Cengiz Han

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Eli, kendi de farkında olmaksızın, boyuna belindeki bıçağa gidiyordu. Kafatasının içinde bir şeyler kaynıyordu. Yüreği sıkılmıştı, göğsünde bu değirmen taşı ağırlığı kalkıp iniyordu. Fakat gene içinde bir ses, bütün o kaynayışların üstüne çıkan bir ses vardı, kulağına kadar yükselerek çınlıyordu:

“Sabırlı ol Temuçin, son pişmanlık akçe etmez.”

Moğollar beyi, önündeki manzaraya değil, işte bu sese kapıldı, bıçağını okşayan elini kemerinden çekip alnına götürdü, ter içinde kalan o geniş alnı kuruttu:

“Oğlu atımı uğurlayıp beni düşmanlar önünde yaya kor. Babası anamın yatağına baş dayar. Dayanılır iş değil amma bunları yok etmek de olmaz. Ulusumun dişisi, erkeği; büyüğü küçüğü Ulu Gökçe’ye bağlı. Babasına da toz kondurmazlar. İyisi işi tatlıya bağlamak, suyu geçinceye kadar ayıya dayı demektir.”

Ve yavaşça çadırdan çıktı, atını yedeğine aldı, kendi çadırının bulunduğu yere yönelmek istedi. Fakat yürümezden evvel gözleri -ihtiyarsız- Yilon Buldok tepesine kaydı ve birdenbire duraladı. Orada, Ulu Gökçe’nin makamı olan o yüksek yamaçta bir şeyler, inanılmayacak bir şeyler vardı.

Evet, koca Temuçin gecenin koyu esmerliği içinde kendini alıklaştıran bir manzaraya şahit olmuştu. Tepede Ulu Gökçe’nin mağarası üstünde dokuz renkli bir ay parlıyordu, daha aşağıda, tepenin köye karşı düşen yamacında, kıpkırmızı bir çadır ve onun önünde devler kadar iri bir atlı vardı. O aydan bu atlının üzerine avuç avuç pırıltı dökülüyordu.

Temuçin şaşkın şaşkın, bu manzaraya baktı, ihtiyarsız uzunca bir titreyiş geçirdi, eliyle gözlerindeki hayreti silip de tekrar tepeye bakınca atlının ve kızıl çadırın kaybolduğunu, dokuz renkli ayın da bir buluta girdiğini gördü. Şimdi titremesi geçmişti, fakat yüreğinde bir çarpıntı vardı, Ulu Gökçe için fena düşünceler taşıdığına nedamet getiriyordu, anasının çadırında kanlı bir iş görmediğine de seviniyordu.

İki üç dakika sonra, atını yederek yürümeye başlamıştı. Çok dalgındı, zihninde hep o dokuz renkli ay, o kızıl çadır ve o iri atlı dolaşıyordu, sık sık da başını ardına çevirerek tepeyi gözlüyordu, lakin o yaman şeyler artık yoktu.

Temuçin, neden sonra kendini topladı, etrafına bakındı, çadırlar kümesinden ayrılıp ağılların yanına kadar geldiğini gördü. O, gözü kapalı yürüse kendi çadırını bulacağına, karısının kokusunu çok uzaklardan alacağına kaniydi. Böyle yanlış bir yürüyüş yaptığını görünce âdeta sıkıldı. Ağıllar önündeki çobanlarla yüzleşmeden de çekindi, köpekler havlarken hızlı hızlı geri döndü. Gene çadırlar arasına girdi. Kendi çadırının bulunduğu yere doğru yürüdü.

Hayret!.. Çadır yerinde yoktu ve kazık delikleri o karanlık içinde hasretli gözler gibi mahzun görünüyorlardı. Temuçin, bu ummadığı boşluk önünde ilkin sendeledi, sonra çadırının savaş yerinde düşman eline geçmiş olacağını düşündü. Kardeşlerinin sıraya dizili çadırlarına yöneldi. Güzel Börta, şüphe yok ki, bunlardan birinin içinde bulunacaktı. Çadırsız yengeyi ağırlamak kardeşlere düşeceğine göre bu tahmininde isabet görüyordu.

Birinci çadırın önüne gelince bekçi köpekler havlamış ve ilk havlayışta çadır içinden bir delikanlı dışarı fırlamıştı. Bu, Temuçin’in en sevgili kardeşi Cuci Kazar’dı, yalın bir kılıçla dışarı çıkmıştı. Lakin önünde büyük kardeşinin, ulus beyinin yüksek endamını görünce hemen kılıcını atmış, diz çökerek inlemişti:

“Tanrı uludur. Değerli bacı düşman eline düştü, ulu Temuçin kurtuldu. Yasımızı bu sevinç kapayacak!..”

Temuçin, yüreğine bıçak sokulmuş gibi sarsıldı, dudakları titreye titreye sordu:

“Hay seni ölüm alsın! Düşman eline düşen bacı, benim Börta mı?”

“Evet…”

“Kimse onun yardımına koşmadı mı, eteğime kir bulaşırken herkes öküz gibi baktı mı?”

“Bozgun sonunda ağırlıkların yanına çekilmek istedik, yol bulamadık, ırmağa sürüldük. Börta at uşaklarıyla baş başa kaldı, düşman eline düştü.”

