Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Yaksiç kötü kötü gülüyordu. Eti değil ruhu acıtmanın bu parlak sınancını bulup ortaya attığından dolayı kıvanç duyuyor gibiydi. İki kardeşin ölüme karşı takındıkları kayıtsızlıktan birdenbire ayrılarak tasalanmaları ayrıca hoşuna gidiyordu, cehennemlik bir hazla kurbanlarını süzüyordu.

Kara Murat tasalanmaktan bir şey çıkmayacağını çarçabuk hatırladı, eski sert durumunu takındı.

“Orospu oğlu!” dedi. “Beni kardeşime çevirme yaptıracaksın, anladık. Ya bu çocuğu ne yapacaksın?”

Yaksiç kaşlarını çattı, şu cevabı verdi:

“Onu diri bırakacağım. Ölünceye kadar yaptığı işi hatırlasın, dövünüp dursun. Seni şişe geçirişi, ateşe koyuşu, uzun uzun çevirişi, etinden çıkacak kokuyu yutuşu, inleyişlerini dinleyişi yüz yıl yaşasa onun içinden silinmeyecektir. Bu küçük çapkına da bu ceza yetişir!”

“Onu diri koyacağına ant içer misin?”

“Ant içmeye ne lüzum var?.. Kardeşine acıdığımdan dolayı böyle bir iyilik yapmıyorum. Onu ölünceye kadar kıvrandırmak için sağ bırakmak istiyorum. Böyle bir şey yapmaya başka bir sebeple de mecburuz.”

“O sebebi anlayabilir miyiz?”

“Bir ölüye her sır söylenebilir: Kardeşini İstanbul’a elçi yollayacağız. Efendiniz olan sultana neler yaptığımızı bildireceğiz. Kendi adamlarımızdan birini göndersek senin, arkadaşlarının, şu Çakırcı Paşa’nın öcünü almak isterler, belki öldürürler. Onun için kardeşini yollamayı düşündük.”

“Demek kardeşim yaşayacak. Öyleyse kanım ona helal olsun. İşte ben kendine izin veriyorum, beni şişe geçirip çevirsin. Fakat bir akıncı elinden geleni yapmadıkça ölmez. Bu, bizim töremizde çirkin sayılır. Sen de benim yapacağımı hoş gör delikanlı!”

İlkin yavaş konuşan Kara Murat, sözünün sonuna doğru sesini yükseltmişti, iri ve diri söylemeye başlamıştı. Aynı zamanda kollarını, bacaklarını geriyor, iplerin içinden sıyrılmaya savaşıyordu. Demitriyos Yaksiç, sıkı ve pek sıkı bağlanan akıncının böyle bir harekete girişeceğini ummadığı için önce pek aldırış etmedi, hatta gülümser gibi göründü, fakat Kara Murat’ın kara bir bulut gibi birden şiştiğini, iplerin çatırdamaya başladığını görünce şaşırdı, koruculara haykırdı:

“Aman, atılın, yakalayın, bırakmayın!”

Fakat oynar ve eğilip bükülür bir bulutu andıran Kara Murat, inanılmaz bir hızla iplerini kırmıştı, korucular kımıldanmadan sıçramıştı, yaman bir sille ile Yaksiç’i devirdikten sonra voyvodanın yanına süzülmüştü, “Al bre kodoş, beş parmağımın izi yüzünde kalsın!” diyerek hükümdar bozuntusu celladın yüzüne bir tokat savurmuştu.

Neye uğradığını anlamayarak bir paçavra gibi yere yuvarlanan Vlad’ın ağzından burnundan kan geliyordu, korku ve acı içinde anlaşılmaz bir şeyler homurdanıyordu. Kara Murat onunla ilgili olmadı, sağına soluna yumruk sallamaya koyuldu. Artık boyar, subay, korucu, seyirci kime rast gelirse yıkıyordu, deviriyordu, ortalığı altüst ediyordu.

Panik başlamıştı, seyirciler birbirini çiğneyerek kaçışıyorlardı. Bu gidişle Kara Murat’ın oradan savuşması bile mümkün görünüyordu. Fakat yediği sillenin sersemliğinden kendini kurtaran Yaksiç’in yerinden kalkması, “Kaçan kazıklanacaktır!” diye bağırması üzerine durum değişti, yarın ölmemek için bugün akıncı yumruğu yemeyi göze alan koruculara bir yürek pekliği geldi, silahsız Kara Murat’ın üzerine birkaç düzine kılıç çekildi, bir sürü kement atıldı ve uzun süren bir boğuşmadan sonra yiğit adam yakalandı, zincire vuruldu.

Voyvodanın yüzünü silen, kırılmış dişlerinden akan kanı dindiren gene Yaksiç’ti. Yediği sillenin izi ta yüreğine işlemiş olan Vlad’ın gözü artık dünyayı görmüyordu, bar bar bağırıyordu:

“Şu hınzırı parçalayın, yakın, yok edin!”

Yaksiç yalvarıyordu:

“Herifi sevindireceksiniz asaletmeap. Müsaade edin de onu önceden düşündüğümüz gibi ağlata ağlata, inlete inlete öldürelim.”

Vlad, pek güçlükle bu dileği kabul etti ve bütün yeryüzü tarihinde eşi az görünen facia başladı. Kara Murat, upuzun yere yatırılmıştı, ayakları bağlı bırakılıp yalnız elleri çözülen Mustafa da yanına getirilmişti, eline sivri uçlu ve on santimetre kalınlığında uzun bir şiş verilerek kardeşine geçirmesi emrolunuyordu.

Kara Murat’ın yakalanması üzerine geri dönüp eski yerlerini alan kalabalık, kardeşi kardeşe şişleten vahşi düşünce önünde korku ile karışık bir meraka kapılmışlardı, dumanlı bir bakışla faciayı seyrediyorlardı.

