Cehennemden Selam

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Kör Mahmut, bir kere daha haykırdı:

“Benden vebal gider ha! Ya açın kapıyı ya açarım! Bana Kör Mahmut derler!”

Müteakiben attan atlayıp kulübenin kapısına dayandı. Ancak o zamandır ki, kapıdan ziyade büyücek bir deliği andıran yerde bir hareket görüldü. Oradan bir kucak sakal ve mahmurluğu korkuyla karışmış bir çift göz belirdi. Şimdi Kör Mahmut alaya başlamıştı:

“Elhamdülillah uyandın. Yoksa kulüben mirasçılara kalacaktı. İkimize de geçmiş olsun. Hele dışarı çık, şu atı gezdir, bana da kıvrılacak bir yer göster bakalım.”

O perişan ve kocaman sakalın bağlı olduğu iri bir vücut, derin bir yerden çıkıyormuş gibi, ağır ağır kapıdan göründü. Üstünde ancak dizlerine kadar gelen bir bez gömlek vardı. Başı açık ve ayakları çıplaktı. Yabancı bir lisanla bir şeyler söylüyordu. Mahmut, homurdanarak “Ben…” diyordu. “Babil Kulesi’nden gelmiyorum. Dinim bir, dilim birdir. Bana Türkçe söyle. Dilimi bilmiyorsan zahmet edip durma. Ben sana meramımı anlatmanın yolunu bilirim.”

Kulübeden çıkan herif bu sefer Türkçe söylüyordu:

“Ben anlar, ben anlar. Sen ağa, sen ağa.”

“Hay Allah razı olsun, tam anladın. Ben ağa, sen paşa! Hele sen şu atı gezdir, teri soğusun. Bana da yol göster.”

“Buyur biraz.”

Garip kıyafetli şahsın Türkçesi burada tükenmişti. Gelgelelim Kör Mahmut’u üzmeyerek dediğini yapmıştı. Kendi diliyle çıktığı deliğe bağırınca on dört yaşlarında, yine o kıyafette bir çocuk çıkmıştı. Atı ona verdikten sonra, kendisi Kör Mahmut’u kulübeye sokmuştu.

Kulübe, bu ılık yaz gecesinde, sanki birkaç soba ile ısıtılmış gibi bunaltıcı bir sıcaklık içinde idi. Bu suhunet,49 aynı zamanda mide bulandırıcı bir ufunetle50 karışıktı. Kulübede pencere değil, küçük bir delik bile bulunmadığı için bu hararet ve bu koku, âdeta maddi bir şekil alıyordu. Ortada ne mum ne çıra ne kandil vardı. Zifirî bir karanlık, kulübeyi kucaklamış gibiydi.

Kör Mahmut, bu gibi yerleri çok görmüş olmakla beraber, tiksinmekten yine nefsini menedememişti:

“Vay babam!” diyordu. “Ev değil fışkı murabbası! Heriflerin burnu anadan doğma tıkalı olacak!”

Kulübe sahibi el yordamıyla bir çıra bularak ateşlemişti. O hafif ve isli ziya, kulübenin kuvvetli siyahlığı arasında veremli bir varlık gösterebiliyordu. Gelgelelim yine bir şeydi, bir ışıktı. Kör Mahmut, biraz o sayede, biraz da gözlerinin karanlığa alışması tesiriyle, artık kulübenin içini görebiliyordu.

Basık bir dikdörtgen şeklinde olan bu kulübe, yamru yumru taşların gelişigüzel birbiri üstüne konulmasından vücuda gelmişti. Taşlara sıva vurulmadığı için, duvarlarda yer yer kovuklar, haşerelerle dolu bir sürü delikler görülüyordu. Tavan yontulmaksızın, yatay vaziyette duvarlara dayandırılmış sekiz on intizamsız direkten müteşekkildi. Direklerin arası, bol çalı çırpı ile doldurulmuş ve onların üstüne de toprak örtülmüştü.

Kör Mahmut’un girmesini ve çıranın yanmasını müteakip kulübede birkaç gölge harekete gelmişti. Kedi mi, insan mı, ne olduğu belli olmayan bu gölgeler biraz sonra hakiki renklerini belli etmişlerdi. Bir kadınla üç kız, bir de inek!

Burası, Basarabyalı bir domuz çobanının kulübesidir.

Kör Mahmut, etrafına şöyle bir göz gezdirdikten sonra, boş bir un çuvalı bulabildi. Onu altına çekerek, kadın gölgelerinden uzakça bir yere çömeliverdi. Karnı son derece acıkmıştı. Eliyle ev sahibine ağzını göstererek yemek ihtiyacını anlattı, atı için arpa ve saman istedi.

Yarı un, yarı çamur bir ekmek parçasıyla, hayli miktarda ayrandan oluşan yemek, süratle önüne getirilmişti. Ata da biraz çavdar ve biraz saman bulunmuştu. Artık Kör Mahmut için heybesini koltuğunun altına, palasını koynuna alıp uykuya dalmak sırası gelmişti.

