Cengiz Han

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

3
NAYMANLAR DİYARINDA!

Naymanlar, Türk uluslarının en büyüklerindendi. “Başbaluk”un üst yanları Altay’ın mukaddes bağları ve şimdi Contuçak denilen İmil ve “İli” de onlarındı. Bir yanları Başbaluk’a dayandığı gibi bir yandan da Türk yurdunun Müslüman kısmına, Maveraünnehir’e komşu bulunuyorlardı. Yüz yüz elli seneden beri Hristiyan dinine girmişlerdi, nereden geldikleri belirsiz papazları aralarına kabul ederek kamanları, odakanları yurtlarından çıkarmışlardı.8 Hikâyemizin cereyan ettiği günlerde Naymanların başında Kayang Han adlı bir hükümdar vardı. Fakat kuvvet ve nüfuz, oğlu Köşlük’ün elinde idi. Kayang Han ihtiyarlığını ileri sürerek otağına kapanmıştı, Meryem Ana’yı anarak son günlerini ibadetle geçiriyordu.

Onun böyle bir köşeye çekilip ulus işlerini oğluna bırakması hiç de dindarlıktan değildi, gene kendi oğlunun kurduğu bir düzendendi. Bu düzen hem korkunçtu hem gülünçtü. Aynı zamanda esrarlı bir şeydi. Naymanlar arasında söylendiğine göre komşu hanlardan biri bir savaşla bozulmuş ve Kayang Han’a sığınmak için savaş yerini bırakıp savuşmuştu. Köşlük yolda bu kaçak adamla karşılaştı. Vaktiyle aralarında bir at yüzünden küçük bir kavga çıkmıştı, yüreğinde ona kin vardı, bu karşılaşmayı fırsat sayıp onunla hesaplaşmak istedi. Bir taraftan da şu kaçak adamın babasını kandırıp lüzumsuz bir savaşa sebebiyet verebileceğini düşünerek bu ihtimalin de önüne geçmeyi muvafık buluyordu. Zaten onunla Nayman toprağı dışında karşılaşmıştı. Kendisi henüz babasının sığıntısı sayılamazdı.

İşte genç Köşlük böyle düşündü ve kaçak asilzadeyi tahkir ederek, bir mübarezeye vesile yarattı, herifçeğizi alt etti, kafasını kesti, babasına götürdü. İhtiyar Kayang, bu hediyeyi beğenmedi, oğlunu azarladı, kesik başı da gümüşe kaplatıp tahtının üzerine koydu. Bir gün bu baş, ihtiyar Kayang’a dilini çıkardı, homurdandı. İhtiyar hükümdar olur olmaz şeylerden korkmazdı. Fakat kuru bir kelleden dil ve ses çıktığını görünce ürktü, hele o acayip şeyin üç defa tekerrür etmesi üzerine içine büyük bir korku yayıldı, bu hadisede manevi bir işaret gördü, tahtını oğlu Köşlük’e bırakıp beylikten çekildi.

Naymanlar bu kelle hadisesini Kayang Han gibi, Allah’la alakalı buluyorlardı. Yalnız saray papazı bıyık altından gülerek bu umumi itikatla eğleniyordu. Çünkü kelleyi dillendiren kendisi idi, Köşlük’le el birliği yapıp bu hokkabazlığı becermişlerdi. Hanzade, Hristiyanlığı komşu oruklara silah kuvvetiyle yaymayı taahhüt etmişti, papaz efendi de kelleyi dile getirmek ustalığını göstermişti.

Fakat Kayang Han’ın beylik işlerinden el çekmesini müteakip Köşlük’le papazın arası açılıvermişti. Köşlük’ün karısı Güncü, Nayman kraliçesi olur olmaz kocasını İsa’dan ve Meryem’den vazgeçirip Buda mezhebine girmeye teşvik etmeye başlamıştı. Bu teşvik, kuvvetli bir zorlayıştan farksızdı ve Köşlük’ün mukavemet kudretinin çok fevkinde idi. Çünkü eşsiz bir güzelin gözüyle ve diliyle yapılıyordu!

Evet, Güncü Hanım Altay mıntıkasının güzellik kraliçesi idi. Ne Çin dilberlerine benzerdi ne Hitay perilerine. Bütün o diyar erkeklerinden boyca yüksekti. Dişi ve erkek herkes onun önünde miniminileşirler ve Güncü, her kalabalığın arasında “kutlu dağ” gibi yüksek görünürdü. Bu boy akıllara durgunluk verecek kadar mütenasipti, bakanların gözünü kamaştırırdı. Güncü’nün yalnız boyu güzel değildi. Saçları, yürekleri allak bullak eden bir ipek ağa benziyordu. Her telinde altın bir ok kuvveti uzanıyordu ve bu saçlar, güzel kadının topuğunu öpüp duruyordu. Gözleri kara idi. Fakat bu karanlıkta en parlak ışıkları utandıran bir nur, bir pırıltı, bir ziya vardı. Burnu, bütün kadınları imrendiren bir güzellik taşıyordu. Dudakları, en ihtiyarların ağzında bir iştiyak sıtması yaratacak kadar güzeldi. Dişlerinde Hint incilerini renksizleştiren bambaşka bir renk sıralanıyordu.