Küçük Mustafa’nın başı üstünde dört yalın kılıç parlıyordu, arada sırada boş böğrüne13 tekmeler de vuruluyordu. Buna rağmen genç yavru, istenilen şeyi yapmaya yanaşmıyordu, yanaşamıyordu. Bir aralık Kara Murat başını kaldırdı:

“Mustafa!” dedi. “Beni kepaze ettiriyorsun. Şu şişi sok, ne olacaksa olsun. Dört yanımızda toplanan gidilerden sıkılıyorum.”

Küçük gene durumunu bozmadı, kılıçların boynuna sürülmesine ve boş böğründe birkaç tekmenin dolaşmasına dayandı, şişe el vurmadı, kardeşine de istenilen işi yapamayacağını söylemekten geri kalmadı, yanık yanık inledi:

“Beni de öldürsünler kardeş. Seninle bile gömülelim. Kötü bir can için sana kıyamam, seni kendi elimle öldüremem.”

Kara Murat artık kızmıştı. Kardeşini azarlıyordu:

“Beni öldürmezsen canımı mı kurtarmış olacaksın çocuk! Alıklığı bırak da dediklerini yap. Çünkü bağlı yatmak, ateşte yanmaktan daha ağır.”

Ve birden sesini yumuşatarak ilave etti:

“Kendini de bana benzettirirsen sinimde14 rahat edemem. Sen sağ kal ki kanım yerde kalmasın. Benimle bile ölürsen öcümüzü kim alır?”

Öç kelimesi küçük Mustafa’nın durumunu birden değiştirdi. Şu yapılan işlerin bir gün hesabını sormak; düzinelerle Türk’ü parçalatan, yiğit kardeşini kendine öldürten şu adamları er geç sorguya çekmek ümidi o dakikanın bütün ızdırabına kül serpti ve birden silkinerek bağırdı:

“Peki, kahpe oğulları, dediğinizi yapacağım!”

Sonra bağlı ayaklarıyla süründü, Kara Murat’ın yüzünü gözünü öptü, kendi yüzünü gözünü, onun ayaklarına sürdü.

“Seni öldüren…” dedi. “Ben değilim ağa. Fakat şu tende can kaldıkça seni unutmayacağım, senin öcünden başka bir şey düşünmeyeceğim.”

Küçük Mustafa çıldırmış gibiydi, gözlerinde yaş bir perde vardı, yeri göğü görmüyordu, ne yaptığını bilmiyordu. Eline tutuşturulan sivri uçlu şişi, bir kuzuya sokar gibi kardeşinin apışı arasından daldırıvermişti, gene o kör ve sağır durum içinde istenilen şeyleri yapıp duruyordu.

Yaksiç, o zalim rejisör, facianın aksaksız yürümesi için gerekli olan emirleri vermekten geri kalmıyordu. Kara Murat’ın şişlenmesi üzerine dört korucuya işaret etmiş, yiğit akıncıyı alevsiz, fakat kuvvetli bir ateş kümesine götürterek iki demir çatal arasına koydurmuştu. Başı çatallardan birinin içindeydi, ayaklarının sokulduğu çatalın dibinde de küçük Mustafa oturmuştu, o kalın şişi yavaş yavaş çeviriyordu.

Kara Murat, iri ve ağır bir vücuttu. Onu şiş üstünde çevirmek pek güç bir işti. Mustafa da şuursuz hareketine rağmen, bu güçlüğün ağırlığıyla ter döküp duruyordu, bununla beraber kardeşini ateş üstünde evirip çevirmekten geri kalmıyordu.

Yanandan ziyade yakanı eriten, bitiren, harap eden bu çevirme ve çevrilme sahnesi bütün seyircilerin tüylerini diken diken etmişti, bütün saçlar ürpermiş, bütün yürekler durmuş gibiydi. Yalnız Vlad, sarhoşluk veren bir haz içindeydi, vahşi bir heyecanla kıvrım kıvrım kıvranıyordu. Çakırcı Hamza Paşa, bulundurulduğu yerde gözyaşı döküyordu, Yunus Bey hafakanlar geçiriyordu, bayılıp ayılıyordu.

Ara sıra küçük Mustafa’nın eli yorulmuş gibi duruyordu, o vakit Yaksiç’in sesi çınlıyordu.

“Durma, çevir, koyun yanmasın!..”

Ateşin elbiseleri yakması için pek az bir zaman yetmişti. Don ve gömleğin yarattığı alevler geçtikten sonra yiğit akıncının eti kızarmaya, yağı erimeye başlamıştı. Şişin girdiği yerden sızan kan, yanık etle eriyen yağdan peyda olan sızıntı ile karışıyordu, ateş üstünde fasılasız bir cızırtı vücuda getiriyordu. Bu ses, yapılan vahşi cinayete karşı o ateşin ağladığı hissini veriyordu, duyanları titretiyordu.

Kara Murat, ne şişlenirken ne çevrilirken küçük bir inilti çıkarmamıştı. Ateş etini geçip de kemiklerini yakınca, ciğerlerini kavurunca demir çatal arasındaki başını belli belirsiz kaldırdı, ölgün bir sesle mırıldandı:

“Öcümü unutma Mustafa, artık ölüyorum!”

Gerçekten ölmüştü de. Gözleri kapalı idi, dudakları kilitlenmişti, fakat ateşten uzak kalan yüzünde yaptığı vasiyetin unutulmayacağına inan taşıyan bir ölünün sevinci görünüyordu. Yiğit akıncı, gülerek ölmüş demekti.15

Küçük Mustafa, kardeşinin mukaddes bir emir haykıran son mırıldanışı üzerine delilik buhranından sıyrıldı, o iki demir çatal arasında uzanıp yatan yanık ve dökük naaşa baktı ve birden elindeki şişi bıraktı, haykırdı:

“İşte kardeşim öldü! Onun ölüsünü bana çevirtemezsiniz! İsterseniz beni de ona benzetin, razıyım! Fakat elimi artık kımıldatamam!”