Yorgun süvari, belki on saat uyuyacaktı, o derece dalgın yatıyordu; lakin yattıktan birkaç saat sonra, yüzünde hararetli, yapışkan, rahatsız edici bir busenin dolaştığını hissetti. İstemeye istemeye gözlerini açtı. Kulübenin koyu karanlığı arasında meçhul, fakat pervasız bir ağız, saçlarını, yüzünü, hatta göğsünü buselerle aralıksız ıslatıyordu. Bu, ihtiraslı aşkın öpüşlerindendi; tahammül edilmez bir sıcaklık, garip bir yapışkanlık vardı; aynı zamanda, kör bir cilde temasıyla husule gelen tahriş edici bir tesir yapıyordu.

Kör Mahmut, uykuyla uyanıklık arasında, bir an baktı. Siyah bir heyula gibi üzerine eğilip de her tarafını yapışkan bir tükürük tufanına boğan bu cüretkâr kim olabilirdi? Şimdiye kadar rüyaları bile bekâretini muhafaza etmişti. Bir kadın ağzından çıkacak şehevi heva, onun için tamamen meçhuldü. Hiçbir buse dudaklarında bir titreme yaratmamıştı. Kadın cildinin nasıl bir nesne olduğunu öğrenmemişti. Tat alma duyusu, dokunma hissi ve bütün duyuları kadın mefhumuna bigâne idi. Böyle pis bir kulübede, kim bilir ne murdar bir ağızla, bu lekesiz bekâretin yaralanmasına tahammül edemezdi. Hiddetle kalkmak isteyerek bağırdı:

“Çekil bre kaçık! Pis kanını döktürmek mi istiyorsun?”

Fakat başı, inatçı saldırganın yüzüne temas eder etmez çelik bir miğferle çarpışmış gibi sızladı. Görmeyen gözünü bile yaşartan bu acı, Kör Mahmut’a gülünç hakikati göstermişti. Dakikalardan beri kendini buseleriyle gıcıklayan kara bir inekti ve şimdi yavaşça kulübenin bir köşesine çekiliyordu.

Kör Mahmut, uykusunun kaçtığına mı, bir inek ağzıyla bol bol öpüldüğüne mi yansın, karar veremiyordu. Yalnız, pek kıymet verdiği bedeninin tehlikeden korunduğunu düşünerek memnun oluyordu. Artık uyuyamayacağı için kalkmıştı. Güneşin doğup doğmadığından haberi yoktu. Domuz çobanının yaktığı çıra sönmüştü. Kulübe, siyah rengini muhafaza ediyordu. İlk geldiği vakit tesadüf edip de selam filan vermeye lüzum görmediği kadın gölgeleri de ortada yoktu; çoban da oğlu da görünmüyordu; yalnız kara bir yığın gibi, kulübenin ta dibinde mahut inek göze çarpıyordu.

Kör Mahmut elini boru gibi ağzına götürerek “Bre çoban, bre çoban!” diye haykırdı. “Bu mübarek sarayı bana mı bağışladın? Yoksa beni bu namussuz inekle gerdeğe mi koydun?”

Çoban, oğlu ve karısı, dışarıdan müsaraatla51 gelmişlerdi. Kadın kırık bir Türkçeyle Mahmut’u selamladı.

“Sabah hayır!”

“Sabah var mı ki hayır olsun! Yol gösterin de ben dışarı çıkayım, ciğerime biraz hava girsin. Kuyucu’nun avını attığı kuyuda bile bu kadar sıkılmadım. Hem atımdan haber verin. Nasıl, iyi mi? Karnını doyurdunuz mu?”

Yine kadın cevap veriyordu:

“At güzel, çok güzel! Sen de güzel. Türkler hep güzel. Biz çok sever Türk!”

Dışarıda güneş hayli yükselmişti. Ağılla kulübe, bu parlak yaz güneşi altında daha pis, daha cılız görünüyorlardı. Tarlaların o nihayetsiz uzanışınca kabaran bu taş ve çalı yığını, tabiatın kucağına atılmış bir balgam gibiydi.

Çobanın ailesi, elleri koyunlarında, Kör Mahmut’un etrafına dizilmişlerdi. Küçüklüğünde bir Türk ailesine çok kısa bir süre hizmetçilik eden kadın, biraz Türkçe konuşabiliyordu. Onun şüpheli tercümanlığıyla, şimdi fikir alışverişi ediyorlardı.

Bender-Hotin, Bender-Belgrat ve Hotin-Belgrat arasına doğru birer hat çekmek suretiyle harita üzerinde bir üçgen resmedelim. Hikâyemizin cereyan ettiği günlerde ve hatta bir iki asır sonra, üçgenin içine düşen bütün bu arazide yegâne tehlikesiz sanat domuz çobanlığı idi. Nehirlerin ve minimini kalelerin içinde mahsur bir hayat geçiren çoğunluk, ticari işlerle ve ufak tefek el sanatlarıyla iştigal ederdi. Fakat en büyük kazanç, domuz çiftliğinde idi. Çiftçiler mahsullerinin genellikle kazaya gittiğini görürlerdi. Çünkü bu resmettiğimiz üçgenin her noktası, yıl geçmezdi ki bir isyan, birr yola getirme ordusunun ağırlığı altında ezilmesin. Bu orduların yol üstlerindeki tarlalar, sahiplerine ezik göğüslerinden başka bir şey göstermezdi. O memleket halkının burjuva kısmını teşkil eden şehirlilerin, ayân güruhu meşru ve gayrimeşru kazançlarına ise geniş ölçüde, voyvodalar iştirak ederdi. Fakat domuz çobanları, asilerden de serdar ordularından da müsamaha görüyorlardı.