Bütün o diyar, -Karluklar, Tonguzlar, Kırgızlar ve hatta Garbi Türkistan’daki uluslar ve oruklar- arasında Güncü’nün güzelliği ünlenmişti. Türk eli onun ününe kapıldıktan sonra artık Güneş Hanım, Çolpu Hanım, öksüz kız masallarını dile almaz olmuştu, her ağızda Güncü’nün adı dolaşıyordu.

Herkes Güncü’nün güzelliğini söyleyip duruyordu. Bizzat, kocası da onun endamına hayrandı, saçlarındaki ihtişama tutkundu, gözlerinin nuruna vurgundu. Başkaları gibi o da Güncü’nün içyüzünü görmüyordu, göremiyordu. Hâlbuki bu perilerden güzel kadın, çok haris bir mahluktu. Kurt postundan mantoya, çam ağacından yapılma yaldızsız bir tahta, insan sesinden ziyade koyun melemesiyle uğuldayan küçük bir ülkenin kraliçeliğine kanaat edecek takımından değildi. Onun ruhunda Mete’yi buyruğuna ram eden “Yen-Şi” Hatunların ihtirası yanıyordu ve kendi zevcinin de bir Mete olmasını istiyordu.

Güncü, han kızı idi. Uygur hocalardan ders almıştı ve hayli şey öğrenmişti. Çin, nerededir? Maçin, hangi taraftadır? Hint ellerine hangi yoldan gidilir? Bunları pek güzel bildiği gibi Çin imparatoriçelerinin kara çadırlarda ve ak keçeler üstünde oturmadıklarını da bilirdi. Yüksek kadın onun düşünüşüne göre, som altından taht üzerinde yaşayan bahtiyar mahluktu. Yüz binlerce insan, işte o tahtın önünde ve o kadının ayakları dibinde yerlere kapanacak, can ve yürekten köleliklerini haykıracaktı.

Hâlbuki Naymanlarda -bütün Türk uluslarında olduğu gibi- etek öpen ağız, topuk yalayan dudak yoktu. Türkler, hanların ve han hatunlarının önünde sadece ulcaşıyorlardı, kendi babalarına ve analarına yaptıklarından fazla bir saygı göstermiyorlardı. Güncü Hanım, bu saygısızlıktan da için için müteessirdi. Naymanları ve bütün ulusları kendi önünde diz çöker görmek istiyordu. Bunun için ise her şeyden evvel bir Mete bulmak lazımdı!..

Kocası filhakika cesurdu, yiğitti. Fakat bir Mete olmaktan, hatta Meteliği düşünmekten çok uzaktı. Salt Naymanları idare ile uğraşırdı. Engin hülyaları olmadığı gibi heyecanlı rüyalar da görmezdi. Giydiği posta kaniydi, yediği at pastırmasıyla doyuyordu.

Bunu, bu miskin kanaati yana yana sezen Güncü Hanım, bir aralık ümidini analığa bağlamıştı. Bir erkek çocuk doğurmak ve o çocuğu bir Mete olarak yetiştirmek!.. İşte onun ümidi bu idi. Lakin baht, yıllar geçtiği hâlde ona analık zevkini de tattırmıyordu. Mete’nin karısı olamayan Güncü, Mete’nin anası da olamıyordu.

Bu talihsizlik onu günlerce ve günlerce ağlatmıştı. Çok defalar loş köşelere çekilir, Kırkkızlar masalını, Çinli hiyaları ve bunlara benzer masalları imrene imrene düşünürdü. Bu masallara ve onun inanışına göre yeryüzünde yılda bir defa, aşk gecesi yaratılıyordu. Bu aşk gecesinde kadın her neye dokunsa gebe kalırdı. Fakat 360 gecenin içinde o geceyi bulup feyzinden istifade etmek müşküldü ve bütün yıl, geceleri uykusuz geçirmek de imkânsızdı.

Günler işte böyle tatsız geçerken Güncü’nün kaynatası iş başından çekildi, kocası hanlık postuna oturdu. Fakat bu değişiklik Naymanların hayatında bir yenilik yaratmadı. Gene kulaklarda çınlayan koyun melemesi, kısrak kişnemesi, deve böğürmesi idi. Gene yulaf unundan bulamaç yahut kuru et yeniyordu ve sade kımız içiliyordu. Yeni hükümdar bu değişikliğin şerefine güzel karısına bir gerdanlık bile vermemişti. O güzel gerdan, yarım ay gibi gene çıplaktı.

Güncü postuna sarılıp yaşayan kocasını biraz canlandırmak için ilk mevzu olarak din meselesini seçti ve onu, Naymanların bir türlü ısınamadıkları Hristiyanlık aleyhine teşvik etmeye başladı. Bundan sonra maksadı Budistliği o kabileye yeni baştan kabul ettirmek ve Çinlilerle din birliği kurmaktı. O, uzak bir hülya da olsa bir gün Çin ülkesine akın edileceğini, orada bir şey kazanılacağını umuyordu, bu kuruntu sebebiyle de şimdiden Çinlilerle Naymanların dindaş olmasını istiyordu.

Köşlük Han kendisiyle el birliği yaparak babasına oyun oynayan papazdan kurtulmak için karısının bu fikrini beğendi, Meryem’in ve İsa’nın resimleriyle beraber bütün papazları Nayman toprağından çıkarttı. Fakat bu hareket beş on çadırda olsun, galeyan uyandırabileceği için ulus halkını oyalamayı da ihmal etmedi, komşu bir iki kabile ile anlaşarak Moğollar aleyhine harp açtı. Çünkü Moğollar, son günlerde dikkate değer faaliyetler gösteriyorlardı. Dört tarafa baskınlar yapıyorlardı.