Yaksiç de densizlik etmedi:

“Eh…” dedi. “Yeter. Kardeşini şişe geçirdin, şişi ateş üstünde çevirdin. Şu çevirme ölünceye kadar, senin gözünün önünden gitmez. Benim de istediğim budur: Kardeşi kardeşe öldürtmek ve öleni son nefesine kadar inim inim inletmek!.. Dediğim oldu, yapılacak başka bir şey kalmadı.”

 

Küçük Mustafa’nın ayaklarındaki ipleri çözdükten sonra voyvodanın yanına gitti, sordu:

“Bir emriniz var mı asaletmeap?”

“Büyük büyük teşekkürler Yaksiç. Gerçekten sevinç duydum, kıvanç duydum. Bir adamın hem etini hem ruhunu yakmak ince bir hüner. Fakat herifin hiç inlememesine ne dersin?”

“Akıncılar gürlemeyi bilirler, inlemeyi bilmezler asaletmeap!..”

“Herif gürlemedi de!..”

“O at üstünde olur, asaletmeap. Ateşe konan akıncı ancak susar!”

“Dayanıklı şeyler!”

“Öyle olmasaydılar, Türklerin arasında da parmakla gösterilmezlerdi. En yiğit Türk olmak kolay mıdır asaletmeap…”

“Onları pek yükseltiyorsun Yaksiç!”

“Öyle yapıyorsam, şu yaptığımız işin değerini çoğaltıyorum demektir.”

“Bu da doğru yavrum. Şimdi yapılacak ne kaldı?”

“Çakırcı Paşa ile Yunus Bey’in öldürülmeleri!”

“Haydi gel, şu işi benim sistemime uygun biçimde bitirelim…”

“Ne yapılmasını istiyorsunuz asaletmeap?..”

“Heriflerin kazıklanmasını! Yalnız, Çakırcı Hamza bir paşadır, şerefine saygı göstermek gerektir. Onu iki adam boyu bir kazığa vurdur. Öbürlerinin arasında yüksek görünsün!”

“Güzel bir düşünce asaletmeap. Hemen yaptırayım.”16

Biraz sonra Çakırcı Hamza ile Yunus Bey de kendileri için hazırlanan kazıkların yanına sürüklenmişlerdi. Hamza, bütün orada ölen Türkler gibi dimdikti. En küçük bir sendeleyiş göstermiyordu. Kazığın başına gelinceye kadar tek bir söz de söylemedi, kendi yurdunda ve işi başında bulunuyormuş gibi ağır davrandı. Yalnız sağına soluna selam vermiyordu, bunu da yapsa bir salhanede, cellatlar arasında, ölümün eşiğinde değil de Vidin’de dolaştığına herkesi inandırmış olurdu.

Çakırcı, üç beş kişi tarafından yakalanıp da kazığa oturtulacağı sırada şöyle bir silkindi, herifleri bir tarafa itti, kendinden beş on metre uzakta duran voyvodaya doğru elini uzattı:

“Bre kahpe oğlu!” dedi. “İyi yapıyorsun! Domuz yavrusunu besleyenlerin cezası işte böyle dişlenmek, ısırılmaktır. Otuz yıl önce sen benim elimdeydin, bir enüktün. Seni hoş tutup incitmedim, yedirip içirttim. Şimdi o alıklığımın karşılığını görüyorum. Kazığa değil, cehennem çatalına beni vursan haklısın. Lakin unutma ki Türkler öç almayı bilirler!”17

Vlad bağırdı:

“Söyletmeyin, kazıklayın!”

Korucular, kürklü kaftanıyla, iri kavuğu ile Çakırcı’yı o uzun kazığa oturttular, arkasından Yunus Bey’i de kazıkladılar. Fakat bu işlerin olabilmesini sarsak düşüncesiyle mümkün kılmış olan Rum’dan dönme kâtibin ancak ölüsü kazığa vurulmuştu. Çünkü o, Çakırcı’nın öldürüldüğünü seyrederken korkudan can vermişti, korucuların kucağına yığılıp kalmıştı.

Bu iş de bittikten sonra voyvoda emir verdi, halk dağıldı ve ölüler yerlerinde bırakılarak Bükreş’e dönüldü. Demitriyos Yaksiç’in, afyon karışık şarap sunarak, saz çaldırıp köçek oynatarak sızdırmak suretiyle yakaladığı paşa alayından sağ kalan yalnız küçük Mustafa idi, oda Yaksiç’in yanı başında, fakat yaya olarak şehre götürülüyordu.

KÜÇÜK AKINCI

Topkapı Sarayı henüz yapılıyordu. Fatih Sultan Mehmet şimdiki üniversitenin bulunduğu yerde yapılmış olan eski sarayda oturuyordu. Sadrazam Mahmut Paşa saraya geldi. Eflak işleri hakkında önemli haberler getirdiğini söyleyerek hünkârın yanına girdi.

“Ulu Tanrı…” dedi. “Ömrünü uzun etsin. Çakırcı Hamza öldü!”

“Öldü mü? Nasıl öldü? Ve nasıl ölür? Dinç bir adamdı, taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Yoksa inmeye mi uğradı?”

“Ölmedi, şevketlu hünkâr, öldürüldü. Voyvoda Vlad, zavallı adamı kazığa vurdu!..”

“Bu nice olur Mahmut?.. Çakırcı onunla savaş mı yaptı?”

“Savaş yapmadı hünkârım. Kâtip Yunus’un sözüne aldandı, bir düzen kurup voyvodayı yakalamak istedi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı, kazılan kuyuya kendi düştü, kazıklandı…”

“Sen onun Yunus gidisine uyup düzen kurduğunu biliyor muydun?”

“Bana yazmışlardı şevketlu hünkâr, biliyordum.”

“Biliyordun ve susuyordun, öyle mi?”

“Ben kulun ne yapabilirdim?”

“Düzen kuranların düzene kapılacaklarını söyleyebilirdin. Sustun ve herifi öldürttün!”