“Naymanlar mı bu işi yaptı, Oyratlar mı?”

“Değerli bacı, Merkitler (Toguzların atıcı manasına gelen ikinci adları) elindedir. Bugün öyle salık (haber) aldık.”

Temuçin, anasının çadırında olduğu gibi gene dizi dizi ter içinde kalan alnını elinin tersiyle sildi. Birkaç kere bıyığını çekip bıraktı.

“İnandım.” dedi. “Bugün inandım. Ugan (Allah) bizi sınıyor, yüreğimizi tartıyor. Ben her şeye dayanacağım. Varsın, Börta da yok olsun. Ulusumuz yaşıyor ya, bu bize yeter!..”

Fakat içinden başka türlü söyleniyordu, bütün Merkitleri yeryüzünden kaldırmaya ant içiyordu, o büyük ulusun dere gibi akıtılacak kanıyla eteğine sürülen çamuru yıkamayı tasarlıyordu. Ancak kardeşine bu iç düşüncesini sezdirmedi, sadece emir verdi:

“Bana bir keçe ser, uyuyacağım!..

2
BİR İPTE İKİ CAMBAZ!

Yüksek kayalarla, karaçamlarla örtülü bir dağ… Bu, Yilon Buldok köyünü eteğinde saklayan ünlü ve uğurlu tepedir. Köyü baştan başa benekleyen kara çadırlar, bu tepenin dibinde dizüstü çökmüş kara külahlı birer köleye benzer. Hiçbir baş, gelişigüzel o tepeye gözünün nurunu uçuramaz, korkar. Çünkü orada Ulu Gökçe oturuyor. Moğolların, Terkinlerin bu genç ve yaman peygamberi korkunç değildir, çıplaklığından ve uzun saçlarından başka göze çarpan bir ayrılığı da yoktur. Yilon Buldokluların tepeye dönüp bakmamaları da onun şahsi heybetinden ileri gelmiyor. Gökçe’nin mağarasına gökten çeşit çeşit Tanrı misafiri geldiğine inanılmaktadır ki, köylülerin gözlerini böyle bir perhize mahkûm etmektedir.

Fakat tepe, mucizeli tepe, güzelliği sevenler için, pek cazibeli bir şiir abidesidir. Eteğindeki kayalar, tabiatın elinden dökülme birer harfi andırır ve üst üste yığılan bu her biri ayrı ayrı biçimde harflerden sevimli bir ihtişam ifade eden berrak bir mısra doğar!.. Karaçamlar kayaların üstünde bir küme tuğ gibidir: Tabiat dediğimiz ulu hünkârı temsil ederler.

Uğurlu ve mucizeli tepe, sessiz de değildir. Ta böğründen konuşur ve sesi gümüş bir akışla ovaya ve oradan uçsuz köşelere kadar gider. Bu ses onun ırmağıdır ve o diyarın saygı ile dinlediği bir teranedir. Moğol ve Terkinlerin ağıl çocukları; o pek duygulu koyunlar, inekler, develer, keçiler bile mucizeli tepenin akıp giden sesini içerken apaçık bir saygı gösterirler ve onları sıvarmak için ırmağa götüren kadınlar, hayvancıkların su içerken dudaklarında bir buse şekli belirdiğini sezerler!

Temuçin’in karısı hakkında uğursuz bir haber aldığı günün gecesinde bir adam bu tepeyi tırmanıyordu. O tepeyi Tanrı konuklarının uğrağı sayan hiçbir kimse, gecenin bu vaktinde böyle bir cesareti gösteremezdi, karanlığa bürünüp Ulu Gökçe’nin mağarasına doğru yükselmeye girişemezdi. Onun bu delice göz ve yürek pekliği göstermesine göre ya cinlerden, perilerden korkmaması, Ulu Gökçe’nin hışmından çekinmemesi lazımdı yahut tepenin esrarını bilmemesi icap ederdi.

Hâlbuki gece yolcusu şaşırmaz adımlarla ilerliyordu, keklikleri topal yapacak kadar dar yerlerden pervasız geçiyordu, keçileri düşündürecek derecede ürkünç kayalıkları durmadan aşıyordu. Demek ki yolu iyi biliyordu ve tepenin girintisini, çıkıntısını tamamıyla tanıyordu.

O, korkusuz yürüyüşüyle ilerledi, ilerledi, yamacın ortasına kadar geldi. Orada minimini bir düzlük vardı ve bu düzlüğün üst tarafında belirsiz ve bilinmez enginliklere bakar gibi görünen iri bir göz seziliyordu. Bu, Ulu Gökçe’nin içinde yaşadığı mağaranın kapısı idi.

Moğollardan ve onların avullarından (küçük kabilelerinden) biri olan Terkinlerden bir şeyler dilemek için mucizeli tepeye çıkanlar ancak bu noktaya kadar gelebilirler, orada dokuz kere yere kapandıktan sonra diz çöküp Ulu Gökçe’nin mağaradan çıkmasını ve kendilerini lütfen dinlemesini beklerlerdi.