Kocasıyla beraber savaşa giden Güncü, Moğollarla müttefiklerinin ne yaman çarpıştıklarını görmüş ve kendi hülyasını ancak bu yiğitlerin tahakkuk ettirebileceğini için için düşünmüştü. Hatta gök gürlemesinden ürküp suya giren Moğolların bu münasebetsizliği yüzünden Temuçin ordusunun bozulması üzerine kocası sevine sevine yanına gelip de “Güncü! Yendik, savaşı kazandık!” diye bağırınca onun boynuna sarılmamış, put gibi sessiz ve hareketsiz kalmıştı. Köşlük Han ummadığı bu kayıtsızlığa karşı titizlenerek sormuştu:

“Ne o Güncü, somurtmuşsun. Yoksa yanlış bir iş mi yaptık? Yavları9 yenmek gücüne mi gitti, biz mi yenilmeliydik?”

Güzel kadın bu sitemli sözlere cevap olarak bulutla örtülü gökyüzünü göstermişti ve şu sözü söylemişti:

“Onları yenen şu bulutlardır. Gök gürlemeseydi, sen böyle övünemezdin. Beni dinlersen sus: Yenen övünsün!..”

 

O günden beri Köşlük’le karısı dargındı, hele Temuçin’in üç beş kişi ile koca bir ordunun arasından fırlayıp çıkmasını Güncü Hanım, kendi kazandıkları zaferden daha üstün bulduğu ve bu hükmünü de söylemekten çekinmediği için araları büsbütün açılmıştı.

İşte bu sıradadır ki Yilon Buldok’tan bir heyet çıkageldi. Moğollar beyi Temuçin’den selamlar, senalar ve hediyeler getiren bu heyet, dokuz kişiden ibaretti. Köşlük Han’a dokuz at, dokuz çadır, dokuz kılıç hediye getirmişti. Naymanlarla Moğolların sulh yapmalarını teklif ediyordu.

Son yıllarda Türk ulusları arasına anlaşılmaz bir heyecan aşılayan Moğol beyinin, Altaysu savaşından dolayı öç almayı düşünecek yerde böyle barış teklif etmesi Köşlük Han’ın hoşuna gitti. Fakat Merkitlerle, Oyratlarla da aynı zamanda sulh yapılması lazım geleceğini ileri sürdü.

Temuçin’in adamlarıyla Köşlük arasındaki müzakere ve münakaşayı, hükümdar sıfatıyla, Güncü Hanım da dinliyordu. Her iki taraf resmî ağız kullandıkları için muhavere,10 güzel kadına haz verecek mahiyette değildi. Fakat Köşlük’ün kendi fikrinde ısrar etmesi üzerine heyet reisinin söylediği bir söz, Güncü’yü tepeden tırnağa kadar titretti ve yüzünü kıpkırmızı yaptı. Moğol diplomatı şöyle demişti:

“Oyratlarla da seni kırmamak için barışırız. Lakin Merkitlerle asla! Çünkü onlar, bizim beyimizin eşini çaldılar, yurtlarına götürdüler. Şimdi biz de yüreğimizdeki yaranın eşini onların yüreğine açacağız. Başka türlü yapamayız.”

Ve sonra, Güncü Hanım’ın güzel gözlerine gözünü dikerek ilave etmişti:

“Eğer Merkitlerin han karısını veya kızını kaçırırsak onlar övünsünler. Çünkü biz Temuçin’in bir gün altın hakana da üst geleceğine inanıyoruz. O gün, kaçırdığımız kadınların da kızların da ayağını Çin hanları öpecek. Merkitler bunu düşünsünler de alacağımız öçten huylanmasınlar!..”

Köşlük Han, kendi teklifini reddetmekle kalmayarak müttefiklerinin namus evine el atacaklarını da söylemekten çekinmeyen Moğol heyetine fena hâlde kızdı. Hele onların başı olan diplomatın Temuçin için söylediği sözlerden büsbütün sinirlendi:

“Öyle ise…” dedi. “biz de sizinle yav kalalım. Çin hakanını beyinizin alt ettiği gün belki yavlıktan çıkarız; eşiğinize yüz sürüp yalvarırız, barışıklık isteriz. Şimdilik siz bildiğinizi işleyin. Biz, bildiğimizi işleyelim.”

Köşlük Han, Temuçin’in hediyelerini de geri gönderecekti. Güncü Hatun söze karıştı:

“Ulu han!” dedi. “Biraz geniş yürekli ol. Dün ünlü kılıcınla sırtına dizi dizi yara açtığın arık Moğolları kendinle bir tutma. Sen bir dağsın, Temuçin kiçik (küçük) bir kaya. Olsa olsa senin eteğine sığınabilir, tepene çıkamaz.”

Ve sonra ilave etti:

“İznin olursa yarın bu elçilerle bir de ben görüşüp konuşayım. Bizim Nayman yurdunun havasında, suyunda civilerin nefesi vardır. Elçiler hele dinlensinler, ciğerlerine yurdumuzun havası dolsun, kursaklarına suyumuz girsin. Göreceksin ki akılları başlarına gelir, dilleri değişir.”