Mahmut Paşa, gözlerini yere eğdi, sessiz kaldı. Fakat Fatih susmuyordu, boyuna söylüyordu. Sadrazamın suçlu olduğunu dile dolayarak ağır kelimeler kullanıyordu. Bir aralık kızgınlığını yenemedi ve yerinden fırladı:

“Beni en iyi bir adamdan ayırdın, Çakırcı’ya kıydın kıydırdın, herif!..” diye bağırarak Mahmut Paşa’nın üzerine atıldı, sakalından tuttu, silleledi, silleledi, silleledi.

Bizanslı tarihçi Kalkondil, Fatih’in attığı bu dayağı anlatırken, “Çöplükten ipekli sedirlere yükselen köleler için padişahlardan tokat yemek utandırıcı bir şey değildir, belki şereftir.” diyor. Hâlbuki Mahmut Paşa’nın, bu ağır hakarete dayanması hiç de “şereflenmek” duygusundan ileri gelmiyordu. Belki kendini suçlu saydığından dolayı dövülmeye tahammül ediyordu. Gerçekten de suçluydu. Çünkü Fatih’in Çakırcı’ya vaktiyle verdiği emre karşı gelmemişti, göz yummuştu. Kendi suçunu hatırlamayan Fatih, onun tahammülünü alabildiğine kullanmadı, kızgınlığı tavsayacak kadar sille attıktan sonra yerine çekilip oturdu.

“Çakırcı öldü, ya…” dedi. “Şimdi eline kına yak; lakin onun öcünü almazsan ben de elime senin kanınla kına yakarım!”

“Voyvoda Bulgar iline de leşker döküyormuş. Oralarda bol askerimiz yok. Korkarım ki bize ziyan verir.”

“Vay, o melun bana silah çekmeye bile yelteniyor ha… Sen de bunu hiç sıkılmadan söylüyorsun!”

“Duyduklarımı söylemek borcumdur hünkârım. Voyvoda, Macar eline elçi yollayıp efendimin -haşa sümme haşa- amcası olduğunu söyleyen Davut’u kışkırtmak istiyormuş!”18

Bu amca oğlu sözü, Fatih’in henüz düzelmemiş olan sinirlerini büsbütün titretti, altüst etti. Gözlerini kızıllaştırdı ve Mahmut Paşa yeni baştan dil ve el bombardımanına uğradı, tartaklandı, hırpalandı.

Fatih için, Macaristan’daki bir amca oğlu meselesi, Eflak işlerinden de Mora işlerinden de önemliydi. O, babasının ölümüyle beraber küçük ve biricik kardeşi Ahmet’i öldürterek, İstanbul’u alınca da Yıldırım’ın torunu ve kendinin büyük amcası oğlu Prens Turhan’ın ölüsünü buldurarak tahtın tek vârisi olmak neşesine ermişti. Şimdi ta Macaristan’da bir amca oğlu peyda olması, içine yaman bir üzüntü getiriyordu, beynini kara düşüncelere boğuyordu.

Bununla beraber o günün ve gelecek günün inceliklerini kavramaktan da geri kalmıyordu. Sınırdan dışarıda bir amca oğlu varsa ve Eflak voyvodası gibi düşmanlar ondan kazanç elde etmek istiyorlarsa Fatih’in ilk yapacağı iş sınır içinde kuvvetli bulunmaktı. Bunun için de başta sadrazam olmak üzere bütün vezirlerle, beylerle hoş geçinmek gerekti. Çünkü eski devirlerde tahtın elden ele geçmesinde onların büyük, tesirleri olmuştu.

Fatih böyle düşündü ve birden yumuşadı.

“Bre Mahmut!” dedi. “Bugün besmelesiz kalkmışsın. Hem beni üzdün hem kendin incindin. Şu tatsız haberleri biraz sonra versen ve hepsini birden söylemeyip de yavaş yavaş bildirsen olmaz mıydı? Fakat olan oldu, ikimizin de kalbi kırıldı. Şimdi geçeni unutalım, açık yürekle konuşalım. Et tırnaktan ayrılmaz. Sövsem de dövsem de senden geçemem. Çünkü değerin vardır, sadıksın.”

Mahmut Paşa mırıldandı:

“Kul, yediği ekmeğin kıymetini bilir. Bilmezse o nimet gözüne, dizine durur. Ben senin kölenim. Kanım, canım senindir.”

“Bilirim Mahmut, inanırım Mahmut. Şimdi sen bana anlat. Bu haberleri kimden aldın?”

“Bir küçük akıncıdan!”

“O da kim?..”

“Mustafa adlı bir genç irisi. Sizin de tanıdığınız Kara Murat’ın kardeşi.”

“Şu bizim Turhan’ın Kara Murat’ı mı?”

“Evet, şevketlu hünkâr, o Kara Murat. İstanbul savaşında bizimle idi, çok yararlıklarını görmüştük. Zavallı, Çakırcı Hamza’ya yoldaşlık etmiş, tuzağa düşüp ölmüş…”

Mahmut Paşa, bildiğimiz faciayı, küçük Mustafa’dan dinlediği gibi anlattı:

“İşte o Yaksiç hınzırı, Kara Murat’ı çevirme ettirdikten sonra çocuğu buraya yolluyor. Küçük akıncı, dün gece ben uyurken geldi. Ulak olduğunu söyleyip dizdarlara kale kapısını açtırmış. Beni uykudan uyandırdı, kaziyeyi bildirdi. Yaksiç, bizim küçüğü yola vururken bir köşeye çekmiş, bütün bu işleri voyvoda ile şevketlu hünkârın arasını açmak için yaptırdığını fısıldamış. Güya Vlad, dört yüz Macar delikanlısını ateşe vurasıymış. Yaksiç de bundan hınçlanıp düzen kurmuş ve Vlad’ı bir çıkmaza sokmuş imiş.”

Fatih, Yaksiç denilen Macar delikanlısının karışık bir rol oynadığını çarçabuk sezdi.