Gece yolcusu, bu sayılı yerde de durmadı, mağaraya doğru yürüdü. Fakat kapımsı delikten içeri gireceği sırada durdu. Çünkü kulağına iki at kişnemesi birden çarpmıştı. Bunlardan, bu seslerden biri, yabancı gölgeleri haber veren bir nöbetçi haykırışına benziyordu. Öbüründe dost selamlayan sevinçli bir ahenk vardı.

Yolcu, delikten çekildi ve biraz yanda duran atların yanına gitti. Şimdi kişnemeler bir kat daha hararetlenmişti. Nöbetçi haykırışı perde perde yükseliyordu, hırçınlaşıyordu. Dost sesi, âdeta kelimeleşiyor ve sevinç döküyordu.

Yolcu, ilkin sert sert haykıran ata yaklaştı:

“Sus sayın!” dedi. “Ben yabancı değilim!”

Sonra öbür atın yelesini okşadı, alnını öptü:

“İşte geldim Akkaş, seni de buldum. Artık ayrılmayız.”

Ve gene mağaraya dönmek için adımını çevirirken Ulu Gökçe ile burun buruna geldi. Yarı çıplak aziz, at kişnemeleri üzerine dışarı çıkmıştı. Gece yolcusunun yanı başına kadar gelmişti.

Biri tam giyimli, silahlı, öbürü apaçık olan iki adam selamlaştılar.

“Tünaydın Gökçe!”

“Tünaydın Temuçin!”

“Seni Akkaş’ın üstünde hâlâ uçuyor sanıyordum. Meğer yuvana gelmişsin, tünemişsin.”

“Ben de seni atalarına kavuşmuş sanıyordum, meğer diri kalmışsın!”

Karanlığı yırtan keskin bakışlarla birbirlerini bir lahza süzdüler. İkisi de gözlerinin ışığını birbirinin ta yüreğine akıtmak, orada saklanan duyguları, dilekleri görmek istiyordu. Artık susan atlar gibi yukarıdaki karaçamlar da aşağıdan sivri kulaklarını diken kayalar da iki genci seyrediyorlardı. Biri, Tanrı’nın dostu olarak birkaç Türk ulusu üzerinde manevi bir hükûmet kurmuş, öbürü asil bir kan ve büyük bir zekâ ile silahlanarak aynı uluslara kendini bey tanıtmış olan bu iki gencin orada, o karanlık içinde karşılıklı yürek okumaya girişmeleri heyecanlı bir sahne idi.

Soğukkanlılığını ilkin Ulu Gökçe topladı:

“Tanrı…” dedi. “seni kayırıyor. Bunu çoktan biliyordum, şimdi büsbütün inandım. Buraya gelişin de Tanrı’nın işidir. Çünkü seni yürüten, yanıma ileten odur. Sen bu iyiliğin yüceliğini bil, bundan sonra ona ve bana bel bağla!..”

Temuçin’in yüzü gene sertti. Gökçe’yi dinlerken gözünün önünde birkaç levha dolaşıyordu: Çıplak azizin savaş yerinden kaçışı, onun babasının çadırdaki laubali uyuma vaziyeti ve mucizeli tepede beliren hayaletler!.. İlk iki levha, genç Moğol beyinin sinirlerini kamçılıyor, ona şu çıplak adamı hırpalamak arzuları aşılıyordu. Son levha ise bu sinirlenmeyi yatıştırıyordu, kafasına birtakım fikirler getiriyordu.

 

Fakat Ulu Gökçe’ye cevap vermiyordu, düşünüyordu. Çıplak aziz, iki üç saniye durduktan sonra elini onun omzuna koydu.

“Konuşulacak…” dedi. “çok şeyler var. Bunları şu atların bile duymaması lazım. Gel, benim deliğe girelim.”

Temuçin itaat etti. Ulu Gökçe’nin ardına düştü. Mağaraya girdi.

Burası, girintili, çıkıntılı uzun bir delikti. Yüksekliği gayet az olduğu için mutlaka iki büklüm olarak yürümek lazımdı. Bazı noktalarda yükseklik son derece azalıyordu ve o vakit emekler gibi yürümek icap ediyordu.

Gökçe ve Temuçin, bu karışık ve karanlık delikte bir hayli süründüler, nihayet küçük bir oda denilebilecek kadar genişçe bir yere geldiler, Gökçe gibi Temuçin de ancak burada belini doğrultabildi ve mırıldandı:

“Arpağcı (büyücü) yeri değil, düpedüz in. İn de değil, odsuz yer tamusu (cehennemi)!”

Gökçe başını çevirdi, karşılık verdi:

“Evet yerim dardır, yakışıksızdır. Fakat sizin otağlarınız gibi özünden kirli de değildir.”

“İnin sana, otaklarımız bize kalsın. Hele bir çıra parlat da konuşalım. İşim baştan aşkın, tasam her günkünden taşkın!”