Günlerden beri kendisine sırt çeviren, somurtan ve dargın duran güzel karısının bu sözleri, Köşlük Han’ın yüreğine sevinç, sinirlerine sükûnet getirdi. Eğer Güncü, Naymanlarla Moğolların o dakikada ittifak etmesini ve dünkü müttefiklere harp açılmasını isteseydi, Köşlük Han onun güzel yüzü suyu hürmetine hemen “Peki!” diyecekti. Hâlbuki karısı böyle ağır bir iş istemiyordu. Sadece elçileri kovmayıp alıkoymasını ve ertesi gün onlarla kendisinin görüşmesine izin verilmesini istiyordu.

Köşlük Han, güzel Güncü ile artık barışmış olmak şerefine tereddüt göstermedi:

“Yahşi!” dedi. “Elçileri hatırın için kovmuyorum, burada kalıp bir kere de seninle görüşmelerini kabul ediyorum. Fakat onlar da benim kim olduğumu unutmasınlar, başlarından büyük söz söylemesinler!”

Heyetin reisi, kısaca eğildi ve sordu:

“Beyimiz ulu Temuçin’in armağanları ne olacak?”

Köşlük Han’dan evvel Güncü cevap verdi:

“Naymanlar Hanı Büyük Köşlük bu armağanları, sizi ve beyinizi sevindirmek için alıyor. Atları ahıra, kılıçları çadır uşaklarınıza verin.”

Elçiler, gene eğildiler, Köşlük’le karısının yanından çıktılar. Yanlarına han tarafından bir adam katılmıştı. Bu, kendilerini güzel bir çadıra yerleştirdi. Av etlerinden ibaret yemekleriyle kımızlarının gönderileceğini söyleyerek ayrıldı. Aynı zamanda Temuçin’in hediyesi olan dokuz at da dokuz seyisle beraber Köşlük Han’ın ahırlarına götürüldü.

O devrin âdetine göre bir beyden bir beye böyle at yollandığı vakit at adedince seyis de gönderilirdi. Hediyeyi yollayan bey, bu seyisleri yanındaki tutsaklardan seçerdi. Şu hâle nazaran Temuçin’in yolladığı at uşakları da Türk yurdu dışındaki yerlerden birer suretle yakalanmış adamlar olacaktı ve hakikaten de öyle görünüyorlardı. Atları bambaşka dillerle çağırıyorlardı.

Bambaşka diller diyoruz. Çünkü dokuz uşağın hepsi ayrı bir dille konuşuyordu ve birbirleriyle anlaşamadıkları gibi Naymanlı seyislerle de hiç anlaşamıyorlardı. Yalnız, saçsız, bıyıksız ve gözü ağrılıklı biri, hepsine tercümanlık ediyordu. Sekiz ayrı dili kendi aralarında anlaşılır bir hâle koyuyordu.

Bu, Naymanlar merkezinde çarçabuk işitilen bir garibe oldu. Kadın erkek, çoluk çocuk, Köşlük Han’ın ahırları önüne doldu. Bir temaşadır başladı. Herkes dilleri ayrı ve işleri bir olan at uşaklarını konuşturmak için vesile bulmaya çalışıyordu. Onlar sunulan ekmekleri, mendilleri, çeşit çeşit yemişleri hırs ile kapışırken anlaşılmaz ve birbirine benzemez sözler söyleyip Naymanlıları güldürüyorlardı.

Fakat tercüman o sekiz ayrı dili konuşup da sekiz at uşağının birbiriyle anlaşmasını temin eden adam, seyircilere gülünç değil, büyük görünüyordu. İşte onun anlatışıyladır ki ahırlar önüne toplanan halk, bu seyislerden kiminin Çin’den, kiminin Tibet’ten, kiminin Bozkır üstlerinden, kiminin Hazar Denizi boylarından gelme olduğunu anlamışlardı. Bizzat tercüman kendisinin de on bir aylık yol tutan bir yurttan getirildiğini söylüyordu.

Bu vaziyet ve bu sözler, bir taraftan at uşaklarını Moğol elçilerinden daha cazip bir hâle getirdiği gibi Temuçin hakkında da müphem bir saygı temin ediyordu. Hemen her Nayman çocuğu, ihtiyarsız o ünlü Moğol beyinin böyle uzak yerlerden tutsaklar elde edebilmesindeki karışık sırrı düşünüyordu. Öyle ya, on bir aylık yollar aşan ve oralardan canlı, cansız ganimetler getiren bir beyin çok yüksek bir kudret sahibi olması lazım gelirdi. Gerçi o bey, daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda Naymanlarla müttefiklerinin önünden kaçmıştı. Fakat herkes, bu kaçışın gök gürültüsünden korkan Moğolların suya girmeleri yüzünden olduğunu biliyordu. Şu at uşakları ise Temuçin’in en uzak mesafeleri aşan bir kudret taşıdığını gösterdiğinden ahırlar önünde toplanan Naymanların yüreğinde onun için bir sevgi doğar gibi oluyordu.

Dokuz seyisin sekiz ayrı dil konuşması Köşlük Han’la Güncü Hatun’un da merakını gıcıklayan bir hadise olmuştu. Hele Güncü, ertesi gün elçilere yapacağı görüşmeyi bile unutacak kadar bu tuhaflığa alaka göstererek gün doğar doğmaz, dokuz at uşağını birden huzuruna getirtmişti. Bunlar, bütün tutsaklar ve bütün seyisler gibi yarı çıplak biçarelerdi. Ne başlarında börk ne sırtlarında kürk vardı. Kılsız deriden kolsuz birer gömlek ve nasıl bir kumaştan yapıldığı belirsiz kısa birer don taşıyorlardı. Ayaklarındaki çarık, parçalanmıştı.