“Anlıyorum…” dedi. “Bu herif hem nalına hem mıhına vuruyor. Vlad’dan öç alır gibi görünüp bizi onunla çarpıştırmaya çalışıyor. Öbür taraftan da öz yurdunu rahata erdiriyor. Boş bir düşünce değil ama bize yarar yeri yok. Biz, her şeyden önce bu Vlad işini temizlemeliyiz. Çakırcı’nın ve onunla bile ölenlerin ruhunu sevindirmeliyiz. Bu işi yaparken şu bizim amca oğlunu da boşlamamalıyız. Kim olduğunu öğrenip giderilmesine çare bulmalıyız. Sen, Eflak seferi için hemen hazırlığa giriş, küçük akıncıyı da bana gönder. Onu gözümle görmek, kulağımla dinlemek isterim.”

Bir saat sonra küçük Mustafa, Fatih’in yanındaydı. Vidin’den çıktıkları günden başlayarak kendisinin Bükreş’ten yola çıkarıldığı güne kadar olup biten işleri birer birer anlatıyordu. Onun ruhu, yüreği ağzına çıkmış, içindeki acı yas, kelime ve cümle olmuştu. Bundan ötürü sözünde yaman bir yanıklık vardı. Fatih’in de içini yakıyordu.

Ruhuyla, yüreğiyle konuşan Mustafa’nın sözü bitince hünkâr, alevli bir hava içinden sıyrılıyormuş gibi geniş bir nefes aldı.

“Ne kötü şeyler!” dedi. “İliğime kadar titredim. Fakat o yüreği karaları da yaptıklarına pişman etmezsem yazık bana!”

Mustafa’nın dudaklarında ağlayışa benzeyen bir gülümseyiş belirdi, gözlerinde kardeşini yakan alevin alevi parladı, ağır ağır cevap verdi:

“Senin gücün yücedir, voyvodanın mülkünü altüst edebilirsin. Lakin onu kolay kolay tutamazsın. Eflak olmazsa Boğdan, o olmazsa Macar eli var. Herif, sana karşı dayanamayınca kaçar, bir köşede saklanır. Onun için voyvodayı bana bırak…”

Fatih, kendinin başaramayacağı bir işi omzuna alan bu on beş yaşındaki delikanlının temiz yüzüne derin derin baktı ve sordu:

“Sen tek başına onu nice yakalarsın çocuk? Herifin askeri var, leşkeri var.”

 

“O Kara Murat gibi yiğidi avladıktan sonra ben onu niçin tutamayayım?..”

“Kara Murat pusuya düştü?”

“O da düşer!”

“Kara Murat boş bulunup şarap içti, kendinden geçti.”

“O da içer, kendinden geçer!”

“Demek kendine bu kadar güveniyorsun?”

“Ben Türklerin krallar avladığını bilirim. Rahmetli kardeşim, Alp Sevindik’in Bulgar kralını nasıl kafese koyduğunu sık sık söyleyip dururdu. Ne ben Sevindik’ten aşağıyım ne bu voyvoda bir Bulgar kralından üstündür!”19

Fatih, kahraman ruhlu gencin hatırlattığı hikâyeyi biliyordu, bu yüzden yeni bir heyecan duydu, haykırır gibi konuşarak Mustafa’yı alkışladı:

“Sen gerçekten yiğit imişsin çocuk, gözüme girdin, yüreğimde yer aldın. İstersen seni burada alıkoyayım, çarçabuk paşa yapayım. Bana çok şey kazandıracağını umuyorum.”

Mustafa başını salladı:

“İstemem ulu hünkâr, paşalık istemem. Beni özgür bırak, yeter. Akıncı kanı sarayda su olur, durulur.”

“Biz de savaş eriyiz; atımız eyerli, belimiz kılıçlı durur. Sarayımız çelebi çergesi değil babayiğit.”

“Öyledir ulu hünkâr ama akıncı akmak ister. Onu saraya kapamak, bir çayı yatağından kaldırıp bir deliğe tıkmaya benzer, yapılamaz ki…”

Fatih düşündü, hem uzun düşündü, sonra tatlı bir sesle yeniden konuşmaya koyuldu:

“Rüzgâra köstek vurulmaz, demek istiyorsun. Doğrudur delikanlı. Bunu kimse yapamaz. Sen de ataların gibi, uçtaki20 yoldaşların, kardeşlerin gibi güle güle ve gürleye gürleye esedur. Bahtın açık, yolun ışık olsun. Yalnız sana bir iyilik etmek isterim. Dünya hâli bu. Bir gün öbür güne benzemez. Şimdi sağ olan yarın sakat olabilir, yardım aramak zorunda kalır. Bunun için sana bir kâğıt vereyim, koynunda taşı. Şayet bir sıkıntın olursa onu -dost olsun, düşman olsun- ilk gördüğün beye, paşaya, gospodine, voyvodaya göster. Ne dilersen onu yaparlar çocuğum.”

Küçük Mustafa, karnı tok bir adamın, önüne konulan değersiz bir aşa karşı gösterebileceği isteksizlikle yüzünü ekşitti:

“Bir akıncı ne dosta ne düşmana el açmaz hünkâr. Vereceğiniz kâğıt, korkarım ki, işime yaramayacaktır. Koynumda buruşup kalacaktır.”

Fatih kızmadı, düşüncesinden de dönmedi:

“Avuç içi kadar bir kâğıt, sana yük olacak değil a be çocuk. Muska yapar, boynuna asarsın. Şayet bir zora uğrarsan dediğimi yaparsın.”

Küçük Mustafa bu zorlayış önünde yumuşadı, “peki” dedi. Fatih de kendi kalemiyle açık bir buyrultu yazdı, mührünü bastı, imzasını attı, genç Türk’e uzattı. Buyrultu, yalnız Osmanlı işyarlarına, ilbaylarına, kumandanlarına hitap etmiyordu, komşu milletin kodamanlarını da muhatap tutuyordu. Kâğıtta Mustafa’nın adı yazılı değildi, “Bu yarlığımızı görenler onu gösterene yardım etsinler, dileklerini yapsınlar. Biz bu yardımın karşılığını öderiz.” deniliyordu.

