Jo'nun Oğulları

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Oranın onur konuğuna gelince, üzerine güneşin sıcaklığı vuruyor, etrafını yeşil bir çelenk çevreliyordu. Bu Marmee’nin sevgi dolu yüzünden başkası değildi, fakir ve tanınmadığı zamanlarda arkadaşlık ettiği bu muhteşem ressam, müthiş bir beceriyle bu tabloyu boyamıştı. Öylesine hoş şekilde capcanlı duruyordu ki âdeta kızlarına doğru yüzünü çevirip gülümsüyor, neşeyle “Mutlu olun. Hâlâ aranızdayım.” diyor gibiydi.

Üç kız kardeş bir süreliğine o değerli tabloya bakakaldılar. Hürmet dolu bakışlarla ve asla azalmayan bir özlemle duygulu anlar yaşadılar, bu asil annenin varlığı o kadar önemliydi ki onlar için, bir daha onun yerini hiç kimse dolduramayacaktı. Onu kaybetmelerinin üzerinden iki yıl geçmiş, farklı bir yerde yeniden yaşamayı ve yeniden sevgiyi tatmak için yanlarından ayrılmıştı. Arkasında öylesine tatlı anılar bırakmıştı ki ev ahalisine, hem ilham kaynağı hem de avutucu olmuştu. Böyle duygu dolu hisler içindeyken kardeşler birbirlerine biraz daha yaklaştılar. O sırada Laurie tüm ciddiyetiyle duygularını kelimelere döktü.

“Kızımızın annemiz gibi bir kadına benzemesinden daha iyi bir şey isteyemem. Lütfen Tanrı’m, onun gibi olsun, bunun için çok uğraşacağım çünkü bu melek gibi kadına bunu borçluymuşum gibi hissediyorum.”

O sırada müzik odasından duru bir sesin “Ave Maria”4 şarkısını söylemeye başladığı duyuldu ve Bess bilinçsizce babasının duasını tekrarlamaya başladı çünkü babasının isteklerine, görev duygusuyla itaat ederdi. Eskiden Marmee’nin söylediği o yumuşak ses tonuyla söylenen şarkı, orada bulunan dinleyicileri tekrar günümüze geri getirdi. Çok sevdikleriyle ve kaybettikleriyle yaşadıkları o duygusal anları geride bırakarak hep birlikte açık pencerenin yanına oturup müziğin keyfini çıkardılar. O sırada mümkün olduğunca, hassas anı bozmamaya çalışarak Laurie sessiz sedasız çayları getirip servisini yaptı.

Nat bir süre sonra Demi ile içeri girdi. Arkalarında Ted, Josie, sonra da Profesör ve ona çok sadık olan Rob içeri girdi, hepsi “oğlanlar” hakkında haberleri almak için çok hevesliydiler. Çay fincanlarının çıkardığı takırtılar arasında orada bulunanların sohbetleri ortamı canlandırmıştı. Güneşin batmak üzere olmasına ve hepsi gün içerisinde yaptıkları yorucu işlere rağmen, bu neşeli topluluk dinlenmek için o aydınlık odaya âdeta demirlenmişti.

Profesör Bhaer’in saçları kırlaşmıştı belki ama her zamanki gibi dinç ve güler yüzlüydü, ne de olsa çok sevdiği bir işi yapıyordu ve o kadar içtenlikle işini yapıyordu ki bütün üniversite onun o muhteşem etkisini hissedebiliyordu. Genç bir oğlan olmasına rağmen Rob da onun izinden gidiyordu. Ona “Genç Profesör” lakabı çoktan takılmıştı bile. Onurlu babasının yaptığı çalışmalara tapıyor ve her bakımdan onu yakından taklit ediyordu.

“Eh, kalbimin içi, oğullarımıza tekrar kavuşacağız, hem de her ikisine de bayram havasını estireceğiz buralarda.” dedi Bay Bhaer, sevinçle parlayan bir yüz ifadesiyle. Jo’nun yanına oturup herkesin neşeli tebriklerini tokalaşarak kabul etti.