Fakat bu acıklı kılıksızlık içinde hemen hepsi diri, dipdiri gençlerdi. Boyunlarında bir öküz boynunun bükülmez kudreti çevreleniyordu, kollarında tunç bir kuvvet geriliyordu. Dizlerinde birer çam kökü dayanıklılığı görünüyordu. Yalnız tercüman, arık bir adamdı, yaşı da geçkindi. Fakat kirli bir kırmızılıkla örtülü olan gözlerinde kudretli bir hastanın küskün bakışı yaşıyordu. Tüysüz yüzünde merak uyandırıcı bir ağırlık parlıyordu.

Güncü Hanım, Nayman merkezinde binbir hikâye yaratan bu dokuz at uşağını birer birer süzdü. Gençlerin hepsi, sağlam yapılışlarıyla dikkatini uyandırmakla beraber, bilhassa içlerinde bir tanesiyle fazlaca alakalandı. Arkadaşları gibi yarı çıplak bir kılık taşıyan bu genç, çok beyaz tenli idi. At kaşağısıyla da güç çıkacak kadar koyu bir kir tabakası bu gencin görünen yerlerini sarmıştı. Fakat tenindeki beyazlık o kir arasından da yer yer serpilmiş beyaz benler gibi göze çarpıyordu. Üstündeki kılsız deri ve ayağındaki yıpranık don çıkarılıp atılsa ortaya süt gibi beyaz bir vücut çıkacağına şüphe yoktu.

Bu gencin de başı tıraşlı idi, bıyıkları kırpıktı. Kendisini dört kaşlı bir delikanlı gibi gösteren bu kesik bıyıkların sarılığı ayrıca dikkat uyandırıyordu. Hele alnı ve burnu tam bir hususiyet taşıyordu, bakışlarında hanlarda ve hanzadelerde bulunmayan bir efendilik vardı.

Güncü, uzun bir lahza, bu genci gözden geçirdi ve ilkin de ona sordu:

“Adın ne babayiğit?”

“…”

“Sağır mısın, yoksa Türkçe bilmiyor musun?”

“…”

Sekiz at uşağına tercümanlık eden gözü ağrılıklı seyis, yerlere kadar eğildi:

“Güneşin kızı izin verirse onun adını ben söyleyeyim yahut söyleteyim.”

Güncü’nün yüzünde derin bir hayret dolaştı, bir Çin prensi gibi zarif konuşan şu çelimsiz ihtiyar bu inceliği nereden öğrenmişti ve Temuçin, böyle at uşaklarını nereden ve nasıl toplamıştı?.. Hasta gözlü uşağın kendisini güneşin kızı diye anması, onda yüksek bir terbiye bulunduğunu gösteriyordu. Temuçin, bu ayarda adamları at uşağı olarak kullanacak kadar kayıtsız mıydı, yoksa bu ayarda adamları ancak ahırda kullanmayı basit görecek derecede yüksek miydi?

Naymanların güzel kraliçesi, bir müddet şaşkın durduktan sonra, seyisler tercümanına şu emri verdi:

“Kendi adını gene kendine söylet. Dili ne çeşitmiş duyalım!..”

Tercüman, kesik sarı bıyıklı gence, Çince mi, Hintçe mi olduğu anlaşılmayan bir dille iki kelime söyledi, o da aynı dille kısa bir cevap verdi. Güncü Hatun ne söyleşildiğini anlamadığı hâlde sarışın gencin verdiği karşılıktan gene bir tat sezmişti. Sanki onun ağzından havaya düşen biricik kelimede, kendi iliğine bulaşan bir şeker tadı vardı. İşte, bu hissiyatla tercümanı söyletti:

“Ne diyor?”

“Kendi diliyle adını söylüyor!”

“Neymiş adı?”

“Sizin dilinizce Sardoğan!”

“Temuçin bunu, Sardoğan diye mi çağırırdı, yoksa öz adıyla mı?”

Tercüman gülümsedi:

“Aman ulu hatun! Temuçin Bey, bizim gibi uşakların adını ağza alacak adam mı? Biz onun sesini uzaktan duyardık, gök gürlüyor sanırdık. Hiç bulut ağzından insan ismi çıkar mı ki bizim adımız, Temuçin Bey’in dilini kirletsin!..”

Güncü Hatun, dudaklarını ısırmakla beraber, bu mevzu üzerinde durmadı, sordu:

“Senin adın ne?”

“Türkçe Tonra!”

“Şu delikanlınınki?”

“Toygar. Yanındakininki Kargın, berikininki Gücü, onun yanındakininki Yarga, berikininki Karmok, bitişiğinde duranınki Yargoçak, en sonundakinin Boğluk!”

“Tuhaf adlar, hele kendi dilinizle bu adlar büsbütün tuhaflaşıyor!”

“Ne yapalım ulu hatun. Analarımız babalarımız bizi böyle adlandırmışlar.”

“Yurdunuzdan ayrılalı çok mu oldu?”