Evvelkiler, kendilerine yâr ve ırken, ruhen taraftar oldukları için bunlara ilişmezlerdi. Serdarlar ise domuzla teması iğrenç görerek çobanları kale almaktan iğrenirlerdi. Bu iki taraflı müsamaha, zaman geçtikçe o birkaç bin kilometre genişliğindeki araziyi bir domuz memleketi hâline getirdi. Evvelleri seyrek tesadüf olunan sürüler ve ağıllar, yavaş yavaş çoğaldı ve sıklaştı. Kan itibarıyla devamlı bir saflaşma, iktisaden de müsamaha gören bu çobanlar sürüsünden en nihayet, komşu milletlerin de yardımıyla, ihtilalci nesiller doğdu!

Kör Mahmut Dinyester’le Prut arasında, en geniş noktadan hesap edilmek şartıyla, otuz beş saatlik mesafe olduğunu çobandan öğrenmişti. Hotin önünde meyilli bir istikamet takip ettiği için Prut Nehri’ne yirmi saat yaklaşmıştı. Bu yüz kilometrelik yolu, atını yormaksızın iki günde alabilirdi. Prut’u geçtikten sonra, Yaş kasabasına inmek uzun bir şey değildi.

Nasıl yaşadıklarını sorup soruşturmaya başlamıştı. Onlar, domuzlarının her yıl başı temin ettiği menfaate kanaat ederek bu ıssız ovada ömürlerini geçirip duruyorlardı. Bazen bir kervan, bazen yolunu şaşırmış bir atlı ve nadiren de askerî alay buradan geçerdi. O tesadüfler bu tekdüze ömür içinde bir değişiklik teşkil ederdi. Hatta bu küçük hadiseler, onlar için bir tarih başlangıcı mahiyetini de alırdı: Bir Erdel kervanı geçtiği gün, bir kır atlı geldiği gün, gibi.

 

Çoban karısı Kör Mahmut’la konuşurken belli bir yaşa gelmiş üç kız da bu sağlam yapılı erkeği hayalen kucaklamaya çalışırcasına ihtiraslı bir vaziyet almışlardı. Her biri, şehevi bir iştiyakın bütün alametleriyle apaşikâr sarsılıyordu. Bu sapa yoldan geçen her erkek şu zavallı kızların ruhunda bir fırtına yaratıyordu ve onlar bu asabi girdap içinde uzun müddet günlerini şaşırırlardı. Bugün de Kör Mahmut, kısmetlerini rüyalarında bile tespit edemeyen bu üç Rumen yavrusunu böyle bir heyecana düşürmüştü!

Bir aralık içlerinden en tahammülsüz olan biri, yalvarır gibi bir sesle “Ana!” dedi. “Ağaya ikram edemedik. Bu gece de burada kalsın. Güzel bir gözleme yapalım, bir de tavuk keselim, içerse şarabımız da var!”

Valide bu teklifin hangi yanık kaynaktan doğduğunu pekâlâ idrak etmekle beraber Kör Mahmut’a tercüme etmekte sakınca görmemişti. O, gürültülü bir kahkaha ile “İyi ama analık…” dedi. “Yolcu yolunda gerek. Bir de darılmayın, sizin kulübe çekilir şey değil. Tanrı sahibine bağışlasın, bize izin!”

Bu sohbet esnasında, atın tımarı küçük çocuk tarafından itina ile yapılmıştı. Kör Mahmut da küçük bir kova inek sütünü içine ekmek doğrayarak mideye yollamıştı. Şimdi, memnunca bir “Elhamdülillah!” çekerek ayağa kalkmıştı. Heybesini yerleştirdikten ve cebinden çıkardığı bir küçük altını attıktan sonra, çekirge gibi, ata sıçrayarak “Ver elini Prut!” dedi.

Üç kızın meftun ve mahzun bakışları, gittikçe uzaklaşan güzel endamlı delikanlıyı uzun müddet takip etmiş ve uğurlamıştı. Kör Mahmut, arkasında bıraktığı kırık emellerden habersiz, Harput ağzı bir koşma geveleyerek tarlaları aşıyordu.

Süvarimizin yolculuğu, Yaş’a kadar hemen hemen arızasız geçti. Ufak tefek ormanlardan, derelerden geçti. Bir geceyi de kırda, atının ayakları altına uzanarak geçirdi. Yollarda in ve cin namına kimseye tesadüf etmedi. Yalnız Prut kenarında uygun bir geçit yeri ararken bir yolcu kafilesine rast gelmişti. Yetmiş kadar katır ve yirmi insandan oluşan bu küçük kervan, tüccar malıyla kuzeye doğru çıkıyordu. Kafile halkı, tozu dumana katarak birdenbire karşılarına çıkan Kör Mahmut’tan, evvelemirde iştibah52 ile irkilmişlerdi.