“Ah, Fritz eğer sen de Franz’ı onaylıyorsan ben de Emil adına çok mutluyum. Ludmilla’yı tanıyor muydun sen? Sence akıllıca bir eşleşme mi?” diye sordu Bayan Jo, bir fincan çayı uzatıp Bay Bhaer’e biraz daha sokularak. Sığınağı olan kocasına bir taraftan neşeyle, bir taraftan kaygıyla iyice yaklaştı.

“Her şey yolunda. Franz’ı yerine yerleştirmek için gittiğimde Madchen’i gördüm. Bir zamanlar çocuktu ama artık çok sevimli ve yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş. Sanırım Blumenthal ondan memnun. Eminim çocuk oralarda mutlu olacak. Alman olduğu için belki Vaterland’dan uzak olmaktan çok memnun olmayabilir ama bu nedenle eski ile yeni arasındaki bağımız o olacak. Bu da benim hoşuma gitti doğrusu.” diye açıkladı.

“Ya Emil’e ne dersin? O da bir sonraki seferde üçüncü kaptan olacak. Bu çok iyi değil mi? Senin iki oğlunun başarılı olmalarına memnunum. Hem onlar için hem de anneleri için çok büyük fedakârlıklarda bulundun. Sen bunu hafife alıyorsun tatlım ama yaptıklarını asla unutmayacağım.” dedi Jo. Sanki genç bir kız gibi duygu yüklü bir hâlde elini onun eline koymuş ve Fritz de onunla flört etmek için fırsatı kolluyormuş gibiydiler.

Fritz de o şen kahkahasını atarak eşinin yelpazesinin arkasından fısıldadı: “Benim zavallı oğullarım için Amerika’ya gelmeseydim asla Jo ile tanışma fırsatını yakalayamazdım. Zor günler artık geride kaldı. Kaybettiğim her şey için Tanrı’ya şükrediyorum çünkü artık hayatımın en kutsalına sahip oldum.”

“Oynaşıyorsunuz! Oynaşıyorsunuz! Bunlar sezdirmeden birbirleriyle flört ediyorlar.” diye haykırdı Teddy, tam da o sırada yelpazenin üzerinden onlara bakıyordu. Annesi şaşkına dönmüş ama babası da eğlenceli bulmuştu, ne de olsa Profesör, karısının dünyanın en tatlı kadını olduğunu düşünüyor ve bundan da asla utanmıyordu. Rob hemen erkek kardeşini o pencerenin önünden kovdu ama ne var ki haylaz, hemen diğer pencereye koştu. O sırada Bayan Jo, yelpazesini kapatarak eğer o afacan oğulları onlara yaklaşırsa parmaklarına vurmaya hazır hâlde beklemeye başladı.

Bay Bhaer’in çay kaşığını tıngırdatarak işaretle çağırması üzerine Nat koşuşturarak kendisi için büyük fedakârlıklarda bulunan bu mükemmel adamın önünde sevgi ve saygı dolu bir yüz ifadesiyle durdu.

“Senin için mektupları hazırladım, oğlum. Leipsic’te bulunan eski dostlarıma vereceksin, onlar da sana yeni yaşantında yardım eli uzatacaklar. Onları tanıman sana iyi gelecektir çünkü gurbette ilk başlarda biraz kederli olabilirsin ve seni avutacak bir şeylere ihtiyacın olabilir, Nat.” dedi Profesör, onun eline birkaç mektup tutuşturarak.

“Teşekkür ederim, efendim. Evet, işime başlayana kadar biraz yalnızlık çekeceğimi düşünüyorum ama yine de müziğim ve hayata devam etme ümidimin beni biraz neşelendireceğini düşünüyorum.” diye cevapladı Nat, bütün arkadaşlarını geride bırakıp yeni arkadaşlıklar kuracağının hem özlemini çekiyor hem de korkuyordu.