Ulu Gökçe bir çıra yaktı, duvarlarında Temuçin’inkinden başka belki hiçbir insan gözünün izi bulunmayan esrarlı yuvasını aydınlattı. Minimini oda taştan bir kuyuya benziyordu. Yer, tavan ve duvarlar hep taştı. İnsanlardan çok evvel yaşayan, boş küre üzerinde gelişigüzel oynayan tabiat bu dağ kovuğunda da birçok karalamalar bırakmıştı. Şurada yarım kalmış taştan bir boynuz, beride belirsiz bir hayvan resmi, ötede -on binlerce sene sonra yetişecek sanatkârlara örnek olabilecek kadar zarif- bir avize sallanıyordu. Binbir mevzu üzerinde sınayışlar yapan o ezelî ve ebedî çocuk, bütün bu yarım eserleri bu taş duvarlara ve tavanlara hangi çivi ile asmıştı veya hangi tutkalla yapıştırmıştı, belli değildi. Fakat onlar, bir dağın ağırlığı ve asırların adımları altında işte sapasağlam duruyorlardı. Moğol peygamberinin yuvasını süslüyorlardı.

Taş odanın döşemesi de sahibinin kılığını andırıyordu, yok denilecek bir derecede idi: Bakır bir kazan, birkaç kürk ve keçe parçası!..

Ulu Gökçe işte bu dekor içinde sarışın misafirini kabul etti, altına bir keçe koyarak oturttu, kendisi de taştan bir iskemleye ilişti.

“Temuçin!” dedi. “Benimle kavgaya mı geldin?

“Evet. Sana kırgınım, içten kızgınım!”

“Niçin?”

“Beni savaş yerinde atsız kodun, karıma bile görünmeden savuştun.”

“Başka?”

“Bütün söylediklerin de ters çıktı. Yersularımız, civilerimiz, (ilahlar, ilaheler demektir) Naymanların ve Merkitlerin yersularını, civilerini alt ettiler, sen de onların çerisini yeneceksin, ordularını bozacaksın, dedin. Savaş yerinde iş ters oldu, bizim ordu bozuldu, üstelik Börta Fuçin de elden çıktı, tutsak olup gitti.”

Ulu Gökçe uzun ve kirli saçlarını bir el darbesiyle çıplak omuzlarına attı.

“Dinle Temuçin!” dedi. “İyi dinle. Ben ne at uğrusuyum (hırsız demek) ne yalancı. Atını alıp savuşmuşsam bunu, seni kaçmaktan korumak için yaptım.”

“Beni kaçmaktan korumak için mi?”

“Evet!..”

“Gülünç konuşuyorsun Gökçe. Ben kaçmayayım, kaçamayayım diye sen kaçıyorsun. Bu da bana bir iyilik oluyor, değil mi?”

“Öyle bir iyilik ki bunu öz kardeşin de sana yapamazdı. Sözümü kesmezsen anlatırım, sen de inanırsın.”

“İnanır mıyım, güler miyim bunu sonra görürüz. Hele söyle.”

“Ben, savaşın biçimsizliğini görür görmez ilkin seni düşündüm, yan gözle yüzüne baktım. Bu yüz, soluktu. Demek ki için bozuktu. Belki savaşı değil, arkadaki karını düşünüyordun. Ben bunu sezince seni kaçamayacak bir hâle koymayı tasarladım, atını alıp savuştum. Sen, atsız kaldığın ve yaya koşup karını kurtaramayacağın için ister istemez düşmanlara saldırdın. İşte bu saldırıştır ki seni dosta da düşmana da biraz daha yüksek tanıttı. Şimdi Moğollar gibi Naymanlar da Merkitler de senin yiğitliğini övüyorlar, adını saygı ile anıyorlar.”

“Atımı öldüreydin, yanımda kalaydın.”

“Bu düşünce de yanlış. Ben yanında kalaydım tutulurdum. Çünkü senin gibi kılıç eri değilim.”

“Beni de öldüremezler miydi, tutup ipe vurmazlar mıydı?”

“Seni öldürürlerse yerine geçecek kardeşlerin var. Ben ölürsem yerim boş kalır. Tutsaklık işi de öyle. Seni yakalasalardı biz çalışırdık, düzen kurardık, savaş yapardık, er geç seni kurtarırdık. Benim için kim çarpışacak?”

“Demek ki sen, kendini benden üstün tutuyorsun, kılına ilişilmemesini istiyorsun. İşte ben buna kızıyorum.”

“Sana benim Tanrı ile konuştuğumu, bu yurt için bir ışık olduğumu söylemeyeceğim. Bilirim ki inanmazsın. Gücenirsem, kızarsam atlarınıza sakağı, itlerinize uyuzluk, çocuklarınıza sıtma yağdıracağımı da söylemeyeceğim. Çünkü inanmazsın. Fakat bir şey söyleyeceğim, buna, adının Temuçin olduğuna inandığın kadar inanmalısın.”

“Nedir bu söz?”

“Sen, bensiz sürünürsün!”

“Anlamadım Gökçe. Bir daha söyle.”

“Ben senin için temiz bir kan, alevli bir can gibiyim. Ben aradan çıkayım, sen damarları boşalmış leşe dönersin, kaskatı kalırsın.”

“Neden?”

“Çünkü sen bir şeyler yapmak, yeryüzünde ululaşmak, dört bucağa ün salmak istiyorsun. İçinde bir şeyler kaynıyor, kafanda bir şeyler dolaşıyor. Gün oluyor: Kabın kabına sığmıyor. Gün oluyor: Üzerinde at oynattığın yerler sana dar geliyor. Genişlemek, şişmek, coşup taşmak ve gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ülkelere ulaşmak istiyorsun. Fakat?..”

“Ey, susma, söyle.”