Fakat onun hayduda benzemediğini anlayınca güvenerek konuşmaya başlamışlardı. Mahmut, nehrin geçit yerini soruyordu. İçlerinden Türkçe bilen biri, istenilen bilgiyi verdi. Kör Mahmut, hafif bir teşekkürle ayrılacağı sırada o adamın dudaklarında bir gayritabiilik gördü. Başka dudaklarda görülmeyen bir şey, tuhaf bir fazlalık, onu iğrenç bir hâle koyuyordu. Kör Mahmut, bu hususiyetin farkına varır varmaz “Beri gel arkadaş!” dedi. “Seni bir iyi tanıyayım.”

Herif yaklaşınca, üst dudağında, iri bir ele benzeyen katmer katmer bir et parçasının sarkmakta olduğu meydana çıktı. Sanki bir manda dili herifin üst dudağına yapıştırılmıştı. Konuşurken bu uzun ve hareli et parçası hızlı hızlı titreyen bir sivri kapak gibi aşağı yukarı hareket ediyordu.

Kör Mahmut sordu:

“Arkadaş, ağzındaki nedir öyle!”

“İllet ağa, illet?”

“Evli misin sen?”

“Allah bağışlarsa beş tane de çocuk var.”

Kör Mahmut’un attan inmesiyle herifi yere yatırması ve koynundan keskin bir ustura çıkararak et parçasını kesmesi, yirmi saniyelik bir iş olmuştu. Kafile halkı, Kör Mahmut’un o adamla kavga ettiğini, kendilerinin ne yapmaları lazım geldiğini hatta düşünmeye zaman bulmadan Kör Mahmut ayağa kalkmış ve dehşetli bir hayret içinde bağırmaya bile kudret gösteremeyen yaralıyı da kaldırarak o et parçasını eline tutuşturmuştu.

“Şimdi uğurlar olsun. Bu kandan can çıkmaz, korkma, bol suyla yarayı yıka. Temiz bir çaputla bağla, geçer gider. Artık karını ağız tadıyla öpersin, bana da dua edersin.”

Ve atını sürerek uzaklaşmıştı. Ertesi gün Yaş Kalesi’ne varacaktı. Artık çoban ağılları, ekili tarlalar, çayırlar sıklaşmıştı. Mahmut, bir ağılın önünde durup bir bardak su istedi. Tıpkı iki gün evvel gecelediği ağıldaki kızlar gibi bu ağılda da sarı saçlı, mavi gözlü, pişkin ve yetişkin kızlar, yiyici gözlerle kendisini karşılamışlardı. Kör Mahmut, taze, yabancı ve niyaza alışkın görünen bu manalı gözlere daima kapalı gözle bakıyordu. O, ağılın etrafında kaynaşan domuz yavrularını seyre dalmıştı. Bunların arasında iki üç tane de küçük çocuk dolaşıyordu. Hayvanlarla dudak dudağa, kucak kucağa sürünen bu çocukların üzerinde kirli bezden birer kısa gömlek vardı, her tarafları açıktı. Tarif edilemez bir pislik içinde, şen şakrak, oynaşıp duruyorlardı. Bunlardan biri hazin bir noksanlık ile hastalıklıydı. Yumurtalıkları büyük bir torbaya benziyordu. Kör Mahmut, çocuğun bu hâlini görünce acıdı. Ne kızlara ne ağıl sahibine bir şey söylemeye, atından inmeye lüzum görmeden eğilip çocuğu kucağına çıkardı. Tıpkı bir doktor gibi, çocuğun bacakları arasındaki torbayı inceledi. Bu şişkinlik alelade bir su birikintisiydi. Henüz irin toplamamıştı. Bunu anlar anlamaz, gem ve eyer tamirinde kullanılan türden bir sivri iğne çıkararak derhâl bir küçük ameliye yaptı.

Şimdi iğnenin deride açtığı yerden bulanık bir su sızıyor ve çocuğun hastalıklı uzvu, tabii şeklini almaya başlıyordu!

Ağıl halkı, Kör Mahmut’un çocuğu okşamak için kucağına çıkardığını zannetmişlerdi. Onun böyle bir ameliye yapmaya kalkıştığını görünce vaveylayı koparmışlardı. Kör Mahmut, gürültülere ehemmiyet vermeyerek işini bitirdi. Ameliye yapılan yerde bir şey kalmayınca çocuğu yere bıraktı.

“Siz ne aptal adamlarsınız!” dedi. “Elimi öpecek yerde bana diş gösteriyorsunuz. İnsan yavrusunda bu kadar yumurtalık olur mu hiç? Âdemoğlu dediğin tertemiz olmalı.”

Kör Mahmut’un tekke hayatından edindiği yegâne zevk, bu cerrahlıktı. Dervişler arasında bu işle uğraşanların ameliyelerini takip ede ede kendisinde de cerrahlık için büyük bir heves uyanmıştı. O zamanlar uyuşturmak, dezenfektan maddeler kullanmak usulü henüz keşfedilmemişti. Ustura, iğne, kerpeten, bir cerrah için kâfi idi. Kloroform yerine, kalın ipler ve sağlam pazılar kullanılırdı. Ameliye yapılacak hasta ya sımsıkı bağlanır yahut birkaç kuvvetli şahsın zoruna bırakılırdı. Bir göğüsten, bir omuzdan mesela bir ok çıkarmak, tıpkı bir atın nallarını sökmek gibi kerpetenle yapılırdı. Koku giderici ilaçların yerinde ise hazreti baht hüküm sürerdi. Yaranın kangren olmaması cerrah için bakmayı gerektiren noktalardan değildi. O, baht işidir!