Artık erkekliğe bir adım atmıştı, masmavi gözlerinden dürüstlüğü okunuyor ve dikkatle kestiği, değer verdiği bıyığına rağmen ağzı çelimsiz görünüyordu. Geniş alnı müziksever doğasını açıkça ifşa ediyordu. Nat alçak gönüllü, sevecen ve sorumluluk taşıyan biriydi, Bayan Jo’ya göre çok üstün başarılar elde etmese bile yine de tatminkâr bir düzeydeydi. Bayan Jo tabii ki onu seviyor ve ona güveniyordu, elinden gelenin en iyisini de yapacağını biliyordu ama mükemmel olması beklentisi içinde hiç değildi. Tabii şu an biraz zor gibi görünse de yabancı eğitimin ve öz güvenin teşvik etmesiyle onu daha iyi bir sanatçı ve daha iyi bir erkeğe dönüştürmesinin beklentisi içindeydi.

“Bütün eşyalarına işaret koydum. Daha doğrusu Daisy yaptı. Ve bütün kitapların bir arada toplandığında paketleme işine başlayabiliriz.” dedi Bayan Jo, dünyanın her tarafına gönderdiği oğullarının bavullarını hazırlamaya o kadar alışıktı ki Kuzey Kutbu’na bile gitseler onun için paketleme işi vız gelirdi.

Onun adını duyar duymaz Nat’in yüzü kızardı. Oldukça solgun olan yanaklarına güneşin batışının son pırıltıları mı yansıyordu yoksa? Onun gösterişsiz çorap ve mendillerine o sevimli kızın işlediği N ve B harflerini düşündükçe Nat’in kalbi mutlu mutlu çarpmaya başladı. Nat delicesine tapıyordu Daisy’ye ve hayatında el üstünde tuttuğu en büyük hayali, bir müzisyen olarak kendine toplumda bir yer edinmek ve bu melek gibi kızı eşi yapmaktı. İçinde yeşerttiği bu ümit Profesör’ün verdiği öğütlerden, Bayan Jo’nun ona gösterdiği ilgiden ya da Bay Laurie’nin cömert yardımlarından daha değerliydi. Daisy uğruna çalıştı, bekledi ve ümit etti. Daisy’nin onun için kuracağı o ufak yuvayı ve kendisinin de keman çalarak kazanacağı paraları eşinin önüne atarak, birlikte kuracakları mutlu geleceğin hayaliyle yüreklendi ve sabırla bunun olmasını beklemeye başladı.

Bayan Jo, onun Daisy’ye olan sevgisini biliyordu ama tam olarak da bu adamı yeğeni için uygun görmeyeceği gibi Nat’in ihtiyacı olan akıllıca idareyi ve sevgi dolu özeni ancak Daisy’nin sağlayabileceğini de biliyordu ama Daisy’ye sahip olmadan Nat’in fazla yumuşak başlı davranacağı ve bir amacı olmayacağı tehlikesi vardı. Böyle erkekler doğru rotayı saptayarak dünyada güvenle gidebileceği birilerine ihtiyaç duyarlar. Zavallı çocuğun aşkını düşününce Bayan Meg, kararlılıkla kaşlarını çattı ve bu dünyada en uygun erkeği bulana kadar sevgili kızını asla bir başkasına vermeye niyeti yoktu. Aslına bakarsanız çok iyi niyetli bir kadındı ama sakin ruhlu insanların olabileceği kadar da sertti, bu nedenle rahatlamak istediğinde her zaman tüm içtenliğiyle oğullarının ilgi alanlarını destekleyen Bayan Jo’ya sığınırdı. Adı geçen oğlanlar artık büyümeye başladıklarından birtakım yeni kaygılar boy göstermeye başladı ve kendi sürüsünde tomurcuklanmaya başlayan aşk meşk ilişkilerinde tasanın ama aynı zamanda eğlencenin de ortaya çıkacağını öngördü. Aslına bakarsanız Bayan Jo’nun en iyi müttefiki ve aynı zamanda akıl hocası Bayan Meg idi, ne de olsa gelişmekte olan bir genç kızken de şimdi de romantizme bayılırdı. Fakat bu durumda bağrına taş bastı ama asla yalvarışlara kulak asmadı. “Nat yeterince erkek gibi davranmıyor, asla da davranmayacak, kimse onun ailesini bilmiyor, bir müzisyenin hayatı da zor. Daisy fazlasıyla genç, aralarında en az beş altı yaş var ve bu yaş farkı, belki onlara zorluk çıkaracaktır. Bakalım Nat’in yokluğu kendisi için neler sağlayacak?..” Böylelikle konu kapandı, anneliğe özgü içgüdüleri uyandığında oldukça sert davranabiliyordu çünkü değerli çocukları için kendi üzerindeki son tüyü yolabilir, kanının son damlasını bile verebilirdi.

