sırtına kaftan geçirin.”

Bizim tarihçilerin hilat, Frenk müverrihlerinin manteau d’honneur dedikleri yakası sırmalı üstlük üstadıazamın omzuna atılırken saray memuru yapılacak rasimeyi de ihtar etti:

“Yakasını öp, sonra sırtına geçir!”

Üstadıazam, dudaklarına temas eden kumaşta galip hükümdarın ayaklarını sezdi ve titredi. Kendisine hilati değil hünkârın ayağını öptürdüklerini anlıyor ve bu zarif tahakkümde bütün ikbalin yerlere atıldığını görüyordu. Bu ruhi görüşün uyandırdığı sersemlik geçmeden iki çavuş kollarına girmişlerdi. Onu otağa sokuyorlardı. Mağlup kumandan ancak şimdi şuurunu toplayabilmişti ve kendini yenen, temsil ettiği tarikatı da tarih avaresi hâline koyan adamı bütün idrak kabiliyetiyle temaşaya çalışıyordu. Fakat galibine dikilen gözlerini o yükseklikte tutamadı, çarçabuk yere eğdi. Çünkü hünkâr kendisine güzide bir yeniçeri, seçkin bir sipahi kadar heybetli görünmüştü. Bu heybet, galibin seferber bir Türk neferi gibi giyinmesinden ileri geliyordu.

O dakikada Süleyman da heyecanlı bir dikkat içindeydi. Türk gücünün mucizevi hamlelerine beş ay karşı durabilen şu adamda iltifata layık bir kıymet arıyor ve nafiz gözlerini kırpmadan mağlup şövalyeyi uzun uzun süzüyordu. Bu araştırmanın sonu acımak oldu. Çünkü onda bir Türk’ü imrendirecek herhangi bir kıymet şemmesi değil, yıkılmış bir kalenin hazin harabesini görmüştü. Bu sebeple hürmetten ziyade rikkat gösterdi:

“Geçmiş olsun.” dedi. “Ağır bir felakete uğradınız. Fakat üzülmeyin, mütehammil olun. Mülkler elden ele gidegelmiştir. Hiçbir mülk, hiçbir hükümdara baki değildir. Hakiki mülk sahibi Tanrı’dır. Bizler birer bekçi durumundayız. Siz, bekçiliğini yaptığınız şu mülkü bana devrettiniz, gidiyorsunuz. Yarın aynı akıbete benim de uğramayacağımı kim temin eder? İşte bunu düşünüp üzüntüden kurtulmaya çalışın.”

Üstadıazam, birkaç teşekkür kelimesi mırıldanırken hünkâr -gerçekten şefkatli bir sesle- sordu:

“Benden bir dileğiniz varsa söyleyin. Mümkün olan her yardımı yapmak, sizi memnun etmek isterim.”

L’isle Adam boynunu büktü:

“Hayatımızın bağışlanmasını dilerim.”

“Ordu zaten bu lütfü yaptı. Size kıymadı ve kıydırtmadı.”

“Teşekkür ederim, başka bir dileğim yok.”

“Öyleyse sarayına dön, yolculuğa hazırlan. Bir kılına ziyan, tek malına zarar gelmeden istediğin yere gideceksin.”

Hünkâr, az kaldı, dayanamayıp soracaktı, amcasının oğlunun nerede olduğunu ona söyletmek isteyecekti. Fakat kendini topladı, dudaklarına kadar gelen bu soruyu dişleri arasında çiğnedi. Bununla beraber bütün adayı sıkı bir ablukaya aldırmaktan geri kalmadı. Cem Sultan’ın oğlunu kuş olsa uçurtmayacaktı. Biricik düşüncesi artık onu yakalamaktan ibaretti. Hürrem’in latif, zarif ve cazip hayalini bile bu emele feda ediyordu, ara sıra gözünden uzaklaştırıyordu.

Üstadıazam da ayak sürüyor gibi bir vaziyetteydi. Bir türlü hazırlığını tamamlamıyordu, yola çıkmıyordu. Hünkâr, onu sezdirmeden zorlamak için şehre kadar gitmekten çekinmedi ve kendisi at üstünde olduğu hâlde şövalyeler evi önünde tembel yolcuyla görüşerek gemilerin hazır bulunduğunu müjdeledi.

L’isle Adam’ın bu vaziyetten ve bu müjdeden sonra ayak sürümesine imkân kalmamıştı. O da vaziyetin nezaketini kavradı, pılıyı pırtıyı topladı, 1523 yılının birinci gününü hareket tarihi olarak tespit edip padişaha bildirdi ve o gün dört altın vazodan ibaret olan hediyesiyle birlikte hünkâr otağına geldi, el öpüp vedalaştı.

16Hammer, Rodos muharebelerinde bizzat hazır bulunan Mühendis Constanus’un eserinden iktibasla bu vakıayı yazarsa da Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesini kaybetmekten müteessir olan çocuklarına ve nefsine kıydığını söyler.
17Bu hadiseyi Spandoçino adlı İtalyan tarihçi yazar Hammer da, Türk ordusunun silahsız olarak şehre girişini yağmacılığa atfederek ulvi kıymetinden tecrit etmeye yeltenir. Yağmaya silahsız mı gidilir?