Kör Mahmut, yolculuğun can sıkan ritmini işte bu gülünç meşgalelerle gidermiş oluyordu. Aynı zamanda yaptığı işlerden memnun kalıyordu. Kendi inancınca, bu iki ameliye, insanlığa bir tür hizmetti. Birincisiyle, talihsiz bir kadını tüyler ürpertici öpüşlerden kurtarmıştı, ikincisiyle de minimini bir yavruyu gelecekte “hadım” kalmak tehlikesinden azat etmişti.

İyilik sokağa atılsa kaybolmaz! Kör Mahmut bu sözü, bir hakikat olarak kabul ediyordu ve elinden geldiği derecede iyilik etmeyi, -yerinde fenalık etmek kadar- insani bir vazife tanıyordu!

***

Yaş kasabası o zamanlar şimdikinden daha meşhur idi. Bugün medeni bir şehir, ticari ve hatta yarı sınai bir merkez olan bu büyük memleket, hikâyemizin cereyan ettiği tarihte kuzeyden, kuzeybatıdan, güneyden aralıksız akıp gelen orduların ağırlık merkezi olmuştu. Buğdan, Türk için bir vilayet değildi, müstemleke hiç değildi. “Uç” denilen serhat eyaleti hâlinde de idare olunmazdı. Oraya İstanbul’dan, voyvoda namı verilen bir bey gönderilirdi. Bu bey, genellikle, Fenerli idi. Bazen bir “saki-i kadehkeş”, bazen bir kasap çırağı bu emîrlik mevkisine yükseltilirdi. Merkezî hükûmete belirli bir vergi veren, Belgrat’ta toplanan ordulara erzak ve nakliye hayvanları gönderen bu beyler, Buğdan memleketini istediği şekilde idare ederlerdi. Boyar denilen Ulah âyanı, voyvodanın yönetimde sağır ve dilsiz birer muavini mertebesinde idiler. Voyvodaların hemen üçte ikisi Türklüğe ihanet etmiştir. Bu herifler, devletin haricî ve dâhilî bir buhranla karşılaştığını görür görmez isyan bayrağını çekmekte asla tereddüt etmemişlerdir. Esasında daima ve daima ezilmişlerdir. Fakat binlerce ve binlerce Türk’ün de boş yere heder olup gitmesine sebebiyet vermişlerdir.

Kör Mahmut, Yaş Kalesi’ne ait maceraları, kulak dolgunluğuyla bilirdi. Bu kale için can feda eden Anadolu sipahilerinin hikâyelerini defalarca dinlemişti. Beş on gün evvel Hotin’e giderken kaleye girmemişler, açıkta gecelemişlerdi. Şimdi şu dillere destan olan kaleyi bir iyi seyretmek istiyordu. İç kaledeki helezoni yol hakkında da hayli şeyler işitmişti, o yoldan inip çıkmanın zorluklarını söyleyip durmuşlardı.

Kör Mahmut, sefil kulübelerden, mezbelemsi evlerden ibaret olan kale varoşunu doludizgin geçtikten sonra, doğru iç kaleye yönelmişti. Hendek üzerindeki ağaç köprü başında bir an durur gibi oldu. Çünkü herhangi bir kaleye atla çıkmak kurala aykırı idi. Fakat bu tereddüdü uzun sürmedi, atını kaleye doğru hareket ettirdi.

Yol hakikaten geçmesi zor idi. Zikzaklar birbirini izliyordu. Sanki kale, bir külçe toprak içine konulmuştu. Bu külçenin açılan her hattını diğer bir hat ve onu, bir diğeri takip ediyordu. Piyadelerin güçlükle çıkabileceği bu binbir dönemeçli, dar ve dik yolu, Kör Mahmut atıyla pervasız çıkıyordu.

Kalenin üstüne yaklaştığı sırada, dizdarın gümbürtülü sesi işitildi:

“Bre ağa, aşağıya in! Piyade yürü! Hünkâr kalesidir, atla çıkılmaz.”

Kör Mahmut atını mahmuzlayarak cevap verdi:

“O dediğin köleler içindir; helal süt emenler her yere çıkar!”

Koca dizdar namıyla asker arasında şöhret bulan kale muhafızı, bu cüretkârın işine parmak ısırıp kalmıştı. Fakat hiddetini birdenbire açığa vurmaktan çekiniyordu. Çünkü “Bu, bizzat hünkâr olmasın!” diye şüpheye düşmüştü. O devirlerde kaleye atla çıkmak kimsenin kârı değilken bu genç adam hem çıkmış hem dizdara çıkışmıştı.

Kör Mahmut, ihtiyar dizdarın için için neler düşündüğünden habersiz, kalenin zirvesine kadar yükselmişti. Oradan bütün Yaş kasabasına uzun bir bakış atfetti. Sokaklar birbirini kucaklamış gibi dar ve intizamsız; evler, yükseklik kavramından ürkmüş gibi alçak görünüyordu. Kiliseler bile, ihmal edilmiş, bir mezar üstündeki haçlar gibi, toprak seviyesine yapışmıştı.