“Fakat bilgin kıt. Ne geçmişi biliyorsun ne geleceği. Onun için durduğun yerde sayıyorsun, ileri gidemiyorsun. Süt emer taylar kocamış aygır olsa, beşikteki çocuklar döl verse gene yerinde sayacaksın. Taşıdığın dilekler ağu olup içini kemirecek, düşlerin gözünü yakacak. Gene sen, istediğin gibi ünlenemeyeceksin.”

“Sana bel bağlarsam?”

“O vakit iş değişecek, her şey değişecek, hatta dünya değişecek.”

“Bugün gene gökten sana at gönderilmiş olacak. Çünkü yüksekten atıyorsun, şu karanlık ininden güneşler söndürüyorsun. Bari düşündüklerini açık söyle de biraz güleyim, tasamı azaltmış olayım.”

“Gül, fakat inan!.. Sen, bensiz acınacak bir topal gibisin. Benim öğütlerimle ayağın sağa çıkacaktır.”

“Bana nasıl yardım edeceksin? Yağmur taşıyla mı, büğü davuluyla mı, uydurma tansuklarınla mı, yoksa şu uzun saçlarınla mı?”

“Aklımla!..”

“Aklın o kadar engin mi?”

“Engin olmasa on binlerce kişi bana tapınmazdı, kendini beğenen Temuçin de uykusunu bozup yanıma gelmezdi!”

“Ben kavgaya geldim!”

“Barışmak daha iyi.”

“Barışmak, anlaşmakla olur. Sözlerinden bir şey anlamadım. Hâlâ bir arpağcı gibi konuşuyorsun. O dili bırak, açık konuş.”

Ulu Gökçe, üzerinde oturduğu iskemlemsi taştan yere indi, bağdaş kurdu, heyecanlı bir sesle söze girişti:

“Dinle öyleyse, iyi dinle, ilkin senden başlıyorum: Sen kimsin? Bir Moğol beyi, değil mi?.. Atalarını say desem Hint kuşları (papağan) gibi yedi göbeğe kadar babanı, dedelerini sayacaksın. Her Moğol gibi ben de biliyorum: Baban Yesügey’dir. Onun babası Bertan Han, onunki Kabul Han, onunki Tümene Han, onunki Bay Songur Han, onunki Kaydu Han, onunki Detumenin Han, onunki Boğa Han’dır. Burciken kanı taşıyorsun. Fakat şu yaşa gelinceye kadar bir kere olsun başını göğsüne eğip ‘Moğol nedir?’ diye düşündün mü?”

Temuçin’in kaşları çatıldı, dudaklarından uzun bir kelime döküldü:

“Yo…k!”

“Şimdi düşün, hem de iyi düşün: Moğol nedir?”

“Bir ulus!”

“Ne ulusu?”

“Ne ulusu olacak! Türk ulusu!”

“Bunu bilince dileklerini tartıya vurman gerekleşir. Sen, bütün Türklere başbuğ olmak istiyorsun, değil mi?”

“Türkleri birleşmiş görmek istiyorum.”

“Onlar, kendiliğinden birleşmezler, olsa olsa birleştirilirler. Birleştirilince de başlarına -eski Koyunlularda, Tuğularda, Hünlerde olduğu gibi- bir han, bir hakan geçirmek ister. Bu han, bu hakan ise ancak birleştirme işini başaran adam olur.”

“Sözü dallandırdın, budaklandırdın. Ortaya hanlar, hakanlar çıkardın. Sözü biraz budayıver, çörden çöpten ayıkla da bana nasıl yardım edeceğini söyle.”

“Sıra ile Temuçin, sıra ile.”

“Öyleyse çabuk ol.”

“Türklere başbuğ olmak ve daha evvel onları birleştirmek için kendini tanıtmak ister. Bu da birçok düzenler kurmakla, bir yandan da güçlenip kuvvetlenmekle olur. Sen, salt kuruntu geçiriyorsun.”

“İşte bunda yanılıyorsun. Ben, dilimin döndüğü kadar eski günlerin parlaklığını, bugünün sönüklüğünü anlatıyorum, yüreklerde yangın yapmaya savaşıyorum.”

“Bunu ben de yapıyorum. Fakat beyler, ulus beyleri bu yangını yapmamıza göz yummazlar. Onun için bir yandan düzen, bir yandan yumruk ister. Hâlbuki sen, düzen kurmayı beceremiyorsun, yumruğun da şimdilik cılız!”

Temuçin, içini çekti:

“Doğru söyledin Gökçe. Yumruğum cılız. Bunu son savaşta ben de anladım.”

“Ben bu cılız yumruğu demir yaparım. Birkaç yıldan beri de gizli gizli çalışışım bunun içindir.”

“Darılma ama bugüne dek benim için nasıl çalıştığını, ne yaptığını bilmiyorum. Düşman karşısında atımı aşırmak, beni tek koymak sence yardım ise ben o yardımı gene sana bağışladım.”

“Kafan kuruntu dolu, gözün burnuna bağlı. Böyle olmasa sana sessiz sessiz yaptığım yardımları anlardın, yüreğini bana bağlardın.”

“Ne yaptın ki Gökçe?”

“Ne mi yaptım, birer birer sayayım mı?”

“Say da öğreneyim.”