Nat’e baktı, Leipsic hakkında kocasıyla konuşurlarken Bayan Jo da tam olarak bunları düşünüyordu ve oğlu yola çıkmadan önce bu konu hakkında açık açık konuşmayı aklına koydu. Ne de olsa başkalarına güvenmeye alışık biriydi ve en başından beri hayatlarında karşılaşabilecekleri sorunlar ve onları günaha teşvik edecek şeyler hakkında son derece rahatça oğullarıyla konuşabilecek yapıda bir kadındı, zaman zaman onların tadını kaçırabiliyordu belki ama her daim, doğru anı bekleyip doğru sözlerle onlara tavsiyeler verirdi.

 

Bu, ebeveynlerin ilk görevidir ve çocuklarına karşı zayıflık göstermeyip her zaman onları dikkatle izlemeli ve gerektiğinde uyarmalıdır. Evin güvenli limanından ayrıldıklarında onlara yön verecek ve rotalarından sapmayacak olan bilgileri ve kendi kendilerini kontrol etme yeteneklerini sağlamak çok önemlidir.

Bay March etrafında birkaç genç erkek ve kadınla içeri girdiğinde Teddy saygısızca “Plato ve müritleri yaklaşmaktadır.” dedi. Aslına bakarsanız, bu yaşlı bilge adam, bütün dünyada çok seviliyor ve gençlerden oluşan topluluğuna mükemmel vaizler veriyordu. Hepsi hayatları boyunca hem kalplerine hem ruhlarına hitap edecek yardımları için ona müteşekkir kalırdı.

Bess onu görür görmez yanına gitti. Marmee öldüğünden beri büyükbabasına özel bir ilgi göstermeyi görev edinmişti. Bakımını büyük bir istekle üstlenmişti ve onun rahat koltuğunu sürükleyerek çıkardığında o sapsarı saçların grileşmiş saçların üzerine düşmesiyle çok sevimli bir görüntü oluşturuyordu.

“Bizde her zaman iyi demlenmiş çay hazır ve nazırdır, efendim. Sade mi yoksa kokulu çay mı istiyorsunuz?” diye sordu Laurie; bir elinde şekerlik, bir elinde bir tabak dolusu pasta ile boş boş gezinirken. Çayları tatlandırmak ve aç insanları doyurmak, en sevdiği işler arasındaydı.

“Hiçbirini almayacağım, teşekkür ederim. Bu çocuk benim her ihtiyacımı karşılıyor.” diyerek Bay March, sandalyesinin kolçaklarının birinde, elinde bir bardak taze süt ile oturan Bess’e dönüp baktı.

“Sizin bakımınızla ilgilenmesi için Tanrı ona uzun ömürler versin ve ben de gençler ve yaşlılar bir arada yaşayamaz adlı şarkının hoş tezatlığına tanık olayım.” diye cevap verdi Laurie, her ikisine gülümseyerek.

“ ‘Anlaşılması güç olan yaşlılık’ konusuna döndük yine babacığım, sanki dünyada en önemli konu buymuş gibi!” dedi Bess alelacele. Şiiri çok severdi ve çok iyi okurdu:

 
Karların arasında hürmete layık şekilde dikilmiş
Taze güllerin yetiştiğini görmek istemez miyiz?
 

diye alıntı yaptı Bay March. O sırada Josie gelip diğer kolçağa tünedi, bol dikenli ufak tefek bir gülü andırıyordu o sırada çünkü Ted ile çok ateşli bir tartışmaya girmiş ve her hâliyle alt edildiği gözlerinden okunuyordu.