Kör Mahmut, bir an için, gönlünün kanadığını duydu. Tebriz nerede, Yaş neredeydi? Türk’ün birbirinden tabiaten uzakta bulunan bu iki nokta arasında tek-renk ve tek-ahenk bir temas, bir münasebet, hatta bir kardeşlik tesisi için yıllarca didinmesindeki mana neydi?

Bu soruya zihnen cevap veremiyordu. Yalnız kusursuz bir idrak ile anlıyordu ki bir Anadolu kasabasıyla Yaş arasında küçük bir benzeyiş, zerre kadar bir andırış yoktu. Diyarbakır’ın, Harput’un, Konya’nın ve bütün Anadolu şehirlerinin taşında, toprağında Türk’e candan selam verir, tatlı yüz gösterir gibi bir hâl vardır. Hâlbuki Yaş, işte somurtkan ve hoyrat bir yabancıya benziyordu.

Şimdi atını yüz geri etmişti. Koca dizdar, kendisine bir kelime bile söylemeden dönmeye başlayan süvarinin mahiyetinden gerçekten şüphelenmişti. Demek ki bu genç, dizdarlara falan söz söylemeye tenezzül eden takımından değildi. O sırada Hotin önünde bulunan hünkârın kıyafet değiştirip kendini tanıtmayarak Yaş’a gelmesi pek de imkânsız değildi. Eğer öyle ise şimdi hünkâr, müthiş bir tehlikeye maruzdu. Değme süvarinin gösteremeyeceği bir cüretle, kalenin dar ve karışık yolunu atla çıkmıştı. Fakat o yolu, tepesi aşağı inmek, göz göre göre tehlikeye düşmekti. Alelade inişlerde bile yaya yürümek bir kaide iken işte, genç süvari, hatta doludizgin kaleden iniyordu. Koca dizdar koşup hünkâr dediği gencin üzengisine yüz sürmek, bu tehlikeyi anlatmak istemişti. Fakat Kör Mahmut, bütün dönemeçlerden mahirce geçerek selametle köprüye gelmiş ve şehre doğru uçup gitmişti.

Artık at da süvari de istirahate hak kazanmışlardı. Üç buçuk günde iki yüz elli kilometreye yakın yol almışlardı. Dumanı üstünde bir bulgur pilavı da Kör Mahmut’un gözünde tütüp duruyordu. Şehrin kenarında bir kervansaraya gelir gelmez ilk işi atına arpa ve kendine pilav ısmarlamak oldu.

Okuyucularımızdan bu kervansarayları belki görmeyenler vardır. Bunlar, İstanbul’dan Bağdat’a, Budapeşte’ye, Karpat eteklerine, Adriyatik kıyılarına kadar uzayan yollarda yer yer yapılmış eski zaman işi birer oteldir. Çoğunlukla dikdörtgen şeklinde ve kesme taştan gayet sağlam olarak inşa edilmişlerdir. Kurşun geçirmez ve mızrak işlemez nevinden yüksek bir kapı ile korunmaktadır. Dikdörtgenin iç kenarlarından birini minimini bölmeler teşkil eder, bu bölmelerde birer ocak vardır, kapı kadar. Karşı kenarı, hayvan yemlikleri işgal eder. Bu yemlikler sağlam meşinden yapılmıştır. Tam kapıya tesadüf eden kısımda büyük, çok büyük bir ocak bulunur. Yağmurdan bunalan, tipiye tutulan, kurt hücumundan korkan yolcular için bu kervansaraylar, kıymeti çok yüksek bir sığınma yeridir. Her yolcu bu otele ücretsiz girmek hakkına sahiptir. Hayvanı yemliklere bağladıktan sonra dilerse o bölmelerden birine girer, oradaki ocağı yakarak, emin ve müsterih, yatar. Dilerse büyük ocağın yanında yer alır.

 

Bugün olduğu gibi o devirlerde de açıkgözler eksik değildi. Çoğu kırlardan ve kasabalardan uzak mahallerde yapılan bu kervansarayların her biri, nereden geldiği belirsiz birtakım şahısların eline geçmişti. Bunlar fuzuli bir kiracı sıfatıyla o hayır için yapılan yapılara yerleşmişlerdi. Umumi ocağı yakmak, hayvan gübrelerini dışarı atmak gibi hizmetler karşılığında her yolcudan bir ücret almayı âdet edinmişlerdi. Kervansarayların inşa hikmetini bilen ve koluna güvenen yolcu, bu fuzuli kiracılara ücret yerine bir sille çekerdi. Seyyahların zaaflı olanları istenilen parayı, ister istemez, verirlerdi. Mamafih bu müstevliler, hasta yolculara çorba, istek edenlere pilav pişirerek kendilerini bazen lüzumlu bir unsur hâline de getirirlerdi.

İşte Kör Mahmut’un konakladığı yer, böyle bir oteldi. Atını yerleştirdikten sonra umumi ocağın yanına giderek “Merhaba erenler!”i bastırdı. Mevsim yazdı. Fakat ocak yine yanıyordu. Geldikleri ve gidecekleri yerler gibi kıyafetleri de birbirine benzemeyen sekiz on yolcu, ocağın kenarına dizilmişler, konuşuyorlardı. Kör Mahmut’un selamını iadeden sonra yine sohbete devama başlamışlardı. Bunlar bu civarda avans vererek bal, koyun peyleyen ve senede iki defa sefer yapan Türk tacirleriydi.