Gözü ağrılıklı arık tercüman, bu sorguya karşılık vermek için ağzını açarken birdenbire durdu, iki eliyle başını tuttu, hasta gözlerini yumdu, ilkin kırmızılaşan ve sonra sararan bir yüzle bulunduğu yerde sallanmaya, kıvranmaya başladı. Herifin sesi çıkmıyordu, fakat ağır bir sancıya tutulmuşa benziyordu. Güncü ve sekiz at uşağı, şimdi şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı. Tercüman seyis, üç beş dakika böyle kıvrandı ve müteakiben yere yuvarlandı. Şimdi ağzından salyalar dökülüyordu. Sımsıkı kapanan yumruklarından ter sızıyordu.

Güncü, bir peri yumruğu yemiş sandığı şu çelimsiz adamın acıklı vaziyetinden merhamete gelerek kendisini kucaklayıp ahıra götürmelerini arkadaşlarına emretmek isterken onların korkulu bir telaş içinde huzurundan savuştuklarını ve kendisini ürkünç hasta ile baş başa bıraktıklarını gördü.

Evet, sekiz dil bilmez seyis, ne kendi tutsaklıklarını ve at uşaklıklarını düşünmüşlerdi ne de bir han karısı huzurunda bulunduklarını hatırlamışlardı. Arkadaşlarına yardım etmek borcunu ise yüreklerinden bile geçirmeyerek çok korkunç bir şeyle karşılaşmışlar gibi hemen savuşmuşlardı. Vaziyetin biçimsizliğinden zaten yüreği bulanan Güncü Hatun’un orada yalnız kalmak yüzünden sinirleri oynamıştı, avaz avaz haykırarak kurtarıcı arıyordu.

Sekiz seyisin önlerine gelen her şeyi devirerek kaçışları, han hanımının da haykırışları Nayman sarayını ayağa kaldırdı, kadın ve erkek uşaklar Güncü’nün bulunduğu yere saldırdı, bir kargaşalıktır yüz gösterdi. Yardıma koşanlar, ortada salyalı bir sayro (hasta) bulunduğunu görünce korkuya düşüyorlar ve oraya geldiklerine pişman olarak savuşma yolu arıyorlardı. Fakat tir tir titreyen hanımı bırakıp kaçmak da ellerinden gelmediği için ne yapacaklarını bilmeyerek alık alık sallanıyorlardı.

 

Onların korku içinde kararan idraklerine ve iradelerine istikamet veren yine Güncü oldu:

“Yüreksiz gidiler, saygısız kaltaklar! Yağmıcur aşı gibi iç içe ne kaynaşıyorsunuz?.. Şu sayroya bakın, su getirin, yüzünü yıkayın, ayılınca kaldırın, ahıra götürün.”

Hizmetçi kadınlar erkeklerden daha yürekli çıktılar, daha doğrusu onların ulu kadından korkuları erkeklerinkinden büyük oldu. Bu sebeple hasta adama yaklaştılar, salyasını ve terini silmek istediler. Bir kısmı da bakraçları yakalayıp hastanın başına sıralanmışlardı. Bu sırada içlerinden biri Güncü Hatun’a döndü:

“Kadınım!” dedi. “Bu er kişi uğursuz. Başında tutamak yok.”11

“Varsın olmasın. O, öz Türk değil, bir tat. Belki bir Tavgaç. Siz onu ayıltmaya, buradan aşırmaya bakın.”12

Kadınlar onlara uyarak, uşaklar su dökerek, şakaklarını, bileklerini ovarak seyisler tercümanı çelimsiz adamı o salyalı baygınlıktan ayılttılar. Herif ızdıraplı bir uykudan uyanır gibi inleye inleye gözlerini açmış, melul melul dört yana bakınıyordu. Bir aralık gözü kadın hizmetçilerden birine ilişti ve o gözler hemen manalı bir bakış aldı. Şimdi hasta, sabit, çok sabit bir bakışla o kadını süzüyordu. Öbür kadınlar ve uşaklar, perilerle alakalı bir işin içinden artık sıyrıldıkları, şu yabancı herifin uğursuzluğundan zararsız kurtuldukları için sevince kapılmışlardı ve onu yakalayıp ahıra götürmeye hazırlanmışlardı. Bu sebeple, içlerinden birine dikilen gözlerdeki manalı değişikliği göremiyorlardı. Fakat kadın, hasta adamın bakış çemberine sardığı kadın, bu sargının farkında oldu ve kendi yüzüne dikilmiş olan gözlere ihtiyarsız bir dikkatle bakar bakmaz titredi. Çünkü onları tanımıştı ve onların kendi benliğinde birkaç uzun yıl yaptığı esrarlı tesir, yeni baştan içine yayılmıştı.

Evet, Güncü Hatun’un düzinelerle hizmetçisi arasında silik bir yer tutan bu genç kadın, şu hasta ve çelimsiz adamın yakın vakte kadar Nayman hanına ve birçok Nayman beylerine el öptüren büyük papaz olduğunu tanımıştı. Kendi de kaç yıl onun dizini öpmüş ve kaç kere o mukaddes diz üstünde zevk ve esrar dolu uykular geçirmişti…

Kadın, babasız doğmuş bir peygamber namına ve o peygamberin ölünceye kadar bakir kalan anası namına kendilerine yepyeni bir din aşılayan bu kudretli adamın Naymanlar yurdundan kovulmasına için için yanmış ve gene için için ağlamıştı. Şimdi onu yanı başında görünce sevinmek, neşelenmek ve hatta herifin elini, ayağını öpmek istiyordu. Lakin o, Nayman hanına el öptüren heybetli adam kılığında değildi, yarı çıplak ve pek acıklı bir kıyafet taşıyordu. Bu sebeple sevinçle şaşkınlık arasında ne yapacağını şaşırmıştı ve bön bön herifin yüzüne bakıp duruyordu.