“Büyükbaba, erkeklerin sadece en güçlü oldukları için mi kadınların onlara itaat etmesi ve en akıllı sizsiniz demesi gerekir?” diye yüksek sesle sordu. O sırada kışkırtıcı bir gülümsemeyle, uzun boylu yapısında hep komik duran, çocuksu yüz ifadesiyle taciz edici bir tavır takınan kuzeni içeri girdiğinde ona öfkeyle baktı.

“Ah, tatlım, o modası geçmiş bir inanış ve onu değiştirmek biraz zaman alacaktır. Ama artık günümüzün kahramanlarının kadınlar olduğuna inanıyorum ve bana öyle geliyor ki artık kadınların da aynı seviyeye eriştiklerini ve amaçlarına ulaşacaklarını biliyorum. Bu nedenle erkekler, onları el üstünde tutmalıdır.” diye cevap verdi Bay March. Orada bulunan genç kadınların aydınlık yüzlerini babacan bir memnuniyetle inceledi. Aslına bakarsanız bu kadınlar, üniversitenin en parlak öğrencileri arasındaydılar.

“Bizim zavallı Atalantaların5 önlerine konulan bütün engeller dikkatlerini dağıtıyor ve zaman kaybettiriyor maalesef. Öyle ya da böyle bu engeller altından yapılmış elmalar da değil. Ama daha iyi koşmayı öğrendiklerinde eşit şartlara sahip olacaklarını düşünüyorum.” diyerek güldü Laurie amca, kızgın bir kedi yavrusu gibi tüyleri diken diken olan Josie’nin hacimli saçlarını okşayarak.

“Varilleri elmalarla doldurup önüme atsalar bile ben yoluma başladığımda beni hiç kimse durduramaz ve ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, bir düzine Ted bile olsa karşımda, bana asla engel olamazlar! Bir kadının, bir erkek kadar iyi olabileceğini hatta daha da iyi olabileceğini göstereceğim ona. Bu daha önce kanıtlandı ve ben yine kanıtlayacağım. Benim beynimin hacmi daha küçük olabilir ama onunki kadar iyi çalışmadığı anlamına gelmez!” diye heyecanla haykırdı genç kız.

“Eğer öyle şiddetle kafanı sallamaya devam edersen geriye kalmış beyin hücrelerini iyice sersemleteceksin ve ben senin yerinde olsam onlara da iyi bakarım.” diye alaylı alaylı konuşmasını sürdürdü Ted.

“Bu iç savaşı kim başlattı?” diye sordu büyükbaba, kullandığı kelimelere hafif vurgu yaparak. Bu da yiğitlerin hararetini söndürmeye yetti.

“Vallahi biz gece gündüz demeden İlyada destanını çalışıyorduk ve Zeus’un, Juno’ya6 planları hakkında soru sormamasını yoksa onu kırbaçlayacağını anlatan bölüme gelmiştik. Juno’nun süklüm püklüm susması üzerine Jo çok sinirlendi. Ben de ona bunun çok normal olduğunu, Zeus’a katıldığımı, kadınların pek fazla bilgili olmadıklarını ve erkeklere itaat etmeleri gerektiğini söyledim.” diye açıklamada bulundu Ted, bu sözleri dinleyicilerin eğlence kaynağı olmuştu.

“Tanrıçalar ne isterlerse yapabilirler ama kendi savaşlarında bile doğru dürüst dövüşemeyen ve yenilgiye uğramak üzereyken Pallas7, Venüs8 ve Juno tarafından apar topar başka yerlere götürülmek zorunda kalan o erkekleri önemseyen Yunan ve Truvalı kadınlara sadece korkak diyebiliriz. Düşünsenize bir çift kahraman birbirlerine taş atarken diğer iki ordu durup oturuyor ve bekliyor bitmesini! Sizin Homeros hakkında çok iyi şeyler düşünmüyorum. Benim kahramanlarım Nopolyon ya da Grant diyebiliriz.”