Fatih’in böyle bir şeyi yapmayı gerekli görüşü ve buyrultuyu çocuğa vermek için uzun uzun zorlayışı başka bir düşünceden ileri geliyordu. Nitekim kâğıdı Mustafa’ya sunduktan sonra yavaş yavaş düşüncesini açmaya girişti:

“Çocuğum!” dedi. “Seni tanıdığıma çok memnunum. Adını sık sık anacağıma da inan. Zaten sen kendini bana da bütün yurda da andıracak işler göreceksin. Bakışın, duruşun hep bunu gösteriyor. Çok yakında bir Malkoç, bir Turhan da sen olacaksın. Ben senin izini gözümden kaybetmeyeceğim, her vakit seni arayacağım. Büyük savaşlarımda da seni yanımda bulunduracağım. Şimdi git, yoldaşlarına karış, akınlar yap. Yalnız bana söyle: Kimin bayrağı altında akına çıkacaksın?”

“Mihal oğlu Ali Bey’in!”

“İyi başbuğ seçmişsin. Ali, yiğit bir Türk’tür. Gözünü budaktan esirgemez. Ben onu Eflak üzerine saldıracağım. Kendim de gelmek niyetindeyim. Bizim Çakırcı’yı kazıklayan, senin de kardeşini yakan Vlad’ı yeryüzünden kaldırmak isterim. Orada gene görüşürüz inşallah…”

Ve birden hatırlamış gibi davrandı:

“Şu Eflak işi bitince seni Macar eline yollamak isterim. Gider misin çocuğum?”

“Tek başıma mı?”

“Orasını sonra düşünürüz. Sen yalnız Budin’e kadar gitmeyi göze alır mısın, almaz mısın? Onu söyle.”

“Vlad’dan kardeşimin öcünü almadan bir yere gidemem ulu hünkâr. O işi başardıktan sonra Kafdağı’na da Kızılelma’ya da giderim. Elverir ki görülecek büyücek işler olsun.”

“Orada benim tahtıma göz diken soyu belirsiz bir adam var. Onu gidermek için sana güveniyorum.”

“Kimmiş bu ulu hünkâr?”

“Davut adlı bir düzme kişi. Benim soyumla sopumla ilgisi yok. Frenklerin elinde oyuncak oluyor, hiç yoktan külah kapmak istiyor. Sen onu bulup da giderirsen Vidin beyi olursun. Nasıl, işine gelir mi?”

Küçük Mustafa şöyle bir düşündü, derin derin hesaplar yaptı, sonunda yıllarca denemeler, sınavlar geçirmiş yaşlı bir adam ağırlığı takındı.

“Vallahi ulu hünkâr…” dedi. “O adamın adını şimdi senin ağzından duydum. Nicedir, kimin nesidir bilmiyorum. Lakin Frenk yurdunda oturuyor, Frenk ekmeği yiyor ya, sağlam bir ayakkabı değil demektir. Gene senin sözünden onun bize bir çorap örmek istediğini de anladım. Rahmetli kardeşim, İstanbul savaşında buna benzer birinin Türk’e ok attığını iğrene iğrene söyler dururdu.21 Bu da o çeşit biri olacak. Bundan ötürü dileğini yerine getireceğim. Fakat bir daha seninle karşılaşıp karşılaşmayacağımı bilmiyorum. Bugün buradayım ama yarın kim bilir nerede olacağım. Onun için şu Davut işini bana bir iyi anlat ki, ilk fırsatta Budin’e gideyim, dileğini yerine getireyim…”

“Bunu Eflak’ta konuşsak olmaz mı?”

“Ben akıncıyım ulu hünkâr. Akıncı buluta benzer, ağar geçer. Gemi değil ki dümene bağlı olsun, istenilen yere çevrilsin. Sen de beni ya bulursun ya bulamazsın. İyisi şimdiden ne yapacağımı bana öğret.”

Fatih, kendini buluta benzeten genç Türk’ün açık bir yürekle konuşmasından haz aldı, Davut için düşündüklerini uzun uzun anlattı, ne yaptırmak istediğini en ince yollarına kadar söyledi. Bir vezirle konuşuyormuş gibi davranıyordu, hatta Mustafa’yı vezirlerden daha üstün tutarak pek tatlı bir dil kullanıyordu. Fikrini böylece açtıktan sonra genç Türk’e sordu:

“Anladın, değil mi?.. Güç fakat seni yükseltecek bir iş. Budin’e nasıl gideceğini sen tasarlarsın. Ben yalnız o soyu belirsizin kafasını isterim.”

Artık ayrılacaklardı. Fatih, öpülmek üzere elini uzatıyordu. Birden hatırladı:

“Sana…” dedi. “Biraz harçlık vereyim.”

Mustafa başını salladı:

“İstemem ulu hünkâr. Benim akçeyle alışverişim yok.”

“Demek zenginsin. Kara Murat’tan epey şey mi kaldı?”

“Bir yürek, bir bilek hünkâr. Onlar da bana yeter.”

Fatih, onun bu tok gözlülüğünü de beğendi, kendisine para vermek fikrinden vazgeçti. Çünkü burada böyle davranan delikanlının herhangi bir durumda para canlılık göstermeyeceğini, para uğrunda söz dönekliği yapmayacağını anlamıştı. Kendine de bu ayarda bir adam gerekti.