Uşaklar, salyası kesilmiş, teri kurumuş, inlemesi durmuş olan hastanın yerinden kımıldanamadığını görünce titizlenmişlerdi. İçlerinden biri öbürlerinden daha sabırsız çıkarak seyisler tercümanının omuzlarına yapıştı ve o cılız adamı incitecek surette sarsarak homurdandı:

“Yeri kuru buldun ya, dört ayağını uzat, yat. Burası Moğol ahırı değil, Nayman hanının otağıdır. Haydi toparlan, yerine yürü!..”

Eski papaz takatsiz görünerek şöyle bir kımıldandı. İki eliyle yere dayanıp kalkmaya savaştı ve gene olduğu yerde kaldı. Bu dermansızlık rolünü yaparken yalnız o kadının göreceği şekilde bir haç işareti yaptı ve gene kimsenin işitemeyeceği bir sesle mırıldandı:

“Seni görmek, seninle konuşmak isterim!”

Aziz okuyucular, Naymanlar diyarına gelen Moğol heyetinin Temuçin’le Ulu Gökçe arasında kararlaştırılan planı tatbik etmek ve Güncü Hatun’u kabil olursa kaçırmak için geldiklerini elbette anlamışlardır. At uşaklığı yapan sekiz delikanlıdan birinin, sarışın gencin de bizzat Temuçin olduğu anlaşılmıştır. Anlaşılmayan nokta, Nayman Hanı Köşlük’ün hanlık mevkisine geçer geçmez yurt hudutları haricine çıkardığı papazlardan birinin ve en büyüğünün bu heyet arasına nasıl karıştığıdır. Bunu da biz anlatalım:

Temuçin, Ulu Gökçe’nin fikrine uyarak ve Merkitler tarafından kaçırılan kendi karısı Börta’nın başka bir cephede öcünü almak emeline kapılarak Naymanlar diyarına gitmeyi tasarladıktan sonra çok ince düşünülmüş bir planla yola çıkmıştı. Kendisinin bu plandaki yeri at uşaklığı idi, aynı rolü yapacak diğer sekiz delikanlıyı da Moğol gençlerinin en yiğit, en kuvvetli ve en zeki olanlarından seçmişti. Diplomatlar, oynanacak acıklı komedide alelade figüran kabilinden idiler. Sadece boy gösterip ve birkaç kelime mırıldanıp sahneden çekileceklerdi.

Temuçin, böyle bir planla Nayman diyarına doğru yol alıp giderken bir dağ eteğinde sekiz on kişilik bir papaz kafilesine tesadüf etti. O, Türk elindeki kamanlara, şamanlara ve ozanlara hiç benzemeyen birtakım adamların -sövülmekten, dövülmekten ve kovulmaktan ürkmeyerek, bazen öldürülmekten de çekinmeyerek- şuraya buraya sokulduklarını, Türklerin yersularına, civilerine, tanrılarına, ödeta ve odanalarına hiç benzemeyen bir Allah namına yeni bir din propagandası yaptıklarını, Naymanlardan ve Uygurlardan bir kısmının bu yeni dine bel bağladıklarını biliyordu. Fakat Moğol topraklarına böyle bir kimse gelmediği için Hristiyanlık denilen yeni din hakkında hiçbir bilgisi yoktu.

O, küre üzerinde yetişen her büyük inkılapçı gibi, en küçük fırsatları kaçırmayan bir adamdı. Issız bir kırda böyle bir papaz kafilesine tesadüf edince kayıtsız kalmadı, onlarla görüşmek ve yeni din hakkında bir bilgi elde etmek istedi. Eğer o bilgi, kendi meramını kuvvetlendirecek bir kıymette olursa papazları da aletleri, vasıtaları ve hizmetkârları arasına sokacaktı.

İşte bu düşünce ile adam yolladı. Issız kırların ebedî bekçisi gibi yücelen o iri dağın dibinde çadırsız ve belki de aşsız, azıksız kümelenen papazları yanına çağırdı. Onlar, müsellah13 bir davete boyun eğmekte tereddüt göstermemekle beraber, topluca olarak Temuçin’in yanına gelmediler, reisleri mevkisinde olan adamı göndermek yolunu tuttular. Bu adam, eski Nayman hanını Hristiyan yapan papazdı.

Temuçin, kısa bir sorgu ile bunların Köşlük tarafından kovulmuş adamlar olduğunu ve hele karşısındaki papazın han sarayında yıllar geçirmiş bulunduğunu öğrenince son derece sevindi, kendisinden mutlaka istifade etmeyi tasarladı. Fakat ilk lahzada ne bu sevincini ne de bir şeyler tasarladığını sezdirmedi, papazla münakaşaya girişti.

Münakaşanın mevzusu, Hristiyanlığın esas umdeleri idi. Kudretli bir bey olduğu sözlerinden sezilen şu meçhul yolcuyu avlamak, yeni bir dindaş kazanmak ve Nayman diyarında kaybolan nüfuzu bu suretle başka topraklarda ele geçirmek isteyen papaz, her din adamı gibi efsunlu bir dil kullanarak Hristiyanlığın dayandığı temelleri anlatıyordu.