Josie’nin bu tepeden bakma tavrı bir sinek kuşunun bir deve kuşunu azarlaması kadar komikti, ölümsüz şairi küçümsemesi ve tanrıları tenkit etmesi karşısında herkes kahkahalara boğuldu.

“Napolyon Juno’suyla çok iyi zaman geçirdi, öyle mi? İşte kızlar hep olayların bu yönüyle tartışmaya bayılırlar. Önce bir tarafı tutarlar sonra da diğer tarafı.” diye dalga geçti Ted.

“Johnson’ın hanım arkadaşı gibi. Asla kesin karar veremez ve onun yerine daldan dala konardı.” diye ekledi Laurie amca, bu sözlü düellodan büyük keyif alarak.

“Ben sadece onların askerî yönlerinden söz ediyordum. Ama kadınların gözünden bakarsak Grant nazik bir koca ve Bayan Grant de mutlu bir kadın değil miydi? Herhangi bir soru sorduğunda onu kırbaçlamakla tehditler savurmadı ve eğer Napolyon, Josephine’e karşı hatalar yaptıysa da en azından savaşmayı biliyordu. Minerva’nın9 gelip üzerinde titremesi beklentisi içinde hiç değildi. Züppe görünümlü Paris’ten10 gemilerinde sürekli somurtan Achilles’e11 kadar hepsi aptal bir takımdı. Ayrıca Yunanistan’daki bütün Hektorlar ve Agamemnonlar12 için asla fikirlerimden vazgeçmeyeceğim.” dedi Josie, hâlâ yenilgiyi kabul etmeyerek.

“Bir Truvalı gibi savaşabiliyorsun, bu belli. Sen Ted ile savaşırken biz de iki itaatkâr ordu gibi oturup sizi izleyeceğiz.” diye söze başladı Laurie amca, küstahça mızrağı üzerine eğilen bir cengâver gibi poz vererek.

“Korkarım burada kesmek zorundayız çünkü Pallas birazdan göklerden inip bizim Hektor’u kapıp götürecek.” dedi Bay March gülümseyerek. O sırada Jo gelmiş ve oğluna yemek zamanının yaklaştığını hatırlatmıştı.

“Bu meseleyi daha sonra tartışarak çözeriz, özellikle bize müdahale edecek tanrıçalar olmadığında.” dedi Teddy. Oradaki ikramları hatırlayarak beklenmedik bir neşeyle başka tarafa yöneldi.

“Bir kek tarafından fethedildin! Vay anasını!” diye arkasından seslendi Josie. Hemcinslerine yasak olan klasikleşmiş bir sözü kullanabilme fırsatını yakaladığına çok sevinmişti.

Ama Ted, son derece erdemli bir yüz ifadesiyle oradan neşeyle ayrılırken son sözlerini esirgemeden konuşmasını sürdürdü. “İtaatkârlık bir askerin son görevidir.”

Her zaman son sözü söylemek, bir kadını ayrıcalıklı kıldığından Josie kararlılık içerisinde peşinden koştu ama dilinin ucuna gelen o iğneli sözleri ifade edemedi çünkü mavi bir takım giymiş ve güneşten oldukça esmerleşmiş genç bir adam, merdivenleri sıçrayarak tırmanıyordu. Neşeyle “Kara göründü! Kara göründü! Neredesiniz millet?” diye haykırmaya başladı adam.

“Emil! Emil!” diye haykırmaya başladı Josie ve çok geçmeden Ted de koşarak üzerine atladı, yeni geleni neşe dolu karşılayarak. Böylelikle en son düşman olan ikili çekişmelerine son vermiş oldular.

Kekler tamamıyla unutulmuştu ve çocuklar kuzenlerini sürüklemeye başladılar, sanki işini iyi bilen bir tüccarla anlaşma sağlandıktan sonra çekme halatıyla mallarını telaşla çekiştirir gibiydiler. Çocuklar oturma odasına döndüler. Orada Emil, bütün kadınları öptü ve bütün erkeklerle el sıkıştı, amcası hariç; bildiğiniz eski Alman usulüyle onunla kucaklaştı, bu da orada bulunanların çok hoşuna gitti.