İçlerinden biri “Devlet işine akıl ermez ki…” diyordu. “Şu Voyvoda Mihane’nin şimdiye kadar kafası koparılmıştı! Mukarrernamesi gelmiş! Geçen sene görenlerden işittim: Erdel cenginden dönüşte Silistre paşasına, Allah’a ısmarladık, dememiş. Paşa da Yaş’tan geçerken Mihane’yi çağırtıp ‘Bre melun! Ben Silistre valisi olam da sen benden izin almayı murdar nefsine ar tutasın, öyle mi?’ diye göğsüne bir tekme vurmuş, Mihane’yi çadırın kapısına kadar yuvarlamış; fakat bu tekmenin sonu gelmedi. Paşa mı İstanbul’a yazmadı, Mihane’nin altın varaklı nameleri mi üstün çıktı? Herhâlde kellesini kurtardı. Bu sefer de hünkârın peşinde Hotin’e giderken kendini, attan düşmüş, ayağı kırılmış gösterdi. Gerisin geri Yaş’a geldi. Arkasından azline ferman çıktı. Domuz çobanları bile Mihane’nin gideceğine seviniyorlardı. Fakat bugün bir kapıcıbaşı gelmiş, Mihane’nin mukarremamesini getirmiş, diyorlar. Yarın da alay olacakmış.”

Kör Mahmut’u bu sözler içinde yalnız alay meselesi alakadar etmişti. Kapıcıbaşıların çalımını öteden beri işitirdi. Babası Budin ordularında harp eden bir dervişten de bir Macar kralına hünkârın taç giydirdiğini dinlemişti. Bu alaylar görülecek şeylerdenmiş! Buğdan voyvodasına da şimdi altın zincir takılacak, üsküf giydirilecek, iskemle verilecekmiş!

Kendi kendine şu alayı, ta içine girerek yakınen seyretmeyi kurmuştu. “Hele sabah ola, hayrola.” deyip bolca bulgur pilavını yedikten sonra, bölmelerden birine uzanıp yatmıştı.

Kör Mahmut, sabah erkenden sokağa çıktı. Kervansaraydaki adamlardan voyvodanın sarayını öğrenmişti, aynı zamanda alayın öğleye doğru yapılacağı haberini almıştı. Saray denilen konak yavrusu binayı bulmakta müşkülat çekmedi. Binanın etrafa nazaran nispi büyüklüğü, kapısındaki silahlı nöbetçiler, hele o gün sokak boyunu işgal eden kadınlı kızlı, çoluklu çocuklu kalabalık, voyvoda sarayını arayanlar için canlı bir rehber oluyordu.

Öğleye bir saat kala, alay başlamıştı. Mukarremameyi getiren kapıcıbaşı, sırmalı külahını başına, uşak kürkünü sırtına geçirmiş, beyaz bir ata binmişti. Önünde, mukarrername denilen beratı başı üstünde tutan ocak gediklisi yürüyordu. Onun ilerisinde voyvodanın başkâtibiyle teşrifatçısı atbaşı beraber gidiyorlardı. Bunların önünde, kenarları kırmızı işlemeli beyaz bezden kısa gömlek giyen, ayakları çarıklı ve dolaklı elli kadar yerli asker bulunuyordu. Kapıcıbaşının arkasında iskemle çavuşu vardı. Bu adam, al kadifeden büyücek bir iskemleyi elinde götürüyor ve iskemlenin üstünde üsküf denilen bir yeniçeri külahı görünüyordu. Onun arkasından on iki baltacı geliyordu.

Bunların arkasından yine elli nefer yerli askerden oluşan bir müfreze dümdarlık vazifesi yapıyordu.

On beş gün evvel azli ve şimdi de yerinde bırakılması tebliğ olunan Buğdan voyvodası, mukarrernameyi getiren kapıcıbaşıyı sarayında bekliyordu. Alay karınca yürüyüşüyle yürüyordu. Kapıcıbaşı, temsil ettiği kuvveti, dirhem dirhem halka hissettirmekte kusur etmiyordu. Yüzünde öyle bir sabitlik, öyle bir titremezlik vardı ki görenler, bu basit memuru tunçtan bir heykel zannederlerdi.

Alay, bu tertip ile tam voyvoda sarayının önüne gelince Kör Mahmut saray baltacılarının arkasına takılıvermişti. Onları takip eden yerli müfreze, sipahi kıyafetindeki bu gencin alaya katılmasına ses çıkarmamış veya çıkarmaya lüzum görmemişti.

Kapıcıbaşı, sarayın önünde atından inmişti. Voyvodanın başkâtibi sağ, teşrifatçı sol kola girerek kendisini içeriye götürmüşlerdi. Yine önde mukarrernameyi taşıyan ocak gediklisi, arkasında iskemleyi taşıyan çavuş ve on iki baltacı bulunuyordu. Kör Mahmut da bu kafilenin peşinden pervasız gidiyordu.