***

1462 yılının ilkbaharında idi. Büyük bir Türk ordusu Tuna’yı geçiyordu. Yirmi beş kadırga ile yüz elli çektirmeden mürekkep bir donanma da Karadeniz yolu ile Tuna’ya girmişti, Vidin’e kadar çıkmıştı. Ordunun başında Sadrazam Mahmut Paşa ile Fatih Sultan Mehmet bulunuyordu. Bütün Eflak, dinmeyen bir yer sarsıntısı geçirir gibi korku içindeydi. Kimse evinde oturmuyordu, oturamıyordu, ormanlara çekiliyordu. On binlerce kişi de gerilere, Ulahların Praşova dedikleri Kronştat taraflarına kaçmışlardı.

Eflak diyarını böyle altüst eden hadise, Türk ordu ve donanmasının gelişinden ziyade Turhan oğlu Ömer’in, Evranos oğlu Ahmet’in, Mihal oğlu Ali’nin, Malkoç oğlu Bali’nin yüz bin akıncı ile Tuna boyuna gelmeleriydi. Yüz bin akıncı, yüz bin yıldırım demektir: Atlı, mızraklı, kılıçlı yüz bin yıldırım!.. İşte Eflaklılar, suyu yüzerek, ovaları süzülerek, dağları uçarak aşan bu yıldırım kümesinden korkuyorlardı, kaçıyorlardı. Ordu, gene ordu ile çarpışıyordu. Lakin akıncılar, tabiatla dövüşen kimselerdi. Onlar şu veya bu milleti yenmek değil, küreyi Türk kılıcına boyun eğdirmek için uğraşıyorlardı. Bundan dolayı coşkun nehirleri, ıslak bir şerit gibi çiğneyip geçiyorlardı. Uçsuz ve sonsuz ovaları bir yağlık, bir mendil atar gibi, bir yana fırlatıp gözlerin alamayacağı mesafelere ulaşıyorlardı. Kartalların ancak eteklerini öpebildiği dağların tepelerinde at kişnetiyorlardı. Bu akış, bu süzülüş, bu uçuş önünde akıncı ne insan tanırdı ne hayvan. Sular nasıl kendilerine yol veriyorsa, ovalar nasıl önlerinden siliniyorsa, dağlar nasıl eğilip atlarının nallarını öpüyorsa, köpekten aslana kadar her hayvanın, Bulgar’dan Alman’a kadar her insanın aynı saygıyı göstermesini isterlerdi.

Daha doğrusu tabiatı yenmek, kürenin efendisi olmak isteyen akıncı için hayvan ve insan mefhumu yoktu, yalnız ülkü vardı. Onlar ülkülerine doğru uçarken canlı veya cansız bütün varlıkların ya silinip ortadan çekilmesini ya gölgeleşip sürünür bir biçim almalarını gerekli bulurlardı. Bunu yapmayıp da elle tutulur bir varlık hâlinde önlerine çıkanları çiğneyip geçerlerdi. Fakat hakikatte bu bir çiğneyiş değildi. Herhangi bir fırtınanın, boranın, kasırganın uğrağında görülen tabii bir şeydi. O fırtına, o bora, o kasırga bir kaynaktan çıkar, bir amaca doğru yürür. Hakkı yürümektir. Çünkü kudretlidir. Ülküsü de amacını bulmaktır. Çünkü onun için harekete geçmiştir. Artık önüne orman veya köy çıkması bahse bile değmez. O, kendi yürüyüşünü köstekleyecek olan her engeli yıkar, devirir ve geçer. Akıncılar da öyleydi ve öyle yapıyorlardı. Canlı ve cansız hiçbir engelin kendilerini yürümekten alıkoymalarına göz yummuyorlardı, yumamıyorlardı.

Eflaklılar işte bu değişmez hakikati bildikleri için yüz bin akıncının Tuna kıyısına geldiklerini duyar duymaz çıldırmışa dönmüşlerdi. Tek bir yıldırım ateşine dayanmak gücünü taşımayan o çörden çöpten köyler içinde on binlerce yıldırım akışına göğüs germek mümkün olamayacağına göre onların korku içinde kalmaları da pek tabii idi.

Kazıklı Voyvoda da Eflak köylülerinden ayrı bir durumda değildi. Yemekten içmekten kesilmişti, uykuyu unutmuştu, deli gibi söyleniyordu. Durup dinlenmeden dolaşıyordu, Demitriyos Yaksiç’le de boyuna dalaşıyordu.

Yaksiç onun sitemlerine karşı hiç aldırış etmiyordu, sarsılmaz bir soğukkanlılıkla hep bir biçimde cevap veriyordu:

“Korkmayın asaletmeap. Kral Matyas Korven yardımınıza koşacaktır, Türkleri buraya geldiklerine pişman edecektir.”

Eğer bu teselli olmasa ve Yaksiç’in şahsında Macar ordusunun beklenen, umulan yardımını canlanmış görmese Vlad’ın, genç dostunu çoktan kazıklatacağına şüphe yoktu. Fakat içli dışlı bir ilgi ile bağlanarak gündüzleri değil geceleri bile yanından ayırmadığı bu delikanlıya onun güveni pek derindi. Macar kralı da sık sık gönderdiği mektuplarla Yaksiç’e sevgi gösteriyor ve onun çizdiği plana göre davranacağını temin etmekten geri kalmıyordu. Hatta Türk ordu ve donanmasının Tuna’ya doğru yürüdüğü haber alınır alınmaz Yaksiç’in Budapeşte’ye gönderdiği ulaklar da aynı cevabı getirmişlerdi. Matyas Korven bütün Macarları silah altına çağırdığını, Moldavya üzerinden yürüyüşe hazırlandığını ve telaşa düşülmeden Türklerle savaşa girişilmesini bildiriyordu.

Vlad işte bu yardım vadine kapıldı, Yaksiç’in pohpohlarına kandı, Macar ordusu gelinceye kadar Türkleri -çete harpleriyle- oyalamayı tasarladı. Birçok köyler boşaldığı, tarlalar yakılıp ağaçlar söküldüğü için Türk ordusunun ileri yürüyüşü de şimdiden güçleştirilmiş bulunuyordu.