“Bugün izin alabileceğimi hiç düşünmemiştim. Sonra bir baktım ki izni koparmışım ve ben de doğruca bizim eski Plum’a gittim. Orada hiç kimse yoktu, bu nedenle ben de geminin burnunu Parnas’a doğru döndürdüm. Ve bakın her biriniz buradasınız. Tanrı hepinizden razı olsun! Hepinizi gördüğüme ne kadar mutluyum bilemezsiniz!” diyerek haykırdı denizci oğlan. Ayaklarının altında sallanan güverteyi hâlâ hissediyormuş gibi bacaklarını ayrık tutarak duruyor, aynı zamanda yüzü sevinçle parlıyordu.

“Bizden razı olmak bir yana, herhâlde senin geminin kaburgası dalgalara kapıldı, Emil. Hiç denizci gibi konuşmuyorsun. Ah, ne kadar da gemi gibi, katran gibi kokuyorsun!” dedi Josie, kuzeninin beraberinde getirdiği taze deniz kokularını büyük bir zevkle içine çekerek onu kokladı. O Josie’nin en sevdiği kuzeniydi ve Josie de onun gözdesiydi. Bu nedenle mavi ceketinin şişkin ceplerinde, en azından kendisi için hediyelerin bulunduğunu çok iyi biliyordu.

 

“Dur, kalbimin içi, sen balıklama atlamadan önce ben bir derinliği yoklayayım.” dedi Emil gülerek. Josie’nin sevecen okşamalarının ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu ve onu bir eliyle yaklaştırmayarak diğeriyle de üzerinde farklı isimlerin yazıldığı türlü türlü ufak, yabancı kutuları ve paketleri el yordamıyla ceplerinden çıkarıp uygun yorumlarla etrafındakilere dağıtmaya başladı. Bu da orada bulunanları kahkahalara boğdu, ne de olsa Emil çok şakacı biriydi.

“İşte bu da bizim ufak sandalımızı beş dakika yerinde tutacak bir halat.” diyerek Emil, çok sevimli pembe mercandan yapılmış bir kolyeyi hemen Josie’nin kafasının üzerinden geçirdi. “Ve bu da deniz kızlarının su perisine gönderdikleri bir şey.” diye ekleyerek bir dizi sedef deniz kabuklarından oluşan, gümüş bir zinciri Bess’e uzattı. “Daisy’nin bu kemandan hoşlanacağını düşündüm, böylece Nat de bu kemanı kullanabilecek bir sevgili bulur onun için.” diye devam etti sözlerine denizci, bir kahkaha atarak. Sonra da keman şeklinde çok zarif işlemeli bir broş uzattı ona.

“Eminim çok beğenecektir. Şimdi ona götürüyorum.” diye cevap verdi Nat, yapacak bir görevi olduğundan memnun, odadan kaybolarak. Emil’in rastlamamasına rağmen Daisy’yi kendisinin bulabileceğinden emindi.

Kıkırdayarak Emil, kafası açıldığında içinde çok büyük bir hokkayı ifşa eden, acayip bir şekli olan oyulmuş ayıya uzandı. Çektiğinde hafif gıcırdayan bu hediyeyi Jo teyzeye sundu.

“Bu zarif hayvanlara olan ilgini bildiğimden senin kalemin için bunu getirdim sana.”

“Harikasın, Kaptan! Tekrar nasıl açıldığını göster.” dedi Bayan Jo, hediyesinden büyük memnunluk duyarak. Tüm bu yaşananlar Profesör’ün bilinçaltında Shakespeare’in Eserleri adlı çalışmasının su yüzeyine çıkmasına neden oldu ve büyük deha için bu çok sevilen bozayının mükemmel bir esin kaynağı olacağını düşündü.