“Sağa git, sola git, yukarı çık, aşağı in, Türk elini dört yandan dolaş, her ubada bir masal dinleyeceksin. Bu masala göre birkaç yüz yıl evvel Alageyik adlı bir dul kadın vardı. Kocasının yasını tutup kara çadırında karagözlerinin kara yaşını silip oturuyordu. Bir gece çırasız çadıra bir ışık doldu, bu ışık elle tutulmaz bir örtü gibi Alageyik’i sardı, sonra söndü. Dul kadın, ter içinde kalmıştı, korkudan tir tir titremişti. Fakat uyanıkken gördüğü bu düşü kimseye söyleyememişti. Dokuz ay on gün geçti, gene bir gece o ışık dul kadının çadırına doğdu, ter dökmeye başlayan kadıncağızı kucakladı. Bu sefer o, bayılmıştı, gözünü açınca dizlerinin arasında üç çocuk buldu.”

Temuçin, çıplak adamın sözünü kesti:

“Bunu ben de babandan dinledim. O üç çocuktan biri benim büyük dedemmiş.”

“Evet, dinlemişsin. Fakat bu masalı baba da oğul da bizim uydurduğumuzu, ağızdan ağıza bizim yaydığımızı anlamamışsınız.”

“Demek Alageyik yalan, büyük babamın ışık dölü olduğu da uydurma.”

“Alageyik yalan değil amma üst tarafı düzme!”

“Yalanlar düzmeyi niçin düşündünüz?”

“Çünkü insanlar, yalanı doğrudan daha çok severler. Sonra kafası aydınlanmamış adamlar, birine yüksek saygı göstermek için onu insanlığın üstünde doğmuş görmek isterler. Biz de seni, beylerin ve hanların üstüne çıkarmak için ışıktan üremiş gösterdik.”

“Canım sıkıldı, senden de babandan da yüreğim biraz daha ayrıldı. Ben yalan sevmem, söyleyenden de iğrenirim.”

“Yalanı sevmezsin amma dört tarafa ulak çıkarıp bu masala inanmayın diye de bağıramazsın. Böyle bir şey yaparsan seni yükseltmek için uydurduğumuz öbür masallar da suya düşer. Sonra kendin de küçülürsün, cascavlak bir Moğol beyceğizi kalırsın.”

“Başka yalanlarınız da var mı?”

“Var ya.”

“Haydi sıkılma, onları da söyle.”

“Senin doğuşunu da babam bir masal yaptı. Anan seni her kadın gibi, her kısrağın bir tay bırakması gibi sessiz, gürültüsüz doğurmuştu. Elli yıldan beri Türk elinde bir kaynaşma, bir anlaşma yapmak isteyen, bunun için de senin soyuna dayanmayı kuran babam, bu doğumu bir tutamak saydı, dört tarafa bir masal uçurdu. Sanki sen bir eli yumuk olarak doğmuşsun. Eben elini açınca bir parça pıhtı kan görmüş. Moğol ulusunun en akıllısı babam değil mi ya. Hemen o, bu kan pıhtısını alıyor, evirip çeviriyor, babana müjde veriyor; ‘Bu çocuk ulu hakan olacak, yeryüzünün hepsini alacak!’ diyor.”

“Bu da mı yalan Gökçe!”

“Yalan ya. Ana karnından yeni fırlayan tayların koşucu olup olmadıkları bile ilk günden anlaşılmaz. Nerede kaldı ki insan yavrusunun hakanlığa yükseleceği doğumunda belli olsun. Fakat dedim ya, kafası aydınlanmayan adamlar, bu masallara çabucak inanır.”

“Peki, dileğiniz neydi, baba oğul niçin yalanlar uyduruyorsunuz, hele benim adımı ne diye yalanlarınıza temel yapıyorsunuz?”

“Babam da ben de Türk elini bir beyin buyruğu, bir bayrağın gölgesi altında görmek isteriz. Türk, altından üstündür. Altın hakanları yıllarca alt etmiştir. Gene öyle olmalı, el birliğiyle yücelmelidir. Bunun için de kanı yüksek, bileği sağlam bir adam ortaya atılmalıdır. Biz, seni seçtik.”

“Diyelim ki dediğiniz oldu, dileğiniz yerini buldu. Siz, ne kazanacaksınız?”

“Onu şimdi değil, bütün Türklerin biricik hakanı olduğun gün sor.”

“O güne erişeceğinize inanıyor musun?”

“İnanmasam şu kurt inine kapanmazdım, şu kılığa girmezdim, yarı aç, yarı tok yaşamazdım. Alageyik çocuğu değilsem de çok ünlü bir kişinin oğluyum, ben de kılıç kuşanırdım, ata binerdim, uşak kullanırdım.”

 

“Peki, Türk birliği için çalıştığına, beni de yükseltmeye savaştığına inanayım. Bütün Türkleri kendimize nasıl uyduracağız? Daha dün üç küçük ulusun önünde bozulduk. Koca koca uluslar, bize boyun mu kırarlar?”

“Pagadurlar (bahadırın Türkçesi) yenile yenile yenmeyi öğrenirler. Karıncalar bile düşe kalka yol almayı öğreniyorlar. Onun için dünkü bozgundan içlenmeye yer yok. Elverir ki bundan sonra adımını ölçülü atmayı beceresin.”