Temuçin, ses çıkarmadan bütün bu sözleri dinledi ve sonra şu cevabı verdi:

“Anlaşılıyor ki din, nihayet bir fikirdir. Bu fikirler ya yurttan yurda geçiyor yahut her yerde aynı boyayı taşıyor. Mesela siz, kendi din ulunuzun babasız doğduğunu söylüyorsunuz ve bunu, onun büyüklüğüne delil tutuyorsunuz. Bizim elde de böyle masallar var. Hatta benim yedi göbek yukarı atamın bile babasız doğduğu söylenir. Gene siz, insanların iyi ve kötü diye ikiye ayrılacaklarını, iyilerin öldükten sonra iyi günler göreceğini, kötülerin de ateşe atılacağını söylüyorsunuz. Bizde de buna inananlar çoktur. Naymanlar içinde yaşadığınız için elbette duydunuz, Türkler Bouddha’yı tanımazdan ve duymazdan çok evvel, ölümden sonra dirilmek olduğunu bilirlerdi. Nitekim ben de bunu bilirim. Bizim bildiğimize göre, bir çocuk doğduğu zaman, Bay Ülgen, kendi oğlu Yayık’ı yollar. Yayık, Süt Gölü’nden bir damla alır, bununla çocuğa can verir. Sonra göze görünmez bir ‘yayucu’yu bu çocuğun iyi işlerini yazmaya memur eder. Beri taraftan çok korkunç kazırganın (cehennem) kocamaz ve ölmez tanrısı Erlik Han da bir körmüz gönderir. Bunlardan yayucu çocuğun sağında, körmüz de solunda durur. Birincisi onun ölünceye kadar yapacağı iyi işleri, ikincisi de kötü işleri yazar. Çocuk büyüyüp kocar ve bir gün ölür. O vakit körmüz, onun ruhunu kapıp yer altında bir kara taht üzerinde oturan Erlik Han’ın yanına götürür. Siz, Bay Ülgen’le Erlik Han’ı birleştiriyorsunuz. Allah diyorsunuz. Yayucu gibi, körmüz gibi yazıcılara da melek adı veriyorsunuz.

Sizin cennetiniz de bizim uçmağımıza benziyor. Türk uluslarından birçoğu uçmağa ‘ak’ ve orada yaşayanlara ‘akto’ derler. Toprak üstünde iyi iş yapanları yayucusu, uçmağa götürür. Orada bu yeni aktoya ziyafetler çekilir. Bizim inandığımız cennetin yanında Süt Gölü vardır. Suyu, çok tatlıdır. Sürve Dağı da oradadır. Dünyada iyi ad bırakıp uçmağa gidenler Süt Gölü’nde altın sandallarla dolaşırlar, kıyılarındaki sedefli kumsallarda gezerler. Sürve Dağı’nda da güzel kuşlar, geyikler avlarlar. Sizin de kendi cennetinizde ırmaklar, köşkler, şaraplar, aş evleri ve aşlar olduğunu söylüyorsunuz. Cehenneminiz de aşağı yukarı bizim kazırganımızı andırıyor. Yalnız bizim Türklerin uçmağa da kazırgana da gitmesi kolay. Sizin cennetinize veya cehenneminize gitmek hayli güç!..”

8Eski Türklerde erkek ruhanilere kaman, şaman denildiği gibi kadın ruhanilere de odakan denilirdi. Kadın şaman, halk nezdinde daha nüfuzlu olduğu için erkek şamanlar da yaptıkları dinî yahut sihrî ayinlerde saçlarını uzatırlar, kadın elbisesi giyerler, ince sesle konuşurlar, hatta kendilerinin gebe kaldıklarını, balık ve karga gibi şeyler doğurduklarını iddia ederlerdi. Bu kadınlaşma mecburiyetinin şamanları makûs cinsiyete kadar sürükledikleri söyleniyor. (y.n.)
9Yav: Düşman. (e.n.)
10Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
11Eski Türkler, günahkâr olarak ölen adamların yer altındaki “Kazirgan” adlı cehenneme atılacağına ve günahı kadar orada, o katran dolu cehennemde yanacağına inanılırdı. Bu akideye göre günahkâr adam yandıkça günahtan kurtulur, nihayet başını kazandan kurtarırdı. O vakit kazan başında duran bir melek, başı kazandan çıkan adamı tepesideki bir tutam saçtan tutup selamete çıkarırdı. Bütün eski Türklerin tepelerinde bir tutam saç bırakmaları bundandır. (y.n.)
12Eski Türkler kendilerini hem lisan hem din noktasından sair milletlerden ayırırlardı ve lisanca kendilerine benzemeyenlere sümlim, dince ayrı olanlara da tat diyorlardı. Bu kullanışa göre tat yabancı demektir. Tavgaç, Türklerin Çinlilere verdikleri isimdir. Eski Türkler medeniyetçe kendisini Çinlilerle müsavi gördüğünden ona tat demiyor, Tavgaç diyor. Orhun Kitabeleri’nden anlaşıldığına göre Tavgaç, hilekâr demektir ve bundan Çinlileri Türklerin hilekâr tanıdıkları anlaşılıyor. (y.n.)
13Müsellah: Silahlı, silahlanmış. (e.n.)