“Bu arada her zaman genç görünmeyi başaran Meg teyze hâlâ başlık taktığı için Ludmilla’nın benim için dantel parçaları temin etmesini sağladım. Ümit ederim ki bunları beğenirsin.” Ve yumuşak hediye kâğıtların arasından üstü ince bir tabakayla kaplı bir şeyler çıkardı. Hemen bir tanesini alarak Bayan Meg’in o güzelim saçlarının üzerine iri kar tanelerini andıracak şekilde yerleştirdi.

“Amy teyze için bir şey bulamadım çünkü istediği her şeye sahip. Bu nedenle ona bir resim aldım. Bess bebekken bana her zaman Amy teyzeyi hatırlatan bir fotoğraf bu.” diyerek ona oval şeklinde fil dişinden yapılmış bir madalyon uzattı. Üzerinde altın sarısı saçlarıyla bir Madonna boyanmıştı ve mavi pelerinin üzerinde, kıpkırmızı yanaklı bir çocuğu tutuyordu.

“Ne kadar güzel!” diye bağırdı odadaki herkes ve Bess’in saçından bir tane mavi kurdele alıp madalyonuna geçirdikten sonra Amy teyze hemen boynuna astı. Hediyesi onu büyülemişti, ne de olsa ömrünün en mutlu günlerini anımsatıyordu.

“Şimdi de Nan için en uygun hediyeyi aldığım için kendimle gurur duyuyorum, çok şatafatlı olmasa da hoş bir şey, onun mesleğinin bir işareti gibi, yani bir doktor için çok uygun.” dedi Emil, lavdan yapılmış ufak kafatası şeklinde bir çift küpeyi büyük bir gururla sergileyerek.

“İğrenç!” Çirkin şeylerden hoşlanmayan Bess, hemen kendine verilen sevimli deniz kabuklarıyla ilgilenmeye başladı.

“O küpe takmaz ki.” dedi Josie.

“O zaman senin kulaklarını yumruklamaktan hoşlanacaktır. İnsanları muayene edip onları cerrahi bıçakla tedavi etmekten hiç olmadığı kadar mutlu olacağından eminim.” diye cevap verdi Emil, hiç rahatsız olmayarak. “Sandığımda siz erkekler için bir sürü ganimet var ama kızlar için kargomu boşaltmadığım sürece rahat yüzü göremeyeceğimi çok iyi biliyordum. Hadi bana şimdi bütün haberleri anlatın.” Sonra da Amy’nin en sevdiği üstü mermer olan masanın üzerine oturdu ve ayaklarını sallayarak, saatte on iki millik bir hızla denizcimiz konuşmasını sürdürdü, ta ki Jo teyze gelip onları Kaptan’ın şerefine hazırladığı o muhteşem aile çayına alıp götürene kadar.

4Ave Maria, “Selam ey Meryem.” (Katolik kilisesinde okunan bir duanın ilk iki kelimesi.) (ç.n.)
5Atalanta, Atalanta Bergamo İtalyan futbol kulübüdür. Mavi siyah renklere sahiptir ve 1907 yılında kurulmuştur. (ç.n.)
6Juno, Roma mitolojisinde baştanrı Jüpiter’in kız kardeşi ve eşi. Aile ve doğum başta olmak üzere birçok alanda tezahürü ve ilgisi bulunan eski ve güçlü bir tanrıçaydı. (ç.n.)
7Pallas, Yunan mitolojisinde Zeus’un kızıdır. (ç.n.)
8Venüs, Roma mitolojisinde aşkın ve güzelliğin koruyucusu olan tanrıçadır. (ç.n.)
9Minerva, hikmet, akıl, savaş, sanat, okul ve ticaret tanrıçasıydı. (ç.n.)
10Paris, bugün Çanakkale sınırlarında yer alan antik Troya Kralı Priamos ve Hekabe’nin oğludur. (ç.n.)
11Achilles (Akhilleus), dünyanın en büyük savaşçısı kabul edilir. Yunan mitolojisinin en önemli kahramanlarından biridir. (ç.n.)
12Agamemnon, Truva savaşında ordunun başına geçer ve askerleri yönetir. (ç.n.)