Ve birdenbire hatırlamış gibi sordu:

“Sözü değiştirmek iyi değil amma öğrenmek istiyorum. Ben savuştuktan sonra sen, savaş yerinde ne yaptın?”

“Ne yapacaktım, ilkin sana adamakıllı atıp tuttum, sonra kılıcı çekip ileri atıldım. Delikanlı Cebe ile Söbütay karşıma çıkıp ve beni zorla alıp düşmanlar arasından çıkarmasalardı geberip gidecektim.”

“Tek başına büyük yiğitlikler gösterdiğini duydum. Nasıl kurtulduğunu ağzından işitmek istiyordum.”

“İşte onu da işittin. İçine serinlik geldi mi?”

“Serinlik gelmedi, üşümek geldi!”

“Neden?”

“Savaşlarda iyi bir başbuğ olamayacağını anladım da ondan!”

“Bunu nereden anladın?”

“İyi bir başbuğ, ordusunu kurtarmaya savaşır. Bunu yapıp yapamayacağını da bir bakışta anlar ve o vakit kendini kurtarmaya çalışır. Sen, erimiş bir ordunun yıkımı sırasında kendini ortaya atıyorsun. Bu, ölüyü diriltmek uğrunda ölüme atılmak demektir.”

“Fena mı, erlik böyle olmaz mı?”

“Erlik başka, başbuğluk başka. Sen, çok cesur bir çeri olabilirsin. Fakat şu yaptığın işe bakılırsa çok kötü bir başbuğ olacaksın. Onun için sana öğüt veriyorum: Ordular hazırla, ordular besle ve kullan. Lakin bu orduların savaşa girişinde işi, senden iyi becerenlere bırak. Varsın onlar, senin uğruna didinsinler. Ad, gene senin olacak, değil mi?.. Yeter.”

“Hem kılıç eri değilim dersin hem savaş işine karışırsın. Bana benden iyi bir başbuğ göster de ağzını öpeyim.”

“Ulus işi; komşularla yerinde bozuşmak, yerinde anlaşmak işi başka. Bunları sen, hele benimle anlaşırsan, herkesten iyi yaparsın. Çünkü sende başka bir yaratılış var. Bakışın bile adam korkutur. Fakat ordu başbuğluğuna yaramazsın, ordu bozarsın!”

“Benden üstün bir başbuğ göster diyorum! Sen sözü gene benim üstümde dolaştırıyorsun.”

“İşte Söbütay, işte Cebe!”

“Cebe’nin ağzı süt kokuyor, öbürü de aşağı yukarı toy bir yiğit. Bunların iyi başbuğ olacaklarını nereden anladın?”

“Son savaşta sana uyup da kılıç sallayacaklarına seni terkiye vurup savuşmalarından anladım. Bu, tam başbuğ görüşüdür!.. Sen, onları yanından ayırma. Birini sağ kolun, öbürünü sol kolun say!..”

“Buna da peki. Şimdi sen, Türk birliğini nasıl kuracağımızı söyle.”

Ulu Gökçe yerinden kalktı, taş odanın bir köşesinde duran kurt yenikli bir tahta sandığa yanaştı, oradan bir kitap aldı. Bu, Uygurca yazılmış bir tarihti. Gelip Temuçin’in karşısına oturduktan sonra kitabın sahifelerini karıştırdı, uzun ve çok uzun bir hikâyeye girişti. Hararetle, heyecanla, bazen gözü sulanarak, bazen yüzünde alevler dolaşarak anlatıyordu: Türk nedir, nasıl üremiştir, nerelere yayılmıştır, neler yapmıştır, ne ülkeler almıştır, ne saltanatlar devirmiştir?..

Temuçin, hazla ve coşkun bir sevinçle onu dinliyordu. Şimdiye kadar bu çıplak adamın bu kadar bilgiç olduğunu öğrenmemişti. Onun babası, Minigilik İçige, Moğol diyarının en akıllı adamı idi. Hatta kendine Türk birliği hülyasını aşılayan da o idi. Fakat Ulu Gökçe’yi, bir büyücü olarak tanıyordu ve onun Moğollar, Konkratlar, Konkmarlar üzerindeki nüfuzunu kıskanıyordu. Şimdi bu çıplak adamın çok şeyler bildiğini görerek şaşırıyordu, sözlerinden ise tatlı bir heyecan alıyordu.

Gökçe’nin belki iki saat süren millî hikâyelerinden sonra Temuçin sordu:

“Bu ulu Türk’ü, çok engin Türk elini bizim küçücük Moğol ulusu kucaklayabilecek mi?”

“Moğol, Türk denizinde bir köpüktür, efsunlu bir köpük. O deniz bu köpükle dalgalanacak. Şimdi sen, benimle antlaş.”

“Ne yapayım?”

“Benim sözümden dışarı çıkmayacaksın.”

“Peki!..”

“At karnına gir desem gireceksin.”

“Peki!..”

“Öyle ise ilk iş olarak yarın Naymanların yurduna gideceksin Köşlük Han’ın karısını kaçırıp buraya getireceksin, kendine eş yapacaksın.”

“Bu, kötü bir iş. Güçlüğü de caba.”