Saray merdivenlerinin her kademesinde bir boyar, kenarı işlemeli beyaz gömlekten ve ince tarafı arkaya eğik külahımsı bir siyah serpuştan ibaret millî kıyafetiyle selama durmuştu. Kapıcıbaşı kademelere bastıkça boyarlar yerlere kadar eğiliyor, ayakları diğer kademeye geçmedikçe bu hürmetkâr vaziyeti bozulmuyordu. Kapıcıbaşı da güya inadına yapıyormuş gibi her basamakta hissolunur derece bekliyordu.

Voyvoda merdiven başına gelmişti. Başında bir samur kalpak, üstünde siyah bir kürk vardı. Yerden bir temenna ile muhterem misafiri selamlamıştı. Birlikte, kabul salonu mevkisindeki büyücek bir odaya girmişlerdi. Orada voyvodanın karısı ve nedimeleri yer almışlardı. Voyvoda, doğruca odanın kapısına nazır cephesine yönelmiş ve tam orta yerde durmuştu. Mukarrernameyi taşıyan adam ve kapıcıbaşı da yavaş yavaş gelmişlerdi. Kadınlar, mukarrername karşılarına gelir gelmez derin bir reverans yapmışlardı.

Kapıcıbaşı, voyvodanın karşısına gelince durmuş ve mukarrernameyi ocak gediklisinin elinden alarak öpüp başına koyduktan sonra voyvodaya vermişti. Aynı resmî hürmeti yapan voyvoda da kâğıdı başkâtibine teslim etmişti. Baltacılar ve o meyanda Kör Mahmut, odanın kapı tarafında bir yarı daire oluşturmuşlardı. Kapıcıbaşı şimdi iskemleyi eline alıp voyvodaya bir işarette bulunmuştu. Voyvoda, vakar ve temkin ile ilerlemiş ve iskemleye oturmuştu. Derin bir ikbal çizgisi, parıldayıp duruyordu.

Sıra, zincirin takılmasına ve üsküfün giydirilmesine gelmişti. Kapıcıbaşı, voyvodanın başındaki samur kalpağı kaldırmıştı. Koynundan altın zinciri çıkarır gibi bir vaziyet almıştı. Fakat ani bir cinnete uğramış gibi birden silkinmiş, zincir yerine belindeki demir topuzu kucağındaki voyvodanın başına vurmuştu.

Bu umulmayan hıyanet karşısında kadınlar, gözyaşı içinde dışarıya kaçışırken voyvoda da cansız bir ceset hâlinde yere düşmüştü! Baltacılar vaziyetlerini bir put gibi muhafaza ediyorlardı. Voyvodanın kâtibiyle teşrifatçısı, bol bol ecel teri döküyordu. Dışarıda hemen kimse kalmamıştı. Sokaklarda edalı edalı yürüyen yerli asker ve merdivenlerde boy gösteren boyarlar, hepsi, hepsi darmadağın olmuştu. Voyvodanın karısı bile konağın bir köşesinde, gözyaşını silecek bir dosttan mahrum, eğilip duruyor, tek başına baygınlıklar geçiriyordu.

Bu korkunç sahneyi yaratan kapıcıbaşı, gülünç bir gurur içinde, voyvodanın teşrifatçısıyla kâtibine emrediyordu:

“Ferman-ı kaza cereyan yerini buldu. Yeni voyvodanız yoldadır, yarın buraya ulaşması beklenir. Hazırlıkta kusur etmeyesiz! Şimdi şu facirin mal ve menalini deftere geçirmek gerek. Bir habbe ziyanına rıza-yı hümayun yoktur, öylece bilesiz.”

Onlar, bu emrin önünde titreye titreye boyun kırarken Kör Mahmut’un sesi yükselmişti:

“Tüh sana be herif! Cellatlığı kabullendikten sonra bu çalıma ne lüzum vardı? Erlik adını berbat ettin gitti. Sana da seni gönderene de lanet!”

Bir an evvelki trajedide yüzlerinde bir kıl titremeyen baltacılar, sulu sepken bir tükürük gibi ortaya fırlatılan bu sözler üzerine, hiddetli ve öfkeli, bakışmışlardı. Debdebeli bir merasimi bir saniyede faciaya çevirip de zerre kadar heyecan göstermeyen kapıcıbaşı, kulaklarına kızgın demir sokulmuş gibi, kızarmıştı. Voyvodanın teşrifatçısıyla kâtibi ise bu sesi ahiretten gelmiş sanarak gizlice istavroz çıkarmaya başlamışlardı.

Kör Mahmut, sözlerinin tesirini sanki tamamlamak istercesine sürekli tükürüyordu:

“Tü, tü, tü!..”

Ve bariz bir nefret içinde salondan çıkıyordu! “Bre koman!” demek için ağzını açan kapıcıbaşı, herhangi bir sipahiye körü körüne el vurulamayacağını düşünerek “Devletin kolu uzundur. Bu küstahın da cezası verilir!” demekle yetinmeye mecbur olmuştu.

49Suhunet: Sıcaklık. (e.n.)
50Ufunet: Pis koku. (e.n.)
51Müsaraat: Sürat ve acele etme. (e.n.)
52İştibah: Şüphelenmek, şüphe etmek. (e.n.)