Fakat Vlad akıncılara karşı ne yapılacağını bir türlü kestiremiyordu. Demitriyos’la uzun uzun görüştükten sonra bir karar verebildi, dört yana gözcüler dağıtılmasını ve akıncıların yürüyüş kolları sezilince önlerinden kaçılarak onların -mümkün olursa- arkalarında yer alınmasını kararlaştırdı.

Lakin günler geçtiği hâlde onlar, o bir yerde durmasına, durdurulmasına imkân olmayan akıncılar harekete geçmiyorlardı. Tuna kıyılarında duruyorlardı. Vlad, bu hareketsizliğin sebebini, gece gündüz düşündüğü hâlde bulamıyordu. Çete harbi yapmak için çizdiği planlar ise tuhaf bir karışıklık içinde yürümez olmuştu. Sağa veya sola ayırdığı müfrezeler ordudan ayrılır ayrılmaz sır oluyorlardı, bir daha kendilerinden haber çıkmıyordu. Bunların, henüz Tuna’yı aşmamış olan Türklerin eline düşüp toptan yok edildiklerini kabul etmek mümkün değildi. Fakat yok oldukları muhakkaktı.

13Boş böğür: Böğürün eğe ve kalça kemikleri arasındaki boş kısmı. (e.n.)
14Sin: Mezar. (e.n.)
15“Yaksiç, Mustafa’yı, şişe sokulan kardeşini yavaş yavaş yanar bir ateş üzerinde bizzat kızartmaya mecbur etmişti.” (Hammer, Yirminci Kitap)
16Hammer, On Dördüncü Kitap: “Vlad’ı itaat ettirmek için İkinci Murat’ın şaraptarı iken donanma kaptanı, Mora valisi ve en son Vidin valisi olan Çakırcı Paşa ile önce Katabolinos ve şimdi Yunus Bey denilen Rum’dan dönme kâtip gönderildi. Bunlar voyvodayı düzenle yakalamak istediler. O da bunu sezdi, paşa ile adamlarını yakaladı, ellerini ayaklarını kesti, hepsini kazığa vurdu. Fakat paşaya şerefli bir yer verdi, yani onu öbürlerinden daha yüksek bir kazığa vurdurdu.” (y.n.)
17Kazıklı Voyvoda’nın babası da Vlad adlıdır. O, 1432 yıllarına doğru Türklerin uç beyleri gibi bir şey olan Karpat Mağravları yanında mahpustu. Macar kralının emriyle serbest bırakılıp Eflak’a gönderildi, prensliği ele aldı. Lakin Macarların himayesi altında kalması Osmanlılar’ın işine gelmiyordu. Bundan da kendisi için tehlike vardı. O sebeple kalktı Edirne’ye geldi, İkinci Murat’ın himayesine sığındı. Türkler onu bir müddet Gelibolu’da hapsettiler, sonra Bükreş’e yolladılar. Fakat oğulları Vlad’la Radol’ü, beş on da boyarı rehin olarak alıkoydular ve bunları Kütahya’ya gönderip Eğrigöz köyünde oturttular. Çakırcı Hamza işte o günleri hatırlatıyor. Vlad’la Radol’ün o sırada pek küçük oldukları anlaşılıyor. (y.n.)
18Prens Davut’tan yalnız tarihçi Yorga bahseder. Onun yazdığına göre Murat adlı bir Osmanlı şehzadesi uzun yıllardan beri Macar Kralı Sigizmond’un yanında bulunuyordu, ihtiyarladı, gözleri kör oldu ve Davut adlı bir vâris bırakarak öldü. Osmanlı ve Frenk tarihlerinde böyle bir rivayet yoktur. Fakat Yorga, Davut’un birçok maceralarını yazmakta olup o, bizim romanımızda da rol oynamıştır. (y.n.)
19Bu sözler, Sofya’nın Türkler tarafından alınması vakıasıyla ilgilidir. O vakıa da gerçekten bize kıvanç ve Sofya’nın o devirlerdeki sahiplerine utanç verecek ayardadır. Bir Frenk tarihi o hadiseyi şöyle yazıyor: Sofya’yı İnce Balaban Bey sıkıştırıyordu. Güzel düşünülmüş bir plan şehrin kapılarını Türklere açtırdı. Uzunca Sevindik adlı ve eşsiz denilecek kadar güzel bir genç Sofya’ya girdi, Hristiyan olmuş göründü, kendisini Sofya kumandanının yanına doğancı olarak kabul ettirdi. Bir gün balıkçın avında iken kumandanı şehirden dışarı çıkardı ve bir yolunu bulup attan aşağı aldı, bağladı, Türk ordusuna götürüp Balaban Bey’e teslim etti. Bulgar kumandanının böyle yakalandığını görünce korktular. Sofya’nın anahtarını Türklere verdiler (1382). İşte bizim Küçük Mustafa’nın Alp Sevindik dediği bu yiğit Türk’tür ki Sofya’yı tek başına almak gibi inanılmaz bir işi başarmıştır. (y.n.)
20Osmanlı ve Selçuk tarihlerinde, hatta daha eski Türk devletlerinin tarihinde sık sık görülen uç kelimesi, sınır boyu demektir. Uç halkı sınırlarda oturan ahali demektir. Uç beyi de hudut muhafızı ve kumandanıdır. (y.n.)
21Küçük Mustafa, Yıldırım Beyazıt’ın büyük oğlu olup Edirne’de saltanat sürmüş ve kardeşi Musa Çelebi tarafından ölüme sürüklenmiş olan Emir Süleyman’ın oğlu Orhan’ı hatırlatıyor. Bu prens, babasının ölümünden İstanbul’un alındığı yıla kadar, yani 1411’den 1453’e kadar Bizans sarayında kaldı. İstanbul’un muhasarası sırasında Bizanslılarla beraber Türklere karşı harp etti, belki birkaç da Türk öldürdü. Fakat Türkler şehre girince başına neler geleceğini anladı, kale duvarından hendeğe atlayarak kendi kendini öldürdü. (y.n.)