“Bak, ilk adımda sözüme uymamazlık gösteriyorsun. Bu, seni çıkarmak istediğim tahtı şimdiden tekmelemek demektir.”

“Sözünü tutmamazlık etmiyorum. Yalnız bu işi hem kötü hem güç buluyorum.”

“Merkitler senin karını kaçırmadılar mı, sen de Nayman beyinin karısını kaçır ki, ödeşmiş olasınız. Bunu yaparsan Nayman ulusu, Köşlük Han’dan iğrenir, sana imrenir. Bunun sonu da o büyük ulusun Moğol bayrağı altına girmesi olur.”

Temuçin, derin derin düşündü. Merkitler elinde kalan güzel Börta’nın öcünü almak için onların müttefiki olan Naymanlar beyine, aynı cinsten bir yara açmayı pek haklı buldu ve müspet cevap verdi:

“Peki. Post elden çıksa da bu işe girişeceğim. Başka ne diyorsun?”

“Şimdilik bu kadar. Umduğum gibi bu işi becerip de sapasağlam geri gelirsen Güncü ile düğününü yaparız, adını da değiştiririz. Yeni eş, yeni ad, yeni hayat!..

“Güncü, uğrulayacağım kadının adı mı?”

“Evet. Köşlük Han’ın karısının adı Güncü’dür. Sanki bilmiyorsun değil mi? Bu adı Türk elinde bilmeyen kim var?”

“Düğünden sonra benim adım da mı değişecek?”

“Evet.”

“Bunu niçin düşünüyorsun?”

“Temuçin, zaten senin ikinci adın değil mi? İlk adın ‘Tangrı Öggüksen – Allahverdi’ idi. Sonra Temuçin oldun. Naymanları yüreklerinden vurup altüst ettikten sonra daha parlak bir ad alacaksın.”

“Bu ad, ne olacak?”

“Konduğu gün anlarsın.”

Temuçin ayağa kalktı. Sihirlenmiş gibi garip bir tesir altında idi, çıra isiyle dolu olan şu taş odada bir sürü cinlerin, perilerin dolaştığını sanıyor ve bir ayak evvel oradan ayrılmayı istiyordu. Fakat Ulu Gökçe ile vedalaşacağı sırada gözünün önüne bir sahne, üşütücü bir sahne geldi: Minigilik İçige’nin çadırdaki yatış vaziyeti!.. Sarışın genç, ansızın göz bebeklerinde beliren bu sahnenin yüreğine verdiği burkuntu ile için için sarsıldı, bir duvara dayandı:

“Ulu Gökçe!” dedi. “Anlaştık ve antlaştık, değil mi?”

“Evet.”

“İnsanları birbirine anttan daha iyi ve daha sağlam birleştiren bağlar yok mu?”

“Belki var, belki yok. Bunu neden soruyorsun?”

“Seni kendime daha yakın yapmak istiyorum ve böyle bir bağ arıyorum.”

“Bulabilir misin?”

“Buldum sanıyorum, eğer sen beğenirsen.”

“Söyle Temuçin, düşünme. Bulduğun bağı hemen yüreğime sararım.”

“Anamla babanı evlendirmek!.. Bunu yaparsak sen kardeşim olursun.”

Ulu Gökçe’nin gözlerinde bir ışık parlayıp söndü. O, Ulun Beyge ile babasının seviştiklerini çoktan biliyordu ve bu gizli aşkın böyle bir netice vermesini de bekliyordu. Fakat Temuçin’in kendiliğinden şöyle bir teklifte bulunacağını ummuyordu. Çünkü babasıyla onun anası arasında yapılacak bir evlenme, babasını Temuçin’in babası yerine ve kendisini de onun seviyesine çıkaracaktı. Azizlik dolayısıyla zaten sahip olduğu nüfuza bir de asalet katılınca Moğol diyarı kendi avuçlarının içine girmiş olacaktı. Bunu Temuçin’in takdir etmesi icap ederken o, büyük bir gafletle işte umulmaz bir teklifte bulunuyordu.

Ulu Gökçe sevincini sakladı.

“Ben…” dedi. “bu işe karışmam. Ananla babamın ve senin anlaşmanız lazım.”

“Hele, sen olur de. Babanı da kandır. Anamı ben yola getiririm.”

“Sen istedikten sonra ben niçin olmaz diyeyim?”

“Şimdi yüreğim sana tam bağlandı. Çünkü kardeşim oldun. Haydi kucaklaşalım.”

İki genç, sarmaş dolaş öpüşürken ayrı ayrı düşünceler geçiriyorlardı: Temuçin, anasının lekesini sildiğine memnundu, baba ile oğlun kendisine artık oyun oynayamayacaklarını düşünüyordu ve onlara sunduğu afyonun tesiri geçmeden ikisini de ortadan kaldırmaya fırsat bulacağını umuyordu. Beriki ise babasıyla kendisinin Ulun Beyge yüzünden kazanacakları yeni nüfuzla yepyeni roller oynayacaklarını tahayyül ederek tatlı bir istiğrak geçiriyordu. Antlaşan ve kardeşleşen şu iki genç, o dakikada yüksek bir ip üstünde oynayan iki cambaza benziyorlardı, birisinin yere düşmesi, parçalanması tabii idi.